Quantcast
Channel: Sevan Nişanyan / En son yazıları
Viewing all 680 articles
Browse latest View live

Oruç ruhun gıdası

$
0
0
Arabistan’ı bilmem. Ama 57 senedir bu ülkede Müslümanlarla iyi kötü tanışıyorum, Türkiye’de Ramazan oruç ayı değildir, iftar ayıdır. Sevenler aç kaldıkları yahut nefislerini falan filan ettikleri için sevmezler, akşam oturacakları sofra hatırına severler. Bir de belki sabahın köründeki o rutin-sarsıcı uyanıştan hoşlanırlar, sanırım.

Yani dinin metafizik yahut itikat yönüyle değil, sosyalleşme yönüyle ilgili bir gelenektir. Sofrada aileyle, nineyle, belediye işçisiyle, başka türlü fırsat bulup görüşemediğin insanlarla bir araya gelirsin, ait hissedersin, ortak bir eziyeti çekmiş olmanın lezzetini paylaşırsın. İyi bir şeydir herhalde. Her toplumun böyle ritüelleri var. Her akşam aynı pub’a gitmek, yahut düğünlerde ve cenazelerde bir araya gelmek, ya da tuttuğun takımın maçına gitmek de buna benzer bir duygu olmalı. Toplumlar böyle varoluyor.

Ben huysuz bir adam olduğumdan çok sevmiyorum böyle şeyleri. Rasyonalize de ediyorum pabuç dilimle, bu ülkede kolektivizmin eksiği değil fazlası var, birey olmak/olabilmek daha önemli, boş ver sosyalleşmeye diye mantık kuruyorum. Ama tabii ki işin öbür yanını görebilecek kadar da kafam çalışıyor. Sosyalleşme lazım elbette. İyi bir şey. İnsanlara iyi geliyor.

*
Oruç nefse başkaldırıdır, yok efendim maddiyatı elinin tersiyle itmektir, ruhu arap sabunuyla yıkayıp paklamaktır gibisinden saçma sapan yazılar çıkıyor gazetelerde, onları ciddiye almakta zorlanıyorum. Maksat nefse hakim olmaksa bunun binbir yolu var, yetmiş milyon kişiyle beraber gündüz kendine eziyet edip akşam orjilere dalmak ilk akla gelecek yöntem değil. Nefsini zaptedeceksen her gün et, yahut ne bileyim, Perşembe günleri et, yahut arasıra git inzivaya çekil. Her şeyden önemlisi, ne edeceksen yalnız et ki yaptığının bir anlamı olsun, gerçekten kendinle ve iradenle ve vicdanınla başbaşa kalabilesin.  

Bencil güdülerini yenerek yapacağın her şey bu anlamda ibadettir, hayvani nefsine karşı başkaldırıdır. Keman çalmayı öğrenmek de öyledir (eğer maksadın pavyonda çalıp para kazanmak değilse), Kuzey Kutbunu keşfetmek de öyledir (eğer maksadın şan ü şereften öte bir şeyse), sokak çocuklarına barınak kurmak da öyledir (eğer amacın almak değil gerçekten vermek ise). Yetmiş milyonla beraber yapacağın şeyin ise bu anlamda ibadet olma ihtimali pek düşüktür. Sürüye uymaktan başka bir maksadın var mı diye bir düşün. Sürüye uymak, hayvani nefsin en temel güdülerinden biridir. Sürüye uymayı ibadet sayıyorsan, ne anladım ben öyle nefse başkaldırıdan?

Bir de şöyle düşün. Sabahtan akşama aç kalınca mı daha çok canın yanacak, yoksa oruç tutmayıp eşin dostun, nenenin teyzenin ayıplamasına maruz kalınca mı? Bu hesabı yapıyorsan, ki yapıyorsun, yaptığın şeye ibadet denmez, en adisinden menfaat hesabı denir. Nefsini zaptetmiyorsun: nefsinin kurduğu tuzağa düşüyorsun.

Eğer nefsini yenmek ibadetse, asıl abid kimdir ben size söyleyeyim. Ramazanda gidip Erzurum’un ortasında rakı içendir. Cüretini inancın ve hakikatin ışığı aydınlatır, kalabalıkların cılız kandili değil. İnandığı şey uğruna alemi hiçe sayan, rahatını hiçe sayan, acıyı ve ayıplamayı ve dayağı ve hatta ölümü göze alan odur, ötekiler değil.


Azizler ve ermişler onlardan çıkar. Ötekilerden değil.

Meryem kimdi, pardon?

$
0
0
Kuran’da bahsi geçen Meryem, Ali İmran suresi 35-36’a göre ˁİmrân عِمْرَانَadlı birinin kızıdır.
إِذْ قَالَتِ امْرَأَةُ عِمْرَانَ رَبِّ إِنِّي نَذَرْتُ لَكَ مَا فِي بَطْنِي مُحَرَّرًا فَتَقَبَّلْ مِنِّي إِنَّكَ أَنتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
فَلَمَّا وَضَعَتْهَا قَالَتْ رَبِّ إِنِّي وَضَعْتُهَا أُنثَى وَاللّهُ أَعْلَمُ بِمَا وَضَعَتْ وَلَيْسَ الذَّكَرُ كَالأُنثَى وَإِنِّي سَمَّيْتُهَا مَرْيَمَ وِإِنِّي أُعِيذُهَا بِكَ وَذُرِّيَّتَهَا مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ
İmrân’ın karısı “Rabbim, karnımda olanı hizmetkâr olarak sana adadım, onu kabul et. Sen en iyi duyan, en iyi bilensin.” dedi. Ve onu doğurduğunda, “Rabbim, ben onu kız doğurdum,” dedi.( …) “Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyundan gelenleri lanetli Şeytandan koruman için sana yalvarırım.” Bunun üzerine Rabb onu güzel bir kabulle kabul buyurdu.
Tahrim suresi 12’de Meryem “İmrân’ın kızı” olarak adlandırılır. Meryem suresi 28’de ise Hârûn’un kızkardeşidir.

Ali İmran 33’e göre Allah “Adem’i, Nuh’u, İbrahim’in soyunu ve İmran’ın soyunu alemlere üstün kılmış”tır. Ancak, Adem, Nuh ve İbrahim hakkında Kuran’da epeyce bilgi olduğu halde, İmran’ın böyle bir onura nasıl nail olduğuna dair bilgi verilmemiştir.

Her üç pasajda sözkonusu olan Meryem’ın, Hz. İsa’nın anası olan Meryem olduğu şüphesizdir. Babasız çocuk doğurduğu için iffetsizlikle suçlanır, fakat Allah onu günahtan tenzih eder, Ruhullah’ı karnına üfler, oğluna Kitap verir.

Meryem 28’deki Harun’un kim olduğu açıklanmamıştır. Ancak Hz. Musa’nın kardeşi olan ve Kuran’da diğer 19 ayette adı geçen Harun olduğu varsayılabilir. Bu varsayım doğruysa, İmran’ın torunu İsa, İmran oğlu Musa’nın yeğeni olmaktadır.  

*
Tevrat’ın Mısır’dan Çıkış (Exodus) kitabı 6:20’ye göre ˁAmrâm עַמְרָם, Musa ile Harun’un babasıdır. Sayım (Numbers) 26:59 ve I. Tarihler (Chronicles) 6:3’e göre ise ˁAmrâm, Musa ve Harun’la beraber onların kızkardeşi olan Miriyam’ın מִרְיָםbabasıdır.

Miriyam Tevrat’a göre erkek kardeşleri gibi peygamberdir (nabîyaהנְּבִיאָ֜ – Mısır’dan Çıkış 15:20), Musa’nın Afrikalı bir kadınla evlenmesine itiraz ettiği için Allah tarafından cezalandırılır fakat affedilir (Sayım 12:1-15), öldüğünde Suriye’de bugünkü Kuseyr kasabası yakınında olan Kadeş’te gömülür (Sayım 20:1). Tevrat’ta Miriyam’ın altsoyuna ilişkin bilgi yoktur. Kurban kesme yetkisine sahip rahiplerin Levi ve Amram soyundan gelmeleri şartı olduğuna, ve pratikte ruhban sınıfı Harun oğullarıyla sınırlı olduğuna göre, bundan Musa gibi Miriyam’ın da çocuk sahibi olmadığı sonucu çıkarılabilir.

*
İsa’nın anası olan Meryem’in ana ve babasının adı İncil’in kanonik (sahih) sayılan metinlerinde anılmamıştır. Ancak apokrif (yarı-sahih) kabul edilen Yakup İncili’ne (Protoevangelium of James) göre Meryem’in babasının adı Yoakim, anasının adı Anna’dır. Hıristiyan geleneğinde en azından 2. yy’dan bu yana bu isimler benimsenmiştir.

İki Meryem arasında, eğer anlatılanların tarihi bir temeli varsa, 1200 ila 1500 yıl mesafe olması gerekir.

Medine Yahudileri arasında Harun soyundan gelenlere özel hürmet gösterildiğini ve Muhammed’in çevresindekilerin bunun bilincinde olduğunu, İbn Saad’ın Tabakat’ının Nisa babında aktarılan Hz. Safiyye biyografisinden biliyoruz. Al-i İmran 33’ün anlamı bu çerçevede sanırım yeterince nettir. İmran (ve Harun) soyundan gelenler seçkin bir zümredir. Nitekim Muhammed’in eşlerinden biri olan Safiyye de onlardandır. Muhammed, Meryem oğlu İsa’nın da onlardan olduğunu zannetmektedir.


Hem Musa hem İsa ile hısım olmak, peygamberlik iddiasında olan biri için hoş duygu olsa gerek.

*
[Daha Taberi'nin bu konudaki çırpınmalarını anlatıp kıssadan hisse çıkaracaktım ama durun, şimdi dışarı çıkmam lazım.]

Son diyelim, başka çıkmasın

$
0
0
Dün kısa bir şey paylaşmıştım. Bir sürü yorum gelince, bugün birkaç tane not ekledim.
*
Dünkü:

"Muhammed, her toplumda dönem dönem çıkanlar cinsinden bir dini liderdi (bkz. Martin Luther, Jean Calvin, Mormonluğun kurucusu Joseph Smith, Bahailiğin kurucusu Bahaullah, Sikh dininin kurucusu Guru Nanak, Koreli Reverend Moon, Yezidiliğin kurucusu Şeyh Adi b. Müsafir, Dürziliğin kurucusu Ahmed b. Dürzi, Said Nursi, Adnan Oktar vb.). Ötekilerden daha ilginç ya da "hakiki" bir özelliğini göremiyorum.

Uluslararası konjonktürün uygun olması nedeniyle, takipçileri çok kısa zamanda muazzam bir askeri-ekonomik başarıya ulaştılar. Medeni dünyanın yarısını silah zoruyla zaptettiler. Muazzam bir nüfus üzerinde, haraç ve cizyeye dayalı bir sömürü düzeni kurdular.

Muhammed'in "din kurucusu" diye kutsanması bu olayın sebebi değil SONUCUDUR. Muhammed 7. yy'da yaşadı. Fetih hadisesi olmasa, Ortadoğulu onbinlerce dini reformcudan biri olarak kalır, unutulur giderdi. Fetihten yüz yıl sonra, 8. yy sonu ile 9. yy başında, resmi tarih yeniden yazıldı, Muhammed "son peygamber" ilan edildi.

Ne demek son peygamber? "Bundan sonra her isteyen dini önderliğe soyunamaz, bizden ruhsat alması lazım" demek. O kadar."

*

İlave notlar:

1) Dini liderler… On tane isim saymışım, kılçık olsun diye eklediğim Adnan Oktar’a takılmanın manası yok. İsterseniz emsalinden elli tane daha ekleyeyim, Aziz Francis, Jan Hus, Kardinal Newman, Jonathan Edwards, Hasan Sabbah, Haydar ve Cüneyd, Hacı Bektaş, Sabetay Zvi…. Entelektüel seviyelerinin ya da tarihi önemlerinin eşit olduğunu söyleyen yok. Ama dini-karizmatik lider tipinin gayet belirgin ortak noktaları olduğunu görmezlikten gelemezsin. [Mario Vargas Llosa, Dünyanın Son Ucundaki Savaş, bu konuda okuduğum en etkileyici kitaptı. Brezilya taşrasında 19 yy’da zuhur eden bir Mehdi’yi anlatır.]

“Oktar’la Muhammed’i aynı nefeste sayamazsın” diyenlere… Esas Luther’le Muhammed’i aynı nefeste sayamazsın. Luther derin bir kültürün ve muazzam bir tefekkürün temsilcisidir. Muhammed’de böyle bir derinliğin izlerini göremiyorum. Buna karşılık kişilik özellikleri ve yaşam tarzı bakımından, Oktar’ı andıran yönleri yok değil.

2) Uluslararası konjonktür… İslam’dan önceki yüz yılda medeni dünyanın ekonomik ve kültürel ağırlık merkezi Ortadoğu’ya kaydı. İki büyük imparatorluğa bölünmüş Süryani/Arami kültürünün biti kanlandı, yeni siyasi arayışlara girdiler. İki imparatorluğun marjında yaşayan Araplar güçlendi, etkinleşti. En önemlisi, 602-630 arası iki imparatorluk arasında müthiş travmatik bir “dünya savaşı” yaşandı. Ortadoğu’da egemen olan iki Hıristiyan mezhebinin (ve sanırım Yahudilerin) bu yüzden pusulası kaydı, yeni tekliflere açık hale geldiler.

3) Sömürü... Arap istilası tarihin en büyük soygun operasyonlarından biridir. Suriye çölündeki Emevi saraylarından bir ikisini görsen, servet aktarımının boyutu hakkında fikir edinirsin. Abbasi devleti kurulurken, Ortadoğu dünyanın en mamur, en medeni, en şehirleşmiş bölgesi idi. Nüfusun üçte ikisi, belki daha fazlası Hıristiyandı. Ödedikleri cizyenin miktarını hesapla, dudağın uçuklar. 9. yy’da Araplar o denli parlak bir kültürel yaşama kavuştularsa bedavadan mı oldu sanıyorsun?

4) Ama Batılılar…. Peki, diyelim ki son ikiyüz yılda Müslümanlar durmadan dayak yiyor, onlara da yazık, günah. Peki ama bunun 7. yahut 9. yüzyılda olanlarla ne ilgisi var? Bugün dayak yiyorlar diye, geçmişteki soygunu ve onun üzerine kurulmuş soygun ideolojisini yok mu sayacağız?

5) Hz. Muhammed’in öz hakiki İslamını Emevilerle Abbasiler bozdu… Hikâyedir. Kaç defa yazdım, anlattım. Gerek Kuran’ın nihai metni, gerekse onlarsız Kuran metninin hiçbir anlam ifade etmeyeceği biyografi ve hukuk çerçevesi, Emevi ve Abbasi devrinde şekillenmiştir. Muhammed’in mesajını, eğer gerçekten Muhammed’in ise, ancak Emevi ve Abbasi kaynaklarından öğrenebiliyoruz. Siyeri, hadisi, tabakatı ve fıkıh mezheplerini çıkar, geriye İslam kalmaz, hava kalır.

M 632-800 arasında gerçekleşen İslam fethi, tarihin en büyük siyasi devrimlerinden ve en müthiş iktidar kaymalarından biridir. Tastamam bu zaman aralığında şekillenen İslam dinini, bu muazzam siyasi-sosyal olaya bir ideolojik, ahlaki ve mitolojik kılıf uydurma hadisesi olarak oku. Bak nasıl aydınlanıyor her taraf.

Komşunun peygamberine "kış" demek ne zaman suç olur?

$
0
0
Bin defa da anlatsak birileri anlamamakta ısrar edecek elbette. Gene de anlatalım. Ötekiler bağıra çağıra susturmaya çalışsa da, her şeye rağmen düşünebilen ve anlayabilen epeyce insan var memlekette.

Türk Ceza Hukuku açısından:
TCK 216/3 maddesinde tanımlanan "halkın bir kısmının benimsediği dini değerleri aşağılama" eyleminin suç olması için “fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması” şartı vardır. Mahkeme, aşağılama eyleminin “kamu barışını bozmaya” ne surette elverişli olduğunu soruşturmadığı müddetçe vereceği mahkûmiyet kararı yasaya aykırıdır.

İnsan Hakları Hukuku açısından:

1. TC Anayasa 90/son maddeye göre, insan hakları hukukuna ilişkin uluslararası sözleşme hükümleri amirdir. Türk mevzuatı ile uluslararası sözleşme hükümleri çeliştiğinde ikincisi esas alınır.

2. AİHS dokuzuncu maddede korunan “din, vicdan ve düşünce özgürlüğü” hakkı, AİHM içtihatlarına göre “insan yaşamının herhangi bir ciddi ve önemli boyutuna ilişkin felsefi inançları” (Campbell ve Cosans davası, 1983) ve somut olarak “tanrıtanımazların, agnostiklerin, şüphecilerin ve umursamazların” inanç ve düşünce özgürlüğünü (Kokkinakis davası 1993) kapsar.

3. AİHS onuncu maddede korunan “ifade özgürlüğü” hakkı, AİHM içtihatlarına göre “sadece genel kabul gören veya zararsız veya önemsiz sayılan bilgi ve düşünceleri değil, devletin veya nüfusun bir bölümünü inciten, onları şoke eden veya rahatsızlık veren bilgi ve düşünceleri” de koruma altına alır (Handyside davası 1976).

4. AİHM Otto-Preminger Institut davasında (1994) din-karşıtı söylemin “dini inançlara sahip insanların dinlerini uygulama ve ifade etme özgürlüğünü kullanılamaz hale getirmesi” halinde kısıtlanabileceğini karara bağlamıştır. Azınlık dinleri mensuplarının sözel saldırı ve tacizlerle yıldırılmasına karşı etkili bir önlemdir.

5. AİHM Wingrove davasında (1997) dine yönelik hakaretin “‘önemli’ (significant) boyutta olması ve ileri bir küfür düzeyine (a high degree of profanation) varması” halinde devletin tedbir alma yetkisini tanımıştır. Din sebebiyle çıkacak kargaşa ve çatışmaları önlemek devletin görevidir.

6. Mahkemenin, peygambere hakaret kovuşturmalarında yukarıdaki İKİ İLKEDEN BİRİNİN ihlal edildiğini, yani hakaret olduğu ileri sürülen söylemin “insanları dinlerini icra etmekten men edici” nitelikte olduğunu VEYA “ileri bir küfür düzeyine vardığını” göstermesi gerekir. Bunun yapılmaması halinde, verilecek olan mahkûmiyet kararı hukuka aykırıdır.



Anadolu tarihinde gezintiler

$
0
0
Türkiye coğrafyasında Arinç adında dört yer bulabiliyorum. Muş merkeze bağlı Arinç köyü, en erken Hovhannes Mamikonyan’ın 905 tarihli vekâyinamesinde anılmış, vaktiyle önemli bir yermiş. Şimdiki adı Çöğürlü. Diğerleri Van Bahçesaray’a bağlı Arinç (Altındere), Siirt Baykan’a bağlı Arinç (Çamtaşı), bir de Hakkari Yüksekova’ya bağlı Arinç (Çatalkaya). Ayrıca Ermenistan’ın Kotayk ilinde bir Arinç köyü var, orası da 11. yy’dan beri kaydedilmiş.

Dört tane de Arinçik veya Arincikbuluyoruz. Muş merkeze bağlı Kıyıbaşı köyü, Suren Eremyan’ın yayınladığı 967 tarihli bir belgede Arnçig առնչիկ olarak geçiyor, ki “arinç-çik, küçük arinç” demek. 1960 yılında adı değiştirilinceye kadar da Arinçik kalmış. Muş Bulanık’a bağlı Bostancılar, Van Bahçesaray’a bağlı Çatbayır, Bitlis Hizan’a bağlı Oğlaklı köyleri Arinçik. Siirt merkeze bağlı Alenzok yahut Arinzuk köyü de tahminimce Arincik’tir.

Gerek sözcük yapısı gerek coğrafi dağılım açısından, Ermenice olduğu şüphesiz. Ama anlamından emin olamıyorum. Eski Ermenice ar’inç’ առինչ“ilişki, taalluk, bağlılık” anlamında soyut bir isim. Acaba buradaki kullanımı “bağlı yer, dependency, uyduköy” gibi bir şey olabilir mi? Olabilir ama emin değilim. Onuncu yüzyılda Mamikonyan Muş’taki Arinç’in adını açıklamak için mitolojiye başvurduğuna göre, o zaman bile sözcüğün anlamı belirsizmiş sonucunu çıkarabiliriz.

*
 Daha da sorunlu olan, aric’li yeradları. Türkiye’de bunlardan en az onyedi tane var. Aram Kosyan Հայկական Լեռնաշխարհի Տեղանուններ kitabında Ermenistan’dan da yedi sekiz tane saymış.

Türkiye’dekileri sayalım. Amariç (Bingöl Yedisu Ayanoğlu köyü), Çinanariç (Kemah Kemerkaya), Tavtariç (Çemişgezek Yemişdere), Havdariç (Bingöl Yayladere Güneşlik), Kaylariç (Erzincan Üzümlü Karakaya), Kinadariç (Elazığ merkez Gözebaşı), Kdariç (Mazgirt Güneyharman), Kmbariç (Elazığ merkez Tohumlu), Lusadariç (Pertek Yeğencik), Pakayariç (iki tane, biri Tercan Çadırkaya, diğeri Kemah Hakbilir), Ptariç (Erzincan Üzümlü Bayırbağ), Pazgariç (Erzurum Aziziye Düztoprak), Sivariç (Kiğı Eşme), Sngariç (Erzurum Aziziye Adaçay), Vanariç (Tunceli Merkez Suvat), Xağdoyariç (Aşkale Büyükgeçit ve Küçükgeçit), Zartariç(Elazığ Merkez Değirmenönü).

En meşhuru Tercan’daki Pakayariç, MÖ 1. yüzyıldan beri kaydedilmiş, Hıristiyanlık öncesi döneme ait önemli bir tapınak merkezi. Lusadariç ile Kdariç de antik çağdan beri bilinen yerler.

Aric առիճ ne demek bilmiyorum. İşin kötüsü, bilen kimse de yok. Ne Acaryan’da, ne Mkhitaryanların büyük sözlüğünde bu kelime yok. Hübschmann Ermenice yeradlarına dair klasik eserinde açıklamaya teşebbüs bile etmemiş. Kosyan da es geçmiş.

Birkaç örnekte adın birinci unsurunu Ermeniceyle yorumlayabiliyoruz: Sngariç = mantarlı aric, Ptaric = kör aric, Pazgaric = pancar aric, Kinadaric belki üzüm aric. Tavtaric belki Davut’un aric. Diğerleri tamamen opak, ipucu vermiyorlar.

Eskiden de zorlanmışlar. Mesela altıncı yüzyılda yazan tarihçi Agathangelos, Pakayaric adının her iki unsurunun Part (Eşkani) dilinde olduğunu belirtme gereği duymuş, başkaca açıklama vermemiş. Lakin ne Boyce’ta, ne Durkin-Meisterernst’in bir şaheser olan Orta Farsça ve Partça sözlüğünde buna tekabül edecek bir kelime bulamıyorum.

Aşkale’deki Xağdoyaric  muhtemelen Hald’lar (Xald’lar) aric’i anlamına geliyor. Hald/Xağd Ermenilerin Urartulara (ve dahi yakın çağda Gümüşhane civarının yerli halkına) verdikleri isim. Acaba oradan bir ipucu çıkar mı? Bilemedim.

*
Manisa’da Doğu kökenlilerin oranı nedir? Misal: 28.04.1706 tarihli bir Osmanlı belgesinde, “Simav kazası karyelerine göçen on bin kadar Kürd ve Türkmen taifelerinin [Kula civarında] ahali hudutlarına, bahçelerine ziyanları dokunduğundan menedilmesi...” mevzubahis ediliyor. “Türkmen” sözcüğü Osmanlı kullanımında genellikle Kürt ile eş anlamlıdır. Hadi bakalım, bu Kürtlere ne oldu?

Az daha güneyde, Alaşehir ile Sarıgöl ilçelerinde sekiz on köye sahip olan bir Caber aşireti yahut cemaati vardır. Kendilerine sorarsan öz be öz Türkmen olduklarını söylerler. Ama Suriye ve Urfa’daki Kürt olan Caberlerle alakasız olmaları muhtemel mi?

Komşu Kütahya’ya bakıyoruz. Mesela 26 Ocak 1919 tarihli Resmi Gazete’de çıkan yazıya göre Altıntaş nahiyesinin merkezi Kürtköyü adlı köye taşınmış, ki bugünkü Altıntaş kasabasıdır. Hadi bakalım.


Aydın’da şimdiki adı Turanlar olan köyün eski adının Yenikürtler veya Asikürtler olduğunu da bir tarihte yazmıştım.

Anadolu tarihinde gezintiler: Derbe, Darbısak Kalesi

$
0
0
Derbe, Hz. Pavlos’un Anadolu’da Hıristiyanlığı ilk tebliğ ettiği kentlerden biri (bkz. Elçilerin İşleri, 14:20). Toros geçitlerinden Anadolu düzlüğüne ilk çıktığın noktada kurulu mühim bir yermiş, şimdi Karaman’ın hemen bitişiğindeki Çakırbağ köyü. Osmanlı kayıtlarında Derbeyndiye geçiyor, muhtemelen “iki Derbe’ler” anlamında, herhalde aşağı ve yukarı Derbe, yahut Kale-Derbe ile Köy-Derbe gibi bir şey olmalı. 1928’de Cumhuriyet kayıtlarında Dilbeyan olmuş. Ahaliye sorsan anlatırlar bir şeyler, eskiden Horasan’dan gelme bir şeyh varmış, dili sohbeti pek güzelmiş, o yüzden Dilbeyan Dede derlermiş, vesaire. İnanma.

Arapçada derb ve derbe“kapı, geçit” anlamında. Klasik Arap sözlüklerinin hepsi bunun muarreb, yani yabancı dilden alınma bir sözcük olduğunu belirtmişler, ama kaynak bildirmemişler. İslam-öncesi Arap şairlerinin en büyüğü sayılan İmrül Kays Konstantinopolis’e seyahat ederken burada Rum’un kudretine tanık olup kederlere gark olmuş:

 بَكَىصاحِبِىلَمَّارَأىالدَّرْبحَوْلَهُ
“etrafını saran boğazı [kapıyı, derba] görüp ağladı”.

Belki de Derbe kasabasını değil de, bir ucu orada biten Silifke-Mut geçidini kastediyor, bilemedim. Hire ve Şam’dan gelen biri için Ortadoğu’nun bittiği, başka bir coğrafyanın başladığı kapıdır. Hele kışın seyahat ediyorsan, ayrı bir gezegene gelmiş gibi hissetmen kaçınılmaz.

(İmrül Kays o yolculuğun dönüşünde Ankara’da hastalanıp ölmüş. Şimdi Hıdırlık adı verilen Bizans yapısının onun türbesi olduğu söylenir.)

*
Farsça der“kapı”, derbân“kapıcı”, derbend“kapı, geçit, geçit yerini tutan müstahkem yer”. Yeni Farsçada dervâze“büyük kapı, portal” anlamında, o da Orta ve Eski Farsça *darbâçagbiçimini gerektirir, ama bunu sözlüklerde bulamadım. İranlılar MÖ 540’lardan 330’lara dek Anadolu’nun hakimi idiler, bu derece stratejik bir noktaya illa ki bir derbend yahut dervaze kurmuş olmaları lazım. Tahmin elbette, ama kuvvetli tahmin. Silifke ile Gülnar arasında bir yerde Perslerden kalma bir kale kalıntısı var, Türkiye’deki ender eski İran eserlerindendir. Oraya kale yaptıran, geçidin öbür ağzına da haydi haydi yapar.

Ermenice darbasդարպաս ve darbısakդարպսակ“saray”. Acaryan (I.634) Orta Farsçadan alıntıdır diyor, ki mantıklı. Şark kültürlerinde Ulu Hazretin makamı daima kapı (eşik, bâb-ı ali, atebe-i ulya) diye anılır. Gürcüce darbazi დარბაზიorijinal anlamı “konak, büyük ve muhteşem ev”. Tiflis’e gittinizse bilirsiniz, oraya mahsus muhteşem bir çatı türü vardır, ahşaptan bir tür kubbe, darbazi işi adını verirler. Türkçesi meğer kırlangıç kırmanı imiş, bu vesileyle öğrendik. Türkiye’de bildiğim tek örneği Bayburt’un Hart (Konursu) köyündeki tarihi camidir. 1892’de yapılmış, Allah bilir ustayı nereden tedarik etmişler.

*

Bir de Hatay Kırıkhan yakınında bir DarbısakKalesi  var, Derbisek ve Telbizek diye de geçiyor, şimdiki adı Alaybeyli. Yine geçit kapısı, Antakya-İskenderun’u Kırıkhan ve Antep’e bağlayan dağ geçidinin çıkış noktası. Kaleyi Haçlılar inşa etmiş, bir ara Kilikya Ermenilerinin, sonra Arapların ve Türklerin eline geçmiş, içinde Hz. Bayezid-i Bestami’ye atfedilen bir türbe var.  Şimdi bu isim Ermenice Darbısak (saray) mıdır, yoksa iddia ettikleri gibi Arapça darb el-sakk (dağyolu-kapısı) mıdır? İşin yoksa düşün dur!

Marjinal kelimelerin izinde: güren, zoğal, hindiba

$
0
0
Kızılcığın Anadolu ağızlarındaki diğer iki adı zoğal ve güren. Her ikisi de TDK Derleme Sözlüğü'nde mevcut. Hamit Zübeyir Koşay'ın Anadilden Derlemeler'inde de var. Güren Rumeli’nden Antep’e uzanan geniş bir alanda yaygınmış. Zoğal Çorum ve Merzifon’dan başlayıp Sivas-Erzincan’a uzanan kuzey Anadolu hattında kaydedilmiş.

Kızılcığın Ermenicesi de zoğal զողալ’dır. Acaryan 2.102’de “Doğu Türkçesinden” alıntıdır diyor, ki sanırım Azericeyi kasdetmiş. Farsçası da zoğal زغالimiş, Steingass’ın sözlüğünde var. Bazı Kafkas dillerinde de kullanılırmış. Nihai kaynağına dair bir şey bulamadım.

Sivas Zara’da bir Zoğallı, Tokat Erbaa’da da Zoğallıçukuru köyü var. İkisinin de adı eski. Erbaa’daki 20. yüzyıl başına dek Ermeni yerleşimiymiş, ama Zara’dakine dair bilgi bulamadım.

Güren besbelli Yunancadan alıntı. Kráneia (kızılcık ağacı) Homeros’tan beri kayıtlı, kránonκράνον(kızılcık yemişi) MÖ 4. yy’da Theophrastos’ta geçiyor. Latincesi cornus. Fransızca cornouille, İngilizce cornel, Almanca Kornel-beere oradan alınmış. Chantraine s. 577 ve Frisk II.7, Hintavrupa kökünü *krnom şeklinde inşa etmişler. Ernout & Meillet 2.257, Hintavrupai değildir, bir Akdeniz veya Anadolu dilinden alıntı olmalı diyor, kérasos = kiraz ile bağlantılı olabileceğini belirtiyor.

Güren adında iki yer var. Biri Bulgaristan’da, eskiden Türklerle meskûn olan bir kasaba. Diğeri Cide’nin dağlarında bir bölge adı. Güren soyadı meyveden ziyade bu iki yerden biriyle alakalı olmalı.

*
Hindiba bizim buralarda güneyik dedikleri çayır bitkisidir, Rumcası halk ağzında (radika değil) radikya. Salata olarak geliştirilip kibarlaştırılmış biçimine İngilizce endive, Almanca Endivien derler.

Merak edip bakınca bunların Latince intubusveya intybus ve Geç Latince intibea biçiminden bozma olduğunu öğreniyoruz. (Nitekim hindibanın resmi adı chichorea intybus.) Bütün sözlükler Latincenin Yunanca éndybonἔντυβον’dan alıntı olduğunu söylemiş. Halbuki Yunanca sözcük  10. yy’dan önce kaydedilmemiş. Latincesi ise daha 1. yy’da Pomponius Mela’nın coğrafyasında geçiyor... 

...muş, daha doğrusu, teyit edemedim. Üşenmeyip internetten Pomponius'un De situ orbis libri tres'ini bulup indirdim. Ama epey uğraşmama rağmen aradığımı bulamadım. Yanılmış olabilirler mi? Başka bir Pomponius metni mi var? Intubus/intybus ile geç latince intibea/hindiba aynı şey midir sahiden? Bunlar Şerlok Holmes'in tasvip edeceği sorular, çünkü eğer Latince sözcük (Yunancası gibi) Ortaçağda zuhur etmişse, her ikisinin de Arapça hindibâ هندباء adından alıntı olduklarına gönül rahatlığı ile hükmedebiliriz. Klasik devirde sağlam kaydı varsa o zaman Arapların hindibayı Rum'dan öğrendiğini, ya da her iki tarafın da daha eski bir ortak kaynaktan beslendiğini kabul etmemiz gerekecek.


Nişanyan sözlüğünde “belki Eski Mısır dilinden” diye bir ibare düşmüşüm, ama inanmayacaksınız, neye dayanarak bunu yazdığımı şimdi notlarımda bulamıyorum.

Ergenekon muhasebesi

$
0
0
Ergenekon davası siyasi bir hesaplaşmaydı. Devlete kim egemen olacak kavgası verildi; bir taraf kazandı, öbür taraf kaybetti. Kuralsız sahada oynanan bu tür iktidar oyunları tarihin her döneminde kanlı olmuştur. İdam cezası kaldırılmamış olsa şüphesiz idamlar da verilirdi; muhtemelen infaz da edilirdi. Ya öbür taraf kazansaydı? Daha merhametli olacaklarını hiç sanmıyorum. Genelkurmay tayfasının 2007’deki cumhurbaşkanlığı gambiti başarılı olsaydı bugün Erdoğan, Gül ve Arınç nerede olurdu, düşünebiliyor musunuz?

*
Bu kavgada ben açıkça taraf tuttum. Fikirlerine değer verdiğim, sağduyusuna güvendiğim arkadaşlarımın ezici çoğunluğu da benle aynı tarafı tuttu. Askercilerin yenilmesine sevindik. Halâ da –her şeye rağmen – ben seviniyorum.

Neden, ah neden? diye soruyor bazı arkadaşlar. Başbuğ yahut Balbay, mesela Bekir Bozdağ’dan daha mı bozuk adamlardı? İzmir’in Gündoğdu meydanında bayrak töreni yapan cici kızlar Kazlıçeşme’de Tayyip için şehadet andı içenlerden daha mı fena? Türklüğe hakaretten sana açtıkları davayla, Türklerin peygamberine hakaretten açtıkları dava arasında ne fark var?

Pis sorular bunlar, evet. Ama cevabım var. Buyur anlatayım.

Sevindik, çünkü:

Bir: Daha önceki üç darbede uyguladıkları ahmakça, sadistçe zulüm hafızalardan çıkmamıştı. Bu sefer daha akıllı veya daha mülayim olacaklarına kimse inanmadı. Darbe ile gelen illa ahmak ve sadist mi olur? Bilmiyorum. Emin değilim. Ama üç denemenin skoru ortadayken, ben şahsen o riski almak istemezdim.

İki: Temsil ettikleri ideoloji kabak tadı vermişti. Yalanı, riyakârlığı, lime lime dökülmeye başlamıştı. Omzunun kalabalığıyla beyninin parıltısı orantısız birtakım generaller her ağzını açtığında, o ideolojinin yıldızı biraz daha soldu. Miadı elli sene önce dolmuş bir hurafeler sistemi milletin boğazına tıkıldıkça gına geldi. Miadı bin sene önce dolmuş bir başka hurafeler sisteminden bile, bazı insanlar, medet ummaya başladılar.

Üç:  Uzun süreden beri iktidarda olmalarının getirdiği yozlaşma ve kibir, tahammül edilmez bir seviyeye varmıştı. Yollarına çıkanı böcek gibi ezeceklerine inanıyorlardı. Bunu hak görüyorlardı. İşledikleri cinayetlerde insanların kanını donduran şey, cinayetin kendisinden ziyade, ardındaki pervasızlık ve şımarıklıktı sanırım. Ogün Samast’tan ziyade Kemal Kerinçsiz’di tiksindirici olan – “Biz hakikatin sahibiyiz, dolayısıyla gerekirse öldürürüz” diyen o iğrenç sırıtış!

Dört: Memleketin temel sorunları karşısında acizdiler. Kürt sorununda, Ermeni sorununda, Kıbrıs sorununda, AB ilişkileri konusunda, denenmiş ve tükenmiş bir zihniyetin temsilcisi idiler. Sunabilecekleri bir çözüm umudu yoktu.

Bunlar da Ermeni ve Kıbrıs meselelerinde fosladılar, evet, AB meselesinde de foslamanın eşiğindeler. Ama en azından denediler. Kürt sorununda belki bir şeyler başardılar da.

Beş: Türkiye’de parlamenter rejimin bekası, oy çokluğuna sahip olan tarafın galip gelmesini gerektiriyordu. Karşı taraf seçim kazandı diye oyunun kurallarını değiştirmeye kalksan o rejimden hayır gelmez. Parlamenter rejimin bekası bizim buralarda kimsenin umurunda mıdır? Doğrusu pek  emin değilim. Ama Batılı dostlarımız, kendilerince haklı birtakım nedenlerle, bu konuya önem veriyordu. Onların tercihi, bizim de eğilimlerimize bir şekilde yansımıştır muhtemelen.

*
Lafı uzatmaya ne hacet? “Darbe suçtur, cezalandırılmalıdır” demek yetmez mi?

Affınıza sığınarak itiraf edeyim, darbe konusu beni o kadar heyecanlandırmıyor. Siyasi rekabetin normlarının oturmamış olduğu bir ülkede darbe, siyasetin opsiyonlarından biridir. Olmasa daha iyi, tabii. Ama sonuçta ülkenin nasıl yönetildiği mi daha önemli, yönetenlerin oraya hangi usulle geldiği mi?

Demokrasi diye, siyasi iktidarın rutin ve düzenli bir şekilde el değiştirebildiği rejime derler. Sen eğer kalabalıkların gücüne dayanarak ebedi iktidar hesabı yapabiliyorsan, birileri de elbette, ya kolordu hesabıyla, ya saray entrikasıyla, ya polis ve istihbarat operasyonuyla o iktidardan parça koparmaya çalışacaktır. Eşyanın tabiatıdır. Memleket kirliyse elbet oyuncular da kirli olacak: “senin elin daha kirli” diye birilerine çıkışmanın çok da fazla anlamı yok.

*
Peki sonuç iyi mi oldu? “Al birini vur ötekine”den daha hayırlı bir yerde miyiz şimdi?

Evet, perspektife koyduğunda iyi oldu bence.

Yanlış anlamayın: Gelenlerin gidenlerden daha ahlaklı olduklarını düşünmüyorum, düşünmedim. Sadece daha zayıftılar. Dolayısıyla daha az yozlaşmışlardı. İktidarı pervasızca kullanmayı henüz bilmedikleri ve beceremedikleri için, daha edepli duruyorlar, daha utangaç gülümsüyorlardı. İktidara alıştıklarında neler yapabileceklerini daha göreceğiz.

Yine de, ve her şeye rağmen, sanki bunların zararı öbürlerinden daha az olacakmış gibi geliyor bana. İdeolojik zemini öbürküler ölçüsünde işgal etmeleri mümkün görünmüyor. Bütün devlet dairelerine kendi kutsal ikonlarını henüz asamadılar, ve muhtemelen asamayacaklar. Tüm kaleleri zapt edemeyecekler, tüm tersanelere giremeyecekler. Çünkü temsil ettikleri ideoloji, bu toplumun büyük ve önemli bir kesimini asla razı edemeyecek bir ideolojidir. Ülke içinde ve dışında doğal sınırları vardır. Ve dünya, 1930’ların dünyası değildir.

Memleketin en okumuş, en zengin ve en rabıtalı kesimlerini karşına alarak nereye kadar gidebilirsin? Memleketin hamilerinin, bütün dünyada, kaygı ile izlediği bir rotayı nereye kadar sürdürebilirsin?

Kazandılar, zafer sarhoşu oldular, ve bana sorarsanız, inişe geçtiler bile.

Halk Partisi nasıl kazanır?

$
0
0
Neden CHP ile BDP seçimlerde işbirliği yapmasın? Neden İstanbul Büyükşehir’de Sırrı Süreyya CHP-BDP ortak adayı olmasın?

CHP’nin kemik tabanı bellidir, bunlar küser alınır gider diyorsun. Peki nereye gidecekler? Ak Partiye mi oy verecekler? MHP’ye mi kaçacaklar? Boş oy mu verecekler? En kötü ihtimalle biraz homurdanıp yine eve dönerler.

Postalcılık desen, Ergenekon davasından sonra o politikanın inandırıcılığı kalmadı. Ölmüş ata kim oynar? Ulusalcılık desen, Kürt barışından sonra ulusalcılığın ne anlamı kalacak, ne amacı olacak, belli değil. Atatürk desen, Gezi’den sonra paşanın da piyasası fena halde düşüşte deniyor. CHP tabanı 12 Eylül rejimini sevmez. Beynelmilel filmiyle, 12 Eylül’ün en şahane eleştirisini yapan adamı neden bağırlarına basmasınlar?

*
1983’ten bu yana sekiz genel seçim yapılmış. CHP ve muhtelif şubelerinin (Sodep ve DSP dahil) aldığı toplam oy oranına bak: 30, 33, 31, 27, 31, 21, 21, 26. Önümüzdeki seçimde sonucun farklı çıkması için bir sebep görüyor musun?  De ki parti kodamanlarından birini yahut Sarıgül’ü yahut Antep’in eskisini aday yaptılar. Partinin mevcut (ve feci surette başarısız) markasını bir kere daha pekiştirmekten başka ne işe yarar? “Omaygad, vermezdim ama madem bu adamı çıkardılar bu sefer oyum CHP’ye” diyecek kaç kişi tanıyorsun?

Bir parti kendi sabit tabanını memnun ederek değil, dışarıdan oy alarak büyür. Şimdi sor: Sırrı Süreyya mı daha çok yeni oy getirir, partinin kırk yıllık gediklileri mi?

*
Kürt illerinde Ak Parti ile BDP rakiptir, aşağı yukarı aynı oy tabanına hitap ederler. CHP ile BDP ise rakip değildir – çünkü oralarda CHP diye bir parti yok. CHP’nin Diyarbakır’daki yüzde ikibuçuk oyundan feragat etmesi CHP’ye bir şey kaybettirmez, ama BDP’yi az da olsa sevindirir.

İstanbul’da BDP’nin yüzde beş ila yedi, İzmir’de belki dört ila beş oyu var. Bugün için bu oylar ziyandır, oysa CHP’ye eklenince siyasi tabloyu altüst edecek olan eşiği bulabilirler. İki tane marjinal bağımsız için kendini yırtacağına çekil seçimden, karşılığında birkaç tane kontenjan milletvekilliği iste, yahut ne bileyim, Tunceli veya Antep veya Kars gibi sınır illerinde kim ne alacak pazarlığı yap, iki taraf da kârlı çıksın.

*
Genç Türkiye başka bir âlem. 1980 sonrası doğan, az çok üniversite okumuş, bilgisayarla yetişmiş, muazzam dinamik, canlı bir kütle var orada. Ak Parti bunlara belli ölçülerde ulaşabiliyor. Ötekiler hiç ulaşamıyor. Oysa gençliğin çok büyük bir kesimi iktidar partisine tepkili, arayış içinde, seçenek açlığı çekiyor. Gezi olaylarının esas nedeni bu insanların kapıldığı çaresizlik duygusu değil miydi?

Şimdi düşün ki CHP yönetimi, kendi kokmuş dengelerini, bezgin önyargılarını, tozlu tabularını bir yana bırakıp, geleceğin kuşaklarına doğru cüretkâr bir adım atmış. Parti içinden ciyak ciyak bağıranlar olacaktır, Kağızman ilçe örgütünden istifalar olacaktır, tamam. Ama parti liderliği bununla başa çıkamayacak kadar zayıf mıdır? Herkesin şikâyet ettiği lider sultası büsbütün mü yalan? Kemal Bey’den başbakan çıkmayacağı belli. Ama partide düzgün bir liderliğin yolunu açsa bakarsın beş on sene sonra ödül diye cumhurbaşkanı filan yaparlar, fena mı?

De ki Sırrı Süreyya’yı aday çıkarmakla yetinmedi, Ak Parti’nin gidişinden huzursuz olan tüm kesimlere barış elini uzattı. Mehmet Ali Alabora’yı kampanya direktörü yaptı, Baskın Oran’ı Bodrum elçisi atadı, Anti-Kapitalist Müslümanlara davetiye gönderdi. Kırk yıldan beri CHP’ye oy vermemiş olmakla öğünen ben bile “bir kerecikten bir şey olmaz” deyip şerit değiştirmez miyim?

Beni bırak, bugünlerde nerede durduğunu şaşırmış görünen Cemaat bile, İstanbul Büyükşehir seçimlerinde, “acaba” duygusuna kapılmaz mı?

*
Bizde Duverger ekolü hakimdir. Ben ise siyaset bilimini Amerikan mektebinde okudum, o yüzden siyasi partileri sosyolojik bir fenomen olarak değil, daha çok stratejik birer ittifak olarak görme eğilimindeyim. Huylar, alışkanlıklar, duygusal safralar vardır elbette, birçok şeyi de onlar belirler. Ama aklın ve çıkar hesabının hiç mi rolü yok siyasi kararlarda, allahaşkına?

“Belediye rant kapısıdır, yabancıya yedirmezler” diye hemen omuz da silkmeyin lütfen. Parti gediklileriyle meydana çıksan İstanbul’da alacağın oy belli, taş çatlasa yüzde otuzyedibuçuk, alacağın rant da belli, sıfır. E, seçim kazanabilecek birini oraya koyup rantın bir kısmına razı olmak daha akıllı değil mi sizce? 


Rabiacılara neden karşıyız?

$
0
0
Bir kere şunda anlaşalım. Mısır’ın kaderi sadece Mısırlıları ilgilendirmez. Mısır’ın kaosa sürüklenmesi veyahut birtakım gözü dönmüş manyakların yönetimine girmesi, öncelikle komşu ülkelerin güvenliğini ilgilendirir. İkincisi, o kargaşadan etkilenecek olan diğer Arap ve İslam ülkelerini ilgilendirir. Üçüncüsü, onmilyonlarca aç ve öfkeli insanla başa çıkmak zorunda kalacak olan dünya ülkelerini ilgilendirir. Dolayısıyla bu ülkelerin, Mısır’ın intihar etmesine engel olma hakkı – hatta haktan öte görevi – vardır.

“Parayı veren düdüğü çalar” yasasını da akıldan çıkarmayalım. Mısır Suudi’lerin, Amerika’nın ve Avrupa’nın sadakasıyla geçinen bir ülkedir.  Geçen hafta Cengiz Aktar dış yardım rakamlarını vermişti, onun yalancısıyım. Mursi döneminde 9 milyarı Suudi Arabistan’dan olmak üzere 22 milyar dolar dış yardım almışlar. Buna karşılık toplam (2012’de) 28 milyar dolarlık mal ve hizmet ihraç etmişler. Senin toplam dış gelirinin yüzde kırkdördü Suudiyle Amerikalının sana acıdığı yahut batmanın sonuçlarından korktuğu için hibe ettiği paraysa, “ağa benim içişlerime nasıl karışır” diye babalanma hakkın olmaz.

Bu ülke binlerce seneden beri bütün Akdeniz havzasının mahsul ambarıydı, aldığından kat kat fazlasını ihraç ederdi. Bugün bu hale düştüyse bunun nedenini hayali dış mihraklarda aramanın alemi yok. Kötü yönetilmiştir, en az altmış yıldan beri feci derecede kötü yönetilmiştir. Adamların elinde dünyanın en verimli toprakları var, üstüne Süveyş Kanalı gibi (Avrupalıların sana hediyesi) bir para basma makinesi var. Palavra aleminde yaşayan birtakım cahil ve ahmak kadrolar o geliri har vurup harman savurmuş, yatırım diye bir şey akıllarına gelmemiş, sonunda çökmüş bir altyapı, yüzde yirmi küsur işsizlik, sıfır döviz rezervi ve petrol ihtiyacını bile zor karşılayan bir dışsatım kapasitesiyle baş başa kalmışlar.

Şimdi söyler misiniz, Mısır’ı Mısırlılar yönetsin diye ısrar etmenin anlamı ne? Adamlar yönetmekten acizse zavallı Mısır halkını bu eziyete mahkûm etmenin insaniyetle bağdaşan yanı nerede? Sen otomobil alırken yabancıyı tercih ediyorsun. Gazoz alırken yabancıyı tercih ediyorsun. Çocuğunu gâvurun okuluna göndermek için can atıyorsun. Devlet hizmeti satın alırken “bizim olsun, isterse öküz olsun” diye inat etmenin mantığını söyle.

*
Mübarek rejimi otuz senenin sonunda (tıpkı Abdülhamid’in son yılları gibi) çürümüştü. Demokrasi olsun dediler, devirdiler. Herkes bayram etti.

O karambol içinde adamın biri çıktı, Mısır halkının %56,6’sının boykot ettiği bir seçimde, %51, 7 oyla başkan seçildi. Zagazig Üniversitesinde makine mühendisliği profesörü olmaktan başka idari tecrübesi yoktu. Cehaleti yücelten ve dünyayı düşman sayan bir paranoya ideolojisine mensup olmaktan başka entelektüel donanımı da yoktu.  Ülkenin yarısının ve yönetici elitin tamamının kendisine muhalif olduğu bir ortamda, “ben ne dersem o” kibiriyle memleket yönetebileceğini sandı. Anayasayı değiştirip kendine diktatör yetkileri verdi; beceremeyip çark etti. Nargile kahvelerini ve Ümmü Gülsüm şarkılarını yasakladı. Maliye çöktü. Güvenlik çöktü. Belediye hizmetleri çöktü. Turizm çöktü. Yatırımlar komple durdu.

16 yıl önce Luksor’da turistlere katliam yapan adamları Luksor valisi atadı. Bütün ülke ve dünya “gel konuşalım” diye yalvarırken, kırk yıllık yorgun müstebitler gibi sarayına kapandı; belki konuşmaya takati veya cesareti yoktu, belki söyleyecek sözü olmadığından korktu. Her müflis politikacı gibi dış krizden medet umdu, Etiyopya’ya savaş denemesine girişti. Her müflis Şark politikacısı gibi, Yahudi düşmanlığı yaparak cahil halkı galeyana getirmeyi denedi; Allahının arkasına saklanıp İsrail’i lanetledi; peygamberinin arkasına saklanıp “maymun ve domuzlar soyu” diskuru çekti.

Nihayet devrildiğinde, aklı olan herkes derin bir nefes aldı.

Yerine gelenler, hayır, daha matah adamlar değildi; altmış yıldan beri memleketi batıran ekipti. Ama Tahrir cenderesinden geçmişlerdi; kısıtlı da olsa demokrasi olmadan ülkeyi yönetemeyeceklerinin farkındaydılar. Dış sponsorlarının talebi de o yöndeydi. Kısa süre içinde serbest seçim sözü verdiler; İhvan’a “gel konuşalım” dediler; Mursi’ye onurlu bir çıkış yolu önerdiler.

Ama olmadı. İhvan’cıların cihat ve şehadet retoriğiyle efsunlanmış gözleri, çıkış yolunu göremedi. Kalabalıkları sokağa sürdüler. İhtilali ihtilalle altedebileceklerini sandılar. Karşı taraf bir an sendelese ülkeyi kaos ve kargaşaya boğacak bir kumar oynadılar. Karşı taraf sendelemedi. Tahrir-sonrası çekingenliğini bir yana atıp, asli kimliğine geri döndü. Sonuç: şimdilik bin küsur ölü.

Şimdi bütün dünya, ölen “ılımlı İslam” projesinin yasını tutuyor. İslam ülkelerinde demokrasi denemesini bir başka – çok uzak – bahara ertelemenin sıkıntısını yaşıyor.

*
Rabiatül Adeviye Maydanında ölenlerin yasını tutamıyorum, üzgünüm. Piyon olarak sahaya sürüldüler, harcandılar. Orada ölen yüzlerce insanın – ve Mısır’ın ölen demokrasi hayalinin – vebali İhvan’ın ve Mursi’nin omuzlarındadır.

Gezi’de ayaklananlarla Rabia’da ayaklananların aynı kaba konulabileceğini de düşünmüyorum, hayır. Buradakiler, gözü dönmüş bir zorbaya meydan okumak için sokağa çıktılar. Oradakiler, iflas etmiş ve yenilmiş bir zorba adayını geri getirmek için sokağa çıktılar. Gezi’nin Mısır’daki muadili, geçen Aralık’tan beri her gün Tahrir’de sokağa çıkan ve Temerrüd hareketini organize eden milyonlardır.

Gezi bayrağına dört parmak ekleyenler, her şeyden önce, Tahrir’de özgürlük mücadelesi veren Mısır halkına hakaret etmiş olurlar.

Onunla da kalmazlar. Burada, yenilgiyi kabul etmektense ülkeyi yangın yerine çevirmekten çekinmeyecek bir siyaset kumarbazını biraz daha cüretlendirmeye, onun ürkütücü patinajını biraz daha uzatmaya hizmet etmiş olurlar.

Ben diktatöre diktatör demem, diktatör diktatör gibi olmayınca

$
0
0
Rahmetli Sezar diktatördü ama kaliteli adamdı. Cömertliğin, cimrilikten daha etkili bir yönetim aracı olduğunu bilenlerdendi.

Roma’nın en puşt şairi Catullus kahredici bir hicviye (1) yazıp kendisine “ibne Roma oğlanı”  (cineade Romule),“rezil, rüşvet yiyici ve kumarbaz” (impudicus et vorax et aleo) deyip, “küçük beyaz bir kumru gibi Roma’da her yatak odasına konan” (perambulabit omnium cubilia ut albulus columbus) Mamurra’nın eşcinsel sevgilisi olduğunu ima ettiğinde ne yaptı? Suetonius tarihinden (2) öğrendiğimize göre, Catullus’u evinde akşam yemeğine davet etti. Yemekte, kendisinden 16 yaş küçük olan şaire, “evladım, orta yaşlı bir politikacının götüyle neden ilgilenirsin” diye sorduğu rivayet edilir. Catullus muhtemelen o yemekten sonra “ak mısın kara mısın Caesar, bilmiyorum, beni ilgilendirmiyor da” diyen şiirini (3) yazıp diktatörün peşini bıraktı. Sonraki yıllarda Caesar’ın destekçisi oldu.

Olayın geçtiği eksi 55 yılında Caesar altı-yedi yıldan beri Roma’da iktidarın fiili sahibi durumundaydı. İmperator (başkumandan) ve Pater patriae (Atarum?) unvanlarına sahipti. Bir süre sonra damadı Pompeius tarafından iktidardan uzaklaştırıldı, bir müddet taşraya gitti. Bir darbeyle geri geldi, ömür boyu Dictator unvanını aldı. 44’te Senato’da bıçaklanarak öldürüldü.

Halen kullandığımız “diktatör” sözcüğünü meşhur eden bu zattır.

NOTLAR
(1) Carmen 29, www.perseus.tufts.edu/hopper/text?doc=Perseus%3Atext%3A1999.02.0003%3Apoem%3D29
(2) Suetonius, Iul. 79. www.gutenberg.org/files/6400/6400-h/6400-h.htm
(3) Carmen 93.

Yedi Uyurlar ve bişey bişey

$
0
0
Kuran’ın Kehf suresi 9. ayette Eshab-ı Kehf (yedi uyurlar) hikâyesini sunuş babında şöyle bir ifade geçiyor.

أَمْ حَسِبْتَ أَنَّ أَصْحَابَ الْكَهْفِ وَالرَّقِيمِ كَانُوا مِنْ آيَاتِنَا عَجَبًا
“Yoksa sen Eshab-ı kehf ve rakîmi bizim mucizelerimizden (delillerimizden) biri mi sandın?”

Buradaki rakîmرقيم sözcüğü problem. Çünkü Arapçada böyle bir kelime yok. Olsa belki RQM kökünden “kitabe, yazıt” gibi bir anlamı olabilir, ama onu da buradaki bağlama oturtmak kolay değil.

Nitekim 1400 yıl boyunca, tefsir ve tevil ehli kıvranmışlar. Peygamberin amcaoğlu ve tefsir ilminin piri sayılan İbn Abbas, rakîm mağaranın bulunduğun dağın, ya da vadinin, ya da yedi gencin yaşadığı kentin, ya da oradaki binanın adıdır diyen rivayetleri aktarmış. İkrime’nin aktarımına göre İbn Abbas, “kitap veya kitabe midir, yoksa bir bina adı mıdır” diyerek şüphesini belirtmiş. Kamus adlı klasik sözlük, “eshab-ı kehf’in veya onların atalarının veya onların hikâyesinin veya öğretisinin yazılı olduğu kurşundan levhanın adıdır” dedikten sonra, altı veya yedi ayrı yoruma yer vermiş; “yedi uyurların köpeğinin adıdır” veya “üzerine kitabenin konduğu yüksekçe bir taş yığınının adıdır” görüşleri bunlara dahil. Tacül Arus sözlüğü kelimenin Arapça olmayıp Yunan dilinden alınma olduğunu bildiren bir rivayeti aktarmış.

Modern Türkçe Kuran mealleri genellikle kitabeden gitmiş. Dİyanet İşlerinin yeni çevirisi risk almaktan kaçınmış, rakim deyip bırakmış. Edip Yüksel elbette sayısal yorumu uygun bulmuş.

Elmalılı: Ashab-ı Kehf'i ve Rakim'i (isimlerinin yazılı bulunduğu taş kitabeyi)…
Diyanet eski: Mağara ve Kitap ehlini…
Diyanet yeni: Ashab-ı Kehf ve Ashab-ı Rakîm’i …
Ahmet Tekin: Eshâb-ı Kehf (mağara arkadaşları) ve Eshâb-ı Rakım’in (Rakımli, üzerlerine yazılı anıt dikilenlerin)…
Yaşan Nuri Öztürk: Ashab-ı Kehf'i, mağara ve kitabe yâranını…
Edip Yüksel: Mağaradakilerin ve onlarla ilgili rakamların…

*
Hikâye malum, Kuran’dan önce de biliniyor.

Olay Efes’te geçer (ama burada geçen Ephesos’un bizim Selçuk’taki meşhur Ephesos mu, yoksa Maraş Afşin’deki öteki Ephesos mu olduğuna dair rivayet muhtelif)[1]. İmparator Decius zamanında (249-251) Hıristiyanlara yönelik zulümden kaçan yedi Hıristiyan genç bir mağaraya sığınır. Burada takdir-i ilahinin bir tecellisiyle yüzlerce yıl uyurlar. Uyanınca, aradan o kadar zaman geçtiğini bilmeden, aralarından birini erzak almaya şehre gönderirler. Çocuk Decius zamanının parasıyla ödeme yapınca olay anlaşılır. Yedi Uyurlar aziz ilan edilirler. Allahın hikmeti bir kez daha idrak edilir.

Eldeki en erken yazılı örnek, Süryani azizlerinden Suruc’lu Mor Yakub’un (Jacob of Sarug, 450-521) bir vaazında geçiyor.[2] Aynı döneme ait başka Süryani kaynaklarında da varmış. Bazı versiyonlarda yedi değil sekiz uyurdan söz edilmiş. Batıda hikâye en erken Tours’lu Aziz Gregorius’un (Gregory of Tours, 538-594) De Gloria Martyrum’unda aktarılmış.[3] Gregorius hikâyeyi bir Suriyeliden öğrendiğini belirtmiş. Avrupa ortaçağına ait “azizlerin yaşamı” derlemelerin birçoğunda “İmparator Decius Zamanında Yedi Aziz Uyurların Hikâyesi” mevcut.

Batılı kaynaklarda gençlerin adları Yunanca ve Latince karışık olmak üzere Dionysius, Maximinianus, Malchus, Martinianus, Serapion, Constantinius olarak geçiyor. Bu isimler Süryanice kaynaktan alınmış diye okudum, ama Süryanice orijinal yazım şeklini tespit edemedim. Bu mühim halbuki. Orijinal adlar Yunanca dahi olsa, ilk metin eğer Süryanice ise isimlerin de “Süryanileşmiş” biçimleriyle kaydedilmiş olması gerekir.

Decius adının Süryanice yazımıyla “rakîm” sözcüğü arasındaki görsel benzerliğe sanırım ilk önce ünlü şarkiyatçılardan Josef Horovitz işaret etmiş.[4] Horovitz’in “zayıf olasılık” diyerek geçiştirdiği tezi 1933’te Amerikalı Torrey daha ayrıntılı olarak değerlendirmiş.[5]

Süryani yazısında Decius (Deqyus) ve rakîm şöyle yazılıyor:
ܖܩܝܤ  dqys
ܪܩܝܡ rqym
R üstündeki nokta, birbirine çok benzeyen d ve r harflerini ayırmak için modern Süryanicede icat edilmiş bir işaret. 6. yüzyılda henüz nokta yok.

Aynı alfabenin Yahudilerce (ve muhtemelen o dönemde Araplarca) kullanılan biçiminde benzerlik daha belirgin.
דקיס   dqys
רקים   rqym

Yok hayır, Kuran yazarı kimse, Allah veya Cebrail veya Muhammed “Süryanice metni yanlış okumuş” gibi bir sonuca varmıyoruz hemen. Ama Süryaniceyi yarım yamalak okuyan, veya bozuk ya da silik bir elyazması üzerinden bilgilenen birinin, Kuran yazarına yanlış bilgiyi sözlü olarak aktarmaması için bir sebep yok ki?

*
Muteber sayılan İslami kaynaklarda yedi gencin adları Yemliha, Mekselina, Mislina, Mernuş, Debernuş, Şazenuş, Kefeştatayyuş diye anılıyor. Bu biçimlerin nihai kaynağını araştıramadım; dolayısıyla bozulmanın hangi aşamada gerçekleştiğini bilemeyeceğim.

Lakin, Arapça el yazısında birbiriyle kolayca karışan f yerine n koyup iki tane daha n ekleyince Kefeştetayyuş قفشططيوش o kadar kolay Konştantiniyyuş قنشطنطنيوش oluyor ki, hayret etmemek mümkün değil. Serabiyus ile Sazenuş’un farkı da öyle, topu topu iki nokta.

*********
10 Eylül ilave:

Bizans Ortaçağının en ünlü azizler derlemesi olan Symeon Metaphrastes'in “Azizlerin Hayatı”nda (11. yy başı) Uyurların adı biraz farklı zikredilmiş: Maksimiliyanos, Iamblichos, Martinos, Yoannes, Dionysos, Eksakostodianós ve Antoninos.[6]  Benim yukarıda aktardığım liste, Tours’lu Gregorius’un Süryani kaynaklarına atfen aktardığı liste imiş.

Iamblichos ilgimi çekti. Besbelli bizdeki Yemliha’nın orijinali olacak. Neo-platonik felsefenin kurucularından biri sayılan bir tane meşhur Chalkis’li Iamblichos vardır, sene MS 240 küsur ila 320 küsur. Yunanca yazmasına rağmen meğer Süryani imiş, Halep yakınındaki Khalkis = Kınnesrin kentinde doğmuş. Adı da tabii ki Süryanice MLK kökünden yamlika veya yamlixa ܝܡܠܟܐ  “hükmeder, egemen” anlamında. Uyuyan Yemliha tabii ayrı kişi, ama belli ki geç antik devirde Süryanilerde kullanılan bir isimmiş.





[1]Her iki kentte, İslamöncesi dönemden beri “yedi uyurlar” adıyla hürmet gören mağaralar vardır. Yunanca Ephesos adı akkuzatif biçiminden Türkçeleştiğinde, doğal ses evrimiyle Efson, Efşon veya Afşun halini alır. Kasabaya adını verdiği rivayet edilen “Selçuklu komutanı Afşin”in gerçek bir kişi mi, yoksa toponimik bir lakap mı olduğu araştırılmaya değer konudur.

[2]İnternette Süryanice orijinali var (Land, Anecdota Syriaca, Leiden 1862, III.87-99), ama okumaya teşebbüs etmedim. Bilgi için Ortiz, Patrologia Syriaca, Roma 1958, s. 189. Urfa’nın Suruc ilçesinin Süryanice adı olan Serug Miladi birinci yüzyıldan beri kaydedilmiştir.

[4] Horovitz, Koranische Untersuchungen (1926) s. 95.

[5]Torrey, The Jewish Foundations of Islam (1933), http://www.truthnet.org/islam/Jewish/.


Kürtçe kasaba isimleri

$
0
0
Kürtçe kasaba isimleri konusu takıldı kafama. Köy dağ dere yayla değil, adamakıllı kasaba yahut şehir olan yerler.

O bölgedeki kasabaların çoğunun geçmişi bin ila ikibin yıla dayanır; bazıları daha da eskidir, Asur ve Hitit zamanlarında adları anılır. Bir de onlardan ayrı, son yüz-yüzelli yılda Devlet yerleşkeleri etrafında türemiş kasabamsı yerler var. İkisini ayrı ayrı ele almak lazım.

Eskilerden başlayalım.

Silvan: Kasabanın öz adı Miyyafarkîn’dir, Kürtçe değil Süryanice, “ayıran-su” ya da su ayrımı gibi bir şey. Silîvan yani “Süleymanoğulları” burada 15-16. yy’da hüküm süren Kürt hanedanının adı. Kasabanın değil bölgenin adı. Osmanlıda da, Cumhuriyette de usuldür, bilirsiniz, idari bölgenin adı oranın başkenti olan kasabaya da verilir.

Hakkâri: Gene aynı durum. Kasabanın adı Çolemerg, Kürtçe bir açıklama bulma çabaları beyhude. Süryanice diyen var, Ermenice diyen var. Hakkâri esasen önceleri Başkale ve Özalp-Saray bölgesinde hüküm süren bir Kürt beyliğinin adıyken sonradan buraya taşınmış. O adın da tatmin edici bir açıklamasını bulamadım gerçi, ama Kürtçe olması mümkün görünüyor.

Dêrik, Mardin’in ilçesi, Kürtçe olmalı, “kilisecik”. Ağrı Tutak’ın adının Kürtçe dûtax(ikimahalle)’den gelmesi bana pek inandırıcı gelmiyor, ama hadi olsun. Yüksekova’nın geçmişi ne kadar geriye gider, bilemedim. Onun her iki adı Kürtçe. Gever bölgenin adı, Dizê ilçe merkezi olan yerleşim. İlki galiba Kürtçe “geniş yer, alan” anlamında, ikincisi “kale”.

Eskiden kalma kasabalarda durum bu. Hepsi bu kadar.

Esasen bölge veya aşiret adı olup şimdi adı idari merkeze verilmiş olan birkaç Kürtçe isim var. Silopî“Süleyman Ovası”, Cizreli Bedirhan oğullarının birinden ad almış. Kasaba değil ova adı, kasaba yakın devirde kurulmuş.

Şemdînan (Şemdinli) “Şemsettin oğulları”, beylik adı. Buranın tarihi başkenti olan Nehri muhtemelen Asurlar zamanına dayanır. Şimdiki kasaba 1920’lerde kurulmuş, adı da zaten Nûşar, “yenişehir”.   

Koçgirî“göçebeler”, Osmanlı’nın kullandığı bir idari isim. İdari merkez önce Erzincan’ın Refahiye’sine bağlı Koçgiri-Gümüşkuşak köyü iken, 19. yy’da Sivas Zara’ya taşınmış.

Cêlikan, Solaxan, Omerkan, Bayikan Kürtçe aşiret adıdır; Çelikhan, Solhan, Ömerli ve Baykan edildiler. Gûyan da sanırım aşiret adı, Uludere oldu. Eleşkirt’in idari adı bir ara Zedkan veya Zeydikan idi, o da aşiret adı. İzolî de Kürt aşiretidir, geçi İzlô Dağının adı Kürtçe olmasa da. Malatya’nın İzolî aşiret alanı yakın devirde Kale adıyla ilçe oldu, devlet dairelerinin bulunduğu yerleşim de kasaba hüviyeti kazandı.

Fiziksel coğrafya adı iken yakın dönemde idari merkeze nam olan üç-beş isim sayabiliyorum. Çaldıran esasen Çıldêran’dır derler, “kırk kiliseler” yani. Kürtçe değil Farsça da olabilir. Esasen ova adı, kasaba Cumhuriyet döneminde türemiş. Çal (“çukur”), adı üstünde, orta Zap çukurunun adı. Şimdiki idari merkez olan Çukurca çukur mukur değil, bulutlara yakın bir kartal yuvası. Eski adı Lizan’mış, sanırım Kürtçe. Gevaş da kasabanın değil oradaki derenin adı. Kürtçe diyorlar ama emin olamadım.

En zoru Pütürge. 19. yy’da zuhur etmiş bir idari isim. İlçe merkezinin adı Şîro, muhtemelen Kürtçe. Uyduruk bir köyken önce nahiye müdürlüğü sonra kaymakamlık olmuş, kalkınmış. Pütürge’ye Kürt arkadaşlar anlam veremiyor. Ama esasen ilçenin güney sınırındaki şimdi Nemrut Dağı denilen yerin adı olabileceğini düşününce sanırım aydınlanıyor. “Putlu yer” veya “put yeri” olabilir mi?

Geri kalanlar mütevazı birer Kürt köyü iken cumhuriyet devrinde tepesine Devlet'in obez kuşu konmuş yerler. En ünlüsü tabii Kalan (“dedeler”) adlı köy, diğer adı Mamikan (aşiret adı), 1930’lardan sonra Tunceli. Bölge adı olan Dersim’in mahiyeti meçhul; bence Kürtçe olma olasılığı zayıf. Hele der-sîm (“gümüşkapı”) hepten palavra.  Pîran, şimdiki Dicle, Diyarbakır’ın ilçesi. Gene Kürtçe, “dedeler”.  Guleman(“köleler”), şimdi Elazığ-Alacakaya ilçesi. Sincik, Adıyaman’ın ilçesi, galiba Kürtçe, “iğde ağacı”. Hilvan ilçe merkezinin taşındığı köyün adı Curnêreş, yani "karayalak". Karabegan’ın Mîravan’ı (Karabeyler nahiyesi Beyler köyü), şimdi Elazığ Arıcak ilçesi, yarı Türkçe yarı Kürtçe. Bir da ta Anadolu’nun göbeğinde, Rişvan aşiretinin yaşadığı Zivarik (“kışlak”). Altınekin adıyla Konya’ya bağlı ilçe edildi.

Bingöl Genç ilçesinin şimdiki merkezi olan DarahêniZazacadır, onu da Kürtçe sayalım, kimseyi kırmamış olalım. Genc necedir emin değilim, ama Kürtçe/Zazaca olması kuvvetli ihtimal.

Hepsi aşağı yukarı bu kadar. Urfa, Amîd, Mardin Süryanice. Harran, Suruç, Behesni, Kâhta, Egil, Nusaybin, Hısnıkeyfô, Midyat, Gercüş, Ğarzan, Siird, Beytüşşebab ve o civardaki eski, köklü yerlerin tümü de Süryanice. Malatya ve Maraş galiba Süryaniceden daha eski. Diyarbekir, Hısnımansur (Adıyaman), Cizre ve belki Ayıntab Arapça. Xoşâb Kürtçe değil, “edebî dil” sayılan Farsça. Van, Tatvan, Ahlat, Erciş, Vostan (Gevaş’ın kasaba adı), Bergiri (Muradiye), Muş, Norşén (Güroymak), Malazgirt, Varto, Patnos, Eleşkirt, Ağrı, Kars, galiba Digor, Erzurum’un Erz’i, Bayburt,  Erzincan, Kemah, Pertek, Mazgirt, Çemişgezek, Çapakçur, Kiğı, Harput, Palu, Ergani, Siverek ve saire Ermenice, ya da daha eski dillerden Ermeniceleşerek aktarılmış isimler. Bidlis ile Şirnak meçhul. Şehr-i Nûh? Sanmam.

Dikkat edersen, bu son paragraftakilerden önce saydıklarım arasında bunlarla boy ölçüşecek nitelikte kentsel kimliği olan tek yer Silvan, onun da harbi adı Süryanice.

*

Kıssadan hisse? Yok.


Elbette ilk baştaki heyheyler dönemi geçtikten sonra birileri oturup doğru dürüst Kürt tarihine çalışmak isteyecektir. Onlara malzeme olsun diye yazdım say.

Diyarbakır Eğil'e dair bir not

$
0
0
Egil adı M 391 yılına ait Bizanslı Faustus Tarihinin Ermenice tercümesinde ve 6. yy'a ait Aşxarhatsuyts adlı Ermenice anonim coğrafya kitabında Agelագեղ ve Angelանգեղ biçiminde geçer. Milat öncesinde Yunancası Sophene ve Ermenicesi Tsopk olan krallığın kışlık başkenti, daha sonra Ermeni ülkesine bağlı "dış" beyliklerden biri olan Angeltun անգեղտուն hanedanının kalesi olarak anılır. 

Agel, aglô ܐܓܠ Aramice/Süryanice "kapı" demektir. Bkz. Jastrow s. 12. Dicle üzerinde, Amid ülkesinin kuzey kapısı olan stratejik noktada Agel/Egil kalesi bulunur. Tarihî Suriye ile Ermenistan arasındaki en önemli iki geçit noktasından birinin kilididir.

Ahalisinin o devirde Süryani mi, Ermeni mi, başka bir şey mi olduğuna dair elimizde bilgi yok. En azından bende yok. Lakin eski yer adlarına bakıldığında, Ermenice/Süryanice sınırının aşağı yukarı bugünkü Güneydoğu Toros dağlarının güney yamaçlarını izlediği ve Amid (Diyarbakır) düzlüğünün egemen kültürünün Süryani/Arami olduğu malum.

Sadece Ermenice kaynaklarda geçen Angel biçimi kafamı kurcaladı. /n/ sesi nereden türemiş? Şöyle akıl yürüttüm. Orijinal isim Agel ve Aggel olmalı; Sami dillerinde şedde tipiktir, ve her iki biçim de Süryanicede aynen ܐܓܠ yazılır. Sözcüğün çift g ile Yunanca yazımı αγγελ ise, genel kural gereği /angel/ okunur. Nitekim Faustus tarihi Yunacadan çeviri olduğu gibi, Aşxarhatsuyts da muhtemelen Yunanca bir orijinalden çeviridir.

*
Egil, 15. yy'dan itibaren Kürt Mirdasî beylerinin makamı idi. 1930'larda Dicle adıyla ilçe yapıldı. 1950'lerde Dicle ilçesinin merkezi, yakında bulunan Pîran kasabasına taşındı. Böylece Pîran Dicle oldu, Dicle de eski adı olan Egil adına tekrar kavuştu.

Akıl ve Din Semineri videoları

$
0
0
1-8 Eylülde Şirince'de birincisini gerçekleştirdiğimiz Akıl ve Din seminerinin videoları aşağıda. Hepsi 8 tane, toplam yaklaşık 9 saat.

1. gün - http://www.youtube.com/watch?v=CuOUwlNYfSc Konular: Din ve rasyonel düşünce, nerede buluşur, nasıl bağdaşır.

2. gün - http://www.youtube.com/watch?v=bSkNsSJNd1o ve http://www.youtube.com/watch?v=QDORTuZvNh8 . Batıda eleştirel Tevrat ve İncil araştırmalarının tarihçesi. Arkeolojik bulgular ışığında Tevrat. Son oturumda Elif Ledrön Nepal'de tanrının enkarnasyonu olan bir kadını ve 30 yıl meditasyon yaparak madde dünyasını aşan bir yogiyi anlatıyor.

3. gün - http://www.youtube.com/watch?v=w_KKyjN5q0c ve http://www.youtube.com/watch?v=2gQxsclThnk . İslam'ın içinde doğduğu tarihi ve siyasi ortam. İslam anlatısı nasıl oluştu?

4. gün -  http://www.youtube.com/watch?v=6DTj657M06g ve http://www.youtube.com/watch?v=LakyjSB6d4M . Kuran'daki bazı kavramların eleştirel analizi.

5. gün - http://www.youtube.com/watch?v=LBGY-7bH4Gc . Çağdaş anayasa ve insan hakları hukukunda dinin yeri. İlk oturumda Sait Çetinoğlu modern Türk tarihinde dinî bağnazlığın rolünü inceliyor.



Türkiye'nin dilleri

$
0
0


Dün İzmir'de Fransız Kültür Merkezi'nde Türkiye'nin ölmeye yüz tutan dilleri üzerine bir sunumum vardı. Akşam oturup bu haritayı hazırladım. Konferansı da bu harita üzerinden verdim.

Morlar Zazaca - yani Kırmançki ve Zazaki/Dimili. Biz Zazaca ayrı dil midir diye tartışaduralım, bu işlerin referansı sayılan Ethnologue Kırmançki http://www.ethnologue.com/language/kiu ile Dimili'yi http://www.ethnologue.com/language/diq iki ayrı dil olarak tasnif etmiş.

Kırmızılar Arapça - Antakya, Urfa-Harran, Mardin ve Siirt'te dört lehçe.

Fıstık Yeşili "Süryanice" adı verilen Surit veya Turoyo, Midyat ve İdil'de. Yakın tarihte nesli tükenen iki lehçe, Mlahso (Lice) ve Hertevin (Pervari), + işaretiyle gösterildi.

Gök mavisi Lazca. Onun da Atina-Ardeşen lehçesi ile Viçe-Arhave lehçesi ayrı diyorlar.

Koyu yeşiller Ermenice. İstanbul Ermenicesi, neredeyse ayrı bir dil olan Kesap (Vakıfköy) lehçesi, Hemşince ve büsbütün muamma olan Poşaca.

Sarı Gürcüce. Artvin İmerhevi, Maçaheli ve Maradidi'de üç yerleşim bölgesi. Kuzey ve Batı Anadolu'daki dağınık yerleşimler gösterilmedi.

Pembe Rumca. En büyük grup Of-Çaykara, Maçka ve Tonya'da Pontos Rumcası. İkincisi Ayvalık ve Ege'nin çeşitli yerlerine dağınık Girit Rumcası. En ufağı İstanbul ve İmroz'daki Hıristiyan Rumlar. Bir de Patriyotlar var tabii, ama coğrafi dağılımını bilmiyorum.

Lacivert - Yahudi İspanyolcası, yani Ladino veya Judezmo. İstanbul'da ve İzmir'de bilen üç beş bin kişi var, ama konuşan kalmadı.

Dağınık halde olan Kuzey Kafkasya dilleri gösterilmedi. Memlekette Çingenece (Roma) konuşan kimse halâ var mı, onu da bilmiyorum. Darende'de Hazeyn veya Hazain diye bir dil var mıdır, varsa nedir, hiçbir bilgim yok.

Halka büyüklükleri kabaca nüfusla orantılıdır (ama tam değil tabii). Kürtçenin (yani Kurmanci'nin) egemen dil olduğu bölge bej rengiyle gösterildi. Ayrıca Orta Anadolu Kürtleri (Haymana, Cihanbeyli, Şereflikoçhisar, Eskil) bej halkayla belirtildi.

Allahu's-samed

$
0
0
Eski zaman tanrıları çeşitli kutsal isimlerle zikredilirdi, bilirsiniz. Mesela Apollon’un isimleri Phoibos, Aiglêtês, Lykios ve Lykoktónos, Smintheus, Pythios, Parnópios, Kynthogenês ve Didymaios’tur. Bir kısmının anlamı bellidir, bir kısmınınki meçhuldür. (Misal: Lykoktónos: kurt-öldüren, Parnópios: afet-salan. Tanrıyı doğru zamanda doğru ismiyle anmak mühimdir. Yoksa çarpar marpar, en azından duana cevap vermez.

Şark tanrıları keza öyle. Mesela, Gaziantep’in Zincirli Höyüğünde bulunan Kral Kilamuwa yazıtındaki şu ibare, MÖ 9. yy’dan, Fenike dilinde:

“Her kim bu yazıta zarar verirse, Gabar’ın tanrısı Ba’al Samad onun kafasını kırsın, Bmh’ın tanrısı Ba’al Haman onun kafasını kırsın...”

Ba’al yahut Be’el Fenikelilerin tanrısı. Diğer Suriye kavimleri arasında da popülermiş. Hatta Tevrat’a inanacak olursak, Yahudi tanrısının zaferinden önce Kenan ülkesinin insanları Ba’ale taparmış.

Samad sad harfiyle yazılıyor, alttan ikinci satırda soldan 9-8-7 pozisyonda net olarak okunuyor. Aynı alfabenin başka versiyonu olan Arami/İbrani alfabesinde צמד , Arap alfabesinde  صَمَدolur.

*
Kuran’ı bilmeseniz bile İhlas suresini herhalde bilirsiniz, ikinci ayetinde Allahu’s-samadاللٰهُ الصَّمَد diye bir ifade geçer. Samed Allahın 99 isminden biri sayılır, hatta Abdüssamed’den kısaltma Samed diye erkek adı bile var. Lakin Samed’in anlamı belli değildir, çünkü Arapçada – Kuran’ın bu ayeti dışında – böyle bir kelime yoktur.

Tabiatiyle Arapçada böyle bir kelime olmayışı, tefsir ve meal erbabını asla yıldırmamış. Mesela Taberi, sözcüğün yorumunu 29 farklı kaynaktan aktarmış ve toplam altı anlam grubu ayırt etmiş. Kaynaklara göre as-samad, 1) som olan, içinde boşluk olmayan, yemeyen ve içmeyen, 2) kendisinden bir şey açığa çıkmayan, 3) doğmayan ve doğurmayan, 4) egemenliğin zirvesinde olan, 5) baki ve daim olan, 6) nihai hüküm sahibi anlamlarından birine veya birkaçına gelebilir. Taberi bunlardan sonuncusunun en doğrusu olabileceği kanısındadır. (Ayrıntı için bkz. http://www.answering-islam.org/Shamoun/samad.htm)

Türkçe meallerde Diyanet İşleri, Elmalılıdan iktibasla “herşey O'na muhtaçtır, O, hiçbir şeye muhtaç değildir” yorumunu tercih etmiş. Ahmet Tekin, tek başına samed sözcüğünü “Artmayan, eksilmeyen, ayrıştırılmayan, bileşik olmayan, ezeli ve ebedi kavrayan; varlığın hayatını ve mevcudiyetini borçlu olduğu, muhtac olunan, ihtiyacı olmayan, boşluk bırakmayan, ilâhlığında, otoritesinde, mülkünde, tasarruflarında ortağı bulunmayan, varlık âlemini ayakta tutan, kâinatın aslî düzenini elinde bulunduran, yenilmez, yüce, gerçek ve asıl yaratıcı, koruyucu, hesap soran, âdil, sığınılan, güvenilen bâki kudret” şeklinde çevirmiş. Tanrının kusursuz sözünün, sanırım, zenginleştirilmeye muhtaç olduğunu düşünmüş. (Ahmet Tekin, Kur'an'ı Doğru Anlamanın Altyapısı ve Usulü, Kelam Y.)

“Doğru yorum elbette şudur, ya da budur” diye celallenmenin anlamı yok. Peygamberin sahabesi ve ilk devir takipçileri bir kelimenin anlamı üzerine ihtilafa düşmüşlerse, o kelimenin anlamının muğlak olduğunu, en azından arabiyyül mübîn (Şuara 195) olmadığını kabul etmek zorundayız.

*
İbranice ve Aramicede samadצָמַד “çift koşma, iki şeyi birbirine eşleme” ve smadצְמַד“iki öküzü bağlayan aygıt, boyunduruk” ve dolayısıyla “koşum” anlamındaymış. (Jastrow 1286). Maamafih bu anlam ne Ba’al hazretlerinin lakabına, ne Kuran’daki kullanıma uymuyor gibi.

Tevratta sözcük üç yerde geçiyor, üçünde de fiilin edilgen halinde (yisâmod) kullanılmış, ve üçünde de – tesadüfe bak – hak yolundan sapan İsrailoğullarının lanetli Baal’e “samad olması” sözkonusu. Bkz. Sayım (Numbers) 25:3 “Böylece Ba’al-Peor’a samad-olundular, Rabb bu yüzden onlara öfkelendi.” Sayım 25:5 “Musa İsrail yargıçlarına ‘Her biriniz kendi adamlarınız arasında Baal-Peor’a samad-olunanları öldürünüz’ dedi.” Mezmur 106:28 keza aynı. Standart çevirilerin çoğu her üç yerde “bağlanmak”, “join themselves” ifadesini kullanmış. Luther Und Israel hängte sich an den Baal-Peor diye çevirmiş. Ama mesela Latince Vulgate “initiatus” deyip ayrı bir yola gitmiş, yani “Baal-Peor ibadetine inisiye edildiler”.

Acep Baal kültüne ilişkin teknik bir tabirdi de Tevrat tefsircileri zorla anlam yüklemeye mi çalıştılar diye insan merak etmiyor değil.  

*
Baal’in diğer adının da El olduğunu belirtmeden geçmeyelim. Hazret kudretli bir tanrıymış. Yağmur yağdırması ve gökleri gürletmesi bir yana, tanrıça Aştart’ı cinsel kudretiyle de kendine hayran etmeyi bilmiş. Ugarit’te (Suriye’nin Akdeniz sahilinde Ras eş-Şamra) bulunan arşivlerde Baal/El’e nasıl ibadet edileceğine dair hayli ayrıntılı bilgi var. Şöyle bir ilahi de geçiyor, misal:

El’in penisi deniz kadar büyüktür
Andolsun ki El’in penisi tufan gibidir.
(Mark Smith, The Origins of Biblical Monotheism, sf. 84 - http://books.google.com.tr/books?id=n0v0NB5-n3sC)

Sonraki Yahudi geleneğinde El/Eli/Eloh peyderpey organik özelliklerini kaybetmiş, “o da değil, bu da değil” hesabıyla gitgide soyutlaşan bir konsept kazanmış. Ama sanırım kişilik özelliklerini korumuş. Bazı adlarını da korumuş olması makul görünüyor.


Matematik Köyü'nde 2014 Felsefe Yaz Okulu

$
0
0
Matematik Köyünün Felsefe Mahallesi, birbuçuk yıllık hummalı çalışmanın ardından iyi kötü ortaya çıktı. Dersler ve toplantılar için enfes bir Agora, onikişer kişilik üç koğuş, üç hoca evi, iki kalfa evi tamam. Oniki odalı konukevi de Mayıs’a kadar hazır olur.

Gelecek yaz 13 hafta sürecek Felsefe Yaz Okulu için düğmeye bastık. Ders programını Ferda Keskin’le ikimiz hazırlıyoruz. Kabataslak bir liste çıktı, iş kaldı ince ayar yapmaya. Bir de hocalarla konuşmaya.

Anafikir
Program 15 Haziran – 14 Eylül 2014 arası birer haftalık onüç modülden oluşuyor. Her modül Pazar günü başlayıp, bir sonraki Pazar sabahı bitiyor. Katılım modül bazında. Yani dilediğiniz haftalık modüle katılabiliyorsunuz. Ama kısmi katılım yok. Yani “hocam iki gün gelsem, üç gün gelmesem” yok. Ya yedi gün, ya hiç.

Her modülde en az iki kalburüstü hoca olacak. Ayrıca Ferda, ben veya başkaları birer-ikişer derse gireceğiz. Her gün ikişer saatlik iki ders ve iki saatlik bir tartışma grubu olacak. Modül sonunda sertifika verilecek; belki bir gün işe yarar.

Kontenjan kırk kişi. Üniversite öğrencisi VEYA mezunu VEYA 24 yaş üstü olma koşulu var (ve değil, veya). Kırk kişiyi Matematik Köyünde yatırabiliyoruz. Fazlası gelirse kapımız açık, ama konaklamayı biz sağlayamayız. Günde üçbuçuk öğün yemek ve talep varsa Perşembe günleri Efes-Millipark-deniz gezisi programa dahil.

Henüz başvuru almıyoruz. Kesin program Şubat ayı içinde www.matematikkoyu.org sitesinde ilan edilecek. Başvuru ve kayıt formu sitede olacak. Sadece siteden başvuru alınacak. (Elbette hazır olduğunda burada da duyuracağım.)

Taslak program
Ferda ile çıkardığımız taslak liste aşağıda. Listeyi oluştururken kafamızdaki ideal programdan çok, kaliteli hoca ve öğrenci bulma gibi pratik kaygıları hesaba kattık.

Liste taslaktır. Daha iyi fikirleriniz varsa yazın. “Mutlaka olsun, çok iyidir” dediğiniz hoca önerileriniz varsa o da çok makbule geçer.

Batı fikri ve Türkiye’de modernlik
Bilim felsefesi
Çağdaş kent düşüncesi
Diller tarihi ve etimoloji 
Edebiyat ve felsefe 
Etik 
Evrim teorisi
Felsefenin doğuşu: İyonya ve Atina
Günümüzde Fransız Felsefesi
İslamın Tarihi ve Kültürel Kaynakları
İslam Felsefesi
Sosyalizmin geleceği var mı?
Post-seküler perspektiften din ve siyaset
Rasyonalite ve Toplumsal Düşünce
Sanatta dönüşüm
Ütopya ve anayasa hukuku

Zihin bilimleri (cognitive science)

İsviçre notları

$
0
0
5-6 Ekim, Winterthur. Ermeni Tarihine Yeni Yaklaşımlar Konferansı. R. Hovannisian bayat klişeleri tekrarladı.[1]Buna karşılık Profesör Zekiyan bir şaheserdi.[2]Dört saat konuştu. Eski ve yeni Ermeni tarihinden örneklerle, Ermenilerin Doğu ile Batı arasındaki ikircikli konumlarını ne zaman ve hangi koşullarda avantaja çevirebildiklerini anlattı. Tanıştık. Heyecan duyduğumu söyledim. Venedik’e davet etti. Haftaya gelirim, bir iki gün sohbet ederiz dedim. Yazık ki vakit yetmedi, gidemedim.

İyi tarihçi, tarihte başkalarının göremediği detayları görebilendir. Ancak iyi bir tarihçi bugüne dair taze bir şey söyleyebiliyor sanırım. Ya da: geçmişe taze bir gözle bakabilen, bugüne de taze bir bakış getirebiliyor. Aynı yeteneğin belki iki ayrı tezahürü.

7 Ekim: Gimmelwald. 1300 metrede, İsviçre’nin en güzel köyü. Teleferikle çıkılıyor. Araba ulaşımı yok. Dört-beş pansiyon, bir tane bar ve herşeyci dükkânı, bazısı 1500’lü yıllardan yirmi-otuz çiftlik evi, birkaç yüz inek. 1990’dan beri birkaç kez gitmişliğim var.

Köyde hava bozuktu, ama yukarısı Alplerin en muhteşem yaylalarından biri, gök pırıl pırıl. Teleferikle 2677 metreye çıkıp oradan aşağı beş saatte yürüdük. Haşat olduk.

Pansiyon sahibi Ollie esasen İsveçliymiş. Otuz sene önce buraya gelip yerleşmiş. Hayvancılık ve dağcılıkla uğraşıyor. Ayrıca kemancı ve insan hakları aktivisti. Ermenistan’dan birtakım rejim muhaliflerinin İsviçre’ye iltica etmelerine aracı olmuşlar. Uzun uzun onları anlattı.

8 Ekim: Lausanne Otelcilik Okulu.[3] Bir sürü güzel yüzlü genç, kusursuzluk eğitimi görüyorlar. Gıpta ettim. Sonra hüzün bastı. Sözde otelci ve restorancıyız, haybeye iş yapıyoruz, amatörüz duygusuna kapıldım.

Avrupa’nın iç halkalarına girince o duygu çöker insana. Çok çalışmışlar. Çok emek vermişler. Şimdi o emeğin esiri olmuşlar. Pygmalion gibi, yarattıkları esere aşıklar.

9 Ekim: Cenevre yakınında Coppet şatosu.[4]Mme de Staël’ın sürgündeki evi, salonu, yatak odası. Yanda “Avrupa’nın en güzel kadını” Mme Récamier’nin odası. Her ikisi de, benim en sevdiğim yazar olan Benjamin Constant’ın sevgilisi olmuşlar. Constant’ın de Staël’dan olan evlilik dışı kızı Albertine meğer Broglie düküyle evlenmiş. Şimdiki Broglie prensiyle[5]1999’da La Bourdaisière’de tanışmıştık, şatosunda kaldık. Albertine’in beşinci kuşak torunu imiş. Kendini deliler gibi bahçevanlığa vermişti, şatonun bahçesinde 200 farklı cins domates yetiştiriyordu. Şimdi de dünyanın en büyük böcek koleksiyonunu almış, Paris’te böcek müzesi kuruyormuş.

9 Ekim: Freney, Voltaire’in malikânesi.[6]İhtiyar tilkinin evi Fransa sınırının hemen içindeymiş. Arkadaki parkın içinden onbeş dakika yürüyünce, kimsenin ruhu duymadan İsviçre’desin, kralın adamları avuçlarını yalar. Yaşamı boyunca tutuklanma tehlikesiyle yaşayan biri için ideal konut.

10 Ekim: Cremona, kemanın anavatanı. Yeni keman müzesi geçen ay açılmış, bir modern müzecilik şaheseri. Antonio Stradivari’nin atölyesinin bütün aksam ve edevatı, hakiki, kokusu dahil. 1500 küsurdan beri dünyada bilinen tüm keman imalathanelerinin interaktif haritası, ses örnekleri dahil. Dünyadaki tüm Amati ve Stradivari kemanlarının ses örnekleri. Cremona keman yapımcıları loncasına kayıtlı tüm keman ustalarının interaktif katalogu. 50-60 tane güzel insan, fotoğraflarına bakmaya doyamadım.[7] 

10 Ekim. Salò ve Gargnano. Mussolini ve hempalarının son sığınağı. Çağı geçmiş bir aristokrasinin tohuma kaçmış şaşaası; gruplar halinde ihtiyar Alman turistler. Mussolini’yi düşünüyorsun: Mütevazı bir aileden gelmiş, yükselmiş, mutlak iktidarın şehvetini tatmış, kendisini ve sınıfını aşağılayanları tir tir titretmiş. Sonra düşmüş. Son aylarını onların mekânında kafese kıstırılmış, ölümü bekleyerek geçirmiş.

Bir yönüyle, sınıf atlamanın imkânsızlığı orada gördüğün. Diğer yönüyle, kendini ustaca savunan Avrupa medeniyetinin, kaskatı kesilip ölmesi.

Radyoda haber-analiz: İtalya’nın Alman azınlığının yaşadığı Südtirol özerk ilinde gençler askerliğini İtalyan Cumhuriyeti ordusunda yapmaktansa Südtirol il milis kuvvetinde yapmayı tercih ediyormuş. Anayasaya göre Südtirol halkı referandumla bağımsızlık ilan etmeye veya başka bir ülkeye katılmaya karar verirse, İtalyan ordusu 48 saat içinde il sınırlarını terketmeyi, polis ve jandarma birimlerini yerel yönetime devretmeyi vs. taahhüt etmiş.

11 Ekim: Müstair. Almanca-Rumanşça çift dilli bir dergi bulundu, sabaha kadar Rumanş dili çalışıldı. Dört beş seneden beri taktım bu dile, şimdi okuduğumun %80’ini iyi kötü anlayabiliyorum. Burada konuştukları lehçe 2008’e dek Vallader lehçesine göre yazılırmış. O tarihte imla reformu yapıp Rumantsch Grischun standardını benimsemişler.[8]Vallader lehçesine özgü ü ve ö harfleri kalkmış. Bütün seslileri diftongize etme eğilimi var (Münster yerine Müstair, vulp yerine vuolp). Bütün kalın k’lar Konyalılar gibi kh okunuyor (chasa chantunal = casa cantonale). Mardinliler gibi a’ları o yapıyorlar.

Köye adını veren Son Jon manastırı 780 yılında kurulmuş. O yıllardan kalma duvar resimleri halen duruyor. İçeride melek yüzlü dokuz ihtiyar rahibe, bir ihtiyar vekilharç, bir sürü inek. İbadetten arta kalan vakitte mandıracılık yapar, peynir üretirlermiş. Ayrıca köy çocukları için kreş, bir de misafirhane işletiyorlar.[9]

Gece 60 santim kar yağmış. Dağa daha da fazla inmiş, yollar kapanmış. Uçağı kaçırdık, sefil olduk. 400 euro fark ödeyip akşam uçağına zar zor yer bulabildik.


Cumhuriyet Bayramınız kutlu olsun, güle güle kullanın

$
0
0
Cumhuriyet kaçınılmazdı.

Türk-Osmanlı elitinin hanedanla manevi bağı daha Abdülaziz zamanında zayıflamıştı. Abdülhamid istibdadının son 10-15 yılında tamamen koptu. Tüm dünyada tüm rejimlerin altüst olduğu 1918-sonrası ortamda hanedanın sürmesi, veya sürse otoritesini koruması mümkün değildi.

Fransa’yı da unutma. O devirde Türk-Osmanlı eliti için medeniyetin tek referansıdır. 1871’de orada cumhuriyet ilan edilince, buradaki saltanatın da miadı dolmuştu. Geçmiş olsun.

Geriye kalan iki ihtimal var, onları da gözden geçirelim.

Bir, Sultan Reşat modeli. Siyasi gücü olmayan, etliye sütlüye karışmayan, ombudsman tipi bir monarşi yürür müydü? Rauf Bey mesela o karta oynadı. İngilizler de muhtemelen o ihtimali değerlendirdi, ama sonra vazgeçtiler. Bence yürümezdi. Türkiye gibi siyasetin çok sert oynandığı, 1918’den sonra daha da sertleştiği bir ülkede zayıf monarkın şansı yoktur. Kurtlar sofrasında kuzu olur, çıtır çıtır yerler.

İki, Napoleon (ve Rıza Pehlevi) modeli. Diktatörün kendini hükümdar ilan ettiği bir yeni-monarşi yürür müydü? Belli ki bu ihtimal düşünüldü. 1 Kasım 1922’den 29 Ekim 1923’e dek opsiyonlar açık tutuldu. Mustafa Kemal Paşanın Aralık 1922’de birden evlenmeye niyet etmesini bir de bu açıdan düşünün derim.

Bana sorarsanız bu model de yürümezdi. Bir kere Bolşevik Rusya’dan esen rüzgârlar vardı, 1922-23 Türkiye’sinde kuvvetle hissediliyordu. Almanya’da, Avusturya’da monarşiler devrilmiş cumhuriyet kurulmuştu. Türk elitinin o devirde yakın temasta olduğu Arnavutluk ve Azerbaycan cumhuriyetçi coşku içindeydi. Monarşinin çağı kapanmış görünüyordu.

Sonra Paşa, Napoleon’un akıbetinden haberdardı. Babadan gelmeyen saltanatı yürütmek zordur. Ağzınla kuş tutsan, bütün Avrupa’yı fethetsen, gene de meşruiyetin sorgulanır. Ömrünü tamamlayıp tahtı sağ salim evladına devretmedikçe gerçek anlamda padişah sayılmazsın. “Nereden çıktı bu zibidi” diye soran olur.

Bu da bizi en önemli detaya getiriyor. Gazi’nin evladı olmadığı, olacak gibi de görünmediği bir durumda hükümdarlık ilan etmenin faydası ne? Dört senede bir kendi elceğizinle seçtiğin meclise seçim yaptırır, kendini Reis, Münci, Lider, Duce veya Führer seçtirtirsin. Keyfince yönetir, “Beni buraya Halk seçti, Halktan başka kimse tanımam” diye havanı da atarsın. Fena mı?

İşte bu yüzden, akılcı ve doğru bir kararla, 29 Ekim 1923’te cumhuriyet ilan edildi. Hepimize kutlu olsun.

Viewing all 680 articles
Browse latest View live