Quantcast
Channel: Sevan Nişanyan / En son yazıları
Viewing all 680 articles
Browse latest View live

Kımızın da kökü dışarıdaymış

$
0
0

Bir okur mektubu vesilesiyle tekrar çek ettim, kımız’ın kökeni hakkında kuşkuya yer yok, Türklerin öz ulusal içkisi de maalesef viski kola ve ice tea kadar yabancı bir mamul.

Arapça hâmızحامض ilk akla gelen olasılık, “ekşi” ve “ekşimiş süt” demek. Ama bu olamaz, çünkü, bir, h > k dönüşümünü açıklayamayız; iki, 10. yüzyıl Uygurcasında Arapça alıntı zor. Hem öyle olsa Kaşgarlı’nın gözünden kaçmazdı, Türkçe kadar Arapçanın da alimidir.

Arapçanın amcaoğlu olan Süryaniceye bakınca konu aydınlanıyor: xırıltılı xı ve sad ile  xamısܚܰܡܨ “ekşi” veya “maya, mayalanmış hamur veya içecek”.  Yahudiceye de aynen geçmiş, bugünkü telaffuzuyla xametzחָמְצ  yazılıyor, “hamursuz bayramında yenmesi caiz olmayan mayalı hamur” anlamında. Baştaki x sesi Ortaasya Türkçesine daima /k/ olarak geçer.

Aramice/Süryanice kullanan İran Hıristiyanlarının 8. ve 9. yüzyıllarda Ortaasya’da son derece faal olduklarını, 760 küsur yılında Çin’in başkenti Xian’da bir piskoposluk kurduklarını, aşağı yukarı aynı yıllarda Uygur kağanlarının Nasturi mezhebinde Hıristiyanlığı benimsediklerini ve yüz yıl kadar o yolda yürüdüklerini biliyoruz. 9. yüzyılda Süryaniceden Uygur Türkçesine bir sürü dinî metin çevrilmiş. Oruc, namaz, çalap-çelebi ile beraber kımız da o günlerde Türkçeye ithal edilmiş olmalı.

Zaten o kadar berbat bir şey ki, kökü dışarıda olmasa şaşardık.

*
Buyurun resim de ekledim. Turfan’da (Batı Çin) bulunmuş Süryani yazısıyla yazılı bir Türkçe metin. Muhtemelen 9. yüzyıla ait. Nikâh duası imiş.


Oyun

$
0
0

Oyun, Öz Hakiki Türkçe. Bazı Eski Uygurca kaynaklarda oyug diye de geçiyor. +In ve +Ig eşdeğer anlamlı iki yapım ekidir, geçişli fiillerden nesne adı, geçişsiz fiillerden özne veya eylem adı yaparlar. Dolayısıyla oy- fiilini varsayabiliyoruz. Bu bizim bildiğimiz ağaç oymak, gözlerini oymak vs.’deki oymak mıdır acaba? Köken anlamı “boşaltmak” ise eğer, hımm, bir mantıkî alaka kurar gibi oluyoruz. Boşlamak, boş işler yapmak, boş boş oyalanmak filan? Geçişli anlamı olan oymak’tan başka bir de geçişsiz oymak mı vardı, “dün akşam canım sıkıldı, bir süre oydum” gibisinden? I-ıh olamaz, Türkçede bir fiilin hem geçişli hem geçişsiz anlam taşıması görülmüş şey değil.

Peki, başka ihtimal. Belki oymanın dönüşlü (yani refleksif) hali olan bir oyunmak fiili vardı, “boşalmak, boşa vakit geçirmek, kendini boş kılmak” anlamında. Oyun dediğimiz şeyin aslı da asimile edilmiş +Ig ekiyle oyuŋ idi. Eski Türkçede malum, bir normal /n/ bir de dilin arka tarafıyla söylenen /ŋ/ var, ayrı sesler, bazı Anadolu ağızlarında halâ o ayrım korunur. Bu ikincisi her zaman n+ğ bileşiğidir. Olabilir mi? Yok, bu teori de zayıf. Bir kere sözcük oyuŋ değil oyun, Kaşgarlı’da, Kutadgu Bilik’te, Kitabül İdrak’te hep böyle yazılmış. İkincisi, oyunmak diye bir fiil hiç kaydedilmemiş.

Mevzuyu daha da karıştıralım. Oyalamak ne demek? Bu sadece Türkiye Türkçesine has bir fiil, diğer Türki dillerde yok. +AlA- eki eski Anadolu Türkçesinde sevilen bir yapım ekiyken şimdi hemen hemen öldü. Süreğen ve kararsız eylem bildirir, misal: çapmaktan çabalamak, tepmekten debelenmek, gevmekten gevelemek, kakmaktan kakalamak, sepmekten sepelemek. Demek ki oyalamanın ardında gene bir oymak fiili olmalı. Peki bunun anlamı neydi? “Oynamak” mı? “Boş iş yapmak” mı? Vallahi bilmiyorum. Bileni de yok galiba.

Kaşgarlıda, Çağataycada ve bilumum Türk dillerinde geçen ozmakdiye bir başka fiil var, “yarışta başkasını geçmek” anlamında. Bu bir ipucu verir mi? “Yarış” ile “oyun” arasında anlam bağı belirgin gerçi, ama yok, bu da olmaz, fiil sonsesinde /y/ ile /z/ arasında yapısal bir bağ kurmanın yolu yok.

Peki ya tığla işlenen oya? Onun hiç alakası yok, Yunancadan alıntı. Ta eski Atina’da chiton’un kenarına işledikleri tığ işinin adı ὤια, Türçeye çok geç devirde İstanbul ağzından geçmiş.

Bu soruyu bilemedim hocam.

*
İngilizce play, Anglosaksonca plegan/plaegian fiilinden. Esasen to cultivate demek, yani idman etmek, egzersiz yapmak, fiziksel becerilerini geliştirmek – oyun işini ciddiye almış adamlar. Almanca eşdeğeri pflegen olur, onun oyunla hiç alakası kalmamış, “ilgi ve özen göstermek, gözkulak olmak, to care” yönüne evrilmiş.

Game neymiş diye bakıyoruz.  Anglosaksonca gaman“bir araya gelmek, toplanmak, beraber bir iş yapmak”, aşağı yukarı Almanca gemein ve Latince communisayarında bir kavram. Demek ki eski İngilizler oyun deyince bir yerde toplanıp idman ve beceri işleri yapmayı anlıyormuş.

*
Latincede ilk zamandan beri iocus ile ludus ayrılmış. İlki “sözcük oynu, espri, laf ebeliği”, ikincisi bedensel etkinlik gerektiren oyun, cambazlık, aslan terbiyeciliği, gladyatörlük filan.  Ernout & Meillet sf. 656-657’de ludus üzerine enfes bir analiz var. “Oyunlar” derken dinî ve törensel kökenli birtakım kamu eğlencelerinin kastedildiğini, eski Roma dinine ait pek çok sözcük gibi bunun da Hintavrupa kökenli olmadığını gösteriyor; belki de Etrüsklerden alınmış.

İmparatorluğun son demlerinde kamusal oyunların sona ermesiyle beraber ludus sözcüğü de kullanımdan düşmüş; iocus anlam genişlemesiyle her türlü oyun için kullanılmaya başlamış. Fransızca jouer“oynamak”, İtalyanca gioco“oyun”, ikisi de iocus’tan geliyor. Ludus’un türevleri ise ancak edebî Latinceden derlenmiş entel mamulleri, prelude (“oyun-öncesi”), elude (“oyundan kaçmak”),  illusion(“algılarım bana oyun oynuyor, Oytun”), delusion, ludicrous vb.

La Gioconda “oynaşlı bayan” demek, aklımıza gelmişken. Jokerde “oyuncu”. (“Şakacı” anlamı derivatif.)

*
Farsça bâxtan oynamak, şimdiki zaman kökü bâz. Farsça fiilin, tıpkı İngilizce Almanca Yunanca filan gibi bir muzari (şimdiki zaman) bir de mazi (perfekt) kökü vardır. İkincisi binlerce yıl önce fiil köküne +t ekleyerek imal edilmiştir. Finaldeki /g/ sesi ardına +t alınca sertleşir ve sızıcılaşır, /xt/ olur. Bir şey almazsa İndo-İrani dillerin tipik evrimini geçirip önce /c/, sonra /dz/ ve en son /z/ halini alır. Orijinal kök *bhag- olmalı. Ama bu dediğim ama üçbin senelik hikâye.

Kumarbâz, sihirbâz, hilebâz, düzenbâz Türkiye Türkçesinin ta ilk devirlerinden beri görülen bileşikler. Canbâz ile hokkabâz da 17. yüzyıldan önce zuhur etmiş. Küfürbâz’a ise 1920’lerden önce rastlamadım. Tuhaf bir türev, galiba kumarbaz’dan kinaye ile türetilmiş. Yoksa “küfür-oynayan” deyiminin makul bir anlamı yok.

Bir de bâzîçe vardır, oyuncak anlamında, ama onu kaç kişi bilir?

Bu kumların altında Manhattan vardı

$
0
0

Selsebîl sözcüğü Kuran’ın cennetteki nimetleri tasvir eden pasajlarından birinde anılıyor. وَيُسْقَوْنَ فِيهَا كَأْسًا كَانَ مِزَاجُهَا زَنجَبِيلًا عَيْنًا فِيهَا تُسَمَّى سَلْسَبِيلً. “Orada zencebîl katkılı kâselerden içecek sunulur, orada selsebîl adlı bir pınar vardır.” (Dehr 17-18).

Arapçada daha önce duyulmuş bir sözcük değil, dolayısıyla yorumcular coşmuş, 1400 sene tartışacak malzeme çıkarmışlar. Arapçanın klasik sözlüğü olan Kamus, bu konuda farklı görüşler olduğunu belirttikten sonra, çeşitli kaynaklara göre sözcüğün “yumuşak (leyyin), sertlikten yoksun, boğazdan akan” anlamına geldiğini aktarıyor. Sibaveyh sıfat olarak almış ama anlamını açıklamamış. İbni Arabi sözcüğün sadece Kuran’da geçtiğini vurgulamış. Tefsircilerin piri sayılan İbn Abbas, sözkonusu suyun hançereden kayarak geçtiği için bu adı aldığını açıklamış. Tacül Arus sözlüğü, bir kaynağa istinaden, şarabın en tatlı ve yumuşak çeşidine selsebil denildiğini belirtmiş.

Hamdi Yazır selsebil kelimesinin ilk kez Kuran’da geçtiğini bildirmiş. 12. yy sözlükçülerinden Mecdeddin ibnül Esîr selsebil sözcüğünü Arapça selsel ile birleştirip bunun “soğuk su” anlamına geldiğini ileri sürmüş. İbn Kesir (14. yy) tefsirinde pınarın akışının düzgün ve kuvvetli olmasından ötürü bu adı aldığını savunmuş.

Türkçe Kuran meallerinin hemen hepsi sözcüğü özel isim kabul edip tercümeden kaçınmışlar. Sadece Abdülbaki Gölpınarlı hayal gücünü kullanmış, Allah’ın kelamına “şarıl şarıl akan, her yana giden, boğazdan kayan selsebîl kaynağı” diye katkıda bulunmuş.

Özetle, karanlıkta ıslık çalmışlar.

Koca Nöldeke ise, kendisinden beklenmeyecek bir sabırsızlıkla, sözcüğün hepten anlamsız olduğuna hükmetmiş.

Sprenger has rightly observed that Muhammad makes a certain parade of these foreign words, as of other peculiarly constructed expressions; in this he followed a favorite practice of contemporary poets. It is the tendency of the imperfectly educated to delight in out-of-the-way expressions, and on such minds they readily produce a remarkably solemn and mysterious impression. This was exactly the kind of effect that Muhammad desired, and to secure it he seems even to have invented a few odd vocables, as ghislin (lxix. 36), sijjin (lxxxiii. 7,8), tasnim (lxxxiii. 27), and salsabil (lxxvi. 18). But, of course, the necessity of enabling his hearers to understand the ideas which they must have found sufficiently novel in themselves, imposed tolerably narrow limits on such eccentricities.

“Cahil insanlar anlamını bilmedikleri esrarengiz kelimelerden etkilenirler, bu yüzden Muhammed bazen tuhaf sözcükler icat etmiş olabilir,” diyor.

Oysa Nöldeke Arapça kadar Aramicenin büyük alimidir, nasıl gözünden kaçmış anlamak mümkün değil.

*
Buyurun Jastrow, Aramice Sözlük, sf. 979: silסִלְve sîllonסִילּוֹן“kanal, oluk, sulama kanalı (duct, pipe, gutter)”. Ve sf. 1514: şıbîlשְׁבִיל“yol, patika (path)”. İkincisi Arapça sebîl“yol” karşılığıdır, Aramice /ş/ Arapçaya her zaman  /s/ olarak yansır. Yanyana getirince ne görüyoruz? Sil-şıbîl, oluk-yol. Yani tastamam Latince aquae-ductusçevirisi. Roma mühendisliğinin başta gelen harikalarından biridir, Akdeniz dünyasının her bucağını taştan su yollarıyla donatmışlar. Bizim Şirince-Selçuk yolunda bile var bir tanesinin kalıntıları.

7. yüzyıla geldiğinde belli ki bunların hatırası bile zayıflamış, kilometrelerce öteden temiz ve güzel içme suyu getiren kanallar ancak cennette bulunacak nimetlerden sayılır olmuş.

Maymunlar Cehennemi’nin son sahnesini hatırlıyor insan. Kumlara gömülü, asırlar once yıkılmış Manhattan’ın harabelerini bulurlar hani. 

Barışa karşı değilim ama...

$
0
0

Hayır, barış mutlak bir değer değildir. “Önemli olan sadece barış, gerisi teferruat” diyenlere de asla kanmayın derim. Otoriteye tapanların tarih boyunca klasik sloganıdır. “Barış ve huzura her zamankinden fazla ihtiyacımız olan şu zor günlerde…” “Ne lüzum var şimdi tekneyi sallamaya…” “Polis kardeşlerimizin de hassasiyetleri var…” Vesaire. Tanıdık geliyor mu?

Zorbalığa karşı şiddet kullanmak meşrudur ve haktır. Gerekirse adam da öldürülür. Bunu topyekün inkâr ettiğin zaman, BİR, güçlüye teslim olmayı savunmuş olursun; İKİ, güçlüye teslim olmayıp bunca zaman savaşanları aşağılamış, aptal yerine koymuş olursun. Barış eğer tek ve mutlak toplumsal değer ise, otuz sene dağda o meşakkati boşuna mı çektiler? Yoksa barış bugün pek kıymetliydi de 1984’te yahut 1993’te değil miydi?

Kaldı ki boşuna mücadele etmemiş oldukları da besbelli ortada. Bilek gücüyle sonuç aldılar. Koca devlete pes ettirdiler. Neyin karşılığında mücadeleyi bıraktıklarını henüz bilmiyoruz. Ama tatminkâr bir şey almadan sahadan çekilmiş olacaklarına ihtimal vermem.

Demek ki neymiş? Şiddet bazen faydalıymış. Barışalım diyen, barışın neden daha iyi olduğunu göstermekle mükellefmiş.

*
“Barış süreci” denen şeyin öyle aman aman kırılgan bir şey olduğuna inanmıyorum. Şüphesiz bizim bilmediğimiz bazı riskleri, belirsizlikleri vardır. Ama Baskın Hoca yahut İsmail Hoca “aman dikkat, Osmanlı’da oyun çoktur, bunlar satar adamı” dedi diye rayından çıkacak narinlikte bir şey olduğunu hiç sanmam.

Bir kere, şu anda, ucu açık bir pazarlığın sürdüğü yanılgısını aklınızdan çıkarın. Öyle görünüyor ki pazarlık en azından 2007-2012 döneminde sürdü, 2012’nin son günlerinde – belki de açlık grevlerinin sonlandırıldığı gün – noktalandı. Zanneder misiniz ki başbakanın pat diye 180 derece dönüş yapması, PKK şeflerinin oy birliği ile silah bırakmaya razı gelmesi, Almanın Amerikalının yüzünde gülücükler belirmesi, İsrail’in “e peki bari” deyip yılda beşyüzbin turistten dem vurması, ucu sonu belirsiz bir “barış sürecine” güvendikleri için oldu? İnşallahla yürür mü bu işler?

Şu anda yaşadığımız şey bir halkla ilişkiler operasyonudur. Vitrin çalışmasıdır. Pişmiş aşın törenle sofraya getirilmesidir. Bunu bilince riskleri ve imkânları daha iyi değerlendirebilirsin.

*
Zannederim sürecin bir noktasında, meselenin demokratik hak ve özgürlükler gibisinden bir entel dantel meselesi olmadığı, bir iktidar paylaşımı meselesi olduğu anlaşıldı. Kürtleri KİM yönetecek? Nasılı da önemli elbette, ama öncelikle, KİM? TC yönetiminin bugüne kadarki yapısıyla bu işi sürdüremeyeceği 1990’larda kafalara dank etmişti. Bölgede sivil otoriteyi tesis edebilecek yegâne gücün PKK ve onun sivil uzantıları olduğuna da zamanla uyandılar.

Bu kadar provokatif olmayalım, peki. Şöyle diyelim: Bölgede sivil otoriteyi ancak PKK ve onun sivil uzantılarının rızasıyla yeniden tesis edebileceklerini anladılar. Aynı şey, ama kulağa daha yumuşak geliyor.

2003’ten sonra Kuzey Irak’ta oluşan durum, Kürt meselesinin Türkiye açısından sadece risk unsuru değil, aynı zamanda bir fırsat unsuru da olabileceğinin görülmesini sağladı. Erbil’de iktidarı oranın Kürdüyle paylaşabiliyorsan Diyarbakır’da niye paylaşmayasın?

Meslenin çözümü, devlet erkinin kutsallığı ve bölünmezliği üzerine kurulu arkaik TC anayasasının revizyonunu gerektiriyordu. O yüzden “Kürt açılımı” ilk günden bu yana daima anayasa reformu projesiyle birlikte anıldı. Yeni anayasa, Türklerle Kürtler (ve muhtemel diğerleri) arasında yeni bir sosyal kontrat olmak zorundaydı. O yüzden anayasayı Kürtlerin onaylaması, hem de ezici bir ittifakla onaylaması, hayati önemdeydi.

Şöyle düşün. CHP ile MHP yeni anayasaya hayır derse ne olur? Hiçbir şey olmaz, millet gülümser geçer. Kürtler hayır derse ne olur? Kıyamet kopar. Proje kökünden çöker. Bana sorarsanız bu ülke bir daha su tutmaz, dörtnala bölünmeye gider.

Ciddi pazarlık sanırım 2007’de, generallerin tasfiyesiyle eşzamanlı başladı. 2009 yazında bir iyimserlik noktasına varıldı. Ama her iki tarafın da bazı şeyleri içine sindirebilmesi için zaman geçmesi gerekiyordu. Aralık 2009 KCK operasyonuyla hükümet cüretkâr bir blöf denemesine girişti. BDP resti gördü, cevabını Eylül 2010 mini-anayasa referandumunu boykot ederek verdi. Sanırım ölümcül hamle buydu. Sürecin çıkmaza girmiş göründüğü bu noktada, Ekim-Kasım 2010’dan itibaren başbakanın söylemi olmadık bir yöne savruldu. İki sene süren esip üfürmelerin ne kadarı hesaplı blöftü? Ne kadarı çaresizliğin hırçınlığıydı? Bilmiyoruz, muhtemelen hiç bilemeyeceğiz.

Sonuçta anlaşmaya elleri mahkûmdu. PKK kısa vadede bağımsızlığın gerçekçi bir hedef olmadığını görüyordu; belirsiz bir hedef uğruna elemanlarını ilanihaye dağda tutamayacağının farkındaydı. TC, karşı tarafla anlaşmadan bölgede sivil itaati sağlayamayacağını, içeride askeri vesayeti tasfiye edemeyeceğini, Irak ve Suriye’deki çıkarlarını gereği gibi savunamayacağını anlıyordu. Anlaşmaları zaman meselesiydi. Anlaştılar. Anlaşmış görünüyorlar.

*
Anlaşmaları iyi bir şey midir? İllaki iyidir. Hatta çok iyidir. Umulduğu gibi yürürse yalnız Türkiye ve Kürtler açısından değil, bölge ve dünya dengeleri açısından güzel sonuçlar doğurmaya adaydır.

Türkiye açısından: Ekonomi rahatlar. CHP ve MHP adı verilen iki zavallılıktan nihayet kurtuluruz. Askerin içe dönük hotzotuna zemin kalmaz. İdari ademimerkeziyet Kürdistanla sınırlı kalmayacaksa, fırsattan istifade, bütün memlekette özgürlükler artar. Irak ve Suriye’de Türkiye’nin oyun gücü katlanır.

İtiraf edeyim ki bu memlekette iş güç ve çoluk çocuk sahibi biri olarak Türkiye’nin güçlenmesi bana iyi gelir, sizi bilmem.

Kürtler açısından: Ulusal gurur patlaması yaşanır, yıllar süren aşağılama ve ezilmişliği aşma azmi güçlenir. Ekonomi rahatlar. Tek parti egemenliğinin sakıncaları neler olur, rövanşizm nereye kadar kontrol altında tutulabilir, bilmiyorum. Ama görebildiğim kadarıyla BDP içinde Türkiye ortalamasının çok üstünde,açık fikirli, kaliteli insanlar az değil. Allahın izniyle belki onlar bir fark yaratabilirler.

Dünya açısından: İç sıkıntılarını aşmış, kendine güvenen bir Türkiye’nin Kuzey Irak ve Suriye’ye hakim olması sanırım Batı dünyasının da, İsrail’in de işine gelir. Belki bu noktada Rusya ile pazarlık masasına oturularak, Suriye üzerindeki vetosunu kaldırması sağlanabilir. Bölgesel istikrar açısından en büyük çıban başı olan İran, biraz tehdit ve biraz pazarlıkla, daha uyumlu bir politikaya razı edilebilir.

*
İşin iyimser yanı böyle. Madalyonun diğer yüzü ise, şüphesiz, Tayyip Erdoğan’ın padişahlığıdır. Başkanlık sisteminin Türkiye için en iyi sistem olacağını yirmibeş seneden beri savundum ve hala savunurum. Ama Diyarbakır fatihi ve Halep galibi bir Erdoğan’ın rakipsiz egemenliğinden de, ne yalan söyleyeyim, ben korkarım.

Yukarıda “umulduğu gibi yürürse” dedim. Umulduğu gibi yürüyeceğine dair bir güvence yok elimizde. Osmanlı’nin iktidardaki kibri gem tanımaz. Yunanistan’ı kaybeden de o kibirdir, Sırbistan’ı, Bulgaristan’ı, Makedonya’yı, Arnavutluğu, Arabistan’ı kaybeden de o kibirdir, Ermenileri kesmekten başka çare üretemeyen de o kibirdir. Bu sefer o kibir nerede hortlar, ne kadar saçmalar? Muhatabını Türkün ezeli şanından gözleri kamaşan bir kara böcek sayma gafletinden kendini ne kadar arındırabilir? Bunları bilmiyoruz.

Şansımız varsa geçmişten ders alınmıştır. Osmanlının iki asırlık dağılma sürecinde ilk kez bir ayrılıkçı hareket başarıyla kontrol altına alınır, gurur duyarız. Şansımız yoksa 1913’ü, 1878’i, 1828’i bir defa daha yaşar, öğreniriz.

 *
Okuduğum gazetelerdeki “süreç” şakşakçılığı bana işte bu sebeplerle sinir bozucu geliyor.

“Süreç” muhafızlığına soyunan bu arkadaşlar gazetecilik mi yapıyorlar? Yok, perde arkasındaki mutabakat hakkında senden benden ve kahvedeki Recai Efendiden bir gıdım fazla bildikleri yok.

Barışın içini dolduracak fikirler, kurumsal çözümler mi öneriyorlar? “Ben bilirim sen sus” diyen iktidara karşı, kibir yatıştırıcı projeler mi üretiyorlar? Yok, anayasa tartışmaları rafa kaldırılalı neredeyse iki sene oldu, o işlere şimdi Cemil Çiçek bakıyor.

Barış gerçekleştiği takdirde heyula gibi karşımıza dikilecek olan padişahlık ihtimaline karşı pozisyon mu geliştiriyorlar? Belkemiğini güçlendirecek sporlara mı başladılar? Yok, büyüklerimizin sağduyusuna olan güvenleri sonsuz.

Görünürdeki tek kaygıları, iktidarın koyduğu kırmızı çizgilere uyma kaygısı. Nedir? Aman “süreç” zarar görmesin! Örtmenim İsmail Beşikçi çok oluyor, hem maksimalist, hem Kürt bilem değil. Örtmenim Kürt anaları barış istiyor bunlar bozguncu. Örtmenim bunlar kendileriyle barışık değil, iç dünyalarında huzur yok, vatana ne faydaları olacak? Örtmenim bunlar Boğaz’a karşı viski, pardon alttan ısıtmalı cafelerde ahkâm kesmesin, şehit anaları rencide oluyor.

Acıklı, bence. Okuduğum gazeteleri değiştireceğim galiba. Sabah sabah hiç çekilmiyor.

Akil adamlar

$
0
0

Memlekette şimdi âkil adam modası çıktı. Halbuki bunun aslı uzun â ve kısa ı ile âkıl’dır, isterseniz aakıl diye de yazabiliriz, yani عاقِل. Eski yazıda kaf’tan sonra esrenin /i/ okunmasına imkân ve ihtimal yoktur. Kef ile yazılan âkilآكِل“yiyen” demektir. Akilül lühum = etobur, akilül küll = hem et hem ot yiyen, yani omnivore.

Eski Anadolu Türkçesinde âkıl çok sık geçen bir kelimeymiş, Yunus Emre’de, Aşık Paşa’da filan her sayfada karşına çıkar. 20. yüzyıla doğru tedavülden düşmüş. 1930’lardan 1980’lere dek basında sadece âkıl ve bâliğ kalıp deyiminde geçiyor, “aklı eren ve büluğa ermiş” anlamında hukuk tabiri. ı’nın i’ye dönüşmesi acaba o deyimi kafiyelendirme alışkanlığından doğmuş olabilir mi? Âkil ve baliğ yazımına en erken 1944’te rastladım. TDK sözlüğünün 1945 ve 55 baskılarında yok, ilk kez 1966 baskısına akil ve baliğşeklinde alınmış. Akil adamlar lafı 1995’te icat edilmiş.

Akıl kârı diye bildiğimiz deyimin doğrusunun âkıl kârı olduğunu Şemseddin Sami hatırlatmış. Kâr burada “iş” demek, elbette “akıl işi” değil, “akıllı işi” kastedilen. Bir de akıldane diye bir söz var, aslı uzun a ile âkıl ve dânâ, yani “akıllı ve bilgili”.

Âkıl’ın çoğulu ukalâ’dır عقلا“akıllılar” demek. Cümle içinde kullanılışı şöyle olmalı: “Sevan Efendi ukalâdan adamdır.” Yani “akıllılardan”.  

Güneş Dil Kürtçe mi yoksa?

$
0
0

Facebook sayfama son zamanlarda dadanan fanatik Kürt milliyetçisi tipler var, samimi akılsızlar mıdır, provokatör müdür emin olamadığım. Bu yazı onlara cevap.


Cehalet deryasında kaybolmuş, korku ve komplekslerinden bilgi üretme sevdasına düşmüş bir zümre yüzünden bu ülke yüz yıla yakın büyük sıkıntı çekti. Entelektüel anlamda taş devrine döndü. Dünyaya rezil oldu. Bilenin cahile karşı hep ezik ve mağlup durduğu bir zorbalık rejimine mahkûm oldu.

Kendimi bildim bileli o zümre ile mücadele etmeye çalıştım. Sözlüğüm, başlangıç noktası itibariyle, o mücadelenin bir aracıdır. Yer adları çalışmam da, Yanlış Cumhuriyet de aynı mücadelenin parçasıdır. Mümkün mertebe objektif olmaya çaba göstererek, ulusal önyargılardan kendimi arındırıp, sadece "gerçek nedir" diye sormaya çalıştım. Gerçeği aramanın her zaman – Türkler için DAHİ – mitolojiden ve yalandan hem daha zevkli, hem daha ilginç, hem de aslında kolektif kimliği daha yüceltici olduğunu anlatmaya çalıştım.

Tam o yolda biraz mesafe katettik gibi düşünürken bir de ne görelim? Cehalet deryasında kaybolmuş, korku ve kompleksten bilgi üretme sevdasına düşmüş bir BAŞKA zümre bu sefer ortalığa dökülmüş, hem de eskilerinden daha cahil ve daha beter kompleksli bir öfkeyle.

*
“… kaleme aldığım paragraftaki temel kelimelerin tamamına yakını (bu tamam kelimesi dahil – dahil kelimesi de dahil) hep Kürdçe-Farsça... Nedenini anlamaya çalışıyorum, neden?" diye sormuş bir arkadaşımız.

Nedeni o kadar bariz ki insan belirtmekten utanıyor. Neden? Cehaletten ötürü. İnsanın gözünü kör eden bir kimlik hastalığından, ruhsal eziklikten ötürü. Dayak yiyen çocuğun kendini Spiderman sanmasına yol açan psikolojik telafi mekanizmasından ötürü.

Cehalet, evet. Çünkü arkadaş dünyada Kürtçe gibi yedibin tane dil olduğunu bilmiyor ve bilmek istemiyor. "Gaa, biz buna Kürtçede bülük deriz demek ki alem dili bizden öğrendi" diyesiye kadar, yedibin dilde yetmişbin tane bülük ve bülükümsü bulabileceğinin farkında değil.

Cahil cüreti, evet. Çünkü Türkçenin tarihini, geçmişini, evrimini, literatürünü bilmiyor ve bilmeden ahkâm kesmeyi hak görüyor. Hangi kelime ne zaman çıkmış, kim çıkarmış, ne anlamda kullanmış, o devirde kültürlerarası münasebetler neymiş, hangi etkileşim kapıları açıkmış, hangileri kapalıymış bilmeden "nenem buna bülük derdi demek ki nenemden öğrendiler" metoduyla kayığı yürüteceğini sanıyor.

Ötekilerin elinde devlet vardı, polis vardı, üniversite adını taşıyan birtakım kurumlar vardı, adam çökertmeyi meslek edinmiş gazeteler vardı, farklı söyleyeni susturma lüksüne sahiptiler. Bunlarda şimdilik o silahlar yok. İnsan bekler ki daha alçakgönüllü olsunlar, bilgi deryasına biraz daha fazla tevazu ve kuşkuyla yanaşsınlar. Ne gezer? Hepsi hayali bir Engizisyonun eli baltalı yargıçları mübarek, sahte isimlerle interneti sarmışlar, sanal kelleleri kese kese geliyorlar. Atatürk sofrasının dilcileri bunların yanında kuzu kalırmış, haberimiz yok.

 

*

Türkiye toplumunun oluşumunda Kürtlerin bugüne dek bildiğimizden çok daha büyük bir paya sahip olduğunu ben bundan 10-15 sene önce fark etmeye başladım. Son iki üç senede yer adları çalışması vesilesiyle de çok şey öğrendim.

Son üçyüz yılda "Türk" coğrafyasının hemen her köşesine kol atmış ciddi boyutlarda bir Kürt göçünün – hatta istilasının – izleri var. Öyle anlaşılıyor ki Kürt “sorunu”, en az üçyüz yıldan beri Anadolu’nun sosyal tarihinin temel bir dinamiği olmuş. Son otuz yılda yaşananlar, devasa bir buzdağının su üstünde görünen ucu sadece.

Daha eskisi hakkında bildiklerimiz çok kısıtlı. Ama öyle anlaşılıyor ki 1071’den 1500’lere dek ülkeyi zapteden “Türklerin” arasında Kürt oranı hiç küçümsenmeyecek bir boyuttaymış. 1071’de bu ülkeye gelen “Türklerin” arasında, bilemediğimiz sayıda Horasan ve Azerbaycanlı İrani unsurlar da varmış.

Evet memlekette cehalet kol geziyor. “Türkmen” sözcüğünün “Türk” anlamına geldiğini zannedenler ezici çoğunlukta. “Köyümün adı Kınık demek ki safkan Türküz” diye düşünen insanlara laf anlatmaktan yılıyorsun. Rişvan aşireti hakkında beşyüz sayfalık kitap yazıp “Kürt” sözcüğünü bir kere bile anmamayı başaran üniversite hocaları var. Malazgirt’ten yüz sene evvel memleketin Deylemiler adı verilen Kürtümtrak bir kavmin istilasına uğradığını bilecek kadar Minorski okumuş olanlar beş kişiyi geçmez. Şêxbizin sözcüğünün Karakeçili anlamına geldiğinin farkına varanlar, yahut Kayı demek acaba “dönme” mi demek diye sorabilenler de bundan daha kalabalık değildir sanırım.

Bunları biliyorum. Resmi ideolojinin iğvasına da çok kolay kapılan biri olmadığımı sanıyorum.

Gene de ısrar edeceğim. Türkçede Kürtçeden alıntı olan sözcükler, buyur, bu kadardır:

Berdel,biji,cacık, dalavere, dengbej,gundi,halay, ya herru ya merru,heval,hızma,keko,keleş,kıro,kirve,koçer, kötek, lavuk,peşmerge,pirpirim,şıh, tırsmak.

Hırçın, kelepirve ova’dan emin değilim. Torun meselesi kafamı kurcalıyor. Tulum anlamına gelen meşk Farsça veya Kürtçe olabilir. Ağıl ve mezra anlamına gelen kom Kürtçe veya Ermenice olabilir. Koçer’in aslı Türkçedir, ama Türkçeye bu özel anlamda Kürtçeden gelmiştir. İsot Türkçedir. Hepsi bu kadar. Daha üç beş tane çıkar belki, ama mesela kırk tane çıkmaz. Mümkün değil.

*
Madem Kürtlerle Türkler bin seneden beri kimin eli kimin cebinde yaşamışlar, neden sözcük alışverişi bu kadar zayıf ve bu kadar marjinal kalmış, bir kez daha arzedeyim.

BİR, dünyanın her yerinde kural gereği, yanyana yaşayan dillerden statü ve itibarı aşağı olan, yukarı olandan sözcük alır, tersi olmaz. Tersi ancak şöyle olur: a) argo kelimeler alınır: keko, kötek, lavuk, tırsmak… b) öteki kültüre ait “yabancı” kurum ve simgelerin adı alınır: berdel, dengbej, halay, kirve, peşmerge, şıh… c) öteki kültürden ithal edilen nesnelerin, özellikle yiyecek ve giysilerin adı alınır: cacık, hızma, belki pirpirim… d) öteki kültürün uzmanlaştığı bir faaliyet alanı varsa o alanın terimleri alınır: Türkçedeki Rumca tarım ve balıkçılık terimleri gibi.  Hepsi bu kadardır. Bütün dillerde böyledir.

İKİ, bir dilden diğerine etkileşim osmoz yoluyla olmaz, havadan bulaşmaz, her iki dili bilen ve rutin olarak kullanan insanlar aracılığıyla olur. Türklerin seçkin sayılan zümresinin tamamı, aşağı yukarı 1000 yılından 1900 yılına dek az veya çok Farsça bilirdi. Bilmekle kalmaz, bildiğini göstermekle itibar ve avantaj kazanırdı. Aynı dönemde Türklerin dil modalarına öncülük edebilecek olan kesiminde Kürtçe bilenlerin oranı, ben size söyleyeyim, bugünkünden farklı değildi. Bilenler de Kürtçe bildiklerini teşhir ederek değil, aksine SAKLAYARAK toplumda basamak yükselirlerdi.

Kardaş yerine birader dersen seçkinlik puanın artar; bıra dersen azalır. Bu kadar basittir bu iş. Bu yüzden birader Türkçeye girmiş, bıra girmemiş.

Kürtçe dersleri: kirve, tırsmak, şıh, isot, dürbün

$
0
0

Kirve’nin aslını dün Süryani arkadaşlar uyarınca fark ettim, daha önce nasıl uyanmamışım vallahi hayret. İngilizce godfather, Fransızca parrain dedikleri vaftiz babasının Süryanicesi karîvo imiş. İki temel kuralı bilince sözcüğü tık diye tanıyoruz. BİR, tüm Arami lehçelerinde (ki Süryanice bunlardan biridir) ikibin seneden beri sessizlerin sızıcılaşması kuralıdır. Yani b, p, k, d, t yazılır ama v, f, x, dh, th okunur. İKİ, modern Süryanicede uzun /a/ sesinin /o/ya dönüşmesidir. Yani elif yazılır /o/ okunur. Sözcüğün aslı karîbâ nitekim, kalın k ile k-r-y-b-a ܩܪܝܒܐ yazılıyor. Arapça karabet(yakınlık), akraba (yakınlar), takriben (yaklaşık olarak) vs’den gayet iyi tanıdığımız bir kelime. Arapça karîbقريب“yakın” demektir. Jastrow da klasik Aramice karîbâקַרֵיבָאiçin “near, related, relative” demiş.

Türkçeye Kürtçe üzerinden girmiş olduğu muhakkak. 1960’lardan eski hiçbir Türkçe kaynakta rastlanmadığına göre, umumi dile girmesi oldukça yakın tarihli bir şey. Güneydoğuda Müslüman çocuğu sünnet töreninde bir Hıristiyan komşunun taşıması adettenmiş. Ya da bana öyle anlattılar, bildiğim bir konu değil. Sözcüğün de o şekilde aktarılmış olması gerek.

*
Tırsmak fiilini ben galiba 1990 civarında ilk kez duydum. Türk basınında bulabildiğim en erken örnek 1991’de Milliyet’te. Gırgır-Fırt ekolünden karikatürist Ergin Ergönültaş yeni çizgi dizisindeki hikâyeleri “kimileri acıklı, kimileri gülünç, kimileri tırsınç” diye tanıtmış. Eminim Gırgır’da bundan biraz öncesi de aranırsa bulunur. Kentli diline iyice yerleşmesi Metin Kaçan’ın 1995 tarihli Ağır Roman’ından sonra.

Farsça tarsîden korkmak, Kürtçe tirsîn korkmak. Hangisi? Şüphesiz Kürtçe. Çünkü 1980’lerde Farsçadan Türkçeye kültürel etkileşimin koşulları mevcut değil. Gırgır kuşağının karikatüristleri okulda Farsça mı öğreniyorlar? Tatile İran’a mı gidiyorlar? Tahran televizyonu mu izliyorlar? İstanbul sokaklarında Farsça argo patlatınca havalı mı oluyorlar? Yok.  

*
Şayx tabiikine Arapça. Arap kültürünün en karakteristik kavramlarından biri. Şayx veya şeyx veya şeyh biçiminde Türkiye Türkçesinin bilinen en eski günlerinden beri bolca kullanılmış. Burada bir sorun yok. Ama bir de sözcüğün özellikle Alevi ve Türkmen çevrelerinde tercih edilen şıx veya şıh biçimi var. Burada tanık olduğumuz hadiseye monophthongisation deniyor, valla öyle, yani /ey/ gibi bileşik bir seslinin  /ı/ veya /î/ gibi basit bir sesliye dönüşmesi. Bana öyle geliyor ki bu şekil Türkçenin mutfağında pişmemiş, Kürtçe şêx biçiminden alınmıştır.

Sözcüğün orijinal coğrafi yayılımı buna işaret ediyor. Ama sonradan kafa karıştırıcı bir şey olmuş, 1946’lara doğru İçişleri Bakanlığı memleketin dört bucağında şeyh’li olan yer adlarının pek çoğunu şıh’la yazmaya karar vermiş. Ortalık karman çorman olmuş. Alevi ve Türkmenlerin semtine bile uğramadığı yerlerde şıhlarla karşılaşıyorsun.

Daha beterini söyleyeyim. Adında şeyh olan yirmiden fazla yer adını 1930’lu yıllarda memleketi laikleştirme kampanyası çerçevesinde Işıklardiye düzeltmişler. Bugün Türkiye’nin dört yanında adı Işıklar olan yerleri deş, aşağı yukarı hepsinin altından Şeyhler çıkar.

Türkçede eski Bektaşi geleneğinde (belki de Bayrami, emin değilim) “tarikat önde geleni” anlamında kullanılan ışık kelimesi vardır. Şimdi aklıma takıldı, acaba o da şeyx’ten bozma olabilir mi diye.

*
İsot meselesi iyice kabak tadı verdi. 2009’da Taraf’ta bu konuda bir yazı yazmıştım. Onyüzbin milyon Kürtten edep yoksunu kınama mesajları alınca anlaşıldı ki çağdaş Kürt ulusal kültürünün en hassas kutsallarından birine dokunmuşuz farkında olmadan.  Acep ben mi yanılıyorum diye tekrar tekrar araştırdım. Sorry, yapacak bir şey yok. İsot Kürtçe değil, Türkçe. Türkçeden Kürtçeye geçmiş olmalı. Ha, şehirli Türkçesinde unutulmuştu da, yakın tarihte Urfa çarşısında yeniden keşfedildi derseniz anlarım. Muhtemelen öyle olmuştur, evet. Ama nihai kökenin Türkçe olduğuna dair en ufak şüphem yok.

1501 tarihli Cami-ül Fürs’te karabiberin Türkçesi issi ot diye geçiyor.  Sinle yazılmış, yani ıssı değil issi; nitekim bugün ısı, ısıcak, ısınmak filan diye bildiğimiz sözcüğün Türkçe aslı isi veya issi’dir. Cami-ül Fürs Farsça-Türkçe sözlüktür, yüzlerce sene medreselerde ders kitabı diye okutulmuştur; özenli ve geniş dil hakimiyetine sahip (fakat isimsiz) bir müellifin eseridir. Sözüne güvenilir.

II Bayezid (1480-1512) devri kanunnamelerinde issi ot iki üç defa geçiyor. Yine karabiber anlamında tahminen; çünkü o devirde henüz kırmızı-yeşil biber Amerika’dan bu taraflara gelmemiş. Daha 19. yy’a dek gelmeyecek.

Türkçenin gelmiş geçmiş en muazzam sözlüğü olan Meninski sözlüğünde (sene 1680) yine sin ile issi ot, bu sefer “zencefil” anlamında. Galiba alelumum ağzı yakan her türlü baharata issi ot demişler.

1876 tarihli Ahmet Vefik Paşa sözlüğünde ‘biber’ maddesi altında ilk kez bildiğimiz yeşil ve kırmızı biberden söz edilmiş. Türkîde bu nesneye ıssı ot denir diye açıklamış paşa. Bu sefer sad ile ıssı.

*
Bir kalem savaşçısı da Kürtçe dürbün sözcüğünü bilemedim diye cehaletime tükürmüş, sonra hızını alamayıp soykırımdan girmiş, annemin ve diğer dişi akrabalarımın hatırını sormuş.

Benim bildiğim bu nesneyi 16. yüzyılda Avrupalılar icat etmiştir. Osmanlı ülkesine 1570’lerde filan gelmiş olmalı. Dûr-bîn tabiri bundan kısa bir süre sonra zuhur ediyor, Frenkçe télé-scope(uzak-gören) sözcüğünün birebir Farsça çevirisi. Öz-Farsçada o tarihte yok böyle şey (daha doğrusa var da anlamı bu değil, “uzak görüşlü kişi” demek). İstanbulun kültürel avangardı tarafından, zamanın modası gereği Farsçalaştırılarak uydurulmuş.  1930’lar olsa uzgörüt derlerdi belki. Yahut 1890’lar olsa nazirül baide.

Tahayyül edebiliyor musunuz komikliği: “Frenkler bir alet-i cedide icat eylemişler, dur bakalım bizim Hazro’daki nenelere soralım bunun Kürtçe adı neymiş.”  

*
Toparlayalım.

Kürtçe ve Farsça, tıpkı Kürtçe ve Zazaca gibi, akraba dillerdir. Pek çok ortak veya benzer sözcüğe sahiptirler. Ama ayrı dillerdir. Farsçadan alınan bir sözcük, “ha Farsça ha Kürtçe ne fark eder” kontenjanından fahri Kürtlüğe kavuşmaz.

Almanca, İngilizce ve Holandaca da akraba dillerdir. Pek çok ortak ve benzer sözcüğe sahiptirler. Ama bundan istimbotun Almanca olduğu veya Heil Hitler’in İngilizce sayılması gerektiği sonucu çıkmaz. Bu sonucu çıkaranların cahilliğine hükmedilir. [Heil Hitler’in İngilizcesi Holy Hutter olur, bu arada.]

Türkçede halen kullanılan 1100 civarında Farsçadan alıntı sözcük vardır. Eskiden daha da fazlaydı. Türkçedeki Kürtçe alıntıların sayısı, zorlasan 20-30’u geçmez. Bunların da üçte ikisi dile son 20 yılda girmiş sözcüklerdir.

Biz Kürtleri buna rağmen gene severiz. Son otuz yılda verdikleri mücadeleyle bu memlekete, kanları pahasına, büyük hizmet etmiş olduklarına inanırız. “Kürdistan” tabirini, otuz seneden beri her ortamda kullandığımız gibi halâ da çatır çatır kullanırız. Oralarda gezmekten ve onların misafiri olmaktan zevk alırız. Memleketteki Kürt tarihinin ve kültürünün izlerini ortaya çıkarmak için, hotzotla değil, bilgiyle, araştırmayla, emekle çaba gösteririz.

Velakin, Kürtler arasındaki mankafa cahil sayısının, Türklerinkinden az olmadığını görerek üzülürüz.

Siyah, beyaz, balgam, büryan

$
0
0

Önce akın kara olduğunu kanıtlayacağız, bilimsel yöntemle. Hatta bazen sarı.

İngilizce black“siyah”. Öz hakiki anlamı “yanık” demekmiş, eski Germence *blak-biçiminden gelirmiş. Aynı kökten Almanca, İsveççe, Holandaca vb. Germen dillerinde “yanmak, ışımak, parıldamak” anlamına gelen bir sürü sözcük var.

Fransızca blanc“beyaz”. O da Germenceden alınmış, orijinal *blenk- fiili gene “yanmak, parlamak” anlamında. Mesela Almanca bleichvardır “soluk benizli”, Blech“kalay”, aslı “parlak”, Blick, bugünkü anlamı “bakış” ama eskiden “aydınlık, aydınlanma.”

Mantıklı. Yanma fiilinin kendisine bakarsan aydınlık, sonucuna bakarsan karanlık. “Yanış” ve “yanık” diye düşün.

Yine Almanca blenden“parlamak, göz kamaştırmak.” Bundan türeyen blind aslında “gözü kamaşmış”, ama bugün “kör” için kullanılıyor. Blond, orijinal anlamı muhtemelen “altın”, daha sonra “altın rengi”, şimdilerde “sarışın”.

*
Hintavrupa anadilinde *bhel-şeklinde kurguladığımız bir fiil var. Pokorny sözlüğü bhel-1, bhleg-, bhlei-, bhleig-, bhlendh-, bhleu-, bhleuk-, bhlēuos ve bhleidosmaddeleri altında toplam yedibuçuk sayfa türev saymış. Her biri ayrı mücevher, ama detayda kaybolmayalım, genelden gidelim isterseniz.

Hintavrupaca /bh/ sesinin Germence, Slavca ve İrancada /b/, Sanskritçe /bh/, Yunanca /ph/ ve Latince /f/ verdiğini biliyoruz. Her birinin yüzlerce örneği var. Şaşmaz kural.

Misal. Yunanca phleg-“yanmak”. Phlegma “yanma, yanık”. Antik Yunan tıbbında “iltihap” anlamında kullanılmış, dolayısıyla da “iltihaplı doku, cerahat, irin”. İbni Sina zamanında Arapçaya aynen alınmış; Arapçada /p/ ve /ph/ sesleri mevcut olmadığından, kural gereği belğamبلغمşeklini almış. Tıpta “iltihap” anlamına geliyor, eski hekimlikte dört haltın biridir, aç herhangi bir sözlüğe bak. Türkçede anlamı büsbütün kaymış, balgam sadece boğaz cerahati anlamında geçiyor. [Aç parantez: Arapça iltihâbإلتهاب, phlegma’nın birebir tercümesidir, 10. yüzyıl tıp literatürünün eseridir. Lehebلهب yani “yanma, alev”den gelir. Bana Ebu Leheb (“Alevlerin Babası”) diyorlar ya, oradan tanıdık.]

Latince *flag- kökü kaybolmuş, ama türevleri duruyor: flagor“yanık”, flagrare“yanmak”, flag-ma biçiminden gelen flamma“alev”.  Bu sonuncusunu tanıyoruz. İngilizce flame“alev”. İtalyanca flamma“1. alev, 2. eskiden gemi direğine çekilen şerit şeklindeki bayrak, flama”. Inflammatio Roma tıbbında direkt Yunancadan çeviri, “iltihap”. Türkçede enflamasyon diye geçer.

Yine Latince flavus“altın”, alev alev yanan metal anlamında. Daha sonra “altın rengi, sarı” anlamında kullanılmış. Flavius“sarılar”, meşhur bir hanedan adı. Flaviopolis“sarılarkent”, Safranbolu’nun eski adı.

Slavcasını da aman unutmayalım. Rusça, Bulgarca, Sırpça, Çekçe vs. bely esasen “parlak”, bugünkü anlamı “beyaz”. Bildiğiniz Belarus var, “Beyaz Rusya” anlamında. Belgrad var “akkent” anlamında. Beluga var, “akbalık” demekmiş, yumurtasından siyah havyar oluyor.  

*
Hint-İran dillerinin kurallarını biliyoruz elbette, 1830’larda Franz Bopp bulmuştu. Kural 1: Diğer Hintavrupa dillerinde /e/ ise eski Hintçe ve eski İrancada /a/ olur. Kural 2: Diğerlerindeki /g/ bunlarda damağın ön tarafına kayar, /c/ veya /ş/ veya /j/ olur. Ayrıca kural 3: /l/ sesi Hint ve İran dillerinde çok sık olarak /r/ye dönüşür. O halde mesela Sanskritçe bhrâcभ्राज्veya bhrâşभास् neymiş? “Yanma, parıldama, ışıma” imiş, Yunanca phleg- fiilinin birebir eşiymiş. Basit. (Bkz. Monier-Williams sözlüğü sf 756 ve sf 770.)

Sanskritçede brâş- görürsen İran dillerinin en eskisi olan Avesta dilinde braeş-, Pehlevicede brêş-, Yeni Farsçade brîş- beklersin.  Nitekim Farsçada birîşten:“kızartmak, kebap yapmak”, şimdiki zaman kökü biriy. Birîştem: kızartmişem, mi-biriyem:kızartirem. Türevi malum, biriyânî“kebap” demek. Türkçede bazen büryandiye de geçer. Siirt taraflarında galiba büryan kebabı diyorlar, “kebap kebabı” oluyor.

Enstitûya Kurdî sözlüğüne göre Kürtçesi biraştin imiş (“kızartmak”), biraşte de “ızgara et”. Paul Horn birjandin ve brajtin diye vermiş. Hangisi doğrudur bilmem. 

Tomurmak, tomurcuklanmak

$
0
0

İngilizce bold, eski Anglosaksonca biçimi bald“cesur, gözüpek, yiğit”. Ama orijinal anlamı daha çok “gürbüz oğlan, tosuncuk” gibi bir şey. OED “well-filled and plump” demiş. Eski Yüksek Almanca bald, keza. Theobald, Willibald, Archibald, Leopold (Liutbald) gibi erkek adlarında da geçer. Ortaçağda İtalyancaya alınmış, baldoolmuş: “gürbüz, tosun, iri kıyım”. 1950’li yıllarda arborio ırkından geliştirdikleri tombul taneli pirinç tipine de bu adı vermişler. Türkiye’ye ilk kez 1970’te Toprak Mahsulleri Ofisi ithal etmiş.

Bold Türkçede sadece tipografi terimi olarak kullanılıyor. Cümle içinde kullanımına örnek: “italikleri boldlayın Tuğçe Hanım”.

*
Germencede aynı nihai kökten gelen ball var, İngilizce, Almanca, Norveççe ball, İsveççe boll, Danimarkaca bold“top”. Organize top oynunu Avrupa’ya Ortaçağ başlarında Almanlar yaymış olmalı: antik Roma’da böyle bir şey yok, hemen tüm Avrupa dillerinde “top” anlamına gelen sözcükler Almancadan alıntı. Misal: Fransızca balle“top” ve “bohça”, emballer“top haline getirmek, bohçalamak”, ambalaj’dan tanıdık. İtalyanca büyütme ekiyle ballone“koca top”, balon. İspanyolca bollo“top”, yine Almancadan alıntı. 15. yy’dan bu yana /boyo/okunur, çoğulu bollos /boyoz/ olur. İzmir ağzında boyoz bir tür top şeklinde hamurdur, Yahudi İspanyolcasından devşirme.

Almanca Boll“tomruk”, gene kalın ve şişkin bir durum. Bollwerk tomruklardan yapılan herhangi bir yapı, özellikle kale duvarı dışına inşa edilen dış savunma hattı, İngilizcesi bulwark, Fransızcası (eski imla ile) boulevert veya boulevart. 1765 yılı civarında Paris surlarının dışındaki savunma mevzilerini yıkıp yerine geniş ve ağaçlıklı bir cadde açmışlar. Ahali bunun adına da boulevard(bulvar) demeye devam etmiş. Bir bakıma modern Avrupa hakimiyeti çağının başlangıç noktasıdır. “Bu saatten sonra bize kim saldırmaya cüret eder?” diye düşünmüşler, cicilerini giyip tenezzühe çıkmayı vatan savunmasından daha mühim bir iş saymışlar. 

Dikkat buyurun: Türk modernleşmesinin ilk iki-üç kuşağı için Batı medeniyetinin en çok gıpta edilen simgelerinden biridir bulvar.  Paris’te olmayı, bulvarda tozmayı hayal ederler, bu memleketin tozundan bunaldıkça.

*
Geçen yazıda gördük. Germence /b/ olan yerde Yunanca /ph/, Latince /f/ olacak.

Buyur: Yunanca phallós“şişkin”, dolayısıyla “ereksiyon halinde penis”. Tomuruk diyelim isterseniz, tomurmak eyleminden. Eskiçağda phallophóroi“phallus taşıyanlar”, Dionysos ayinlerinde önlerine dev bir phallus takıp tören yapan tipler.

Din adına ne garip şeyler yapıyor insanlar, düşünseniz. Tanrı Zeus’u memnun etmek için erkek çocuklarının pipisinin ucunu kesenler bile var, bazı ilkel kültürlerde.

 Yine Yunanca phallaína“balina”. Tosun balığı desek?

Latince follis“şişkin şey, top, kese,” ayrıca “körük”. Küçültme ekiyle folliculus“kesecik”, Türkçede folikül diye geçer: 1. rahimde yumurtayı içeren sıvı dolu kesecik, 2. saç kökündeki kesecik.

*
Buraya kadarı nispeten basit, hep şişkin ve kalın nesnelerden söz ettik. Şimdi biraz daha zor bir kavramsal bağlantı yapalım.

Yunanca phúllonφύλλονöncelikle “tomurcuk”, ikincil olarak “yaprak”.  Latince folium“yaprak”. Latince aynı kökten kurallı olarak türeyen flor-“tomurcuk, çiçek”. Belli ki çiçeği de, yaprağı da, bitkinin üzerinde kabarıp pırtlayan bir şey olarak algılamışlar. Düşünürsen Türkçede tomrukla tomurcuk arasında da tastamam aynı ilişki var.

Hepsi tanıdık sözcükler. İlkini filiz’den biliyoruz, “yapraklanma”. [Not et: en eski Yunanca /u/ sesi klasik dönemde /ü/, Bizans döneminde /i/ halini alır. Latin alfabesine y ile aktarılır, /i/ okunur.] Phyllisİngilizcede kadın adıdır, filiz demektir. Klorofil(chlorophyll)“yaprak yeşili”. Bizim buralarda yonca yerine kullandıkları tirfilde triphyllion, “üçyaprakçık”.

Folium’un İtalyanca halinden foyası dökülmek'teki foya, Fransızca halinden dosya içine konan föy, İngilizce halinden ise biraz keyfî bir deformasyonla alüminyum folyo türemiş. Portföy = evrak çantası.  Foya burada “altın varak” anlamında, “varak döküldü, som altın olmadığı anlaşıldı” kastedilmiş.

Flor-’dan bir çırpıda hatırladıklarımız “çiçekler alemi” anlamına gelen flora, aslı “Tomurcuk Hanım” gibi bir şey, bitkileri çiçeklendiren tanrıçanın adı. Fransızca fleur, oradan aşırma İngilizce flower vs. Google'da "floral desen" diye aratınca 13.900 tane Türkçe metin çıkıyor. Düşünebiliyor musunuz memlekette nasıl bir yazılı metin patlaması - ve ona paralel bir vokabüler patlaması - yaşanıyor?

*
Almanca Blume, İngilizce bloom da var, “tomurcuk” ve “çiçek” anlamında. Bunların öz-Germence türevler olduğunu baştaki /b/den anlıyoruz.

Sanskritçede “tomurcuk, çiçek” anlamında phullaफुल्ल ve phalyaफल्यbuldum. Burada problem var sanki, çünkü Sanskritçe biçimin ph değil bh भ्रolması lazım normal olarak, beni aşar. 

İrani dillerde de yansıması yok görünüyor. Ya da? Dur yarına kadar biraz daha düşünelim.

Gül

$
0
0


Gül İran’da icat edilmiş. Kültür tarihi açısından mühim bir olay, çünkü yenir bir şey olmadığı halde insan tarafından kültive edilen ilk bitki galiba gül. Karın doyurma derdini aşmış, belli bir durmuş oturmuşluk seviyesine varmış bir uygarlığa işaret ediyor.

Sonrasında da gönül bağı devam etmiş. İran edebiyatına bak: yarısı gül ile bülbülden söz eder. Eski Yunan’da olsun, İslam edebiyatında olsun, gül, gül bahçesi, gül suyu, gül şekeri dedin mi akla İran gelir. (Evet, Isparta’ya bile gül yetiştirme sevdasını Osmanlı döneminde İran’dan getirmişler.)

*
En eski İran dili olan Avesta dilinde vardha“gül”. Bartholomae sf. 1369 Zerdüştilerin dini hukuk külliyatı olan Nirangastan’dan örnek getirmiş; derleme tarihi Sasani devri, ama orijinal metinler muhtemelen Milattan epey öncesine ait. Sözcüğün diğer anlamı “büyütme, artırma, kültive etme” imiş. Fiil kökü vard-“yetiştirmek, büyütmek, beslemek, kültive etmek;” vrday“büyüme, artma, kültivasyon”.  Yabani bir şey değil, insan eliyle beslenip büyütülmüş bir şey olduğunu vurgulamışlar sanırım.

[Tasavvuf edebiyatında, bilirsiniz, lale saf ve bakir güzelliği temsil eder, gül ise zahmet ve acıyla terbiye edilmiş daha sofistike bir güzelliği. Süreya Faruqhi’nin bu konuda güzel bir makalesi vardı, altı-yedi sene önce okudum, neredeydi hatırlamıyorum.]  

Ermenicesi vardվարդ, bugünkü telaffuzla vart, 5. yüzyıldan önceki bir tarihte İrancadan alınmış. Süryanicesi wardo, Arapçası da ward ورد. Osmanlıcanın ağdalısında verd-i muzaaf“katmerli gül”, verd-i cenan“akşam gülü” yahut belki de “saklı gül”. Bir de verdül himar varmış, “eşek gülü”. Ayrı bir bitki herhalde, nedir bilemedim.

*
Yunancadan /w/ sesi aşağı yukarı Homeros zamanında, hatta ondan bir süre sonra düşmüş. En erken Yunan alfabelerinde w harfi vardır, ters dönmüş bir F’ye benzer. Klasik dönemde alfabeden de kalkar. Ancak eskiden w olan yerde, onu izleyen sesli harf /o/ya dönüşür. Eski w’nin izi kalır, bir çeşit.

O halde warddiye bir sözcük varsa klasik devir Atina Yunancasında *ord- biçimini alacağını, buna da yabancı kökenli kelimelerin çoğuna eklenen –on nötr ekinin geleceğini öngörebiliriz. Nitekim öyle. Gülün Yunancası *ordon değil ama hródonῥόδον.hRododéndron = gülağacı. Eôs hrododáktylos = gül parmaklı şafak. [hRódos “gül adası” mı? Sanmam, ses benzerliği olmalı.]

Bu noktada literatürün büyük bir bölümünün (Pokorny ve Watkins dahil) yanıldığı kanısındayım. Rodon biçiminin ortak Hintavrupa kökünden direkt olarak Yunancaya gelmesi bence imkânsız; İrani dillerden yatay bir alıntı varsaymak zorundayız. Ayrı makale konusu çıkar bundan, evet, bir ara yazayım; belki İngilizce. Eski Yunancada şark kaynaklı bir sürü kültürel etki var, Batılıların çoğu bunları göremiyor.

[Ernout & Meillet sf. 1019, Latince rosa ve Yunanca wrodon > ródon biçimlerinin Hintavrupa kökenli olamayacağını savunmuş, Latincede /s/ sesinin korunmasını yabancı dilden alıntıya kanıt saymış. Ama nihai köken olarak varsayımsal bir “Akdeniz kültürü” göstermiş. İran aklına gelmemiş. Var herkesin bir kör noktası.

Batı dillerindeki roseve rosa biçimleri hep Latinceden geliyor.]

*
Şimdi vites yükseltip daha formel sahaya geçelim. Peşin söyleyeyim, ilk tepkiniz “yok ya, bu kadar değil” olacak. Yıllar önce ilk öğrendiğimde benimki de öyle olmuştu. Oysa bunlar kıyaslamalı dilbilimin abc’si mesabesinde konular, orijinal bir şey değil söylediğim.

KURAL 1: Eski İran dillerinde sözcük başındaki /v/ post-islamik Farsçada /g/ veya /gu/ olur.

Misal: Avestaca vazra, Farsça gurz (gürz, topuz). Av vistaka, Ermenice vstah, Farsça gustah (küstah). Orta Farsça vişâtan, Farsça guşâden (küşad, açmak). OFa viçîtan, Farsça guzîden (güzide, seçmek). Av vimâna, Fa gumân(güman, kuşku). Av ve OFa vinâs, Erm vnas, Farsça gunâh (günah, zarar). Av vartana-, Fa gardan (gerdan, gerdûn, dönmek). Av vitara-, Fa guzâr (geçmek, geçen). Av varâza, Erm varaz, Kürd guriz ve beraz, Fa gurâz(yaban domuzu). EFa varka, Erm vagr (kaplan), Kürd-Fa gurg (kurt). Paul Horn’un sözlüğünü kabaca tarayınca otuzdan fazla örnek çıkıyor. Sabredip Bartholomae’yi tarasam birkaç düzine daha çıkar muhakkak.

Bu kuralı anlamak çok zor değil. Orijinal telaffuzun /w/ye yakın olduğunu düşün. w > ğ > g kolay bir evrim. Dövmek ile döğmek arasındaki geçişten bir adım daha fazlası. Örneklere bakıldığında dönüşümün geç Pehlevicede, yani İslamdan hemen önceki dönemde başlayıp, bilemedin 9.-10. yüzyılda tamamlandığı anlaşılıyor.

KURAL 2: Eski İran dillerinde /rd/ Farsçada /l/ olur.

Bu aslında tek dönüşüm değil, iki ayrı dönüşümün sonucu. Birincisi /d/ sesinin önce İngilizce this gibi /dh/, sonra /y/ halini alıp sonuçta erimesi. Farsçada tipik olduğu gibi, şaşırtıcı bir şekilde, Oğuz grubu Türk dillerinde de aynı evrim görülür.

İkincisi /r/ sesinin /l/ye evrilmesi. Burada değinilmesi gereken husus, eski İran dillerinde le sesinin (Lüleburgaz’ın L’si) bulunmaması. Alfabelerinde bu harf yok bile. Dolayısıyla eski metinlerde R ile yazılan bir şey bugün L olarak karşımıza çıktığında, eskiden /r/ söylenirdi de şimdi /l/ mi olmuş, yoksa eskiden beri /l/ söylenirdi de sadece yazıda mı R ile yazılırdı, tam emin olmak mümkün değil.

Buyur iki örnek. Avestaca sardh, modern Farsça sâl“yıl” demek. Türkçede salname(yıllık, almanak) sözcüğünde yaşıyor, artık ona yaşamak denirse.

Avestaca zırdh [Sanskritçe śradश्रत्ve hırdहृद्, Ermenice sirdսիրտ, Yunanca kard-, Latince cord-, Germence hert-, Slavca sridi-tse] “yürek”, modern Farsça dil. Ağızdaki organ olan Türkçe dille alakası yok. Türkçede dilaver, dilber, dilhun, safdil, sûzidil, dilnüvaz, dilruba, dildarbileşiklerinden tanıdığımız öteki dil.

[Son paragrafta iki tane mühim kural daha gördük, konumuzla direkt ilgisi olmayan. KURAL 3: Avestaca sözcük başında /z/ Farsçada çoğu zaman /d/ olur. Mesela Ave zraya> Fa deryâ, Ave zâmatar> Fa dâmad. KURAL 4: Hintavrupaca *k sesi Hint-İran, Ermeni ve Slav dillerine /s/ ve benzerleri, Yunanca ve Latinceye /k/, Germenceye /h/ olarak yansır. Evet, İngilizce heart ile kardiyoloji’deki Yunanca kardia ve Farsça dil aynı kelime, problem yok.]

Demek ki neymiş? Eski İranca ve Arapça ve Ermenice ward = Yunanca hrod- = Latince rosa = Farsça gül imiş. Hepsi aynı kelimenin farklı telaffuzlarından ibaret imiş. Aritmetik gibi. Basit.

*
Bir örnek daha verelim, hepsi yerli yerine otursun. 

Zazaca “gül” neymiş? Vıl. Yani, yukarıda saydığım ses değişimlerinden ilki Zazacada gerçekleşmemiş, ikincisi gerçekleşmiş. Çünkü Zazaca, Kurmanciye nispetle daha muhafazakâr özellikleri olan bir İrani dil, eski İrancanın birçok ögesini korumuş.

Halk arasında “Kürtçe” dediğimiz Kurmanci dilinde mesela yukarıda saydığım v- > g- dönüşümlerinin hemen hepsi mevcut, oysa Zazacada hep v- görüyoruz. Gülün Kürtçesi de gul. Bu Kürtçede müstakil bir evrimin ürünü müdür, yoksa Farsçadan yatay alıntı mıdır? Vallahi o kadarını bilmiyorum. Belki Mesut Keskin veya Umut Akkoç bilir, onlara sormalı.

Ebussuud Efendi fetvaları: İrtidat

$
0
0

İslamdan dönme – irtidat– fiilinin cezası, Sünni hukuk okullarından Şafii, Hanbeli ve Maliki mezheplerine göre ölümdür. “Hoşgörüsü” ile meşhur olan Hanefi mezhebine gelince, fail erkek ise idam edilir, ancak kadın ise hapisle yetinilir. Her durumda cezaya hükmetmeden önce faile, İslam’a dönmesi için şans tanınır.

Şer’i öğretinin dayanağı peygambere atfedilen bir dizi hadistir. En ünlüsü Buhari no. 2171 ve Muslim no. 4152’de hemen hemen aynı sözcüklerle aktarılan hadis. Abdullah b. Mes’uddan nakledildiğine göre Rasulallah, “la ilahe” vs. diyen bir Müslümanı katletmenin ancak üç koşulda helal olduğunu belirtmiş: kısas, zina ve irtidat. Kuran’da Nisa suresi 89 “hicret ettikten sonra Allahın yolundan dönenlerin” “yakalanıp öldürülmesini” emretmiş. Ancak Kuran’daki hemen her ayet gibi bunun da anlamı tartışmaya müsait. Ve nitekim tartışılmış.

Sonuçta Sünni içtihat ve Sünni uygulama yeterince net. Hadislerin sıhhati meselesine girmeye burada gerek yok: Hadisleri reddedip Müslüman olmak belki mümkün, ama Sünni Müslüman olmak mantıken mümkün görünmüyor.

*
Şeyhülislam Ebussuud Efendi, Osmanlının parlak çağının en önemli hukukçusu sayılır. Kanuni devrinin baş müftüsüdür. Genelde esnek ve akılcı yorumları övülür. Bugün ve önümüzdeki günlerde onun fetvalarından bazı örnekler vermek istiyorum. Ertuğrul Düzdağ’ın yayımladığı Ebussuud Efendi Fetvaları kitabından yararlandım. (Yeni basım Kapı Yayınları 2012; sayfa numaraları bu basıma aittir.) Akademik açıdan sağlıklı bir kaynak sayılmaz gerçi, ama birincil kaynaklara başvuracak imkânım ve vaktim yok maalesef.

Bilmeyenler için hatırlatayım. Birincisi fetva kaza değildir, re’ydir, yani görüş. Fetva makamı işin teorik doğrusunu bildirir, pratik dünyada yargıcın ne karar verdiğini fetvadan çıkartamayız. İkincisi, fetva sahibi kişisel görüş ifade etmez, varolan literatürden ilmî bir çıkarım yapar. En azından teoride böyledir. Yani burada söylenenler Ebussuud Efendinin şahsi görüşleri değildir; zamanın akademik kabulüne göre, Hanefî fıkhının değişmez hükümleridir.

Tüm olaylar soyut düzeyde ele alınmıştır. Erkek kişi daima Zeyd, Amr ve Bekr, kadın ise Hind ve Zeyneb adıyla anılır. Bugün olsa X, Y ve Z kullanılırdı sanırım.

Hoşgörü Dinine Giriş

Mes’ele: Müslüman olduktan sonra yine kâfir olan Zeyd-i zimmîye şer’an ne lazım olur?
Elcevap:İslam’a cebr olunur, gelmezse katl olunur. (sf. 109)

Genel ilke, ama Osmanlı’nın can alıcı yerine uygulanmış. Dönme dönmelikten dönerse ne yapacaksın? Basit bir tümdengelim gibi görünüyor, ama değil. Herkesin Müslüman olduğu bir toplumda irtidadın cezası ancak aleme meydan okumayı göze alan üç-beş cüretkârı ilgilendirir. Ama sonradan Müslüman olmuş kişi için, hayat boyu idam tehdidi var burada. Az sonra daha somutlaşacak.

Unutma ki o tarihte şehirli Osmanlı İslam nüfusunun belki yarıdan fazlası son bir veya iki kuşak içinde Müslüman olmuş insanlardı. Marjinal bir konu değil yani.

 “İslamda zorlama yoktur” efsanesini de analım bu arada.

Mes’ele: Hind-i zimmiye İslam’a geldikten sonra mürted olup, irtidadı üzere musırr olsa katl lazım olur mu?
Elcevap: Olmaz, ama zindandan asla çıkarılmaz, dünya yüzü gösterilmez, ölüp gidinceye değin. (sf. 109)

Hanefi fıkhının ilkesi. Gayrımüslim kadın Müslüman olduktan sonra vaz geçer ve ısrarcı olursa katline lüzum yoktur, ama ağırlaştırılmış müebbede mahkûm edilir diyor.

Peki ya kadın kaçırılmış ve zorla Müslüman edilmişse? Yahut aşk uğruna gözünü karartıp dinden çıkmış ve sonradan pişman olmuşsa?  Yahut eltisine gıcık kapıp, sırf inadına “lailahe” vs. demişse? Yahut kafası karışıkken iki Müslüman tanık huzurunda sonradan hatırlamadığı veya hatırlamak istemediği bir şeyler söylemişse? (Bu Müslüman tanık meselesine tekrar döneceğiz, sabır buyurun.)

Mes’ele: Zeyd-i zimmî şurbi hamr edip lâ ya’kıl iken “Lâilahe illallah Muhammedun rasulallah” deyu “Müslüman oldum” dese, şer’an İslamına hükm olunur mu?
Elcevap: Re’yi hakimle olunur. “Küfrden döndüm” dedi ise bilâ şüphe hükm olunur. (sf. 107)

Mes’ele: Bir kâfir tağyir-i libas edip, “Müslüman mısın kâfir misin” deyu sual olundukta, havfından “müslümanım” dese ol kâfire ne lazım olur?
Elcevap: Müslüman olur. (sf. 108)

Mes'ele: Zeyd-i zimmî beşer altışar yaşında olan evladını Amr'ı müslimin evinde emanet koyup, Amr mezburlara İslam telkin ile İslamlarına hükm olunur mu?
Elcevap: Olunur, din ta'akkul ederler idi ise. (sf. 108)

Birinci soru: Gayrımüslim kişi şarap içip aklı başında değilken kelimei şehadet getirse müslüman olmuş sayılır mı? Cevap: Hakim karar verir, ama “küfrden döndüm” dediyse şüphe kalmaz.

İkinci soru: Gayrımüslim kişi Müslüman giysisi giyse, yakalandığında korkusundan “müslümanım” dese Müslüman olmuş olur mu? Cevap: olur.  Dolayısıyla: Vaz geçerse katli vaciptir.

Üçüncü soru: Gayrımüslim kişinin beş altı yaşındaki çocukları emaneten bir Müslümanın evinde kalırken telkin üzerine Müslümanlığı kabul ederlerse bu geçerli midir? Cevap: akılları dine eriyorsa geçerlidir. Dolayısıyla: yandı gülüm keten helva, anne baba avucunu yalar.

*
Bir gayrımüslimi müslümana yeğ tutmak, yeri geldiğinde idamlık suç olabilir.

Mes’ele: Zeyd-i yeniçeri Amr-ı müslime “Bekr-i zimmî senden yeğdir” dese şer’an ne lazım olur?
Elcevap: Eğer “anın kâfirliği senin müslimliğinden yeğdir” der ise kâfir olur. Eğer “anın konşulığı senin konşulığından yeğdir” der ise, gerçek ise nesne lazım gelmez. (sf. 111)

İkinci şıktaki “gerçek ise” kaydında saklı olan tehdit gözümüzden kaçmıyor. Tut ki hakim “Amr aslında fena adam değil, sen yalan söylüyorsun” dedi, o zaman ne olacak?

Düşün ki Zeyd-i yeniçeri ihtiyarlığında nostalji yaptı, "benim adım Kirkor, dedem iyi adamdı, her pazar kiliseye giderdi, Müslimlerde görmedim öyle biri" diye içlendi. Yahut Mimar Sinan Kayseri'nin Ağırnas köyündeki Hıristiyan akrabalarının bulaştığı pis bir kavgada onların tarafını tutmak zorunda kaldı. Ebussuud Efendinin hakim olduğu bir mahkemede başına neler gelebileceğini bir düşün bakalım. 


Bu bölümün sonucu
Sünni İslam öğretisinin bu noktada İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 18. maddesiyle çeliştiği açıktır:

Madde 18: Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak, dinini ya da inancını değiştirme özgürlüğünü … de içerir. 

Açık çelişki karşısında, ne yardan ne serden vaz geçmek istemeyenin seçebileceği tek yol, “gerçek İslam bu değil” stratejisidir. Sünni fıkıhçılar bizi bağlamaz, çünkü “gerçek İslam bu değil”. Peki hadis? Hadis bizi bağlamaz, uydurmadır, “gerçek İslam bu değil”. Ya Kuran? Medine’de söyledikleri bizi bağlamaz, günün koşulları öyleydi, “gerçek İslam bu değil”. Yahut: Onu kastetmemişti, bir sonraki ayet başka şey söylüyor. Yahut: Arap dilcileri o cümleyi yanlış okuyor, onu kastetmiş olamaz. Çünkü “gerçek İslam bu değil.”

Bunun, mantıken tutarlı bir yol olabileceğini kabul edelim. Sonuçta hakikat, kalabalığın kanaatinden bağımsız bir veridir. Ebu Hanife ve ebu bilmemkim ve tüm cemaat başka türlü düşünse de hakikat böyle olabilir. Tarihte milyarlarca insanın topluca yanılmasının bir sürü örneği vardır. Tarihî metinleri illa iyiye yorma gayreti dilbilimcinin sabrını zorlar gerçi, ama maksat eğer vicdana ve hakkaniyete uygun bir sonuç çıkarmak ise neden olmasın?

Velakin bana öyle geliyor ki bu yolu seçenler, seçimlerinin mantıki sonuçlarıyla gerçekten yüzleşmeye henüz zannettikleri kadar hazır değildir.

Eğer “gerçek İslam bu değil” ise, Müslümanlığı, tarihî gelenekten bağımsız bir soyut ilke sayıyoruz demektir. Bu da demektir ki, Müslüman geleneğine ait olmayan lalettayin bir toplum, mesela Eskimolar veya İsveçliler, tarihî süreçte Müslümanlık iddia eden bir toplumdan, mesela Suudi Arabistan ahalisinden veya Filistinlilerden daha “gerçek Müslüman” olabilir.

Bu görüşü tutarlı olarak savunan kimse var mıdır? Cemaat ve aidiyet duygusundan bu denli soyutlanan bir din gerçek dünyada kaç kişiyi tatmin eder? Doğrusu emin değilim.


Hayalet kelimelerin peşinde

$
0
0

Arasıra yazıştığım Fransız bir dilci arkadaşım mail atmış, “çaresiz kaldım, zapato hakkında sen ne düşünüyorsun” diye. İspanyolca zapato“ayakkabı”. Bir önceki İspanya başbakanının adı Zapatero idi, yani “ayakkabıcı”. İspanyol Kraliyet Dil Akademisinin haşmetli sözlüğüne bakıyoruz, ne görelim? Sözcük Türkçe zabata’dan geliyormuş. Meğer.

Dur, diyoruz, bunun İtalyancası da vardı, ciabatta“terlik, önü kapalı arkası açık pabuç” manasında. Devoto’nun İtalyanca etimoloji sözlüğünü açıyoruz, al sana bir şok daha. O da “Türkçe ‘Acem pabucu’ anlamına gelen çabata’dan” demiş.

Sizi bilmem ama ben böyle bir kelime hiç duymamışım. “Acaba” deyip bakıyorum. TDK sözlüğünde yok. Eski basımlarında da yok. Meydan Larus’ta yok. Anadolu ağızlarında duyulmuş, gerçek ve hayali bütün kelimeleri derleyen 12  ciltlik Derleme Sözlüğü’nde yok. Eski metinlerde geçen bilumum unutulmuş Türkçe sözcükleri gösteren 7 ciltlik Tarama Sözlüğü’nde yok. Meninski’nin 1680 basımı sözlüğü manyak bir eserdir, gün yüzü görmemiş kaç çeşit kelime varsa mutlaka bulunur: yok. Çağatay Türkçesi için Senglah’a ve Pavet de Courteille sözlüğüne bakıyoruz: yok. Divan-ı Lugat-it Türk’te yok. Azericede yok. Kırgızcada yok. Yokoğlu yok. İçinizde kuşku kalmasın, çabata, çebata, çapata, cabata, zabata, sabata,  چاباته, چباتا, چڀاطه, جباته, akla gelecek her türlü yazışı kontrol ettim. Yok.

Acem pabucu (calzatura persiana) dediğine göre Farsî olabilir mi? Orada da yok. Ne Steingass, ne Burhan-ı Katı böyle bir kelime vermemiş. Çâpâtîvar gerçi, bizim lavaş dediğimiz yassı ekmek. Hint mutfağında Farsçadan alıntı olarak vardır. Türkçede de tek tük geçer. Ama lavaş nerede, pabuç nerede? [Peki, İtalyanca ciabatta aynı zamanda bir ekmek çeşidinin adıdır, “pabuç ekmeği” anlamında. Ama öbür yönde anlam gelişmesi zor, ekmeğin adı pabuca verilmez.]

“Mümkün değil, saçmalamış İspanyollar” diye cevap yazdım, tam send’e basacakken, hoppala: Dr. Saadet Çağatay, Karaçay’ca Birkaç Metin, sf 294: “Kazan lehçesinde köylünün giydiği ve bir nevi ıhlamur ağacı kabuğundan yapılmış olan ayakkabına çabatadenir.”  Kazan lehçesi dediği şey Kazan Tatarcası.

Buyur bu da Tatarca bir mezar yazıtı imiş: “Gusman hafiz kızı idim,/ Haneke sultan atlı idim, / Sehtiyan kiymes naz idim,/ Çabata tapmay baramın” Tercümesi: “Hafız Osman kızı idim, adım Haneke? Sultan idi, sahtiyan giymez nazlı idim, çabata bulamadan gittim (öldüm).” Sahtiyan “pahalı ayakkabı” demek oluyor, çabata da bunun tersi belli ki.

Kontrol edelim, Tatarcanın atası olan Ortaçağ Kıpçak Türkçesinde böyle bir şey var mı? Yok. Codex Cumanicus’ta yok. Kitabül İdrak’ta yok. Kazan dilinde acaba Rusça alıntı olabilir mi? Hayır Rusçada da yok görünüyor.

Şimdi. İspanyolca ve İtalyancaya, hele bu iki dilin ana vokabüler kütüğüne, Kazan Tatarcasından direkt bir alıntı mümkün değildir, hiç hayal kurmayalım. Elbette birtakım İtalyan tüccarlar oralara gitmiştir, elbette Kefe’de Cenevizliler vardı, elbette Dominiken rahipleri 13. yy’da oralarda cirit attılar vs. vs. Ama bu derece damardan bir etkileşim olması için ya Tatar kültürünün İtalyanlar ve İspanyollar nezdinde ciddi bir çekim gücü olması lazım, ya Tataristandan birtakım ticari ürünlerin yoğun olarak Batı Akdeniz’e sevkediliyor olması lazım. Sanki “ıhlamur ağacı kabuğundan yapılmış köylü çarığı” ciddi bir ticaret kalemi olamazmış gibi geliyor bana.

Pes ettim. Vallahi çözemedim. Siz şimdiye dek benim bir kelime hakkında böyle çaresiz kaldığımı gördünüz mü hiç? İşte oluyor.

*
Dünden beri kafam bununla meşgul. Köylü çarığı deyince aklıma saboda geldi. Fransızca sabot“tek parça ağaçtan oyma köylü ayakkabısı”. Bütün kaynaklar Güney Fransa’nın Poitou bölgesi köylü ağzından alındığı konusunda hemfikir, ama etimolojisi hakkında yorumdan kaçınmışlar. Bence zapato ile alakalı olduğu kesin. Ama gidip gideceğin mesafe o kadar, bu da ekstra bir bilgi sağlamıyor bize.

Aynı sözcüğün yüksek-Fransızca karşılığı savate imiş. "Arkalıksız veya arkası basık ayakkabı, çarık, eskimiş pabuç" anlamında. Bir heyecanla ona baktım. 1225 yılından beri kaydedilmiş. Heyhat, atilf de, Larousse étymologique de "kökeni belirsiz" deyip bırakmışlar.

Ebussuud Efendi fetvaları: Tanıklık yasağı

$
0
0


Sünni İslam hukukunun dört mezhebinin ittifakla kabulüne göre, gayrımüslimin mahkemede müslime karşı şehadeti geçersizdir.

Nüfusun büyük bir bölümünün hukukî kişiliğini yok sayma anlamına gelen bu uygulamanın, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 6. ve 7. maddelerine aykırılığı şüphe götürmez.

Madde 6: Herkes, nerede olursa olsun, hukuk [yargı] önünde bir kişi olarak tanınma hakkına sahiptir. 
Madde 7: Herkes hukuk [yargı] önünde eşittir ve herhangi bir ayrım olmaksızın hukukun [yargının] eşit koruması altındadır. 

Belirtelim ki, ABD’de ırk ayrımcılığının en kötü döneminde bile zencilerin mahkemede tanıklık etme hakkına yönelik yasal bir kısıtlama görülmemiştir. Güney eyaletlerinde zencilerin oy hakkına ilişkin kısıtlamalar dolaylı ve fiili uygulamalardan ibaret kalmış, açık bir yasal düzenleme yapılmamıştır. Ancak Nazi Almanyasında Yahudilerin kamu yönetimine katılma, belli meslekleri icra etme ve yasanın eşit korumasından yararlanma hakları, 15 Eylül 1935 tarihli Reichsbürgergesetz ve ona bağlı yönetmeliklerle kaldırılmıştır.


Tanıklık yasağı
Tanıklık yasağı sadece sembolik bir aşağılama değildir, ciddi hukuki sonuçları vardır. Misal:

Mes’ele: Bir kâfir köyünde asla Müslüman olmasa, Zeyd-i müslim Amr-i zimmîyi vurup katl eylese, merkum karye halkının şehadeti Zeyd üzerine geçer mi?
Elcevap: Geçmez, müslim idüğü muhakkak ise. (sf. 120)

Meali: Hıristiyan köyüne musallat olan bir Müslüman haydudun işlediği cinayet, Müslüman tanık bulunmadıkça mahkemede kanıtlanamaz. Ancak Zeyd’in müslimliğinin “muhakkak” olması, yani tahkik edilerek doğrulanmış olması gerekir. Yoksa önüne gelen Hıristiyan katil “ben aslında müslümanım” deyip paçayı kurtarabilir.

Anadolu taşrasının neden ve nasıl Müslümanlaştığını, bu tek örnekten kolayca çıkarsayabiliriz.

 Mes’ele: Bir zimmî fevt olup, varisi kalmayıp, beytülmalci metrukatını talep ettikte Amr-i zimmî “ben satın aldım” deyu dava edip bazı zimmî şahitler ikame eylese, beytülmalci müslim olsa anların şehadetleri mesmu’a olur mu?
Elcevap: Müslüman şahid lazım olur. (sf. 120)

Meali: Gayrımüslim kişi varissiz ölse, mallarını sağlığında falancaya sattığına dair Hıristiyan şahitler çıksa bunların şahitliği dinlenmez; mallara devlet el koyar. Yazılı kanıta itibar etmeyen ve fiş-fatura tanımayan bir hukuk sisteminde bu uygulamanın anlamı şudur: varisi olmayan bir gayrımüslimin yaşamının son döneminde yaptığı tüm satış işlemleri sorgulanabilir.  


Yabancı gayrımüslimlerin statüsü
Zimmînin müslümana karşı şahitliği geçersiz olduğu gibi, harbînin şahitliği büsbütün geçersizdir.

Mes’ele: Emanla gelen harbîler Amr-i zimmî üzerine bir hususta şehadet eyleseler, padişah-ı âlem penah “harbîlerin zimmî üzerine şehadetleri tutula” deyu ellerinde temessükleri olucak, mezburların üzerine şehadetleri kabul olunur mu?
Elcevap: Asla olunmaz, ahidnamelerinde ol kaydı cehele-i küttâb yazmışlardır, nâmeşrû olan nesneye emr-i sultanî olmaz. (sf. 119)

Meali: Elin yabancısının yerli Ermeniye karşı şehadeti geçersizdir. Elinde padişah fermanı da olsa geçersizdir, çünkü hukuka aykırı padişah emri olmaz, cahil bürokratların (cehele-i küttâb) halt yemesidir.

Mes’ele: Zeyd-i zimmî darül İslamdan kat’ı alaka edip darül harbde mütemekkin oldukta, Amr-i zimmî varıp hile ile bir miktar altının alıp gelse, badehu Zeyd ardınca gelse altının almağa kadir olur mu?
Elcevap: Zeyd harbî olucak darül harbde malı masum değildir. Amr’dan alamaz. Amma hîle ile almağın Amr’a helal olmaz. Fukaraya üleştirip yahud beytülmal-ı müslimîne teslim etmek lazımdır. (sf. 122)

Yerli gayrımüslim yurt dışında birini dolandırdı, yabancı kişi hak talep edebilir mi? Cevap: edemez. Ancak yerli hilebaz kazancını fukaraya dağıtsa akıllılık eder, yoksa devlet paraya el koyabilir.

Kapitülasyonların neden gerektiği, Osmanlı’da dış ticaretin 400 sene boyunca neden bunlar sayesinde ayakta kalabildiği anlaşılıyor mu? Kapitülasyon dediğin şey, Türkiye’de iş yapan yabancı özel şahıslara tanınan birtakım ekstra-legal hukuki güvencelerdir. Şer’i hukuka aykırıdır, o yüzden Müftü Efendi bunları cehele-i küttâbın eseri saymaktadır. Kapitülasyonları kaldırdığın gün şer’i hukuku da lağvedip Medeni Kanunu kabul etmen gerekir. Yoksa batarsın, ya da Motorola davasındaki gibi öyle bir dayak yersin ki feleğin şaşar.

Miras ve vesayet
Gayrımüslimin müslime varis olması yasaktır. Gayrımüslimin müslime vasi olması da, Kuran’ın açık hükmü gereği, yasaktır. Uygulamada bu ilke içinden çıkılmaz durumlar yaratır.

Mes’ele: Hind-i zimmiyenin zevci müslim fevt oldukta, Hind mehrini alır mı, yoksa irs tarîkiyle dahi nesne alır mı?
Elcevap: Heman mehrin alır. (sf. 113)

Meali: Nikâh sözleşmesi gereği kocanın ölümü halinde ödenmesi gereken bir mihr varsa ödenir, ama mirastan pay düşmez.

Mes’ele: Zeyd-i müslim Hind-i kâfireyi nikâhlayıp, veled geldikten sonra Zeyd fevt olsa, badehu Hind Amr-i kâfire tezevvüc etmek caiz olur mu?
Elcevap: Olur, ba’d-el iddet. (sf. 113)

Peki, Müslim olan ilk kocadan doğan çocuğun vesayeti, gayrımüslim olan ikinci kocada olabilir mi?

Mes’ele: Zeyd-i zimmî, zevcesi Hind-i zimmiyenin müteveffâ zevci Amr-i müslimden olan evlâd-ı sigârına vasî caiz olur mu?
Elcevap: Olmaz.

Sonuç
Bak “hoşgörü” yapmışlar, ibadetlerini serbestçe yapmalarına izin vermişler, daha halâ ne istersin be adam?

Zapata konusuna devam: Bizden hayalet kaçmaz

$
0
0

Allah internetten razı olsun. Geçen günkü zapato/çabata mevzuu üzerine on düzine mektup geldi, çoğu hiç tanımadığım insanlardan. Beş-altı tanesi ciddi bilgilendirici idi. Öğrendim, aydınlandım; meseleyi çözdüm sanırım.

1. Çabata“hasır örgü ayakkabı” Kıpçak Türkçesine mahsus bir sözcük. Halen Kazan Tatarcasında kullanılıyor, yerel kültürün tanınmış bir unsuru. Buyur makale, “Çabataya medhiye ve mersiye”, uğraşırsan az çok anlaşılıyor. http://luiza-m.narod.ru/smi/tarih/12-chabata.htm [Kıpçakça: bugünkü Kazan ve Kırım Tatarcasının, Karaçay ve Balkarcanın atası olan Türk dili.]

2. Muhtemelen Eski Türkçe çapmak fiilinden türev. Bu fiil, çeşitli diğer anlamlarının yanısıra “kabaca dikmek, yamamak” anlamını taşıyor.

3. Türkiye Türkçesinde çapıt veya çaput, esasen “kabaca dikilmiş herhangi şey, yamalı bohça”. Halk ağızlarında “bezden veya hasırdan yapma ayakkabı” anlamı halen mevcut.

4. Tatarca sözcük Rusçaya чёбот veya чобот(çobot) şeklinde geçmiş. En eski yazılı kayıt 1486'ya ait.

5. Arapça sabata veya sabbata, doğru yazımı muhtemelen صباطة, “bezden yapma çarık, arkası açık pabuç”. Klasik devir sözlüklerinde (Kamus, Lane, Ahteri) yok. Ama Dozy’nin Supplement’ında var. Demek ki sonradan çıkma bir kelime. Arapçada /ç/ sesi yoktur; yabancı dilden alıntılarda daima sad (kalın s, ص) yazılır. Arapçada /p/ sesi de yoktur; alıntılarda genellikle b veya şeddeli bb yazılır. Direkt Kıpçakçadan alıntı olmalı. Kıpçak Türkleri Memluk Saltanatı zamanında, yani 13. yy’dan itibaren Mısır ve Suriye’ye hakim olmuşlardı. Memluklar zamanında Mısır'da Araplara Kıpçakça öğretmek için yazılmış dört beş tane kitap var elimizde. O devirde Arapçaya geçmiş olmalı.

6. İspanyolca zapato ve İtalyanca ciabatta“önü kapalı arkası açık pabuç,” her iki dilde 1200’lerde zuhur etmiş. Arapçadan alıntı oldukları kesin. 1300’ler geçtir, ama 1200’lerin başı Avrupa kültüründe Arap modalarının en etkili olduğu dönem. [Eski İspanyolcada z harfi Arapça sad karşılığıdır, fıslamalı bir /s/ gibi söylenir. Modern İspanya İspanyolcasında /th/ halini alır, ama Latin Amerika lehçelerinde /s/ okunur.]

7. Fransızca savate“arkasız pabuç, çarık” keza 1220’lerde belirmiş. Arapçadan direkt veya İspanyolca vasıtasıyla alınmış olmalı.

8. Fransızca sabot“arkası açık tahta pabuç”, güneybatı Fransa lehçelerine özgü bir sözcük. İspanyolcadan alınmış olması kuvvetle muhtemel. Şehirli Fransızcasında “hırbo, köylü, taşralı” konseptinin bir tür simgesi sayılmış. “Je suis venu à Paris en sabots, et je ne l'ai pas oublié.”

9. Fransızca sabotage“sanayide kasıtlı olarak işi aksatma” tabiri ilk kez 1910’da Fransız demiryolu işçilerinin işi aksatma eylemi sırasında duyulmuş. Birçok kaynakta “demiryolu makaslarına sabo atıp bozdukları için” diyor, ama bu muhtemelen sonradan uydurulmuş bir açıklama. Daha güçlü olasılıkla “salağa yatma, köylülük yapma” gibi bir argo anlamdan türemişe benziyor. Bizde sabotaj en erken Mehmed Bahaeddin Bey’in 1924 tarihli Yeni Türkçe Lugat’inde geçiyor. 

A Turkish Poet on Armenian Reconciliation

$
0
0

Cahit Koytak, born 1949, is probably the greatest living poet of the Turkish language. He is a devout Muslim, a man of vast and philosophical vision, a jazz lover, a latter-day Sufi. He published this poem on April 24, 2013, the 98thanniversary of the Armenian tragedy.

Koytak is a difficult poet to translate – his sinuous syntax hardly carries into English, and the suggestivenes of phrase may sound hollow to unfamiliar ears. I have done my best. You must take me on my word that the original, here, is good poetry as well as a powerful call to action.


2015, The Year of Armenian Homecoming – A Poet’s View

Shall we be reconciled when we admit to be the heirs of Union and Progress,[1]
that band of devilish murderers,
and apologize in their name?  

Shall we, who swear by the honesty of the Prophet and witness to the unity of God,[2]
we who never stood, never stood willingly, in the ranks of those murderers
                in their path of rage and bloodshed,
shall we ask for reconciliation
for having never moved a finger to seek justice and to redress the crime,
for nearly a century,
though we all knew of the enormity of the crime,
and knew the perpetrators,
and yet pretended that there was nothing amiss,
and tolerated those who said so?

Shall we seek reconciliation,
we who are the other members of the same great family, sharing the same house,
for failing to see, blindly, for so many years,
that what was done to them, and to their children, was done to us,
and that their pain, and the pain of their grandchildren, was our pain,[3]
and for doing nothing to call out for justice, and to lighten their burden?

Shall we offer reconciliation
for our indifference, our carelessness, our blindness?


For sitting on, or for keeping silent while others sat, for so many years,
on  the homes, on the gardens and fields and the villages
                from which the Armenians were driven so brutally?


Or, to deserve a great and true reconciliation,
for all this and for all our other debts and perfidies,
shall we open our heart wide enough,
and invite them back into it, their home?

Shall we open our heart wide enough,
to deserve a true and great reconciliation,
that we wish them to come back, with joy and trust,
to the homes, the villages, the fields and gardens which are theirs,
          and see to it that they do so safe and secure, and with a cloudless heart?

Shall we make our table broad enough,
to deserve this great redemption,
that we tell them “the earth belongs to God, and is wide enough;
the earth is His, and we are His family;
His is the land, the house, the shop, the fields and the grain that we all share at His table,
His bounty is large enough to be yours and ours, and this country[4]is your land as well as ours?”


Shall we open our bosom wide enough,
that we reach across the frontier at Ardahan[5], and call,
“see, we live under the same skies,
the same rainclouds wet our fields and our forelocks,
our dreams share the same night,
so let us fling open not only the gates,
but the boundary itself,
and render it as nothing,
and let our arms which reach out to embrace you
be long enough to circle the globe,
to Peru, Argentina and Arizona,
to embrace your spread-out seed”?[6]

Shall our hearts generate a joy great enough
that we proclaim the year 2015 “The Year of Armenian Homecoming”,
and turn it into a year of
homecoming feasts,
homecoming rites,
and homecoming follies?

Shall our soul generate candor and goodwill enough,
and kindness and love great enough to fill the heavens and the earth,
that we invite the lost sons, the lost daughters, and the estranged children of this family,
not only back to their homes in their homeland,
not only to their homes and gardens here,
but back to their homes in our heart,
to the gardens and fields that blossom in our arms,
into the mountains and valleys of our inner soul?

Shall we, to deserve this year of 2015 as a year of Birth,
not only for us and the Armenians, but for all mankind,
a year of homecoming, a year of rediscovery,
a year to breathe in the spirit of God, and the great communion that embraces us all,
can we, the Muslims, weep for those children and women, and the elderly,
who were driven from their homes, murdered, allowed to perish on the road,
abused and soiled and dishonored,
by the devils of that time,
as much as we weep for the victims of Kerbela,
for Hasan and Huseyn, and their women and children?[7]

And shall the year 2015 be, for them too, the Armenians,
a year of reconciliation, a year of joy and redemption,
that they shall deserve by weeping
for the pain of those other sons and daughters of the family,
victims of the mayhem of Hnchakists, Tashnakists and what other wild band,[8]
loosed at a time when our house was on fire,
and for those who, more recently,
lost their homes and their land, and their lives, in Karabagh?
Shall they weep, as they weep for Jesus son of Mary,
or at least lend an ear of sympathy to those who weep?




[1]The Committee of Union and Progress (İttihat ve Terakki Cemiyeti) ruled Turkey 1913 to 1918, carrying out the ethnic cleansing of not only the Armenians, but the Greeks, Bulgarians and others as well. The Turkish Republic was founded by their direct heirs and allies. Neo-Muslim opinion in current-day Turkey regards them – somewhat facilely, perhaps – as a criminal gang that brought the Ottoman Empire down.

[2]The poem addresses “us, the Muslims”. The phrases regarding God and Prophet are code for the Islamic aversion to the founding principles of the Republic.

[3] Viewing the later generations of the Armenian diaspora as victims of tragedy is a huge mental leap for Turkish opinion. It was never, to my knowledge, voiced before.

[4]The original has Anadolu. The English term Anatolia simply does not carry the resonance of the original, which has come to mean the homeland stripped of the nationalistic and exclusivist overtones of Turkey, Turkish, Türkiye. Türkiye is the home of the Turks, Anadolu is the common home.

[5]A town near the Armenian border. The land border between Turkey and the Republic of Armenia has been closed since 1994. An increasingly vocal school of thought now maintains that the border should not only be opened to traffic, but that it should be abolished altogether.

[6]The Turkish foreign minister, Ahmet Davutoğlu, has voiced the possibility of offering Turkish citizenship to members and descendants of the “Turkish diaspora,” i.e. all those Turks and non-Turks banished from Turkey.

[7] The murder of Hasan and Huseyn, grandchildren of the Prophet, at the desert fort of Kerbela, is mourned by all Muslims, but more so by those of Alevite/Shiite persuasion. Their murderer, Yezid, is a synonym for “devil” in Turkish, and that is the word used here twice to refer to the perpetrators of the Armenian massacre.

[8]Turkish public opinion is accustomed to see the Armenian nationalist parties of the turn of the 20th century as blood-soaked terrorist bands, and there has been too much recent propaganda about the bloodshed in Karabagh during the Armenian-Azeri war of 1992-1994. The poet deals with these sticky subjects gently.

Ebussuud Efendi fetvaları: Hz. Ömer ahdi

$
0
0

Hz. Ömer Ahitnamesi yahut Uhdat’ul-Ömeriyye العمريةالعهدة adı verilen metnin sonradan uydurulmuş olduğu konusunda uzmanların çoğu hemfikir görünüyor. Bunun şu anki konumuz açımızdan herhangi bir sonucu olduğunu düşünmüyorum. Sonuçta M 9. yy başında İmam Şafii aynı metnin daha ayrıntılı bir versiyonunu Şafii hukukunun temel dayanakları arasında saymış. [1] İbn Hanbel zimmîlere ilişkin fetvalarını buna benzer bir metne dayandırmış.[2]Az sonra göreceğiz, Ebussuud Efendi’nin fetvaları da aynı ilkeleri sadakatle takip etmiş. Yani, sözgelimi Cihan Eker’in yaptığı gibi “uydurmadır” deyip geçmek, akademik dürüstlüğe pek uygun görünmüyor.[3]

Elimizdeki metni ilk kez Dımışk Tarihi’nde İbn Asakir aktarmış. Sözde İslam fethi sırasında Şam Hıristiyanlarının Ömer’e gönderdiği ahitname imiş. [4]

“Şam kenti ve taşrasında bundan böyle [yeni] kilise, manastır, şapel ve keşiş hücresi inşa etmeyeceğiz; Müslüman mahallelerinde olanlar harap olduklarında onarmayacağız;
kiliselerimizde nākūs’u[5]ancak alçak sesle çalacağız, [kiliselerimizin üzerinde] haç göstermeyeceğiz, ayin ve dualarımızı alçak sesle yapacağız; dini resmigeçitlerde haç taşımayacağız, cenazelerimizde yüksek sesle ağıt söylemeyeceğiz ve cenazelerimizi Müslümanların gezdiği yerlerden ve onların pazar yerinden geçirmeyeceğiz;

Müslümanların bulunduğu yerde şarap satmayacağız;

bir Müslümanı dinimize döndürmeyecek ve dönmesini teşvik etmeyeceğiz;

içimizden biri Müslüman olmak isterse ona engel olmayacağız;

köle edinmeyeceğiz;

kalansuwa,[6] sarık ve sahtiyan gibi kıyafetler giyerek ve saçlarımıza onlar gibi şekil vererek Müslümanlara benzemeyeceğiz; eğerli ata binmeyeceğiz; belimize zunnar saracağız;

Müslümanların diliyle konuşmayacak ve onların adlarını kullanmayacağız; Arapça mühür kazıtmayacağız;

Kılıç taşımayacağız, üzerimizde ve evlerimizde silah bulundurmayacağız;

topluluk içinde Müslümanlara saygı gösterecek ve talep edildiğinde yerimizden kalkarak onlara yer vereceğiz;

onlardan yüksek evler yaptırmayacağız;

ticaret dışında onlarla ortaklık etmeyeceğiz;

her Müslüman yolcuyu, görenek uyarınca, üç güne kadar evimizde konuk edeceğiz;

bir Müslümana söven veya bir Müslümana el kaldıran himaye görmesin.”[7]

Bakalım Ebussuud Efendi ne demiş.

Mes’ele: “Zimmîler kul ve cariye kullanmasınlar” deyu emr-i şerif var iken, kullananlara şer’an ne lazım olur?
Elcevap: Ta’zîr-i şedîd ve habs-i medîd lazımdır.

Tazir-i şedid normal olarak falakadır; habs-i medid “uzun süreli hapis” demektir. Süre limitlerine ilişkin bir makale okuduğumu hatırlıyorum ama şimdi aramaya üşendim. Bir kişinin hizmetçi ve cariye kullanıp kullanmadığı nasıl tespit edilir? İftiranın önü nasıl alınır? Evlatlık ve besleme sahibi gayrımüslimler hayat boyu hangi riskle yaşarlar?

Bizdeki gayrımüslimlerin çekirdek aile yapısına daha yatkın olmalarında bu hukuki düzenlemelerin ne etkisi olmuştur?

Mes’ele: Ehl-i İslam içinde olan zimmîleri, yüksek müzeyyen evler yapmakdan ve şehir içinde ata binmekden ve fahir kıymetli libas giymekden ve yakalı kaftanlar giymekden ve ince tülbendler ve kürkler ve sarıklar sarınmakdan, velhasıl ehl-i İslama ihaneten kendilerini ta’zimi müş’ir ef’alden men’ eden hakim indallah müsâb ve me’cûr olur mu?
Elcevap: [Olur] (sf. 114)

Bkz. ABD güney eyaletlerinde zencilerin ön kapıdan otobüse binme yasağı.  

Mes’ele: Bir kâfir karyesinde iki müslüman olup, kefere kiliselerinde tahta çaldıklarında mezbûrân kimseler şer’an men’e kadir olurlar mı?
Elcevap: Re’y-i hakimle olurlar, salih kimseler ise. (sf. 115)

Gayrımüslim köyünde iki Müslüman olsa, çan çalmalarını engelleyebilir mi? Temiz adamlarsa evet, hakim kararıyla. Akla gelen soru: Bir gayrımüslim köyüne musallat olan iki Müslümanın yapabileceği şantajın sınırı nedir? [Not: Osmanlı diyarında metal çan çalmak yasak olduğundan, 19. yy ortalarına dek sadece tahta çan kullanıldığı söylenir. Araştırmadım.]

Mes’ele: Bir kasabada nasara taifesi yılda üç gün bir mahalde cem’ olup, adet-i kadimleri üzere lehv ü lu’b edip, amma kimseye zararları olmayıp ve müslümanlara asla müte’arrız değiller iken, yahudi taifesi mezburlar ile adavetlerine binaen men’e kadir olur mu?
Elcevap: Ehl-i islam men etmek lazımdır. “Kimseye zararı yoktur” demek kizb-i sarihadır, dinsizdir. Cum’a kılınır kasabada kefere bu vechile alâm-i küfrü izhar etmek dine zarardır. Ne ol mel’unlar ne yahudi mel’unlar asla ol asıl vaz’ etmek caiz değildir. Döğe döğe cemiyetlerin dağıtmak lazımdır. Hakim müsalehe ederse azli vaciptir. (sf. 117)

Soru: Bir kasabada hıristiyanlar eski gelenek uyarınca yılda üç gün bir yerde toplanıp eğlence ve oyun düzenlese, fakat kimseye zararları olmasa ve müslümanlara asla dokunmasalar, yahudiler bunlara düşmanlıklarından yasaklatabilir mi? Cevap: Yahudiler yasaklatamaz, müslümanların yasaklatması gerekir. “Kimseye zararı yok” demek yalandır ve dinsizliktir. Cuma kılınan bir kasabada kâfirlik alametlerini bu şekilde açıkça teşhir etmek dine zarardır. Ne o melunlara, ne Yahudi melunlarına izin verilmemelidir. Döğe döğe topluluklarını dağıtmak gerekir. Hakim müsamaha gösterirse azli vaciptir.

Mes’ele: Bir dağ başında kadimî bir kilise olup, kâfirler üzerinde perhize çıkıp, çan çalıp ve etrafına kâfirler cem’ olup, ruhbanları ayin-i bâtılları üzre va’z eyleyip, kâfirler ağlaşıp giriv eyleseler, müslümanlar kiliseyi hedm eylemeye kadir olurlar mı?
Elcevap: Eğer etrafında asla şenlik yok ise taarruz olunmaz. Eğer var ise, şiar-ı küfrü bu mıkdar izhar etmekten men’ ve zecr olunmak lazımdır. (sf. 117)

Dağ başındaki bir kilisede hıristiyanlar şımarsa o kilise yıktırılır mı? Cevap: Etrafında yerleşim yoksa yıktırılmaz. Varsa [gene yıktırmayıp] kâfirliğin bu denli serbestçe icrası önlenmeli ve edenlerin gözü korkutulmalıdır.    

Amcada hoşgörü kuvvetli!


[1]Kitab’ul-Umm IV.112, İngilizcesi A.S.Tritton, Muslims and Their Non-Muslim Subjects, sf. 12 vd. http://ia600304.us.archive.org/22/items/caliphsandtheirn029590mbp/caliphsandtheirn029590mbp.pdf

[4]İbn Asakir (ö. 1176) Şam Darülhadis’inin kurucusudur, medrese ilminin temel direklerinden biri.

[5]Günümüzde “çan” anlamında; ancak özgün anlamı mutemelen tahtadan yapma bir tür çıngırak.

[6]Bir tür yüksek kavuk.

[7]Tritton sf. 5 ve 7, bir-iki kelime farkı olan iki ayrı versiyon aktarır.

Ebussuud Efendi Fetvaları: Hangi kilise yıkılmalı?

$
0
0

İslam hukukunun birincil kaynaklarına dair Batı dillerinde olsun, Türkçede olsun dişe gelir malzeme bulmak imkânsız gibi. Yüzyıllarca Hanefi hukukuna göre yönetilmiş bir ülkede, Hanefi mezhebinin temel eserlerinden hiç birinin çevirisi yok. Ne Ebu Yusuf, Kitabül Harac, ne Şeybanî, Kitabül Asl veya Camiül Kebir veya Camiül Sağir. Türkçesinin olmaması hadi doğal diyelim, buralarda cehalet imanın birinci şartı sayılır. İşin tuhafı Almancası yahut İngilizcesi de yok. Berlin Kütüphanesinde, hayrettir, Arapçaları bile yok. Şafii hukuku keza. İmam Şafii’nin Risale’sinin Lowry çevirisi mevcut, ama Kitabül Ümm’ün aslını veya çevirisini ara ki bulasın.

Dolayısıyla ikincil kaynaklarla, ansiklopedi maddeleriyle falanla yetinmek zorundayız. Bunların ne kadar güvenilmez şeyler olduklarını insan zamanla öğreniyor, hayret ediyor. Bir kere yerliler baştan aşağı tevil ve riya, hakikati bulmak diye bir kaygı bunların semtine uğramamış, tek bildikleri şey kasaba tüccarı mantığıyla İslam pazarlamak. Yabancılar biraz daha düzgün, ama onlarda da kulaktan dolma, sorgulanmadan aktarılmış basmakalıp yargılar çok. 

[Tuhaftır, İslam ülkelerinde gayrimüslimlerin statüsüne dair en çok ve en ciddi yayın 20. yüzyılın ilk yarısında Hindistan’da çıkmış. Anlaşılan yeni Hindistan hukukunu oluşturma çalışmalarının bir parçasıymış. Ama orada da maksat dinlerarası barış dostluk ve kardeşliği tesis etmek olduğundan, kimse netameli konulara fazla girmek istememiş.]

*
Geçen gün aktardığım Ömer Ahitnamesini, Batılı kaynakların bazıları, ihtiyat kaydıyla, Ömer bin Hattap’a değil ama Halife II. Ömer’e (ö. M 720) atfediyorlar. Zimmilerin devlet hizmetinden topyekûn kovulmaları ve kıyafet kısıtlamaları ilk bu halife döneminde kaydedilmiş. Elimizdeki metin büyük olasılıkla bu dönemde yapılmış bir veya birkaç sözleşme üzerinden, yüz yıl kadar sonra derlenmiş bir belge. [Metnin çeşitli yazma versiyonları arasında da farklar var. Mesela bazılarında “zimmiler köle ve cariye edinemez” derken, bazılarında “Müslüman köle ve cariye edinemez” diyor.]

8. yy sonlarına dek oldukça esnek ve birbiriyle çelişen uygulamalar var. Belki bu yüzden, Ebu Hanife’nin (ö. 767) konuya dair yargıları nispeten daha yumuşak iken, sonraki iki kuşakta, Maliki mezhebinin kurucusu olan Malik b. Enes (ö. 795) ve Şafii mezhebinin kurucusu İmam Şafii (ö. 820) çok daha katı kurallar getirmişler. İslam ülkesinde yeni kilise inşa etme yasağı en geç Harunürreşid (786-809) devrinde norm haline gelmiş görünüyor. Daha önce bu kural vardı da eksik mi uygulanıyordu, yoksa sonradan mı oluşturuldu? O devir hukukçularının bile diyalektik becerisini zorlayan böyle bir konuyu bugün çözmek mümkün değil sanırım.

Her halükârda Mütevekkil zamanında (847-861) çıkarılan bir kararnameyle İslam fethinden sonra yapılmış olan bütün kiliselerin yıkılması emredilmiş. Zimmilerin ata binmemesine, kılıç taşıyamamasına ve sarı cübbe ve zünnar giymesine ilişkin kurallar da ilk bu tarihte net olarak kayıtlara geçmiş.

*
Dört mezhebin ortak içtihadına göre İslam ülkesinde yeni kilise kurmak (ihdas etmek) kesinlikle yasak görünüyor. Ancak uygulamada bu genel ilkenin ince nüansları var. İslam ülkesi ne demek? Yeni ne demek? Kilise ne demek? Kurmak ne demek?

Bakalım Ebussuud Efendi hangi sorularla cedelleşmiş?

Mes’ele: Bir kilise hîn-i fetihte müslümanlar malik olduktan sonra, nasara iştirâ edip geri kilise eylemeye kadir olurlar mı?
Elcevap: Olmazlar, mümkin değildir.(sf. 128)


Bir kilise fetihten sonra Müslümanların mülkü olmuşsa, Hıristiyanlar parasıyla satın alıp yeniden kilise edebilirler mi? Edemezler, ihdas sayılır.
Mes’ele: Hind-i zimmiye mahrûsa-i Konstantiniyye’de Amr-i Müslimden iştirâ eylediği kilise-i mu’attalasını kilise ittihaz edip, vakfiye yazdırıp, kilise-i merkumu ibadet-i nasara üzere vakf eyleyip, teslim ilel-mütevelli edip, lüzumuna hükm olunup, hükkâm-ı ehl-i islamdan bazıları imza eyleseler, zikr olunan vakıfname ma’mulün bihâ olur mu?
Elcevap: Vakıfname bâtıl-ı mahzdır. Emsâr-ı müslimînde kilise bina etmek nice nameşru ise, memluke olan kilise-i muattalayı kilise ittihaz etmek nameşru idüğü kütüb-i fetâvâda mestûr iken, anı bilmemeğe binaen yazılmışdır ve imza olunmuşdur.
Hıristiyan kadın İstanbul’da Müslüman kimseden satın aldığı terkedilmiş kiliseyi yeniden kilise etse, islam hukukuna uygun olarak Hıristiyan ibadetine vakfetse, mütevelliye teslim etse, islam mahkemesinden bunun geçerli olduğuna dair imzalı mühürlü hüküm alsa o vakıfnameye göre iş görülür mü? Vakıfname geçersizdir, çünkü İslam ülkelerinde? kentlerinde? (emsâr-ı müslimînde)kilise inşa etmek nameşru olduğu gibi, mülk haline gelmiş başıboş kiliseyi kilise edinmek de nameşrudur. Fetva kitapları böyle yazar. Hakim bunu bilmediğinden imzalamıştır.

Cevapta gizli hinlik emsâr sözcüğündedir.  Misr, çoğulu emsâr أمصار, Arapçada hem ülke hem kent anlamına gelir. Halbuki gerek Hanefi doktrininde, gerek Osmanlı uygulamasında temel uyuşmazlık noktalarından biri tam da buradadır. İslam ülkesinde kilise yapımı topyekûn yasak mıdır? Yoksa Hıristiyan köylerinde yeni kilise yapılabilir mi?

Mes’ele: Padişah-ı islam fethettiği kalenin varoşunda kilise olmayıp, badehu kefere gelip mütemekkin olup “evvelden bizim bunda kilisemiz var idi” deyu kiliseler ihdas etseler, müslümanlar kal’ ettirmeğe şer’an kadir olurlar mı?
Elcevap: Olurlar, kalede Cum’a kılınırsa.(sf. 129)
Burada varsayılan genel ilke, İslam KENTİNDE yeni kilise yapılamayacağıdır. İslam kenti demek, cuma camii olan yerleşim demektir. Peki, Rumeli vilayetlerinin genel usulü gereği, kale fethedilip müslümanlarca iskân edildikten sonra, hıristiyanlar kale dışına (varoşa) yerleşip orada yeni kilise yaparlarsa müslümanlar bunları yıktırabilir mi? Cevap: Yıktırabilir. Gizli varsayım: çünkü varoş ayrı kent sayılmaz, müslüman kentidir.
Mes’ele: Müslümanlar ve zimmiler mahlut olan karyede, zimmiler ihdas ettiği kiliseyi hakim-üş-şer’ yıktırmağa kadir olur mu?
Elcevap: Mescid var ise olur.
Müslümanlarla zimmilerin karışık olduğu bir köyde zimmilerin yeni inşa ettiği kiliseyi hakim yıktırabilir mi? Mescit varsa yıktırabilir. Aynı ilke. Ama bu sefer cum’a dememiş, mescidi yeterli saymış.
Mes’ele: Cum’a namazı kılınıp, mekteb olan ve Kuran-ı azim ta’lim olunan kasabada, zimmîler bir hadis kilise ihdas eyleseler kal’ı lazım olur mu?
Elcevap: Olur. 
Mes’ele: Keferenin kiliseyi tamirine muavenet eden müslümanlara ne lazım olur?
Elcevap: Kıdemine mu’tekidler ise nesne lazım olmaz. Hudûsuna mu’tekidler ise ta’zîr-i şedîd lazımdır.
Bu sefer alabildiğine net ve kapsamlı. Hıristiyanların kilise yapmasına yardımcı olan müslümanlar eğer kilisenin eski olduğu inancıyla yapmışlarsa sorun yok, yeni olduğuna inanarak yapmışlarsa sıkı sopa (ta’zîr-i şedîd)gerekir.
Mes’ele: Bir kasabada bir kilisenin avlusu küçücek iken, kefere bir mikdar yer alıp tevsi’a kadir olurlar mı?
Elcevap: Şimdiye değin iktifâ etmişler, min ba’din dahi iktifâ ederler.
Yeni kilise yapamazlar peki, avlusunu büyütebilirler mi? Cevap kaçamaklı: şimdiye kadar yetinmişler, bundan sonra da yetinirler. Kural koymaktan kaçınmış.
Mes’ele: Bir şehirde kefere kiliselerinde, evvelden yok iken, keşişler sakin olacak bazı odalar ihdas eyleseler, müslümanlar marifet-i hakim ile yıktırmağa kadir olurlar mı?
Elcevap: Olurlar, kiliseye muttasıl ise.
Kilise inşa edemezler peki, ama kilisenin yanına keşiş hücreleri ekleyebilirler mi? Kiliseye bitişik ise ekleyemezler. (Demek ki, bitişik değilse ekleyebilirler. Bitişik ise kiliseyi büyütmek anlamına gelir, doktrine aykırıdır.)
Mes’ele: Bir müslüman şehrinde olan kefere mahallesi kilisesi ile yandıktan sonra Zeyd-i zimmî kiliseyi vaz’-ı aslîsine muhalif, taş ve kerpiç ile bina ettikte, müfettiş kadısı mezbur kilisenin yıkılmasına toprak kadısına Amr ile gönderdiği mektubu Amr hıfz edip kadıya göstermese, ve şehrin eimme ve hutebası dahi kilise-i mezburenin yıkılmasına sa’y etmese, şer’an Amr’a ve eimme ve hutebaya ne lazım olur?
Elcevap: Amr’a ta’zîr-i şedid ve hapis lazımdır. Sairlerine azil lazımdır. Kilise hedm olunup evvelki gibi bina ettirilir.
Hıristiyan mahallesi ile birlikte kilise yansa, Zeyd bunun yerine taş ve kerpiçten yeni kilise inşa etse, teftiş hakimi yerel hakime kilisenin yıktırılması için yazı yazıp Amr ile gönderse, Amr yazıyı saklasa, şehrin imam ve hatipleri kiliseyi yıktırmak için çaba göstermese ne olur? Amr’a sopa ve hapis gerekir, imam ve hatipler azledilir, kilise yıktırılır ve eskisi gibi bina ettirilir.  

*
Demokrasilerde çare tükenmez. Ne yapmışlar biliyor musunuz?  Hıristiyan mahallesine yeni kilise yapmak gerektiğinde sözüne güvenilir yedi mi, oniki mi şahit bulup uygun bir yeri eşelemişler, orada eski kilise kalıntısı bulduklarına dair tutanak ve bilirkişi raporu düzenlemişler, tamir izni almışlar. Bizim Şirincenin kilisesi öyledir mesela. 1790’larda köy iskân edilmiş. 1805’te kiliseyi bitirip “burada bulunan eski kiliseyi Allahın izni ve padişahın himmetiyle tamir ettik” diye kapısına yazıt yazdırmışlar. Var mıymış orada eski kilise? Vallahi ben yemem, yemek isteyen yer.

Etrafınızdaki kiliselere (kalmışsa) bakın bakalım, neden Osmanlı ülkesinde bütün kiliselerin tamirat yazıtı vardır da ilk yapım yazıtı asla yoktur, çözebilecek misiniz?

Tabii ben yemiyorsam, yemeyen başkaları da çıkar. İş olup bittikten yüz sene sonra eski dosyaları açarlar, Halife Mütevekkil öyle yaptırmıştı, Ebussikim’in fetvası da var, yıkın bakalım diye kapısına dayanırlar. İşin yoksa kadıyı besle, valiye hediye yap, sancakbeyine sus payı ver, bir sonraki vartaya kadar zaman kazan.

Şüpheniz olmasın, zihniyet halâ aynı zihniyettir, sistem de aynı sistem. 1400 senelik zehir bu, tedavisi kolay değil.

Muhammed vs. Nişanyan davasında son durum

$
0
0
İstanbul, Bursa ve galiba Konya'da üç mahkemede benim meşhur Nefret Suçları yazısına ilişkin dava açmışlar. Bugün Selçuk Sulh Cezada üç dava için talimatla ifademi aldılar. Aşağıdaki ölümsüz mısraları üç defa okuyup copy-paste ettik. Hakim, kâtip ve mübaşir gülmemek için canhıraş çaba gösterdiler.

Sanık ifadesi

Muhammed adlı şahıs, kâinatın yaratıcısı olan yüce tanrı ile, neuzubillahi teala, iletişim kurduğunu ve ondan bir kitap aldığını iddia etmiştir. Benim vicdanî ve dinî kanaatime göre bu davranış küfürdür ve küfürlerin en büyüğüdür. Buna rağmen ben Muhammed adlı şahıstan ve onun övücülerinden şikâyetçi değilim. Herkes, başkasının haklarına tecavüz etmedikçe, dilediği yanlışa inanma ve dilediği hurafeyi hakikat sayma hakkına sahiptir.

Adı geçen şahıs, haşa sümme haşa, kâinatın yaratıcısı ile girmiş olduğunu iddia ettiği iletişim sayesinde, daha önce silik bir tüccar iken, kısa sürede bütün Arabistan’ı kapsayan siyasi egemenliğe kavuşmuş, aynı zamanda 30.000 kişilik ordular sevk edecek mali kaynakları elde etmiştir. Yine “peygamberlik” iddiasına istinaden, hadis ve siyer kaynaklarının bildirdiğine göre, toplam en az onbir eş ve iki nikâhsız cariyeye sahip olmuştur. Dolayısıyla, adı geçen şahsın tanrı ile kurmuş olduğunu iddia ettiği iletişim sayesinde, siyasi, mali ve cinsel menfaat elde ettiği, aksi iddia edilemeyecek bir tarihî olgudur. Menfaat elde etmek suç değildir; ahlaken her zaman ayıplanan bir davranış da değildir. Dolayısıyla, Muhammed adlı şahsın “peygamberlik” iddia ederek menfaat elde ettiğini söylemek, ona suç veya ahlakdışı bir davranış isnat etmek anlamına gelmez. Ahlaki yargılardan bağımsız bir tarihi olguyu ifade eder.

Buna rağmen ben, bazı insanları rahatsız edebileceğini düşünerek, iddia konusu yazımda bu tarihi olguları ileri sürmedim. Muhammed adlı şahıs şöyledir veya böyledir gibi bir ifadeden dikkatle kaçındım. Ancak, eğer Muhammed’e ilişkin bu olguları ifade etmek isteyenler varsa, bunun onların en doğal hakkı olduğunu ve bu hakkın tecavüzkâr kişi ve zümrelere karşı kamu eliyle korunması gerektiğini belirttim.

Bunun aksini iddia edenlerin, temel hukuk terbiyesinden yoksun cahil kişiler olduğu kanısındayım.

Tarihi ve hukuki olguları söylemek, birtakım kişilerin duygularının veya önyargılarının incinmesine yol açabilir. Bu üzücüdür. Ancak bundan hukuki anlamda bir zarar veya bir hak türetmenin, medeni bir hukuk sisteminde, mümkün olamayacağı kanaatindeyim. Olguları söyleme hakkını birtakım kişilerin hisli duygularını incitmeme şartına bağlamakla elde edilebilecek herhangi bir kamu yararı bulunduğunu da tahmin etmiyorum.

Sefer ne demek?

$
0
0


Arapça seferسفر“yolculuk”, ama özellikle uzun yürüyüş ve galiba kasıt ve biraz meşakkat içeren bir yürüyüş. Akşamleyin belediye parkında yapacağın gezinti sefer sayılmaz. İngilizce doğru karşılığı march olur sanırım, journey veya trip veya travel değil. March’ta da sağlam ve kararlı adımlarla yürüme fikri var. Tıpkı sefer gibi, düşmana karşı yürüme eylemini de içeriyor.

Akraba dillerden Aramicede sphârסְפָר“sınır” demekmiş. Daha doğrusu serhat, sınır diyarı, ta uzaktaki yer. Bunun umulmadık bir türevi var. Sphâradסְפָרַד, Tevrat’ta bir kere geçiyor, Batıdaki uzak bir ülkenin adı. Kimi yorumculara göre Anadolunun Ege sahilinde bir yermiş, ki Filistin’den bakarsan yeterince sınır sayılır. Ama aşağı yukarı Milat döneminden itibaren (tam doğrusu, Yonathan Targum’undan itibaren) İspanya ülkesinin Yahudice adı olarak benimsenmiş. Bu ülke kökenli Yahudilere halen sepharad (sefarad) deniyor.

İbranice sêpherסֵפֶו, Aramice siphrâסִפְרָא“risale, kitap”. Bu sözcük Kuran Arapçasında sifrسِفرdiye geçer, kitap demektir, ama özellikle ve sadece Musa’ya “indirilmiş” olduğu rivayet edilen kitabı kasteder.  Kamus “hakikatleri bildiren bir kitap” diye bilhassa tasrih etmiş; hakikat yoksa sifr yok yani. Oysa daha eski kaynaklara bakarsan sêpher “her türlü yazı, mektup, belge, name”. Babil ve Asur Akadcasında eşdeğer sözcük şipru“mektup, resmi belge, yazı”. Şapâru“yazı yazmak, kâtiplik yapmak, istinsah etmek”. Dolayısıyla “emir ve ferman yazmak”. Dolayısıyla “ülke veya vilayet yönetmek, hükümran olmak.” Chicago Assyrian Dictionary, cilt 17/I, sf 430’dan itibaren 18 sayfa boyu fiilin bütün nüanslarını belgelemiş.

*
Yok canım olamaz diyorsun, diller akraba diye her kelime kökteş olmak zorunda değil. Sefer etmek, sınır ve yazı yazmak, kel alaka?

Sonra İngilizceleri aklına geliyor. To march (fiil) ve march (isim): sert ve kararlı bir şekilde yürümek, sefer etmek. Germenceden Fransızcaya, oradan İngilizceye gelmiş. Fransızcada ise marcher alelade "yürümek" demektir. Marş motoru "yürüteç", marş "yürüyüş şarkısı", marş marş, "yürrü."

Diğer march, “sınır ülkesi, serhat”. Almancası Steiermark yahut Danmark’taki Mark. Sınır ili beyine marquis denir, Türkçe yazımı marki; bunun hanımı markiz, pastanesi de var.

To mark (fiil) ve mark (isim): iz ve işaret koymak, imlemek. Orijinal anlamı özellikle sınır belirlemek, sınır alameti koymak. Germence markjanfiilinden direkt evrilmiş. Alman markı, esasen “damgalı para” anlamında, kraliyet tuğrası basılmış yani. Almancadan İtalyancaya geçen marca, yine “mühür, damga” anlamında, dolayısıyla ticari alamet, marka.

Margin: bu sefer Latinceden, “sınır”. Marjinaldemek, toplumsal değer yargılarının sınırlarında dolaşan. “Serhat eri” desek?

Bu kadar benzerlik tesadüf olamayacağına göre, Hintavrupa dilleri ya da en azından onların Germen kolu ile Sami dilleri arasında, hayır kök birliği yok, ama paralel bir mantık yürütülmüş olması lazım, değil mi?

Nedir o mantık? Emin değilim. Literatürde de bir şey bulamadım. Şöyle düşünsek? Bu kelimelerin oluştuğu devirde henüz organize yol diye bir şey yoktu, yol demek gide gele oluşmuş ayak izi yahut patika demekti. Eh sınır da aşağı yukarı böyle bir şey, yerde çizdiğin bir iz. Yazı yazmak deyince de kâğıt kalem yahut Microsoft Word düşünme, çekici çiviyi eline alıp taşın yahut kilin üstüne çizik atıyorsun. Bu mudur ortak fikir?

Yoksa uzak yere gitmek (sefer), uzak yer (sınır), uzak yere görevle adam göndermek (sefir), o adamla gönderdiğin yazı (sifr) gibi bir anlam zinciri mi var? Yok bu değil sanırım, ilki daha mantıklı.

Hem bak, Arapça sefrسَفرvarmış, “iz” anlamında. Lane sözlüğü “a mark, an impression, a trace” demiş, özellikle de akan suyun arazide bıraktığı iz. Gördün mü, gene mark.

*
Arapça sefer’in iki türevi Türkçede neredeyse yerlileşmişler, onları da analım, eksik kalmasın.

İlki süfreسفرة, Türkçe modern yazımı sofra. Esasen “yolculuk yemeği, azık”. İkincil olarak, azık bohçası, “ki yemek vakti yere serilip üzerinde yemek yenir” diye belirtmiş eski sözlükler.

Diğeri müsâfirمسافر, “yolcu” demek. Halen bütün Arap dillerinde, Farsçada ve Swahili’de bu anlamda geçiyor, havaalanlarında filan görürsünüz. Türkçede ise, geleneksel Türk konukseverliğin tezahürü olmalı, “konuk” anlamı ağır basmış.

İslam tarihine giriş: Resmi Tarih öğretisi

$
0
0

Resmi Tarih oluşturma süreci her çağda ve her kültürde aşağı yukarı aynıdır.

Bir, sivilceler temizlenir. Kahramanımızın yenilgileri, yanlışları, ahlaken savunulması zor eylemleri unutulur. Mesela 1918 Suriye hezimeti hafızalardan silinir. Dersim katliamı küçük, belirsiz bir dipnota indirgenir. Troçki eski fotoğraflardan kaybolur.

İki, gri ile grinin savaşı siyah ve beyaza dönüştürülür. Gerçek hayatta yüzde yüz kötülük, yüzde yüz kahramanlık, yüzde yüz haklılık, yüzde yüz düşmanlık yoktur. Oysa Resmi Tarihte bir taraf daima hain, kalleş, korkak ve art niyetlidir; diğer taraf cömert ve cesurdur, uzun vadede daima doğru kararları verir. Tereddüt tarihten kovulur. Aklı başında bir sürü insan neden Amerikan mandasını savundu? Londra konferansında barış yapılsa daha mı iyiydi? İngilizlerin Malta sürgünü kararı hangi akla hizmet etti? İyi ile Kötü’nün kozmik savaşında bu tür kafa karıştırıcı detaylara yer yoktur.

Dolayısıyla, üç, mutlaka bir Kötü Vezir gerekir. Kahramanın yanlışları ve kararsızlıkları bununla açıklanır. Hazret mutlak iyiydi, haşa hatası yoktu, ama en yakınına kadar sızmış soysuzlar onu (kısa bir süre) yanılttılar. Gazi büyüktü, ama İnönü kötü. Fatih büyük adamdı ama Çandarlı hainlik yaptı. Muhammed temizdi ama ashab ve ahlaf onu anlamadılar.

Olmamış bir şeyi olmuş göstermek anlamında pozitif yalana Resmi Tarihte pek rastlamazsın. Yalan tarih icat etmek zordur. Olayları yaşamış olanlar veya onların çocukları ve öğrencileri, Resmi Tarihin üretildiği süreçte çoğu zaman hayattadır. Kutsal saydıkları – üstelik sayesinde itibar ve mevki sahibi oldukları – anılarına ihanet etmezler, ettirmezler.  

Binde bir, belki “komünizm Türk milletinin düşmanıdır, her görüldüğü yerde başı ezilmelidir” gibisinden birkaç uydurma hadis çıkabilir.[1] Ama onların da akla mülayim olması, Hazret bilfiil söylemediyse bile söyleyebilirdi ve söylese iyi olurdu cinsinden şeyler olması gerekir. Yoksa Kutsal Anı Bekçileri öyle bir yaygara koparırlar ki, maazallah Hazret’in anısına hakaretten kellen gider.

*
İslamın kuruluş yıllarına ait bildiğimiz her şey, Hicretten 100 ila 200 yıl sonrasına ait Resmi Tarih mahsulüdür derken işte böyle bir süreci kastediyorum.  

Yalan var mı? Zannetmem. Varsa bile tablonun bütününü kökten etkileyecek boyutta değildir. Kaldı ki İslam’ın resmi tarihinin oluşturulduğu devir, emsallerine oranla sofistike, eleştirel düşünceye açık, metin analizi tekniklerine vakıf bir çağdı. Elde sağlam delil olmadıkça bir şey aktarmış olmaları zor.

Peki doğru mu?Şimdi kafanızı karıştırmış gibi olmayayım ama, ona da hayır diyeceğim. Griyi siyah beyaza çevirince doğruyu söylemiş olmazsın. İnsani gerçekliği destani gerçekliğe çevirmiş olursun. Mitolojize etmiş olursun. Kuşkulardan, tesadüflerden, çelişkilerden, yalanlardan, kalleşliklerden, güzelliklerden, aptallıklardan örülmüş alelade bir insan hikâyesini kozmik bir drama dönüştürmüş olursun. Bunun neresi doğru?

*
Elimizdeki kaynaklar şöyle.

Bir, Kuran. Muhammed’in çeşitli tarihlerde telaffuz ettiği birtakım mantralar, ölümünden yirmi ila otuz yıl sonra sözlü hafızaya istinaden yazıya dökülmüş. Diyorlar. Amma, elimizdeki en eski yazılı metin parçaları bu tarihe değil, Muhammed’in ölümünden yaklaşık 90 yıl sonrasına ait. Metnin Osman zamanında şu veya bu yöntemle derlendiğine dair rivayetler ise ancak bir 90 yıl daha da sonra kaydedilmiş. Hem üstelik, tesadüfe bak, “elimizdeki Kuran aslı değil yanlış” diyen seslerin ayyuka çıktığı bir devirde kaydedilmiş, faydalı bir siyasi konjonktüre denk gelmiş.

Peki bu rivayetler yalan mı? Zannetmem, bakınız bu yazının başı. Ama süreçte hangi sivilceler temizlenmiş, hangi bulanıklıklar siyah beyaz edilmiş, hangi tuhaflıklar “Hazret olsa olsa şunu kastetmiştir” hesabıyla editlenmiş, incelemeye değer bir mevzumuş gibi geliyor bana.

M 629 yılına ait bir Rum propaganda risalesinin tartışmasını “vahiy” diye kabul eden bir derlemenin[2] saf ve bakir bir aktarım metni olduğuna kimse inandıramaz beni.

*
İki, hadis. Peygambere atfedilen sözler derlemesi, hepsi 30 bin tane kadar. Hicretin 150 küsuruncu yılında derlenmeye başlamış, ama elimizdeki büyük koleksiyonlar Hicri 220 ila 250 yıllarına ait.

Yalanı var mı? Vardır belki, bazı hadisler 3. yüzyılın siyasi ve hukuki tartışmalarına kuşku uyandıracak ölçüde “cuk oturuyor”. Nitekim kendi çağında da her birinin otantikliği sorgulanmış. Kuşkuları gidermek için hayret edilecek ölçüde – hatta bugünün Türkiye’sinin entelektüel seviyesini birkaç gömlek aşan bir ölçüde – sofistike bir analiz ve eleştiri mekanizması kurulmuş. Bu mekanizmanın sistemli bir bias, bir tür ışık kırılması doğurmuş olması mümkün, hatta muhtemel. Ama saf palavraya çok geçit vermiş olabileceğini sanmam.

Üç, siyer. Peygamberin biyografisine dair bildiğimiz hemen her şey Taberi’nin Tarih’inden[3] geliyor, Hicri 270 küsur yılında yazılmış. Taberi anlatısının esas kaynağı İbn İshak, H 150 civarında ölmüş, yıllarca Medine’de kalıp peygambere dair anekdotlar toplamış, çoğunu bu işin piri sayılan İbn Şihab’dan (ö. H 120) aktarmış, o zat-ı muhterem de Peygamberi tanıyanların rahlesinde ders gören Urve b. Züheyr’den (ö. H 90) feyiz almış. Ama bunların hiç birinin orijinali elimizde yok. Taberi var.

Taberi ciddi ve titiz bir tarihçidir. Herhangi çağ ve medeniyette yaşasa “büyük tarihçi” unvanını hakedecek biridir. Delilsiz konuşmaz; yargı ile önyargının farkını bilir; muazzam bir analitik zekâsı vardır. Yani yalan haber aktarmış olması zor. Ama şu da basit bir gerçek ki, Muhammed hakkında bugün ne biliyorsan Taberi aktardığı için biliyorsun. Aktarmadığı eğer varsa, onları bilmiyorsun.

Troçki eğer fotoğraftan silindiyse Troçki’yi unut, geri getirmene imkân yok.

Dört, hukuk. Ebu Hanife Hicri 150’de, Melik b. Enes 180’de vefat etmiş. Ama bugün bildiğimiz anlamda dört Sünni mezhebinin şekillenmesi H 200 ila 250 döneminin eseri. Hukuk muhafazakâr bir disiplindir; hangi hukukçuya sorsan yeni icat çıkardığını kabul etmez, varolan içtihatlardan akıl yürüttüğünü söyler. Nitekim dört mezhebin dördü de öyle yapmış. Müthiş bir kararlılıkla, Kuran’dan, hadisten ve peygamberi tanımış olanların geleneğinden bir hukuk içtihatları sistemi türetmişler.

“Kafadan atmışlar” demek densizlik olur. Ayrıca, diyen kişinin dönemin tartışmalarının kalitesinden habersiz olduğunu gösterir. Ancak, dünyanın en eski medeniyet merkezlerine hâkim bir dünya imparatorluğunun hukuk sistemini Arabistan’daki bir çöl reisinin ad hoc[4] uygulamalarından türetebileceğini düşünmek de, sanırım inandırıcılık sınırlarını zorlar.   

*
Özetle diyorum ki, İslam dini dediğin şey Hicreti izleyen 200 küsur yılda şekillenmiş, Abbasi devletinde billurlaşmış bir Resmi Tarih öğretisidir. Hicri 0 yılı hakkında, Bağdat’ın prizmasından geçmemiş olan hiçbir şey bilmiyorsun. Bilmene de imkân yok.

“Nemo propheta in patria”, eski Plinius’un meşhur sözüdür: kimse kendi vatanında peygamber olamaz. Çünkü yemezler. Bugün biri peygamberim diye çıksa kim ne tepki verirse o tepkiyi verirler. Misal: Cumhuriyetin kurucusu da, kendi çağdaşları için, kısa boylu, tiz sesli bir politikacıydı. Hayat boyu “Hazretin yarın ayağı kaysa ne olur ve bizim başımıza ne gelir” hesabıyla yaşadılar. Peygamberlik mertebesine ulaşması Resmi Tarih’in başarısıdır. Öbürü de o hesap.

*
O halde sorulacak olan esas ilginç soru şudur. Hicreti izleyen 200 yılda bir Menkıbe, bir Kahraman, bir Kitap ve bir Din üretirken esas dertleri neydi? Hangi kaygılarla hareket ettiler? Hangi – siyasi, sosyal, ideolojik, felsefi – problemi çözmeye çalıştılar? Neden böyle bir anlatıya gerek duydular?

Daha net soralım. Babil’in, İran’ın, Mısır’ın, Şam’ın binlerce yıllık medeniyetinin varisi olan koca koca adamlar, neden Arabistan çölündeki birtakım çete savaşlarının hikâyesini tarihin merkezine oturtan bir anlatıyı kurguladılar?

Bak soruyu böyle sorunca ne kadar ilginçleşiyor konu.

Hz. Lenin, aşağıda sağda ashabdan Troçki ve Kamenev, 1920


Aynı resim, Resmi Tarih versiyonu



[1]Atatürk’e atfedilen bu sözün yalan olduğunu ve galiba 1960’larda uydurulduğunu Mete Tunçay bir makalesinde anlatmıştı. Şimdi bulamadım.
[3]Tarih el-Rüsûl vel-Mülûk, İngilizce çevirisi 40 cilt, 9000 sayfa. Muhammed’e dair 6-7-8 ile Bağdat’ın ilk dönemine dair 28 ve 29’u okudum. Tarih sevenler için nefis bir eser.
[4]“Zemine ve zamana göre anlık kararla oluşmuş, doğaçlama” demek. Vallahi tatmin edici bir Türkçe karşılığını bulamadım. 
Viewing all 680 articles
Browse latest View live