Quantcast
Channel: Sevan Nişanyan / En son yazıları
Viewing all 680 articles
Browse latest View live

5 N 1 K

$
0
0

Radikal'de şöyle bir haber çıkmış. Diğer gazetelerde de benzerleri vardı.
http://www.radikal.com.tr/politika/silah_ve_semsiyelerle_cekildiler-1133469

Mesela ben gazeteci olsam arkadaşlara şu soruları sorardım.

-- Pardon, Türkiye'de yedi gün bu gerilla kıyafetiyle ve kaleşlerle mi yürüdünüz?
-- Yolda kimseye rastladınız mı? Sizinle fotoğraf çektirmek isteyen oldu mu?
-- Yorgun olmalısınız, sınırı geçtikten sonra gece yağmura da tutulmuşsunuz. Örgütün sizi oradan aldıracak bir minibüsü yok mu?
-- Gece kaldığınız yere Hasan Cemal yürüyerek mi ulaştı?
-- Sabah 6'dan önce tıraş olmak sizde adet midir? Yoksa bu güne özel mi tıraş oldunuz?
-- Temiz kıyafetlerinizi bu sabah kampta mı temin ettiler? Bu güne özel yıkadıysanız o yağmurda nasıl kuruttunuz?

Ha, diyeceksiniz ki bu soruları soran gazeteciler olsa Türkiye'de basın olurdu. O da doğru tabi.



Matematik Köyü kütüphanesi

$
0
0
Yaklaşık bir yıllık hummalı çalışmadan sonra Matematik Köyü kütüphanesi bugün Cebir Günleri vesilesiyle görücüye çıkıyor. Felsefe Köyünün ilk evi bugün tamamlandı, ikisi Haziran 15'e yetişecek. Kalan beş-altı bina  seneye inşallah.

Bu vesileyle Selçuk Asliye Ceza Mahkemesinde Matematik Köyü 2009 serisi inşaatlarından 5 ay hapis cezası aldım. Bu Matematik Köyü inşaatlarından aldığım üçüncü mahkûmiyet. Hepsi Yargıtayda bekliyor şimdilik. Mahkûmiyet nedeni? Cehalet, kindarlık, haset, korkaklık. O kadar.


Galeriden görünüm. Avizeler Sultanahmet'ten esinlendi.
Raflar henüz boş.

Son dakika, Arif Usta halâ çalışıyor.
Ön cephe. Saçaklar daha bitmedi.


Yan cephe, payandalar.
Zemin detayı.



Seminer odası.


Kütüphane ağaları. Ali Nesin, kulunuz.


Dost meclisinde konuşulacaklar

$
0
0

Önümüzdeki günlerde sanırım söylemler sertleşecek, belki kırıcı sözler söylenecek. O kavgaya girmeden, dostane birkaç fikir paylaşayım dedim. Dinleyen ve anlayanlar için.

*
Yıllar var ki ağzımdan MüslümanLARI aşağılayan bir söz çıkmadı, çıkmamasına gayret ettim. Göbeğini kaşıyan kimseden söz etmedim, kimsenin bıyık veya pabuç veya başlık tercihine laf değdirmedim; değdirenleri her zaman ayıpladım. Dünyada çeşit çeşit insan olduğunu biliyorum. MüslümanLARIN mesela Budistlerden, komünistlerden, feministlerden, paşacılardan, ve hatta Ermenilerden daha kötü – veya daha iyi – insanlar olduğunu düşündürecek hiçbir ipucu yok elimde. En kötü ihtimalle, bana garip gelen bazı huylarına bıyık ucuyla gülümserim. Eğer karşımdaki iyi bir insansa ve gülümsemem onu üzecekse, onu da yapmam. Ne gereği var?

Geldiğim sosyal çevre ve aldığım eğitim itibariyle, elbette birtakım önyargılarla yola çıktım. Beş vakit namaz kılan insanlarla hayatımda ilk kez 29 yaşımda, Isparta’da askerliğimi yaparken tanıştım. Pırlanta gibi çocuklar olduklarını gördüm; itiraf ediyorum, çok şaşırdım. O günden sonra önyargılarımı adım adım aştım zannediyorum, en azından aşmaya gayret ettim.

Arada düşüncesizce sarfettiğim laflar olmuş mudur? Olmuştur tabii. Bir kısmının farkına varıp pişman olmuşumdur, bir kısmı sessiz geçilmiş, içten bir sızı bırakmıştır, fark etmemişimdir. Bilirim. Türklerin “Ermeniler” hakkında konuşurken – bazen iyi niyetle – kırdığı potların vahametini tanırım çünkü. Bu da aynı hesap.

*
Zannettiğiniz kadar militan bir ateist değilim. Daha doğrusu herhangi bir şeyin militanı değilim. Militanlığın her çeşidi bende korku ile karışık bir tiksinti yapıyor. Ateistin militanı gerçi bu ülkede nadirattandır, ama o da öyle.

İnsanları yadırgatacak bir düşünce belki, ama söyleyeyim. İnsanın en kıymetli varlığı yalnızlığıymış gibi geliyor bana. Gerçek yalnızlık zordur, uzun çaba ve emekle elde edilir, insanın mahallesine, eşine dostuna, en önemlisi kendisine mesafe koymayı öğrenmesiyle olur. O mesafenin adına kimi vicdan özgürlüğü der, kimi hakikat aşkı der, kimi felsefe der. Alçakgönüllü olalım, büyük laflar etmeyelim dersen ironi de diyebilirsin; aynı şeyin küçük adıdır. Hayatta her şeye (ama her şeye, birilerinin kutsal dediği şeylere de) çok yönlü bakılabileceğini anlamaktır mesele. Onu anladın mı, hakikatin zahmetli yoluna girdin demektir. Hazır şablonun yok: her gün, her an, vicdanınla yapayalnızsın, karar vermek zorundasın. Hacı ne demiş, kitap ne demiş, mahalle ne der yok. Yalnızlık dediğim bu. Onun lezzetini anlatmaya çalışıyorum yazılarımda, dinleyen varsa.

Tanrı denen şeyin masal olduğundan kuşkum yok. Daha doğrusu şöyle söyleyeyim: tanrı şöyledir böyledir diye söz söyleyen herkesin götünden attığından eminim. Bu anlamda ateistim, kafam net.  Ama dikkat et bak: masal kötü bir şeydir demedim ki? İstersen mit dersin, alegori dersin, masal değil mesel dersin. O zaman pekalâ konuşacak ortak zemin buluruz gibi geliyor bana.

Yeter ki, “sen benim tanrıma nasıl masal dersin” diye babalanan Nemrut takımını başımızdan def edelim.

Yazın Şirince’de bir “Din ve Akıl” semineri yapacağız. Ne demişim davetiyede? “Dindar gelen dinsiz gitsin, dinsiz gelen dindar gitsin, yeter ki akıl ve fikir galip gelsin.” Mevzu bu.

*
Evet MüslümanLIKLA mücadele ediyorum, kendi çapımda. Budizme, Mormonizme ve Polinezya dinlerine laf soktuğum vaki olmadı. Onların masallarını daha makul bulduğum için mi? Hayır efendim. Onlar benim yoluma zorbalıkla ve küstahlıkla çıkmıyor, beriki çıkıyor, onun için. Biri benim özgürlüğüme tehdit, diğeri değil. Bu kadar.

Hele Budist gelsin, küstah ve kibirli bir edayla günde beş kez “Buddha büyüktür” diye bağırsın; hele Budizmin safsatalarını dünyanın tek hakikatiymiş gibi çocuklarıma – ve memleketin çocuklarına – dayatmaya kalksınlar; hele aksini söylemeye kalkanı, ister “ay vallahi çok kalbim kırıldı” diliyle, ister “amsikgöt zebani cehennem” diliyle susturmaya yeltensinler. Bakalım o zaman Budizmle de uğraşır mıyım, uğraşmaz mıyım?

*
Neden uğraşırsın, dünyanın derdi sana mı kaldı diye soranlara ne diyeyim bilmem.

Belki huydur, kişilik meselesi. Ya da belki insanları (hatta Müslüman olanları) seviyorumdur, onları kendi bildiğimce yanlıştan korumayı ve doğruya yöneltmeyi borç sayıyorumdur. Belki onların iç çelişkilerini kendi bildiklerinden daha iyi görüyorum; ulaşmaya çalıştıkları hakikatle seçtikleri yol arasındaki çelişki aklıma ve yüreğime acı veriyordur. “Yazık bu kadar saçmalamasınlar” diye üzülüyorumdur.

Belki bin yıldan beri bu ülkede benim atalarımı – ve sizin atalarınızı – zebun eden zorbalık ve riya rejimine isyan ediyorum. Onun acısını çıkarmaya çalışıyorumdur.

Belki de daha basit. Hakikat arayışı bana acayip zevk veriyor. Oyuncağını gösteren çocuk gibi sizinle paylaşmak hoşuma gidiyordur.

Ne biliim ben yahu?

Turkish Court Defends Prophet Against Yours Truly

$
0
0

A criminal court in İstanbul condemned me to 13 ½  months of prison yesterday under art. 216/3 of the Turkish Criminal Code, which concerns “publicly demeaning the religious values held by a section of the population”.

The court cited a single sentence from a note I posted on my blog on September 22, 2012, where I argued that speaking disrespectfully of the Prophet Muhammed does not constitute “hate speech”.


I wrote it in the heat of the debate on that silly Muhammad film which created an international furore last year. I argued that“hate speech” is only criminal if it actually puts the rights or security of a vulnerable group in jeopardy; that an inconsequential verbal attack on powerful majorities does not constitute criminal hate speech; that we should defend the right of people to make silly films, however tasteless, about some Arab leader who claimed to have talked with Allah many hundred years ago; that there was a grave danger in Turkey that this incident would be used to restrict freedom of speech.

The article contains a single sentence touching on Muhammed. This is what it says:

It is not “hate crime” to poke fun at some Arab leader who, many hundred years ago, claimed to have established contact with Deity and made political, economic and sexual profit as a result. It is almost a kindergarten-level case of what we call freedom of expression.

*
Several individuals around Turkey filed complaints about the article. Three different courts took up the case simultaneously. Istanbul was the first to reach verdict. I have no idea how the other two are faring.
I was called to testify in court a few weeks ago. I made the following statement in writing. I imagine it must have pissed the bench off a bit.

I was not represented by a lawyer, as I did not think it either necessary or useful. As of today, I do have a good lawyer, though.


MY COURT STATEMENT
This person named Muhammed has claimed to have established communication with the Maker of the Universe – God forgive my sins – and to have received a book from Her. This, in my conscience and belief, is blasphemy of the worst kind. Yet I do not bring a legal complaint against this person. For everyone has the right to believe in whatever silliness they wish and to take for truth whatever superstition they choose, so long as they do not violate the rights of others.

In consequence of his claim to have established contact with Deity, this Muhammed, who was a lowly merchant, acquired political dominion over all Arabia and gained the financial means to raise 30-thousand-strong armies. Again as a result of his claim to “Prophethood”, we learn from canonical Islamic sources that he acquired a total of at least eleven wives and two unwed concubines. In other words, it is an incontrovertible historical fact that this person made political, economic and sexual profit from his alleged contact with Deity. Now, profiting is not a crime, nor is it always a morally reprehensible act. To state that this person profited from claiming “prophethood” does not constitute an imputation of crime or even of immorality. It is merely a statement of historic fact.

Nevertheless I did not make that statement of fact in my article, considering it might be distasteful to some people. I carefully avoided any statement of the type “Muhammed was this and that”. I simply argued that, IF someone wished to make such a statement of fact it would be their most natural right to do so, and that this right should be protected by public hand against violation by hostile individuals or groups.

I believe that only an ignorant person devoid of the most basic notion of law would argue the contrary.

Telling the historical or legal truth may sometimes be hurtful to the sensitivities, or prejudices, of some people. This is regrettable. Yet I don’t think it would be possible, in a civilized legal system, to derive a legal injury or right from this fact. Nor do I think that there is any public benefit in tying the right to tell the facts to the prcondition to heed the fine sensibilities of this or that group.


*
I believe we are now going to appeal the verdict. The appeals process normally takes over a year. I don’t expect to go to jail in the meanwhile.  And what the outcome of the appeals may be, only God knows. 

Liana Aghajanian interview

$
0
0
Here's the full article:
http://www.ianyanmag.com/2013/05/25/q-a-sevan-nisanyan-turkish-armenian-blogger-sentenced-for-blasphemy/

The questions and my answers:

1. Receiving criticism for your writing and thoughts is something you've had experience with in the past - how do you deal with this? Do you take any of these threats seriously, do they scare you?
I receive a daily deluge of extremely graphic insults and death threats. One gets used to them after a while, though. They do not scare me any more. As far as I know no politically-motivated assassination has ever taken place in this country unless ordered from high up. I doubt that in the current atmosphere the powers that be would have either the inclination or the courage to create another Armenian martyr.

2. Prosecutors have accused you of "overstepping the boundaries of freedom of speech and criticism." What is your response to this accusation?
The quality of legal education in Turkey is abysmal. Evidently this young prosecutor was under the illusion that saying something mildly distasteful to the prevailing religious opinion is beyond the boundaries of free speech.

3. You previously said, "Here I am an Armenian doing something no Armenian has done in a Muslim country. This is really the height of boldness, of impudence. This is something you are not supposed to do." How did your ethnic background play a role in this prosecution and lengthy sentence you received?
I believe it was the key issue. People are simply not used to a member of a non-Muslim minority to speak boldly and coherently on sensitive national and/or religious issues. It drives some people raving mad.

4. What kind of experience have you had as an Armenian writer in Turkey, or just as a citizen of Turkey? What challenges do Armenians or minorities in general face in Turkey today?
Prejudice and ignorance are still rampant, but things have improved vastly within the last decade. Goodwill is now the dominant note among opinion leaders. I have received some very positive, very encouraging endorements from the better-informed segments of the Turkish public.
But even there, you find this underlying sense that an Armenian should never come so openly forward. You know, “we all love our Armenians, but we like them nice and soft.” That about summarizes the dominant attitude. 

5. I noticed that some Armenian Diasporans on social networks have compared what has happened in your case to that of Hrant Dink, calling for the State Department to protest your sentencing. What kind of similarities, if any, exist between you and him?
A hate campaign was systematically mounted against Hrant over a period of two years. There was judicial harrassment, barking mobs, death threats and terrifying headlines in the trashy press. My experience has been very similar so far. Except that Hrant was attacked primarily by the secular nationalists, and I am attacked mainly by the religious camp. These are considered the opposite poles of the political spectrum here.

6. You have vowed to appeal your sentence. What do you think or hope will come of this?
It is an outrageous verdict in legal terms, so I expect the higher court may throw it out. What they will do next, if that happens, is to harrass me on some other, preferably non-political charge. I have a dozen other criminal cases pending on silly bureaucratic charges. That has been going on for almost twenty years now, and I doubt they they will give up any time soon.

7. In your article, you said you argued that hate speech is only criminal if it actually puts the rights or security of a vulnerable group in jeopardy. You wrote the blog post in response to the furor around the film. What in particular struck a chord in you and compelled you to write about it? Did you expect the commotion it caused?
There was an uproar here last year over that cheapo Muhammed film, and several top politicians close to the prime minister took the opportunity sound out a new Hate Speech Law curtailing “disrespect” of Islamic values. I thought then (and I still think now) that this is a serious threat to public freedoms. I had the urge to discuss the idea of “hate speech” and its limits.
I confess that this article by Daniel Pipes http://www.foxnews.com/opinion/2012/09/24/mocking-muhammad-is-not-hate-speech/was the immediate source of inspiration for my note. I am not a fan of either Mr. Pipes or Fox News. But I felt they had a good point here.

8. What are your thoughts on the freedom of expression (or seriously lack thereof) in Turkey today?
Historically, the military establishment has been the biggest threat to civic rights and freedoms in this country. The government of Tayyip Erdoğan has done a great job of dismantling that apparatus of military dominance. It is a pity that now a counter-wave of Islamic bigotry seems to be on the rise.
   
9. You have previously served time in jail - what was that experience like, if you were to sum it up?
It is like being at a particulary stupid boarding school. Nothing really terrible, just tedious and sometimes infuriating. I had plenty of time to concentrate on my linguistic work. The first edition of my etymological dictionary shaped up in jail. A few months in the cage now might be a good chance for me to work on the next revised edition.

10. You mention in your latest blog post that several individuals around Turkey filed complaints about the article. Do you have any idea who they are? And what does their offense at your post mean in the larger scheme of things?
Muslim opinion was muzzled in this country for almost three generations. Now that the muzzle is off, I think some people are testing their newly acquired voice. 

Beni Kureyza Katliamı

$
0
0

Beni Kureyza olayında ana kaynağımız Taberi’nin Tarih’i. İngilizce çevirisinin sekizinci cildinde ondört sayfa tutuyor. (The History of al-Tabari, SUNY Press 1997, VIII.27-41)

Önce Taberi’ye dair iki çift söz. Bir kere: Muhammed hakkında bildiğin veya bildiğini sandığın hemen her şeyin ilk kaynağı Taberi’dir. Yani Resmi Tarih’in ta kendisidir. “Doğru dediği ne malum” diye sorduğun anda, Muhammed ne malum, vahiy ne malum, Kuran ne malum, Mekke ve Medine ne malum, Bedir ve Uhud ne malum, Kâbe ne malum, Hadice ne malum, Aişe ne malum, Ebubekir ne malum… diye sormuş olursun. Bana göre hava hoş, yeter ki ne sorduğunu bil.

İkincisi: Taberi iyi tarihçidir. Üç beş sayfa okusan yeter, ciddi bir akademik akılla karşı karşıya olduğunu anlarsın. Masal anlatmaz, anlatanları aktarır. Kaynaklarını sorgular. Farklı versiyonlar arasındaki çelişkilerin ve nüansların altını çizer. İyi bir detektifin delil duygusuna, iyi bir filozofun hakikat sevgisine sahiptir. “Peygamberimize bühtan etmiş” dersen, kusura bakma, bir şey bilmediğini belli edersin.

Peygamberi problemli bir ışıkta gösteren bu hikâyeyi (ve buna benzer diğerlerini) neden aktarmış? Neden sessiz geçmemiş? Bence önemli bir soru. Hatta, “Resmi Tarih’in amacı neydi?” konusuna buradan da giriş yapabiliriz.

*
Beni Kureyza hikâyesini üç ana kaynaktan aktarmış. İlki H 140 yılı civarında vefat eden Medine’li araştırmacı İbn İshak. İbn İshak’ın orijinali elimizde yok. Onun beş veya altı farklı kaynağa istinaden anlattıklarını Taberi aktarmış. İkincisi Peygamberin eşi Aişe’nin Medine’li Alkame b. Vakkas’a anlattığı hatıraları. Bunlar hikâyenin anekdot tarafını dolduruyor. Üçüncüsü H 207’de vefat eden Kitab-ül Mağazî muharriri el-Vâkıdî. Taberi genel olarak Vakıdî’ye pek güvenmiyor, sözlerini ihtiyat payıyla aktarıyor.

Taberi metninin esas zevkli yanı, farklı anlatımlar arasındaki vurgu ve detay farkları. Mesela İbn İshak’ın İbn Şihabe’den aktardığı versiyonda Cebrail ile Dihye b. Halife iki ayrı anekdot gibi aktarılırken, Aişe’nin anlatımında ipek örtülü eğerde oturan Dihye’ye halkın “Cebrail” lakabını taktıklarını öğrenip şaşakalıyorsun.
Metnin tamamını aktarmak bu yüzden – meraklısı için – daha ilgi çekici olacaktı. Üşendim. Özetlemekle yetineceğim.

*
Hikâyenin geçmişi
Uhud Savaşında sayıca üstün olan Mekkelilerin Müslümanları yeneceğine kesin nazarıyla bakılır. Bu yüzden Medine Yahudilerinden Beni Nadir aşireti, Müslümanların yenilgisi halinde başına geleceklerden korkarak, tarafsız kalır. Müslüman zaferinden sonra toplanan Mecliste Beni Nadir yargılanır. Muhammed’in idam kararı vermesi beklenirken Beni Nadir’in koruyucusu (velisi) olan Beni Hazrec aşireti ileri gelenlerinin önerisiyle Beni Nadir tehcir edilir. Malları müsadere edilir.

Beni Nadir liderlerinden Hüyeyy b. Ahtab ve Kinane b. el-Rabi Mekkelilerle temas kurarak onları Medine’ye saldırmaya teşvik ederler. Ayrıca doğudaki Ğatafan aşiretini de Mekkelilerle beraber savaşmaya ikna ederler. Medine’deki diğer büyük Yahudi aşireti olan Beni Kureyza lideri Kâ’b b. Esed Muhammed’le ittifakını bozmama taraftarıdır. Kapısına gelen Hüyeyy’i hakaretle kovar. Ancak Hüyeyy ısrar eder, Kureyşlilerin Muhammed’i yeneceklerinin kesin olduğunu, bu durumdan Beni Kureyza’nın zarar göreceğini savunur. K’ab lanet okuyarak Hüyeyy’e kapısını açar. Uzun süre direndikten sonra Muhammed’le [iddiaya göre yazılı belgeye dayanan] ittifakını bozar.

Mekkeliler ile Ğatafanlılar Medine’yi kuşatır. Muhammed, İranlı kölesi Selman’ın tavsiyesiyle kentin etrafına bir hendek kazdırır. 27 gün süren kuşatmada Müslümanlardan altı ve karşı taraftan üç kişi ölür.

Kuşatma esnasında Muhammed adamlar göndererek müttefikler arasına nifak tohumları eker. Kureyza aşireti, Mekkelilerin kuşatmayı sonuçlandırmadan çekileceğinden korkmaktadır; Müslümanlarla başbaşa kaldıklarında başlarına geleceği bildiklerinden, adım atmak istemezler. Ebu Sufyan komutasındaki Mekkeliler, Yahudilerin savaşacağına güvenmezler, Kureyza ileri gelenlerinden bazı kişileri rehin almadıkça kesin saldırıya girişmek istemezler. Ğatafanlılar Yahudilerin Muhammed’le anlaşacağından ve Mekkelilerin çekilip kendilerini Muhammed’e karşı yalnız bırakacağından kuşkulanırlar. İttifak dağılır. 

Cebrail savaş kışkırtıyor
Kuşatmanın kalktığı gün Cebrail altın sırmalı bir sarık giymiş ve ipek örtülü bir katıra binmiş olarak zuhur eder. “Silahları bıraktın mı ya Rasulallah?” diye sorar. Muhammed evet der. Cebrail, “Melekler henüz silahlarını bırakmadı. Allah sana Beni Kureyza’ya saldırmanı emrediyor. Ben de orada olacağım,” diye cevap verir. Muhammed tellal çıkararak, Beni Kureyza arazisinde toplanmadan kimsenin namaz kılmamasını emreder. Kendisi de Kureyza surlarının yanına gelerek “Ey maymun soylular! Allah sizi lanetledi ve intikamımı üzerinize saldı,” diye seslenir. Yahudiler cevaben ona hakaret ederler.

Aişe’nin anlatımına göre Cebrail “Melekler silahlarını bırakmadı, git ve onlarla savaş” der. Muhammed zırhını kuşanır. Yolda rastladığı kişilere “buradan kim geçti” diye sorar. Onlar da “Dihye b. Halife geçti” derler. Dihye’ye büyük sakalı ve ipekli eğeri nedeniyle “Cebrail” adı verildiğini Aişe belirtir.

Maymun korkusu
25 gün veya bir ay süren kuşatmadan sonra Kureyza aşireti teslim olmaya karar verir. Müzakere için Muhammed onlara Beni Aws aşiretinden Ebu Lübâbe b. Abdülmunzir’i gönderir. Aws aşireti Beni Kureyza’nın koruyucusu (velisi) ve Ebu Lübabe onların dostudur. Erkekler onu karşılarken Yahudilerin kadın ve çocukları çığlıklar atarak etrafını sararlar ve merhamet göstermesi için yalvarırlar. “Muhammed’in hakemliğini kabul edelim mi?” diye sorarlar. Ebu Lübabe “evet” der, fakat bunu söylerken eliyle boğaz kesme işareti yapar. Yapar yapmaz pişman olur. Allah’a ve resulüne ihanet ettiği kaygısına kapılarak koşa koşa gider, camide kendini bir sütuna bağlatır. Allah kendisini affetmedikçe oradan ayrılmayacağını bildirir. Muhammed bunu duyunca güler. “Bana gelseydi affederdim, ama şimdi ancak Allah affedebilir,” der. Birkaç gün sonra Allah’tan gelen bir vahiyle Ebu Lübabe’yi affeder. [Bahis konusu ayetin hangisi olduğuna dair tefsirciler arasında ittifak yoktur.]

Kureyza lideri Kâ’b, aşiretine hitaben konuşur. Başlarına gelen beladan Hüyeyy’i sorumlu tutar. Üç seçenek sunar. Ya topluca Müslümanlığı kabul edeceklerdir. Bu reddedilir. Ya [Masada'daki Yahudiler gibi] kadınlarını ve çocuklarını öldürüp, ölünceye kadar savaşacaklardır. Bu da reddedilir. Ya da Yahudiler için savaşmanın dinen haram sayıldığı Şabat günü sürpriz bir saldırı düzenleyeceklerdir. Tevrat’a göre Şabat günü savaşmak Yahudilerin domuza veya maymuna dönüşmesine yol açacağı için, bu seçenek de reddedilir. Teslim olmaya karar verirler.  

Bağımsız yargı
Beni Kureyza Aws aşiretinin mevalisi olduğundan, hukuken Muhammed’in yargıç olması mümkün değildir. Bu nedenle Aws aşiretinden Sa’d b. Muaz görevlendirilir. Sa’d Hendek savaşında yaralanmış ve yarası şişmeye başlamıştır (birkaç gün sonra ölecektir). Hükmü açıklar: Kureyza erkekleri öldürülecek, kadın ve çocuklar köle edilecek, malları müsadere edilecektir. Muhammed “Allah’ın ve resulunün yargısıyla yargıladın” diyerek onu onaylar.

[Yargı görevinin ölmekte olan birine aktarılması muhtemelen kan davası güdülmesini önlemeye yönelik bir tedbirdir.]

Nusra Cephesi tesadüf mü?
Resulallah karardan sonra Medine’nin çarşı alanına giderek hendekler kazdırır. Beni Kureyza erkekleri gruplar halinde buraya getirilerek hendeklerin başında kafaları kesilir. Toplam katledilen sayısı bazı kaynaklara göre 600 ila 700, bazılarına göre 800 ila 900 kişidir. İdamların çoğunu Ali b. Ebu Talib (sonradan dördüncü halife) ve Zübeyr infaz ederler.

Komplonun lideri Hüyeyy getirilir. Pembe kumaştan değerli giysisini (ganimet edilmesin diye) delik deşik etmiştir. Muhammed’e hitaben “Sana düşmanlık ettiğim için kendimi ayıplamıyorum, çünkü Allah’ın terkettiği kişi lanetlenmiştir,” der. [Bu sözün anlamı açık değildir. Lanetlenen kişinin Hüyeyy mi Muhammed mi olduğu anlaşılmaz.] Sonra halkına dönerek “Allah’ın emrinde haksızlık yoktur. Zira İsrailoğulları için büyük bir katliam olacağı Kitabımızda yazılıdır,” der. İdam edilir. [Hüyeyy’in son sözleri daha sonraki İslami literatürde süslenip püslenerek, Yahudilerin idam kararının kendi Kitaplarına uygun olarak verildiği tezine dönüşecektir.]

Aişe’nin ifadesine göre idam edilenler arasında tek bir kadın vardır. “Rasulallah erkekleri meydanda öldürürken kadın benim yanımdaydı, sohbet ediyor ve durmadan gülüyordu. Derken bir ses adını çağırdı. ‘Ne var?’ dedim. ‘Öldürecekler’ dedi. ‘Neden’ diye sordum. ‘Yaptığım bir şeyden ötürü’ diye cevap verdi. Götürüp kafasını kestiler. Neşesini ve gülüşünü hayatta unutamam. Öldürüleceğini biliyordu.”

Vakıdî’nin anlatımına göre kadının öldürülmesinin nedeni, kuşatma sırasında sur üstünden bir değirmen taşı atarak Hallâd b. Süveyd’in ölümüne sebep olması idi.

Ebubekir halt etmiş
Öldürülecekler arasında geçmişte Müslümanlara iyiliği dokunmuş olan yaşlı Ebu Abdurrahman el-Zebîr vardır. Müslümanlardan Sabit b. Kays Rasulallah’tan rica ederek yaşlı adamın canını bağışlatır. Ebu Abdurrahman “karım ve çocuklarım olmadan hayatın ne anlamı var?” diye sorar. Onlar da bağışlanır. “Malım ve servetim olmadan nasıl yaşayabilirim?” der. Malına dokunulmayacağına söz verirler. “Aslanlar aslanı, güzel adam Kâ’b b. Esed ne olacak?” diye sorar. Öldürüldüğünü söylerler. Aşiretinin akıbetini sorar, hepsinin idam edildiğini anlatırlar. “O zaman bana bir iyilik yapıp beni de öldürün” der. “Akrabalarım olmadan yaşamanın faydası yok, öbür dünyada onlara kavuşmak için sabırsızlanıyorum.”

Ebubekir bu sözleri duyduğunda “akrabalarıyla Cehennemde buluşacak, orada sonsuz azap görecek” diye konuşur.

Emval-i metrukenin paylaşımı
İdamlar sona erdikten sonra Rasulallah Beni Kureyza’nın mallarını, kadınlarını ve çocuklarını müminler arasında pay eder. Beşte bir [kamu payı] çıkarıldıktan sonra geri kalandan süvarilere üçer pay, piyadelere birer pay verilir. Bu savaş esnasında Müslümanların otuzaltı atlısı vardır. Onların hakkı, bir pay ata, iki pay sürücüsüne olmak üzere üç pay olarak hesaplanır. Ganimetin beşte birinin [Muhammed’e] ayrılması kuralı ilk kez bu olayda uygulanır ve daha sonra gelenek (sünnet) olarak benimsenir.

Rasulallah köle kadın ve çocukların bir kısmını Sa’d b. Zeyd ile orta Arabistan’daki Necd’e göndererek, karşılığında at ve silah satın alır. Esir alınan kadınlardan Reyhane bt. Amr’ı kendine ayırır. Cariye edindiği bu kadın, Muhammed’in ölümünde halâ onun kölesidir. Muhammed ona kendisiyle nikâhlanmasını ve hicaba girmesini teklif ederse de Reyhane “ya Rasulallah, senin kölen kalayım, böylesi senin için de benim için de daha kolay” diyerek reddeder. İslamiyeti kabul etmeyerek Yahudi dininde ısrar eder. Bundan ötürü Muhammed onu nikâhına almaz, fakat canı sıkılır. Kimi anlatımlara göre daha sonra Reyhane Müslümanlığı kabul ederek Muhammed’i sevindirir. [Ancak bu anlatımla, Muhammed’in ölümünde Reyhane’nin halâ köle olduğu bilgisi çelişir.]

*
Bu anlatı neden Resmi Tarih’e dahil edildi? Neden unutturulmadı? Sorumuz bu.

Resmi Tarih’in işlevi meşrulaştırmaktır. Bir hikâye anlatırsın. Bu hikâye senin bugününü, varlığını, iktidarını, yasalarını, törelerini, eksiklerini, yanlışlarını haklı kılar. Vicdanındaki soruları giderir. Seni – toplumca – iyi hissettirir.

Bak mesela “Kurtuluş Savaşı” anlatısına, ve İŞLEVİ NEDİR diye sor. Yedi düvel, kağnılar, iç ve dış düşmanlar, hain padişah, damat ferit, ordular ilk hedefiniz vs… Az düşün, ne anlatıyor? BUGÜNKÜ devletinin ve iktidarının hak olduğunu anlatıyor. BUGÜNKÜ hatalarının hiç mertebesinde olduğuna seni ikna ediyor. Dün Ermeniden gaspettiğin o tarla ile dükkânı sana helal kılıyor.

Taberi Tarihinin de öyle bir şeyi olmalı bence.

Ülkeler fethetmişsin, şehirler zaptetmişsin. Bunu yaparken de epeyce kırıp dökmüşsün. Şimdi bir hikâye anlatman lazım ki, yaptığının hak ve meşru olduğuna seni inandırsın. Seni bırak, yarın çocuğun gelip “ya baba biz neden böyleyiz” diye sorarsa, verecek cevabın olsun.

*
Devam ederiz bir ara. “İslam dini dediğin şey, o Resmi Anlatının ta kendisidir” diyeceğim sırası gelince.  Linç ederlerse de kendi bilecekleri şey.

"Şimdi ben senin ebene sövsem bu da benim ifade özgürlüğüm değil mi?"

$
0
0
Bu memlekette insanların hakaret neymiş, küfür neymiş, düşünce özgürlüğü neymiş, hatta “düşünce” neymiş, bu konularda kafaları feci surette karışık. Mecbur, öğretmeye çalışacağız.

Hakaret mevzuundan başlayalım.

Sevan Efendi hakaret etmiş diyorlar. Peki Sevan Efendi herhangi bir kişiye veya zümreye edep dışı bir sıfat mı yakıştırmış, birinin ebesini düzmeyi mi önermiş, leşini köpeklere yedirmeyi mi tahayyül etmiş?  “Amerikan uşağı, hain, siktir git vatanından” mi demiş?

Hadi diyelim aşağıda eklediklerim gibi renkli bir dil kullanmaya mizacı veya edebi müsaade etmedi, daha fanfinfon bir dille hakaret etti. Peki, Sevan Efendi herhangi bir insan zümresi hakkında herhangi bir yerde düşmanca bir his mi ifade etmiş? “Tutsiler orospu çocuğudur katil şerefsizler” mi demiş? “Yahudiler korkaktır, Kürtler eşkiyadır, Müslümanlar göbeğini kaşır” mı demiş? “Bütün ahlaksız şerefsiz tipler Budistlerden çıkıyor” mu demiş? Birilerinin yaşam tarzını veya huy ve kültürünü “Takunyalılar, cahiller, karafatmalar” diye aşağılamış mı? Bırak onu, ahalinin yüzde doksanının alkışlayacağı ucuz goller vardır, misal, “feministler kıllı olur” mu demiş, eşcinsellere laf mı söylemiş? On senedir yazdığım her cümle internette mevcut yahu, arayın bakalım bir tane bulacak mısınız.

Bir defasında pislik yapan birine alenen “ibine” dedim, gay arkadaşlar öfkelenip eleştirince, “haklı bunlar” deyip lafımı geri aldım, özür de diledim. Yakın devirde en büyük falsom odur, daha beterini bulamazsınız.

Sayfamda başkaları bu tür söylemlere girişince ne yapmışım onu da bilen bilir. Tartışmanın en sıcak anında bile birileri çıkıp kişileri ve grupları aşağılayıcı laflar etmeye başlayınca bir uyarılır, iki uyarılır sonra sayfamdan şutlanır. Aşağılamanın hedefi ister “Müslümanlar” olsun, ister “Türkler” yahut “sosyalistler” ya da “feministler.” Veya “Amerikalılar”. Ve hatta “Ergenekoncular”.

Bizim derdimiz insanlarla değil fikirlerle. İnsanların özünde iyi olduğunu, ancak yanlış fikirlerin peşinde yollarını kaybettiklerini söylüyoruz. “Gel birader, yanlış yoldasın” diyoruz. Doğru yola getirmeye çalıştığın biraderine neden küfredesin ki? Aptallık olur.

Örnek. “Feminizm faşist ideolojinin bir şubesidir” dersen bu hakaret değildir, çünkü “gel sevgili kardeşim vazgeç bu yoldan” mesajını taşır. Buna karşılık feministlerin şahsi ahvaline, kılığına, ahlakına, yaşam biçimine laf edersen hakaret olur. Onyedi yaşımdan beri ne ağzımdan öyle bir laf çıkmıştır, ne aklımdan öyle bir fikir geçmiştir. Emsalleri de aynı hesap.

*
Ha peki, yeri ve zamanı gelince Türkçenin güzelliklerini kullanmayı seviyor muyum? Seviyorum. Birtakım ikiyüzlü bürokrat bozuntuları, nefret ve önyargılarına yenilip, hayat boyu alınterimle ortaya koyduğum her şeyi yıkmaya kalkıştıklarında “hassiktir” çektim. Doğrudur.  İlgi çekmeye çalışan bir taşra politikacısı “ateistler tecavüze uğramış tiplerdir, yok edilmeli, ruh hastası, kişiliği bozuk” diye saçmaladığında, evet, “dalyarak” sıfatının yakışacağını düşündüm. ODTÜ kampüsünde etrafımı sarıp tehdit eden güruha, ehem, organik konuştum. Sokak çocukları gibi küfreden bir ayyaş şairin notunu“Götten İnciler” başlıklı blogumda teşhir ettim. (http://nisanyan2.blogspot.com/2009/03/sozlugumu-yuttururum.html) 

Sen bak ki, bir, şahsıma yönelik açık ve terbiyesizce bir saldırı olmadan hiç cevap vermiş miyim, ve iki, cevabımın her zaman muhatabımın saldırısından daha zarif, daha esprili ve daha zararsız olmasına özen göstermiş miyim. Ne demiş eski eskrim ustalarımız? Yarala ama asla öldürme!

Kaldı ki hakarete hakaretle cevap vermek Türk hukukunda sövme sayılmıyor. Cezası sıfır.

[Başka bir boyutu da var bu küfürleşme işinin, onu da müsaadenizle şey edeyim. Bu memlekette bir gayrimüslimle kavga edince (hatta kavga etmeden, durup dururken) soyuna, ırkına, dinine sövmek kadim bir gelenektir. O kadar kanıksanmıştır ki çoğu insan farkına bile varmaz. Hulki Aktunç’un o sefil notundaki “anladikos” ibaresi var ya, mesela öyle. Ya da aynı blogda paylaştığım diğer mesajlarda üç lafın birinin “Ermeni” mevzuuna çıkması öyle. Gayrimüslimin bu pozisyonda cevap vermemesi, edebiyle susması beklenir. İşte o durum beni eskiden beri illet etmiştir. Lafı gediğine koymadan duramamam bazen bununla ilgilidir. Bir tür kültür hizmeti sayılır. “Şimdiki Ermeniler senin bildiğin gibi değil, kamyon altında kalır, laf altında kalmaz” fikrini yaymaya çalışıyorum belki, bizim Ermenilerin yüzde doksanını korkudan öleyazma raddesine getirme pahasına da olsa.]
*
Nedir benim esas kabahatim, onu da söyleyeyim, hakkaniyet yapmış olayım. Bazen fazla ukalayım. Muhatabıma tepeden bakıyormuş intibaını veriyorum. Akıllarını ve bilgilerini, hatta kişiliklerini küçümsediğim hissine kapılıyorlar.

Kabul edelim ki nahoş duygudur. Biri bana yapsa hiç hoşuma gitmez. Bi sürü insanın kudurmuşçasına bana kızmasının esas nedeni de bu duygudur sanıyorum. Ermeni olmam, iki Mustafalara laf sokmam, yahut yüzde yüz haklı olduğum bir kavgada çaresiz kalıp eski eşimi aşağılayan bir davranışta bulunmam değil.

Kızmakta haklıdırlar sanırım. Bir kişilik zaafıdır, düzeltmem lazım. Ama linç edilmeme yahut 13,5 ay hapse atılmama yeter sebep midir, ondan emin değilim.

[Neden bi türlü aşamıyorum o kişilik zaafını, düşünmedim değil. Çok üstüme varıyorlar belki ondandır. Nefretlerini kolay bir galibiyete çevireceklerini sanıyorlar, o yüzden vurdukça vuruyorlar. Eh bende tank yok, tüfek yok, en büyük silahım aklım, bir de sivri dilim. Kendimi savunmak zorunda kaldıkça onlar ön plana çıkıyor. Onlar ön plana çıkınca daha beter kızıyorlar, daha beter saldırıyorlar. Saldırıya uğradıkça benim dilim sivriliyor. Fasit daire.

Halbuki şimdi Barış Süreci modası var, deneseler, “gel birader senle oturup bi çay içelim, derdin nedir anlatıver” deseler belki de mesele kalmayacak. Kavga edilmedikçe pekala mülayim, hatta bazen alçak gönüllü bir adam olduğumu görecekler. ]

*

Gelecek bölüm: Muhammed’le meselem ne?



**************************************
Misal, 22-25 Mayıs tarihleri arasında sadece Facebook kullanarak "ifade özgürlüklerini" yellendiren arkadaşlara birkaç örnek.


Lutfullah Yanik (Eskişehirli, Belçika-Limburg’da yaşar) https://www.facebook.com/lutfullah.yanik
türk ve islam düşmanı bıyıklı patates dini mensubu maymun bozması şebelek haddini bil dini değerlerimize dilini uzatma çakma şener şen kılıklı hoşuna gidiyorsa burda bütün papazlar pedofil çocuklarını yollada okutsunlar ALLAH azze ve celle sana yaptıklarını tek tek haber verecek türk düşmanı adi kişiliksiz karaktersiz maymun
22.05.2013 14:46

TC Mustafa Koç (Karslı, İstanbulda yaşar)https://www.facebook.com/mustafa.koc.71271
sevan nışanyan sen bır orospu çoçuğusun gelkı bütün ermenıler orospu çocuğudurlar katıl şerefsızler sıktırın gıdın burdan yaşasın türkıye cumhuryetı yaşasın azarbeycan kahrolsun ermenısta kayrolsun rusya
22.05.2013  19:40

TC Murat Şimşek (Malatya’da bakkal) https://www.facebook.com/murat.simsek.75033
rabim seninle karşılaştrmayı bana nasip esin sen benim yolunun tozuna bin kere kuban oldugun o yüceler yücesi olan nur yüzlü PEYGAMBERMİN haında yanlış konuşmusun yazdgın o parmaklarını dişimlen parcalıyacam senin aldıgın nefes bile haram sana git at kendni biyerde
22.05.2013  23:12

Baltaş Emlak (İzmir)https://www.facebook.com/baltas.emlak
Senin ben amina koyayim sen varya annadini siktigim oglu sen muslumanligi konusacsk kapasitede birimisin
Sen vara olum senin gibileri asmak lazim iran şeriat laxim
23.05.2013  11:27

23.05.2013  11:54
Osman Çalışmaz (Sorgun’lu, Mekke’de işçi)https://www.facebook.com/profile.php?id=100000788535384
Lan oruspu evlati sen hangi doluun picisin

23.05.2013  14:13
TC Kutay Baran (Ankara) https://www.facebook.com/kutay.baran.94
senin anan varrr onu sikiyem haaaaa senin bacın varrr onuda sikiyemmm hatta senin o bıyıgınıda sikiyem

23.05.2013  14:15
Ibrahim Güneş (Yahya Altınbaş Lisesi mezunu, öğretmen)https://www.facebook.com/ibrahim.gunes.9279
ŞEREFSİZ KÖPEK ,AŞAĞILIK BİR HAYVANSIN SEN.KİMSE ADAM YERİNE KOYMAYINCA PEYGAMBER EFENDİMİZE HAKARET EDEREK PRİM YAPMAYA ÇALIŞIYORSUN.AŞAĞILIK İTİN TEKİSİN. SENİN ANAN BABAN KARIN ÇOÇUĞUN HEPSİ SENİN GİBİ AŞAĞILIK BİRER YARATIKTIR.ŞEREFSİZ KÖPEK

23.05.2013  14:17
Huseyin Duran (Gümüşhaneli, Yıldız Teknik mezunu)https://www.facebook.com/huseyin.duran.391
Lan serefsiz yahudi sen kimsin it oglu it dilini keserim senin

23.05.2013 15:22
TC Hakan Güney (Trabzonlu) https://www.facebook.com/hakan.traphuzonli1
lan şerefini skdğimin oğlu sen nasıll insannsınn seninn annlından vurmak vardıyaaa sen benim peygammberime nasıll dil uzatırsınn şerfsizn oğluu

23.05.2013  15:50
Aslan Sever (Fatih, İstanbul) https://www.facebook.com/aslan.sever.796
soysuz köpek, Allah ıslah etsin seni, şu sıfata bak, meymenetsiz. Rabbim öyle sabırlı ki senin gibileri çarpıp, tuzbuz etmiyor, hayvan herif, sen kimsin ki Hz.Muhammed (SAV) efendimize dil uzatıyorsun iitttt.. Senin beynini uyuşturan mallığın, öküzlüğün, hayvanlığın başka bir şey değil. nişanyanmısın manukyanmısın ne sikimsen fazla kaşınma, kaşırlar o poponu itoğluittttt.

25.05.2013  10:55
Emir Korkmaz  https://www.facebook.com/emir.korkmaz.52
ananın amına boşalayım ananın amına el bombası atayım babanın prezerevatifi delik orospu çocuğu ananın leğen kemiğine boşalayaım orospu evladı ananın götünü sikiyim. ananın ruhunu sikiyim orspu evladı piç ananı at arabasına başlayıp asfaltta kpşturduğumun evladı piiç anaın lesini sikeyim. orospu eladı annın ağaca başlayıp gölgesinde bacını sşkeyim. orospu evladı pezevenk

Sabah gazete okurken aklıma düşenler

$
0
0
“Eskiden kiremit imalathanelerinin bulunduğu, sonra saray bahçelerine dönüştürülen Tuileries…” demiş Eyüp Can, Paris'in göbeğindeki parktan söz ederken. Oha, nasıl fark etmemişim bunca yıl? Fransızca tuile, bildiğimiz “kiremit”; tuileries = kiremitçiler. Latincesi tegula, Fransızcada vurgusuz hecenin sessizi düşer, sözcük sonundaki dişil eki +a ise +e şeklini alır. Nitekim 12. yy’daki en erken örneklerde tiulekaydedilmiş. 14. yy’dan itibaren i/u metateziyle tuile biçimi yerleşmiş.

İngilizceye Fransızcadan değil direkt Latinceden alınmış, 9. yy’dan itibaren örnekleri var. En eski metinlerde tigule veya tegele. Yaklaşık 1400’den itibaren, i'ye bitişen /g/ sesinin İngiliz dilinden düşmesiyle beraber, uzun î ile tile. Yüksek Almancada sözcük başındaki /t/ daima /ts/ sesine dönüşür, z ile yazılır. O yüzden Ziegel, “kiremit”.

Latinceden Bizans Yunancasına da geçmiş. Besbelli bu kiremit hadisesini Romalılar keşfetmiş olmalı, öbür türlü Latinceden Yunancaya kolay kolay kelime almazlar. Genelde tersi olur, teknik ve ticari terimler Yunancadan Batıya akar. Bulabildiğim en erken örnek Manuel Moskhopoulos’un Philostratos sözlüğü şerhi, sene yaklaşık 1400. Touvla diye geçiyor, g > ğ > w evrimi tipik. Πλίνθος şerhi diye vermiş, yani “pişmiş topraktan yapma tabaka, tuğla”. O zamanın tuğlalarını gördüyseniz bilirsiniz, aşağı yukarı 4-5 cm kalınlığında otuza otuz, kırka kırk kare şeklinde olur, şekil itibariyle kiremide yakın. Zaten İngilizce tile da hem kiremit hem yer karosu.

Türkçe tuğla, benim bulabildiğim kadarıyla, en erken Floransalı tüccar Argenti’nin 1533 tarihli Türkçe notlarında geçiyor. İstanbul “sokak Türkçesi” hakkında elimizdeki en eski ve en değerli kaynaklardan biridir. Belli ki tuğla o tarihte henüz yazı diline geçmemiş, ancak kozmopolit İstanbul’un günlük konuşma dilinde kullanılıyor.

*
Yine Radikal’de, Murat Yetkin: “Yavuz’un İran’ın batıya ilerlemesini durduran ve Suriye’yi fetheden Türk (?) imparatoru olduğu unutulmamalı.”

Hoppala, buyur buradan yak. Bu açıdan hiç düşünmüş müydük? Düşünmemiştik. Türkiye’nin bugünkü dış politika hedefleri ne? İran’ın batıya ilerlemesini durdurmak ve Suriye’yi fethetmek olabilir mi acaba?

*
Sonraki sayfa, Özgür Mumcu, bazılarının şair ve filozof saydığı Necip Fazıl Kısakürek’ten alıntı. Siyasi ütopyasını anlatıyor hoca:
“Türk vatanının yalnız Müslüman ve Türklerle meskûn, yalnız Türkler ve Müslümanlardan ibaret hale gelmesi, hain ve muzlim unsurlardan baştan başa temizlenmesi için her türlü tedbir alınacaktır.”
Tbi canııım, soykırım olmamıştır, olsa da münferit vakadır, zaten yapan da Osmanlıdır bugünkü Türkiyeyi bağlamaz. Değil mi?

Geçen gün de Molla Davudzade Mustafa Nazım diye birinin 1913’te yazdığı Rüyada Terakkiadlı romanı okudum yarısına kadar. (Kapı Yayınları 2012). Vatanî-hamasî ve terakkici bir bilim kurgu romanı, galiba Türkçede ilk, ana fikirleri Jules Verne’den aparmış.  Yazara göre Türkiye’nin önündeki en büyük tehlike ve geçmişindeki en büyük hata neymiş?

“Efendim siz kuvvetinize güvenerek Asya’da, Evropa’da, Afrika’da birçok memleketler zapt etmişsiniz. (…) Fekat asla düşünmemişsiniz ki, feth ve istila etmiş olduğunuz bu yerlerin ahalisi hep anasır-ı muhtelifeden mürekkeptir. Bunlar ekseriyetle kendi muhitlerinde baki kaldıkça, bir fırsat buldukça menfaat-i milliyelerini nazarı dikkate alarak istiklallerini isteyeceklerdir. (…) o kadar kan dökerek zapt etmiş olduğunuz memalik-i Osmaniyeyi yine kan dökerek Osmanlıların elinden alacaklardır.” (sf. 16-17)
*
“Konstantiniyye’yi alan asker ne kutlu askerdir” ne demek? Konstantiniyye o tarihte dünyanın en zengin ve en büyük kenti. Yağlı lokma. Ola ki aldın, adam başına eline geçecek ganimetin haddi yok. Eğer gasp ve talan mesleğinde isen, meslekî kariyerinde bundan öte bir hedef, bundan büyük bir ödül olabilir mi?

Adamın kullandığı “kutlu” kavramını biri bana açıklasın. Somali korsanlarının şecaat anlayışından farklı bir boyutu var mıdır?

Arabistan’da bugün adamın biri çıkıp “İstanbul’u alan asker ne kutlu askerdir” dese tepkin ne olur?



“Ama örtmenim Musa da yapıyoo”

$
0
0
Bu da yeni itiraz hattı. Diyorlar ki neden sırf Muhammed’le kavga ediyorsun? Adalet bu mu? Beni Kureyza’dan söz ederken hani Eski Ahit peygamberlerinin kestiği kavimler? Hani Amalekîler, Yebusîler, Midyenliler? İsa’nın yedi bin kişiye balık ekmek yedirdiğine inandın da Muhammed’e bir vahyi mi çok gördün?

Hem bunu söyleyenler cühela tayfası değil, bayağı aklı başında insanlar. İnanın bazen ümitsizliğe düşüyorum. Şelaleye doğru hızlanan bir derede akıntıya kürek çeker gibi hissediyorum.

*
Tam elli yıldır tarih okuyorum.[1] Tarihteki sıradışı adamlarla boğuşan yazarları da – Sophokles’inden Carlyle’ına, Mario Vargas'ına kadar – hatmetmişliğim var. Muhammed'in yaptığına anlayışla, ironiyle, hatta şefkatle bakabilecek kadar perspektifim oluşmuştur sanırım. Musa'dan daha mı gaddardı? Sezar'dan daha mı oportünistti? 8. Henry'den daha mı şehvet düşkünüydü? Gandhi'den daha mı çok masumun kanına girdi? Herhangi bir devlet kurucusundan daha mı zorbaydı? Hiç zannetmem.

Peki, Tanrıyla konuşmuş ya da konuşmamış olması çok mu ilgilendiriyor beni? Zerdüşt, Akhilleus, Assisi'li Francesco ve Mormonluğun kurucusu Joseph Smith de Tanrı(lar) ile muhatap olduklarını iddia etmişler. Siena’lı Azize Katerina İsa ile gerdeğe bile girmiş. Onlar aleyhine atıp tuttuğumu duydunuz mu hiç?

İtiraf edeyim, tanrı(lar) ile muhatap olan insanlar, diğerlerinin çoğundan daha fazla ilgilendiriyor beni. “Geçen gün televizyonda ne diyordun, şimdi ne diyorsun” diye heyecan yapmayın hemen, ne dediğimi biliyorum. Allahla kontak kuranları, hayat boyu hamburger yemekten öte bir iş yapmamış olanlara tercih ederim.

Tarihteki kötülüklerin veya absürdlüklerin çetelesini mi tutmak maksadım? El insaf, bunca zamandır izliyorsunuz yazdıklarımı. Üç tane iç savaşın içinde bulundum, profesyonel katillerle arkadaşlığım var diye anlattım kitabımda. Aklınız alıyor mu, “ıyy, ama Muhammed adam öldürmüş” diye ahlak krizi yapacağımı? Barış kumrusu filan mıyım ben, barbie bebekle mi büyüdüm?

O kadar basit bir şey ki söylediğim, hayret ediyorum nasıl anlaşılmaz.

BUGÜN ve BURADA, benim muhataplarım arasında, epey bir kesim,
BİR: Muhammed'i hakikatin ve ahlakın mutlak referansı sayıyor;
İKİ:  daha vahimi, insanları "bizler" ve "ötekiler" olarak ayırmak için Muhammed'e itaati baz alıyor; en ötekisever ve en empatici olanlar dahi bunu yapıyor;
ÜÇ:  en vahimi, o referansı reddeden veya aleyhinde argüman serdedenleri, kâh şiddet diliyle, kâh alınganlık ve duygusallık diliyle susturmaya çalışıyor.

Mesele bu. Davam 1400 sene önce ölmüş gitmiş bir adamla değil, bu arkadaşlarla.

Bir gün Musa'yı veya İsa'yı kullanarak beni susturmaya veya gözümü korkutmaya çalışanlar olursa, peki, o zatı muhteremlerin de zannedildiği kadar matah şeyler olmadığını anlatmaya çalışayım. Ama öyle bir şey yapan yok ki? Bir kişi bile çıkmadı bugüne dek beni Zerdüşt'le korkutmaya çalışan, ya da Joseph Smith’e laf edersen senle ebediyen küsüz diye atarlanan. O zaman ne uğraşayım? Çeşit çeşit inanç var dünyada. Öğrenir, istifade ederim. Mizah duygumu söndüremem belki, ama acı bir söz söylememeye gayret gösteririm.

*
Muhataplarımdan üç beş kişi yarın çıkıp, "hımm, haklısın ya Sevan, bu Muhammed pek fenaymış, şimdi anladım" dese ne olur biliyor musunuz? Külahları değişiriz. "Tarihte hiç kimse siyah beyaz değildir, bak o dönemin koşulları, şu sebeple öyle davranmış olması makul" filan diye öyle bir savunurum adamı ki aklınız şaşar.

Altı yaşında kızla nikâh kıydı, dokuz yaşında yatağa aldı, yuh, diye baygınlık geçirenler var. Ben mesela onlardan değilim. İnkâr ve tevil edilen olguları saydım, o kadar. O kademe önemlidir, onsuz olmaz. Ama o kademeyi bir geçelim, başka açılar da var gözden geçirecek. Misal: Neden hem Ebubekir’in hem Ömer’in kızlarıyla evlendi? Neden Hafsa’yı alınca Aişe ile, yaşına rağmen, yatması gerekti? Neden Ömer’in diğer kızını da alması istenince reddetti? Kıtıpiyos bir ahlakçılıktan daha ilginç değil mi bu sorular?

Eleştirdiğim şey, ahlak felsefesini bir kişi ve bir aidiyet üzerinden kurmaya çalışanlardır. Onların ahlaksızlığını, onların kaçınılmaz olarak içine düştüğü riya tuzağını teşhir etmeye çalışıyorum. Hepsi o kadar.




[1] Evet ilkokul ikiden beri. İlkokul üçteyken bir tarih ansiklopedisi yazmayı kafaya koymuştum. Üç dört sene onunla uğraştım, yüzlerce sayfa doldurdum. Beşteyken mesela son beşyüz yılın bütün papalarını (ve İngiltere başbakanlarını, Kanuni’nin sadrazamlarını vb.) ezbere sayabilirdim. Hâlâ da biraz zorlasam geri gelir.

Her başbakan istifayı tadacaktır.

$
0
0
Bu hükümetin memlekete büyük hizmetleri dokundu dedim. Açımlayayım.

BİR: Memleketi yeniçeri işgalinden kurtardı. Dünya durdukça hayırla yadedilecek bir iştir. Ülkeye yapılabilecek en büyük hizmetti. Allah kendilerinden razı olsun.

İKİ: Milli geliri üçe katladı. Evet konjonktür iyiydi, temelleri de Kemal Derviş attı, kabul. Ama bu hükümet de cesur ve büyük adımlar attı, bürokrat korkaklığına teslim olmadı. En önemlisi: yatırımdan korkmadı. Viyk viyk öten entel takımınaçok kulak asmaması da iyidir bence. Yumurta kırmadan omlet yapılmaz.

ÜÇ: Kürt meselesini hale yola koydu – gibi. Gerçi çok gecikti, yol boyu saçma sapan işler yaptı. Halâ da mevzuyu nasıl bağladıkları tam belli değil. Ama eskilerin yapamayacağı işti, bunlar yaptı görünüyor.

DÖRT: Müsaadenizle bu da bence önemli. İlk kez bir TC hükümeti bu ülkenin gayrımüslimlerine düşman esiri muamelesi yapmadı. “Biz” demeye gönülleri razı olmadı gerçi, olmaz da, ama en azından “biz dostuz yabancı” moduna geldiler. Bu da az şey değil, şükranı hak eder.

*
İki tane de ölümcül zaaf var anılması gereken.

İlki yapısal. AKP kadrolarının malul olduğu İslamcı dünya görüşü, yapısı gereği anti-demokratik ve bölücü bir ideolojidir. Çoğulculuğu içine sindirmesi güçtür; tarihin anılarını üstünden atması daha da güçtür. Çare yok, buna alışacağız. Çünkü ufukta alternatif yok. Kâh dostluk ve irşad ile, kâh diş gösterip hırlayarak, zararı asgaride tutmaya çalışmaktan başka yol görünmüyor şimdilik.

İkinci zaaf konjonktürel. Başbakanın son kullanım tarihi geçmiştir.Son iki üç yıldır sergilediği tavırlar, gerçekle bağını koparmış bir iktidar hastası tablosunu çizmektedir. Herkes için tehlikelidir. Düzelme ihtimali yoktur. Sanırım bir çare bulma zamanı gelmiştir.

“Gücünün doruğunda” demeyin bana sakın. Liderin kendinden en emin, kibrinin en şahlanmış göründüğü an, bazen en zayıf olduğu andır. Çavuşesku’nun son balkon konuşmasını anımsa. Honecker’in Berlin Duvarında göstericilere ateş açma emrini verdiği günü düşün. Macbeth’in ve III Richard’ın sonlarını oku. Aleme meydan okurken, ayakları altından toprağın kaydığını fark edemeyecek kadar körleşmişlerdi.

Dikkatle izle: ne kadar yalnızlaştığını görürsün. Cumhurbaşkanı ile köprüler atıldı. Zaman gazetesi muhalefete geçti. Siyasi rüzgârın her devir şaşmaz göstergesi, Nazlı Ilıcak, yön değiştirdi. Bülent Arınç kâh öyle kâh böyle konuşup araya gittikçe netleşen bir mesafe koydu. Öteki bakanlar, siyasi konularda mutlak sessizliğe gömüldü. Polisle başbakanlık arasında adı konmamış bir savaş var. Bisküvi devleri başbakanla selamı sabahı kesti. Partinin İzmir’deki tek umudu, Ertuğrul Günay, kazan kaldırdı. Taraf gazetesi kaybedildi. Cem Yılmaz’ından Baskın Oran’ına, Cemil İpekçi’sine dek dün her türlü hakareti göze alıp başbakanın yanında duran kanaat önderleri, üçer beşer, “buraya kadar” noktasına geldiler.

Sahibinin sesi kontenjanından Bekir Bozdağ hariç, yanında bir Allahın kulu kalmadıysa bu maçı nereye kadar götürebilirsin?

 *
Yalnızlaşmanın sonucu ne olur? Arz edeyim.

Suriye politikan fiyaskoya dönüşür. Reyhanlı’da dünyayı kandırmaya yeltenip başaramazsın. Düne kadar besleyip palazlandırdığın grupları “terörist” ilan etmek zorunda kalırsın. Suriye’deki adamlarına Cenevre bileti dahi aldıramazsın.

Zihnin bulanır, alkol yasası gibi bir saçmalığa imza atarsın. Toplumun bir yarısına hiçbir tatmin ve menfaat sağlamadan, öbür yarısını kudurtmayı başarırsın. Tek hamlede, Türkiye’nin yabancı sermaye nezdindeki güvenilirliğini sıfırlarsın. Yeni Rakıyı satın alan 54 milyar dolarlık bir dünya devini, durduk yerde, ayağından vurursun.

Aklın şaşar, yaptığın köprüye saçma sapan bir ad verirsin. Millet apışıp kalır; sen yaptığın iş marifetmiş gibi babalanmaya devam edersin. 

Taksim hadisesinde, basiretsizliğin dibini boylarsın. Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı’nın zarifane söylediği gibi, kırk yıl gelse bir araya gelemeyecek kaç tür siyasi akım varsa, Açık Radyo’sundan BDP’sine, LGBT’sinden postalcısına kadar, birbiriyle buluşturursun.

Sevan Nişanyan’ı din şeysinden mahkûm ettirmenin akıl kârı olmadığını idrak edemezsin.

*

Yazık. Hiçbir zaman sevemediysek de, bir zamanlar takdir ettiğimiz bir politikacıydı halbuki.

Dalyarak Risalesi: AKP’li Macit Konuştu, Dilbilim Kazandı

$
0
0
Dalyarak ne kadar eskidir, kestirmek zor. Bula bula Engin Ardıç’ın 1987 tarihli bir makalesinde buldum, orada da yüzü tutmamış, “dalyaprak, daltarak” diye cilve yapmış. A. Fikri’nin Lugat-ı Garibe’sinde (1889), Mihailov’un İstanbul argosu sözlüğünde (1930), Osman Cemal Kaygılı’nın Argo Lugati’nde (1932) yok. Oysa benim çocukluğumun sokaklarında (1960’lar) yaygın bir deyimdi diye hatırlıyorum. Daltaşak versiyonu da ayrıca mevcuttur.

Dallama bunun az kibarize halidir. O biraz daha yaygın olarak matbuata yansımış. 1940’lardan örneğini buldum. 1990’lardan itibaren Cumhuriyet gibi ağırbaşlı gazetelere bile sızmış tek tük. 1940’larda dallama varsa, dalyarak daha eski olmalı diye akıl yürütebiliyorum.

Ahmet Vefik Paşa lugati (1876) daltaban’a yer vermiş, “pabuçsuz, ayak takımı” demiş. Sanırım burada dal+ birimini “yalın, çıplak” anlamında yorumlamış. Yaygın bir görüştür, ama bana pek inandırıcı gelmiyor. Bana sorarsanız daltaban da burada dalyarağın evcilleşmiş halidir. Yani Vefik Paşa zamanında daltaban varsa, dalyarak haydi haydi vardır bence.

Meninski sözlüğünde (1680) dalkılıç var, dal دالmaddesi altında, “vibrato gladio” demiş, yani “kılıcını sallayarak veya çırparak”. Dalkavuk var, “kavuk sallayan, müdahin” diye Türkçe şerhetmiş. “Kavuk sallamak” Türkçede 20. yy’a dek yaygın deyimdir. “Evet efendim, haklı buyurdunuz efendim” diye kafa sallayarak amire yağ çekme anlamında kullanılır.

Yarak, malum, Türkçe: “1. her türlü gereç, donanım, armatür,” dolayısıyla “2. silah, kılıç,” dolayısıyla, 3. güncel anlamı. Dalyarak o halde aşağı yukarı dalkılıç ile aynı anlamda. Dalyatağan da var, misal Enderunlu Vasıf’tan: “Daye-i Cezair-i nazmım ki felekte/keşti-i beyanımda suhan dal yatağandır”. Eski zaman megalomanları bugünkülere fark atarmış, breh.

Peki dal ne demek? Ağaç dalındaki dalla alakalı olmadığı belli. Ama ne?

*
Türkiye Türkçesindeki dal Eski Asya Türkçesinde tal olur, oradan arayalım. Talmak, Divan-ı Lugat-i Türk’te (1070) yok. Clauson’a göre Eski Uygurcada “bayılmak, bilincini yitirmek” anlamındaymış. Çağataycada (15. yy) “hasta olmak, bitap düşmek.” Kitab-ül İdrak adlı Kıpçakça sözlükte (1312) yine “bitap düşmek”. Ama Rumîler (yani Anadolulular) “suya dalmak” anlamında da kullanır diye ayrıca belirtmiş yazar. Buradan bize ipucu çıkar mı? Çıkmaz, sanmam.

Ama Divan-ı Lugat-i Türk’te başka şeyler de var. Mesela. Talğan: tutarık adı da verilen sara hastalığı, ki titreme ve çırpınmayla gelir.  Talğurmak: içi bulanmak, midesi altüst olmak. Talbınmakveya talpınmak: kuşun veya suyun çırpınması. Talpışmak, kanat çırpışmak veya deniz dalgalanmak. Talkıtmak: hayvanın sırtındaki yükü dürterek yerleşmesini sağlamak demekmiş; ayrıca defetmek, savmak, bir işi önemsemeyip ertelemek. Hımm, bizim “sallamak” dediğimiz şey değil mi? Talka: koruk, veya koruk salkımı. Acaba bunun da esas anlamı salkım mıdır, Farsça âveng karşılığı, sarkan ve sallanan şey?

Bunların hepsinin ardında ben “sallamak, çırpmak” anlamına gelen bir *tal- fiili görüyorum, acep yanılıyor muyum? Orta Asya Türkçesinde 11. yy’dan önce kullanımdan düşmüş, ama belli ki türevleri kalmış.

Nitekim ahanda burada, Tarama Sözlüğü II.983, 15. yy’dan Anadolu Türkçesi örneği: “Bir nesneyi el ile yukarı kaldırıp dalmak? (dallamak? طالمق) ve sallamak, ağır mı veya yeğni mi göreyin deyü”. Deyim dallamak ve sallamak, eline alıp tartmak demekmiş. Yeğni, “hafif”in Türkçesi.

O halde: dalkavuk = kavuk sallayan. Dalkılıç = kılıç sallayan. Dalyarak = yarak sallayan. Ki güzel Türkçemizde buna salak veya sallak da denir. Meninski, col. 2922, bu son sözcüğü “priapus” diye çevirmiş,ki tam manasıyla uyar.

*
“Denizde çalkantı” anlamında dalga sözcüğü Türkiye Türkçesine mahsus. En erken örneklerde dalaz/talazgörülüyor: “geldi ol gemilere bir katı yel ve geldi anlara talaz/dalaz her taraftan,” yaklaşık 1430’lardan. Dalazlanmak/talazlanmak“dalgalanmak” 19. yy’a kadar yaygındır; Anadolu ağızlarında hala tek tük kullanılır. Yine 15. yy’dan itibaren dalğa/talğa: “fetret ola dalğalıkdur rûzigâr / âdemî endîşe kılur hûr u zâr”. Kitabül İdrak’ın 15. yy’da yazılmış Kıpçakça haşiyesinde de talğageçiyor. Bunlarla çağdaş Çağatay Türkçesinde tercih edilen biçim ise talğak: “talğak ve tûfan ve yağın ve çapkun bolur”.

Eski Ortaasya Türkçesinde bunlara yakın veya eşdeğer bir sözcük yok. Sonradan çıkmış bir tabir diyeceğiz, ama yok, o da değil. Çünkü Moğolca dolgiya= dalga. Dolgi- fiili “dalgalanmak, sıçramak, çırpınmak”. 

Türkçe sözcüğün Moğolcadan alıntı olması akla yakın değil, Moğolcanın Türkçeden alınmış olması daha bir mümkün. Eee, o zaman? Oğuzca ve Kıpçakçanın atası olan Eski Batı Türkçesi ile Moğolca arasında bir köprü mü var? Orta Asya Türkçesini nasıl baypas etmişler? Anlamak zor. Hem bu tek örnek değil, sekiz on tane daha sayabiliyorum böyle, Oğuzca ve Anadolu Türkçesi ile Moğolca arasında ortak olup, Eski Orta Asya Türkçesinde bulunmayan kelime.

Kimse ecdâdımız çapulcu değildi demesiin.

$
0
0
Çapmak Eski Türkçe. Divanı Lugati Türk (sene 1069), Uygurcada “vurmak” anlamına gelir demiş. Çapılmak“boynu vurulmak”, çapıtmak“vurdurmak”, çaptırmak“boynunu vurdurmak”. Kaşgar lehçesinde ise sadece “sıva vurmak” anlamında kullanılırmış. Ayrıca “suda yüzmek” ve “kamçı vurmak” anlamları da var. Tümünde ortak fikir sanırım “şlap” diye bir ses çıkararak vurmak.

Buna benzeyen fiiller Eski Türkçede dört tanedir, çalmak, çakmak, çapmak, çatmak. Yaklaşık benzer anlam sahaları var. Dördü de kısmen (tamamen değil) onomatope özellikleri gösterirler. Ses yansımalı sözcük yani, çatır çatır, şaklatmak, şaplak, şappadanakfilan benzeri.

Türkiye Türkçesinde en erken devirden itibaren çapmanın yanısıra çarpmakbiçimi görülmüş, zamanla öbürünü marjinalleştirip egemen olmuş. Aradaki r’nin nereden çıktığını bilmiyorum. Münferit olay değil, Eski Türkiye Türkçesi sepmek> serpmek, ETTü kıpmak> kırpmak, ETTü çıpmak> çırpmak gibi paralelleri var. R sonradan mı türedi? Yoksa r asli idi de bazı lehçelerde düştü mü? Meçhul.

*
Batı Türk dillerinde ilave anlam belirmiş ve ön plana çıkmış. Erken Türkiye Türkçesinde çapmakçoğu yerde “at koşturmak, dörtnala gitmek, tezitmek”, dolayısıyla “akın etmek, yağmalamak”. Dede Korkut’ta bu anlamda 42 defa geçiyor. Erken Kıpçakça metinlerde hakeza. Farsça tâzîden eşdeğeri olarak kullanılmış. [Farsça fiilin de “hızlı gitmek, seğirtmek, akın etmek, talan etmek, vurkaç hareketi yapmak” gibi anlamları vardır. İranlılar ta eski çağlardan beri Bedevi Araplara tâzî ya da (doğu lehçelerinde) tâcik derler, “akıncı, yürük” anlamında.]

Türevleri: çapar“postacı, ulak”, çapkun“baskın, süvari akını”, çapnı“akıncı, çapulcu”.  Anadolu’nun çeşitli yerlerinde Çepni diye bir Türk boyu vardır, komşuları tarafından pek sevilmezler, isimleri muhtemelen buradan.

*
Çapağul sözcüğüne en erken 15. yüzyıl başlarında Çağatay Türkçesinde rastlıyoruz: “Türkmânlarnınğ mahallesinge çapağul saldılar.” Türkiye Türkçesinde yakın döneme dek çapkın/çapkun tercih edilmiş. Mesela Solakzade (1644): “Nice bin ceng-cûyan ile Azerbaycan üzerine çapkun etmeğe ferman buyurulmuş idi.”Çapûlveya çapaul galiba 18. yy sonlarından önce pek görülmemiş. Burhan-ı Katı’da geçiyor, 1797. Sonra Enderunlu Vasıf, 1800 civarı: “Gerdeninde beklesin benğler misâli karağûl / Çeşm-i Tâtârınla kıl sâmân-ı uşşâkı çâpûl”.

[Karağul/karakol burada “nöbetçi, gözcü”. Sâmân = hazine. Uşşâk = aşıklar. “Gerdanındaki benler nöbetçi dursun, Tatar gözlerinle aşıklarını talan et” demek istemiş. O zamanın aşkları vahşiymiş.]

+Ağul eki ne? Türkiye Türkçesinde ve Eski Ortaasya Türkçesinde böyle bir yapım eki yok. Ancak Moğolcada yaygın bir ekmiş. Moğol imparatorluğunun gölgesinde şekillenen Çağatay Türkçesinde de bir ara epeyce kullanılmış.

Türkiye Türkçesinde bu ekle yapılan üç kelime biliyoruz. İkisi Moğolcadan direkt alıntıdır. Karağul > karakol, Moğolca kara- “bakmak” fiilinden, “bekçi, nöbetçi”.[1]  Yasağul > yasavul, Moğolca yasa- fiilinden, “yasakçı, zaptiye”. Her ikisi de tipik, 13. yy’da Moğolcadan alınan tüm sözcükler gibi askerî ve idarî yapılanmayla ilgili. Buna karşılık çapağul > çapul sanki Moğolca değilmiş gibi duruyor. Moğolcada böyle bir fiil kökü bulamadım. Tatarca yahut Çağatayca gibi bir melez alanda türemiş olmalı belki de. Vasıf’ın yukarıdaki beyti de bu yöne işaret ediyor sanırım.

*
Çapulcu tam anlamıyla “akıncı” demek o halde. Arapçası غضو  (“akın etmek, dörtnala saldırmak”) kökünden gazî olabilir pekalâ. Gezi gazileri? Neden olmasın. Hem Türk, hem İslam geleneğine uygun bence.   




[1]Bugün karakol dediğimiz şey aslında karakolhane’dir, “nöbetçi evi” yani.

Çoğunluk yetmez

$
0
0
Demokrasilerde yönetmek için birtakım kalabalıkların desteğini almak yetmez. Yüzde elli artı birin desteğini almak da yetmez. Geri kalanın – desteğini olmasa da – rızasını almak gerekir. “Sevmedik adamı ama napalım, kısmet, bu da geçer” deyip boyunlarını bükecekler. Yoksa işler sarpa sarar, kan dökülür. Yönetemezsin.

Demokrasilerde devlet yönetmenin büyük sırrı budur. Hatta galiba, her türlü devlet yönetmenin sırrı budur. Seni bilfiil destekleyenler, senin uğruna canını verecekler her zaman küçük bir azınlıktır. İşler çatışma noktasına varınca belki işe yararlar; belki de yaramazlar, belli olmaz. Ama farzet ki azınlık değil kahredici çoğunluk olsunlar; bir emrinle memleket sathını kaplayacak sayılara sahip olsunlar. Gene yetmez. Esas önemli olan ötekileri yönetmektir. Emir verdiğinde, fazla mırıldanmadan itaat etmelerini sağlamaktır. Bu sanatı biliyorsan, gitme günü geldiğinde, arkandan “iyi yöneticiydi” derler. Bilmiyorsan, istediğin kadar usta ol, sonunda araba devrilir.

Devlet yönetmek sonuçta güç meselesidir, evet. Ama asıl marifet bunu gözden saklayabilmektir. Gerekirse canına okuyabileceğin insanlara, rica ve rıza ile iş yaptırabilmektir. Bunun adına meşruiyet denir, konsensus denir. Çinliler daha şairane, “Gök Tanrının kutsaması” derler. İnce ince ipliklerden örülmüş bir yalan âlemidir. Ama o âlemin zarını yırttığın zaman geriye çıplak et ve kan kalır.


Demokrasiden çıkıp diktatörlük yoluna sapanlar, o sırrı anlayamayanlardır. “Bütün Almanya beni seviyor, bütün Münih benim emrimde, düşmanlarım halkın düşmanıdır” dediği gün, Hitler için yolun sonu görünmüştü.  Çünkü “ötekileri” insan olarak algılama yeteneğini kaybetmişti. O yeteneği yitirenleri tanrılar affetmez diye kaç kez söylemiş eski zaman bilgeleri.

Glorious Revolution

$
0
0
İngiltere kralı II James 1685’te tahta geçti. Katolik olduğu ve ağabeyinin mutlakiyetçi politikalarını sürdürdüğü için ilk günden itibaren dirençle karşılaştı.

1686’da Monmouth isyanının bastırılmasından sonra ülkeye aldatıcı bir sessizlik hakim oldu. James 54 yaşındaydı ve oğlu yoktu. İlk eşinden olan kızları Protestandı. “Bu da geçer yahu” dediler, beklediler.

10 Haziran 1688’de Kraliçe Mary bir erkek evlat doğurdu. Bardağı taşıran damla bu oldu. İki hafta sonra ülkenin önde gelen soylularından yedisi bir mektup yazarak kralın damadı olan William’ı tahta geçmeye davet ettiler. James esip üfürdü. “Dış mihraklar” ve “yabancı komplolar”dan söz etti. Kraliyet ordusunun ayaklanmacıları böcek gibi ezeceğinden dem vurdu. Birkaç ay sonra kaçmak zorunda kaldı. Kaçarken yakalandı. Ama William gerginliği sürdürmek istemediği için, tutuklu olduğu yerden yine kaçmasına göz yumdular.

1688 devrimi – Glorious Revolution – İngiltere’de parlamenter demokrasinin Miladı kabul edilir. O tarihten bu yana İngiltere kralları bilfiil iktidarı kullanmaya teşebbüs etmemiş, simgesel birer hakem olmakla yetinmişlerdir.

*
Prensin doğumunun bizdeki eşdeğeri sanırım Başkanlık mevzuunun açılmasıydı. 12 seneye kadar kimsenin çok büyük itirazı yoktu. Ama bir on sene daha uzaması ihtimali insanları yıldırdı. “Yeter gayri” diyenlerin sayısı aniden arttı.


Bakalım bizde o mektubu kimler yazacak, ne zaman yazacak.

Halkı "mensup olduğum millete" karşı kin ve düşmanlığa tahrik etmekten mahkûm olmuşum, üzerinize afiyet

$
0
0
SORU
Türkiye nasıl bir ülkedir?

CEVAP
Şöyle bir kararı yazabilen birinin yargıç olabildiği bir ülkedir.

"... halkın büyük bir kısmının mensup olduğu dinin peygamberine mensup olan kişilerin peygamberlerine olan duygularını alaycı, aşağılayıcı ve rencide edici şekilde ve onların öfkelerini artırıcı bir şekilde ve sanığın kendi savunmasında görüldüğü üzere, saygı sınırları içerisinde ve ifade hürriyeti kapsamında kabul edilemeyecek şekilde ve kaba bir biçimde (...) açıkça insanların dini duygularını öfkelendirecek şekilde kendisinin ve MENSUP OLDUĞU MİLLETİN insanlarını hedef göstererek, halkın büyük bir kısmının dini inanışlarını aşağılayarak ve tahrik ederek, onları kinlendirerek büyük bir kısım halkın diğer bir kısım üzerine kin ve düşmanlığa alenen tahrik ettiği, SANIĞIN AMACININ burada kendi fikirlerini ifade etmekten ziyade halkın büyük bir çoğunluğunu oluşturan insanların dini duygularını tahrik ederek kin ve düşmanlık çıkarmak istediği ve BİR TAKIM KELİME VE CÜMLE KURGULARI YAPARAK bunu ifade özgürlüğü kapsamında kendi düşünceleri olduğunu belirttiği ancak asıl amacının İslamiyet ve onun peygamberi hakkındaki eleştirilerden ziyade, toplumsal barışı zedeleyecek şekilde ve dini duyguları zorlayacak şekilde TOPLUMSAL ÇATIŞMALARA ZEMİN HAZIRLAMAK OLDUĞU kanaatine varılmıştır."

İstanbul 14. Sulh Ceza hakimi Recep Uyanık imiş :) Gerekçeli kararı Cuma günü geldi.

Madde 216-1'in şaheser bir yorumu gibi geldi bana. Halkın bir kesimini "mensup olduğum millet" aleyhine (Ermeniler kastediliyor) kin ve düşmanlığa tahrik etmişim. Bu durumda şikayetçi olma hakkı Ermenilere düşmez mi diye merak ediyor insan.

Hakim beyin tahkir (hakaret etme) ve tahrik (harekete geçirme) arasındaki farkı bilmediği belli oluyor. AİHM  Handyside vb. kararlarından bihaber olduğu da şüphesiz.

*
AYNI davayı Konya, Bursa ve Ümraniye'de de açmışlar "vatandaşlar". Dur bakalım onlardan ne çıkacak.












Din ve ahlak

$
0
0
Din bilginleri ve Ferisiler, zina ederken yakalanmış bir kadın getirdiler. İsa’ya, “Rabbi, bu kadın zina ederken yakalandı” dediler. “Musa, Yasa’da bize böyle kadınların taşlanmasını [recm edilmesini] buyurdu, sen ne dersin?” İsa doğruldu ve “İçinizde kim günahsızsa, ilk taşı o atsın!” dedi. Bunu işittikleri zaman, yaşlılardan başlayarak birer birer dışarı çıkıp İsa’yı yalnız bıraktılar. İsa kadına, “Kadın, nerede onlar? Hiçbiri seni yargılamadı mı?” diye sordu. Kadın, “Hiçbiri, Efendim” dedi. İsa, “Ben de seni yargılamıyorum” dedi. “Git, ve artık doğru yoldan ayrılma!” (Yuhanna 8:4-11)

"Zina eden kadın ve erkeğin her birine yüzer değnek vurun. Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın yargısı konusunda o ikisine merhamet göstermeyin. Onların azabına, müminlerden bir topluluk da şahit olsun. Zina eden erkek, ancak zina eden veya müşrik kadınla nikâhlanabilir. Zina eden kadın, ancak zina eden veya müşrik olan erkekle nikâhlanabilir. [Aksi] müminlere haram kılınmıştır." (Nur suresi, 2-3)

Ahlakın temeli insan sevgisidir; diğerini insan olarak algılayabilme yeteneğidir.


Ahlak ile ahlaksızlık arasındaki farkı bundan daha net bir şekilde ifade eden bir başka örnek düşünemiyorum.

*

Ahlak normları şüphesiz insanlığın tecrübelerinden türer. Zina [doğum kontrol yöntemlerinin yaygınlaştığı döneme dek] tüm toplumlarda ciddi bir suç/günah sayıldıysa elbette [en azından kısmen] haklı bir gerekçesi vardır diyeceğiz.

Ahlak normlarının a) bir koda, b) bir lidere, c) bir cemaate endekslenmesidir tehlikeli olan.

Bir koda (kutsal kitaba/yasaya) bağlanan ahlak, birilerinin "ahlaksız" olarak tanımlanması sonucunu doğurur. Zulmün en korkuncu ve en beyinsizi, kendini ahlaklı sayanların "ahlaksız" diye damgaladıklarına yönelttiği zulümdür. İnsan yüreğinde zulmü bastıran ve yumuşatan tüm mekanizmalar, o noktada iflas eder. 

Yanılmaz sayılan bir lidere veya grup aidiyetine bağlanan ahlak, "bizden" olmayanların ahlak nesnesi olamayacağı anlamına gelir. Dolayısıyla onlara yapılacak her türlü zulmü ve alçaklığı meşrulaştırır. "Biz" kardeşiz. O halde "onlar" (kâfirler, barbarlar, Ziyonistler vb.) kahredilmeli.

Müslümanlık, kitap-peygamber-cemaat üçlemesini aşamadığı sürece ancak ahlaksızlık ve zulüm doğurur derken bunu kastediyorum.

Çağdaş bir ahlak teorisi ancak ateizm üzerine inşa edilebilir derken de bunu kastediyorum.

Lüfer

$
0
0
Eski Yunanca gómphosγόμφος“mıh” imiş. Ağaçtan yapma kama yahut kazık yahut kavilya (İngilizcesi dowel) da oluyor. Diğer anlamı “kefal balığı”.  Sözlüklerde Yunanca kestreús ve Latince mugilile karşılamışlar, ki her ikisi de bildiğimiz kefaldir. Neden mıh balığı? Sanırım kafasının küt şeklinden dolayı olmalı. Chantraine sf. 232 öyle yorumlamış, d’après sa forme demiş.

Bizans Rumcasında nesne bildiren her kelimeye olur olmaz +ari küçültme ekini eklemek usuldendir.  Nitekim orta devir sözlüklerinde balığın adı gompháriγομφάριονdiye geçiyor. Üşenmeden kaynak aradım, çünkü böyle konularda sözlüklere güven olmaz. Nitekim buyur, Ioannês Tzetzés, 12. yüzyıl, Lykophron zeylinde paragraf 664, Ch. Gottfried Müller edisyonunda sf. 728, τώνκεστρέωνκαιτώνγομφαρίων demiş, yani kefaller vegomphariler. Demek ki kefale yakın ama başka bir balık olmalı.

Yeni Yunanca için Themistoklis Ktenas’ın Kamus-ı Rûmî’sine bakıyoruz, 1896 İzmir basımı. (Bunu internette buldum. Bende Panayotidis’in 1891 İstanbul basımı Kamus-ı Rumi’si var, ama şimdi yanımda değil, evde. Bu sanki onun korsan basımı gibi, içeriği aynı.) Bu sefer goupháriγουφάριbuluyoruz, “lüfer balığı” demekmiş. Yumuşak g ile ğufári diye telaffuz ediliyor. mph > ph sadeleştirmesi Rumcada normal.

Türkçede lüfer adını en erken Evliya Çelebi’de  bulmuşum, 17. yy. Yunancadan veya paralel bir kaynaktan alıntı olduğu muhakkak, çünkü, bir, Türkçede hiçbir yerli sözcük Lüleburgaz’ın le’siyle başlamaz, ve iki, kılıç ve kalkan hariç hemen hemen tüm Türkçe deniz balığı isimleri Yunancadan alıntıdır. Sonuçta Ortaasya’da Türklerin deniz balıklarını tanımak için fazla bir fırsatı olmamış.

Gene de ğ yerine l görmek şaşırtıcı. Benzerine hiç rastlamadığım bir ses değişimi. Rumcadan Türkçeye alıntıda sesli incelmesi normal, yani güfer veya ğüfer gibi bir şey beklenir. L nereden çıkmış? Vallahi bilemedim.    

*

Bir de +aina büyültme ekiyle gouphaínaγουφαίνα var, “lüferin büyüğü” anlamında. Türkçesi olmuş kofana. Bu da büsbütün tuhaf: aynı adın küçüğü nasıl l ve ince sesli dizisiyle lüf-, büyüğü k ve kalın sesli dizisiyle kof- olur? Var orada bir muamma. Keşke vakit olsa da araştırabilsem.

Demokrasilerde çare tükenmez

$
0
0
“Demokrasilerde darbenin yegâne alternatifi seçimdir” demiş dostlar, beni gülümsettiler. Hafızanızı tazeleyin: Türkiye’de 1983’ten beri (Ali Bozer’i sayma) 11 defa başbakan değişti. Sadece üçü seçim sonucu değişti. Mesela 14 Mart 2003’ü hatırlayın. Tayyip Erdoğan hangi seçimi kazandı da başbakan oldu?

Demokrasilerde YEGÂNE meşruiyet kaynağının seçim olduğunu zannediyorsanız PoliSci 101’den okumaya başlayın derim. Nixon seçim kazanmıştı, neden gitti? De Gaulle seçim kazanmıştı neden gitti? Thatcher seçim kazanmıştı neden gitti? Hitler seçim kazanmıştı, neden tepelediler? Demokrasiye saygısızlıklarından mı acep?

Demokrasilerde devlet yönetmek için seçim kazanmak şarttır, evet, ama yetmez. Toplumun seni desteklemeyen kesimleri nezdinde asgari bir meşruiyeti, asgari bir uzlaşma duygusunu koruman gerekir. Aksi takdirde ancak kanla ve zorbalıkla yönetebilirsin. O yöntem tek parti diktatörlüklerinde, askeri darbe rejimlerinde, çete devletlerinde bir yere kadar yürür belki. Ama periyodik seçimlerin yapıldığı bir düzende olmaz. Yürümez. Elinde patlar.

Hem Kürdistan’da “üç beş bin çapulcuyu” kan ve zorbalıkla otuz sene bastırmaya çalıştılar da ne oldu, hatırlayın bir.

*
Recep Tayyip Erdoğan hükümeti, kendisine bilfiil oy verenler dışındaki toplum kesimleri nezdinde kredisini tüketmiştir.  İtaate, rızaya ve (kuşkulu dahi olsa) güvene dayalı yönetimin altyapısı çökmüştür. Bu saatten sonra ağzıyla kuş tutsa o rızayı ve güveni yeniden tesis edemez. İstemese de gaza, silaha, çatışmaya, basın yasaklarına, toplu tutuklamalara yönelmek zorundadır. Bu işin sonu sıkıyönetimdir, Takriri Sükûn kanunudur, Tahkikat Komisyonudur. Maalesef öyledir. Kendimizi kandırmayalım.

Bu hükümet geçmişte topluma umut veren işler yaptı.  Yarım ve eksik yaptı gerçi, ama otuz seneden beri umudu unutmuş bir ülkede o bile ilaç gibi geldi. O yüzden Erdoğan’a, cumhuriyet tarihinde daha önce – belki cumhuriyetin kurucusu ile Adnan Menderes hariç – kimseye nasip olmamış bir kredi açıldı. “Yapacak ama engelliyorlar” söyleminden medet umuldu. Köylüleri uçaklarla bombalatırken bile hüsnüniyetine toz kondurulmadı, kondurulmamaya gayret edildi.

O kredi bugün ziyan edilmiştir. Son devir fiyaskolar geçididir. Avrupa Birliği projesi ilk dönem reformlarının esas dayanağıydı; çıkmazdadır. Anayasa değişikliği 12 yıllık iktidarın temel vaadiydi; çökmüştür. “Kürt barışı” dörtnala çıkmaza doğru yol almaktadır; hatta baştan beri içinin boş olduğuna dair kuşkular belirmiştir. Suriye politikası kepazelikle sonuçlanmıştır.

Alkol yasağı ve onunla ilişkili olarak başbakanın ağzından çıkan sözler, üçüncü köprünün temel atma töreninde söylenenler, Fazıl Say ve Sevan Nişanyan hakkında doğrudan doğruya başbakanın talimatıyla açılan davalar, bugün ülkenin, sağduyusunu tehlikeli ölçüde yitirmiş bir insan tarafından yönetildiği izlenimini pekiştirmektedir.

*
Dün Berlin’de Patti Smith konserine gittik. Coşkunun zirve yaptığı noktada şarkısını “Kahire ve İstanbul’da özgürlük için mücadele eden kardeşlerine” adadı. Sıkı alkış aldı. (Gördüğüm kadarıyla bizden başka pek Türk de yoktu.)

Şöyle söyleyeyim. Solda Patti Smith ile sağda Daniel Pipes’ın, New York Times ile Wall Street Journal’ın, Guardian ile Daily Telegraph’ın, Libération ile Le Figaro’nun, Süddeutscher Zeitung ile TAZ’ın oybirliği içinde olduğu bir dünyada Tayyip Erdoğan’ın uzun vadede tutunabilme şansı yoktur. Hayal kurmayalım. Türkiye uzayda değil. Dünya da 1930’ların dünyası değil.

Yöntemi nedir bilemem. Cumhurbaşkanı mı devreye girer? Geçiş hükümetiyle erken seçime mi gidilir? Yunanistan ve İtalya’da yaptıkları gibi renksiz, kokusuz bir adam bulup bir müddet ortamın soğumasını mı beklerler?  Elbet bir yolu bulunur. Tek şunu bilirim: Süre uzadıkça sertlik artacaktır, kutuplaşma şiddetlenecektir. İşi tatlıya bağlama ihtimali azalacaktır.

“Umalım ki Türkiye’de askersiz olur” derken kastettiğim budur. Darbe olsun diyen yok. Darbeyi önlemekten söz ediyorum. 

Bir adamın tatmin edilebilirlik sınırlarını aşmış hırsı yüzünden, bunca sene iyi kötü yürüyen bir demokrasi deneyini heba etmeye değer mi?  

Bakalım AİHM neler demiş

$
0
0
Bir yanda İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ. AİHS 10. maddede tanımlanmış (ki TC Anayasasına göre bu ülkede üstün hukuk normudur). AİHM’in klasik sayılan Handyside vs. UK (1976) davasında çok şık bir şekilde özetlemişler.

“İfade özgürlüğü [demokratik toplumun] vazgeçilmez bir temeli olup, toplumun ilerlemesinin ve her insanın gelişiminin ana koşullarından birini oluşturur. 10. maddenin ikinci paragrafının getirdiği sınırlar çerçevesinde, ifade özgürlüğü sadece genel kabul gören veya zararsız veya önemsiz sayılan ‘bilgi’ ve ‘düşünceleri’ değil, devletin veya nüfusun bir bölümünü inciten, onları şoke eden veya rahatsızlık veren bilgi ve düşünceleri de kapsar.Çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gereği budur; bu olmadan demokratik toplum olmaz.[1]

Burada sözü geçen AİHS 10. madde ikinci paragrafta, devletlerin ifade özgürlüğünü hangi koşullarda kısıtlayabileceği anlatılmış. Diyor ki, önce 1) yasa olacak, sonra 2) o yasanın “demokratik bir toplumda ulusal güvenlik, toprak bütünlüğü veya kamu güvenliği açısından zorunlu olduğu” kanıtlanacak, 3) üçüncü olarak da aşağıdaki beş gerekçeden birine istinat edecek:

1 kargaşalık ve suçu önlemek,
2 (kamu) sağlığı veya ahlakını korumak,
3 başkalarının itibarını veya haklarını korumak,
4 gizli (itimada dayalı) bilgilerin açıklanmasını önlemek,
5 yargının otoritesini ve tarafsızlığını korumak.[2]

Şimdi. “Dini hassasiyetlerle taşak geçme” eylemi bu koşullardan hangisine uyabilir?

“(Kamu) ahlakını korumak”? Yeterince muğlak bir tabir, evet. Ama bildiğim kadarıyla bugüne dek bir “dini duyarlıkları zedeleme” davasına konu edilmemiş. “Ahlak”tan kastedilen şey çocukları cinsel tacizden korumak, gençlerin esrarkeş ve fahişe olmasını önlemek gibi “din-dışı” genel ahlak ilkeleri.

Diğer açık kapı “başkalarının hakları” maddesi. Senin "özgürüm, söylerim" deyip söylediğin söz, başka birinin veya bir zümre insanın dayak yemesine, arbedede ezilmesine, dükkânının taşlanmasına, toplum içinde zelil ve zebun olmasına, “terörist” diye suçlanıp sabah akşam karakola çekilmesine yol açıyorsa, devletin o sözü sana söyletmeme hakkı, pardon, hakkı değil GÖREVİ vardır. Bu da yeterince makul, itiraz edecek bir yanı yok.

Haklar babında bir diğer ilgili başlık dokuzuncu maddede tanımlanan din ve inanç özgürlüğü hakkı. Başkasının hakkıdır, tecavüz etmemen gerekiyor.

“Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir; bu hak, din veya inanç değiştirme özgürlüğü ile tek başına veya topluca, kamuya açık veya kapalı ibadet, öğretim, uygulama ve ayin yapmak suretiyle dinini veya inancını açıklama özgürlüğünü de içerir.”[3]

AİH Mahkemesi 1994 tarihli Otto-Preminger Institute vs. Austria davasında, ifade özgürlüğüne karşı bu hakkı güçlendiren ve bu yüzden liberal/sol çevrelerde şiddetle eleştirilen bir karar vermiş. Mevzu şu: Otto-P Enstitüsü Avusturya’nın Yozgat’ı sayılan Tyrol eyaletinde sanat filmleri gösteren bir kurum olmakla, Allah’ı (haşa) bunak bir ihtiyar, İsa’yı budala, Meryem’i de dalavereci bir cadı olarak gösteren bir film oynatmak istemiş. Avusturya makamları filme el koyup gösterimini yasaklamış. Mahkeme Avusturya’yı haklı bulmuş. Ancak karar gerekçesinde ince bir noktaya değinmiş.

"Dinlerini alenen icra etme hakkını kullanmayı seçenler, bu hakkı ister bireysel olarak ister bir dini azınlığın veya çoğunluğun mensubu olarak kullansınlar, her türlü eleştiriden muaf olmayı talep edemezler. Dini inançlarının başkaları tarafından inkâr edilmesini, hatta kendi inançlarına zıt öğretilerin propagandasının yapılmasını kabul etmek ve buna tahammül etmek zorundadırlar. Ancak dini inanç ve öğretilere karşı çıkmanın ve onları inkâr etmenin YÖNTEMİ, bilhassa Dokuzuncu Maddede güvence altına alınmış olan hakkın barış ve huzur içinde icraını sağlama görevi açısından, devletin sorumluluk alanına girebilir. Zira bazı aşırı vakalarda(in extreme cases), dini inançlara karşı çıkmak ve onları inkâr etmekte izlenen yol, bu inançlara sahip olan insanların inançlarını yaşama ve ifade etme özgürlüğünü kullanmalarını kısıtlayıcı nitelikte olabilir."[4]

Özetle diyor ki, bir dine yönelik hakaret, alay ve kötüleme öyle bir seviyeye varabilir ki, o dinin mensupları dinlerini icra, ifade ve itiraf etmekten kaçınma noktasına gelebilirler. Temel bir hakkın kısıtlanmasıdır, bunu da önlemek devletin görevidir.

Bence güzel bir ilke. Otto-Preminger kararını on defa okudum, vallahi itiraz edecek bir şey bulamadım. Kendini Nazi Almanyasında Yahudilerin yerine koy. Yahut güzel vatanımızdaki Alevileri, Ezidileri, hatta ayıptır söylemesi Yahudileri ve Ermenileri düşün. Bunlara yönelik yaygın eşek muhabbeti, bazı vatandaşların dinlerini saklamasına, yahut dini sorulduğunda şeytan görmüş gibi ürkmesine yol açıyor mu? Açıyor. Bu bir hak ihlali midir? Bitti.

Dikkat buyurunuz, davada ceza konusu yok. Sadece filme el konulmuş. Ayrıca aynı film, fena halde Katolik bir ülke olan Brezilya’da Sao Paulo Film Eleştirmenleri Ödülünü de almış. Bi tek Avusturya’nın Yozgat’ında göstermeyin demişler. Bence gösterilse daha iyiydi, ama gösterilmesin deniyorsa da beni üzmez. 

1997 tarihli Wingrove vs. UK davasında mahkeme Otto-Preminger kararını biraz daha netleştirmiş. Hakaret ve aşağılamanın sınırının nasıl ve nerede çizileceğini irdelemiş. Tartışma konusu gene bir film. Bu sefer kadın karakter çarmıhtaki İsa ile alenen cinsel ilişkiye giriyor. İngiliz film film komisyonu gösterim ruhsatı vermemiş.

Mahkeme öncelikle İngiliz yasasının, Hıristiyan dinine düşmanca görüşlerin herhangi bir şekilde ifadesini yasaklamadığını, hatta Hıristiyanların duyarlıklarını inciten görüşlerin dahi yasa kapsamı dışında kaldığını tespit etmiş. Yasaya göre dine hakaret (blasphemy) suçunun oluşması için dini duygulara yönelik hakaretin “önemli” (significant) boyutta olması ve ileri bir küfür düzeyine (a high degree of profanation) varması gerekiyor.[5] Nitekim İngiliz mahkemesi yasaklama kararını filmin basit pornografi niteliğinde olduğu ve “yüceltici bir sanatsal içeriği bulunmadığı” kanısına dayandırmış. AİHM onaylamış. 

*
Bizde birilerinin – başbakanın yakın çevresi midir, yoksa onlara yaranmaya çalışan birtakım savcılar mıdır, emin değilim – dini duyarlıkları yargı yoluyla korumaya yönelik sistemli bir çaba içinde olduğu anlaşılıyor. Fazıl Say davası da, bana altı ayrı mahkemede açtıkları davalar da o çabanın bir parçasıdır. Bütün iddianamelerde Otto-Preminger’lerin, Wingrove’ların, Gay Times’ların havalarda uçuşması ondandır sanırım. Derslerini bir gayretle çalışmışlar, Aşağı Güngören Hukuk Fakültesinde ne kadar oluyorsa artık.

AİHM’ten bunlara ekmek çıkar mı? Sanmam. Bence avuçlarını yalarlar. Okumak yetmiyor, okuduğunu anlamak da lazım.




[1]Freedom of expression constitutes one of the essential foundations of such a society, one of the basic conditions for its progress and for the development of every man. Subject to paragraph 2 of Article 10 (art. 10-2), it is applicable not only to "information" or "ideas" that are favourably received or regarded as inoffensive or as a matter of indifference, but also to those that offend, shock or disturb the State or any sector of the population. Such are the demands of that pluralism, tolerance and broadmindedness without which there is no "democratic society". 

Vorbehaltlich von Artikel 10 Absatz 2 gilt diese [Freiheit der Meinungsäußerung ] nicht nur für die „Informationen“ oder „Ideen“, die Zustimmung finden oder als harmlos oder unerheblich betrachtet werden, sondern auch für solche, die verletzend, schockierend oder beunruhigend wirken. Dies gebieten nämlich der Pluralismus, die Toleranz und die Aufgeschlossenheit, ohne die es eine demokratische Gesellschaft nicht geben kann.

[2]The exercise of these freedoms (…) may be subject to such formalities, conditions, restrictions or penalties as are prescribed by law and are necessary in a democratic society, in the interests of national security, territorial integrity or public safety, for the prevention of disorder or crime, for the protection of health or morals, for the protection of the reputation or rights of others, for preventing the disclosure of information received in confidence, or for maintaining the authority and impartiality of the judiciary.

Die Ausübung dieser Freiheiten ist mit Pflichten und Verantwortung verbunden; sie kann daher Formvorschriften, Bedingungen, Einschränkungen oder Strafdrohungen unterworfen werden, die gesetzlich vorgesehen und in einer demokratischen Gesellschaft notwendig sind für die nationale Sicherheit, die territoriale Unversehrtheit oder die öffentliche Sicherheit, zur Aufrechterhaltung der Ordnung oder zur Verhütung von Straftaten, zum Schutz der Gesundheit oder der Moral, zum Schutz des guten Rufes oder der Rechte anderer, zur Verhinderung der Verbreitung vertraulicher Informationen oder zur Wahrung der Autorität und der Unparteilichkeit der Rechtsprechung.

[3] Everyone has the right to freedom of thought, conscience and religion; this right includes freedom to change his religion or belief and freedom, either alone or in community with others and in public or private, to manifest his religion or belief, in worship, teaching, practice and observance.

“To manifest” açıklama kadar renksiz bir kavram değil; “alenen yapma, göstere göstere yapma” diye çevirebiliriz belki.

[4] Those who choose to exercise the freedom to manifest their religion, irrespective of whether they do so as members of a religious majority or a minority, cannot reasonably expect to be exempt from all criticism. They must tolerate and accept the denial by others of their religious beliefs and even the propagation by others of doctrines hostile to their faith. However, the manner in which religious beliefs and doctrines are opposed or denied is a matter which may engage the responsibility of the State, notably its responsibility to ensure the peaceful enjoyment of the right guaranteed under Article 9 (art. 9) to the holders of those beliefs and doctrines. Indeed, in extreme cases the effect of particular methods of opposing or denying religious beliefs can be such as to inhibit those who hold such beliefs from exercising their freedom to hold and express them.

[5]The English law of blasphemy does not prohibit the expression, in any form, of views hostile to the Christian religion. Nor can it be said that opinions which are offensive to Christians necessarily fall within its ambit. As the English courts have indicated (…), it is the manner in which views are advocated rather than the views themselves which the law seeks to control. The extent of insult to religious feelings must be significant, as is clear from the use by the courts of the adjectives "contemptuous", "reviling", "scurrilous", "ludicrous" to depict material of a sufficient degree of offensiveness. The high degree of profanation that must be attained constitutes, in itself, a safeguard against arbitrariness.

Şirince’de Din ve Akıl semineri

$
0
0
Eylül ayında Şirince’deki Matematik/Felsefe Köyünde yapacağımız iki haftalık Din ve Akıl seminerine davetlisiniz.

Amaç
Amaç din(ler)in insan ve toplum yaşamındaki yerini akıl zemininde tartışmak ve fikir alışverişinde bulunmaktır. Bir din veya genelde dinler lehine veya aleyhine, polemikçi yaklaşımlardan mümkün mertebe kaçınmaya ve tartışmanın seviyesini yüksek tutmaya gayret edeceğiz. Yarı-ciddi sloganımız şöyle: “Dindar gelen dinsiz gitsin, dinsiz gelen dindar gitsin, yeter ki akıl ve fikir galip gelsin.”

Yöntem
Sabah ve akşam üçer saatlik iki oturum yapacağız. Bunların birinde muhtemelen Sevan Nişanyan konuşacak ve oturumu yönetecek. Öbüründe katılımcılar veya dışarıdan katılacak seçkin konuşmacılar idareyi ele alacak.

Katılma koşulları
Katılımcıların üniversite öğrencisi VEYA 24 yaşından büyük olması şarttır. Katılmak isteyenlerin 1) üç dört cümleyi geçmemek şartıyla kısa bir notla neden katılmak istediklerini bana bildirmesi, ve 2) ekteki okuma listesinden veya eşdeğer kitaplardan en az ikisini seminer tarihinden önce okumuş olması istenecektir.

Tarih ve süre
1 Eylül Pazar akşamından 15 Eylül Pazar sabahına kadar toplam iki hafta. Asgari bir hafta katılım zorunludur. İki haftadan az kalacak olanların inandırıcı gerekçe göstermesi gerekir.

Yer ve ulaşım
İzmir Selçuk ilçesine bağlı Şirince Köyü. İzmir havaalanı 67 km. Selçuk'tan 20 dakikada bir minibüs var. Matematik/Felsefe Köyü, Şirince köy girişinden sola 1 km.

Kontenjan
Azami 40 kişi.

Konaklama
Matematik/Felsefe Köyünde onar kişilik iki koğuşumuz ve ayrıca bir/iki kişilik çadırlarımız var. Dileyen Şirince köyündeki başka otel veya pansiyonlarda kalabilir. Şirince’deki Nişanyan Otelde kalmak isteyen katılımcılara seminer süresince %50 indirim uygulanacaktır. Günde üç öğün yemek (dışarıda konaklayanlara kahvaltı hariç iki öğün yemek) ve haftada bir gün Efes, Milli Park ve plaj gezisi programa dahildir.

Ücret
Konaklama
1 hafta
2 hafta
Koğuş
700 TL
1000 TL
Çadır
600 TL
850 TL
Dış
500 TL
700 TL

Bu fiyatları ödeyemeyecek durumda olanların bana yazılı olarak başvurması rica olunur.

Başvuru
Katılmak isteyenlerin facebook’ta kişisel mesajdan veya sevan@nisanyan.comadresinden bana yazarak katılma gerekçelerini ve kitap listesinden hangilerini okuduklarını veya okuyacaklarını bildirmeleri yeterlidir. En geç bir hafta içinde size döneceğim.







KİTAP LİSTESİ
Aşağıda sayılanlar öneri niteliğindedir. Başka önerileriniz varsa lütfen vakit geçirmeden bana haber veriniz. Başka konu başlıkları da önerebilirsiniz

Ana kaynaklar
Eski ve Yeni Ahit
Kuran
Seküler açıdan dinler tarihi
Robert Wright, The Evolution of God, 2009.
Pascal Boyer, Religion Explained: The Evolutionary Origins of Religious Thought, 2001
Mircea Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi.
Ateizm
Richard Dawkins, The God Delusion, 2006. TR: Tanrı Yanılgısı, 2009.
Christopher Hitchens, The Portable Atheist, 2007.
Muhammed
Maxime Rodinson, Muhammad
İsa ve İnciller
Ernest Renan, Vie de Jésus, 1863. İNG Life of Jesus. TR İsa’nın Hayatı, MEB Yayınları 1964.
Richard Ehrman, Jesus Interrupted
Tevrat tarihi
Israel Finkelstein & Neil Silberman, The Bible Unearthed, 2001.
Kuran araştırmalarında yeni yaklaşımlar
Christoph Luxenberg, Die syro-aramäische Lesart des Koran, 2000. İng: The Syro-Aramaic Reading of the Quran, 2007.
Gabriel Reynolds, The Quran in its Historical Context, 2008.
Anayasa hukukunda dinî kurumlar ve din özgürlüğü
??
Ahir zaman dinleri (New Age)
??
Akıl ve inanç ilişkisi

??
Viewing all 680 articles
Browse latest View live