Quantcast
Channel: Sevan Nişanyan / En son yazıları
Viewing all 680 articles
Browse latest View live

Sosyalizm? Allah göstermesin!

$
0
0
Sen ki Karl Marx’ın en kafa tırmalayıcı eseri Grundrisse’yi Türkçeye çevirmiş adamsın, Marksizmle ve Sosyalizmle alıp veremediğin ne, anlat, demiş Bilge Kağan. Mecburen anlattım.

Üç itiraz. Biri pragmatik, biri etik, biri teorik.

Birincisi. Bu ülkede adında “sol” ya da “sosyalist” olan bir siyasi tercihin küsurattan fazla destek bulması mümkün değil. Eskiden de değildi, gelecekte de olmayacak. Bu durumda siyasi ufkunu oraya bağlamanın yalnız akılsızlık değil, vahim bir sorumsuzluk da olduğunu düşünüyorum. Memlekette beyni büsbütün örümceklenmemiş olan bir avuç insan var. Onları ebediyen siyaset dışına hapsetmek hangi akla ve hangi sorumluluk duygusuna hizmet eder bilemiyorum.

Hayır, ahali aptal olduğundan reddetmiyor sosyalistleri; güzelce anlatırsan fikrini değiştirmeyecek. Bu alemin ezik ve büzük insanlarına sunacak hiçbir şeyi yok sosyalizmin. Öbürleri kimlik sunuyor, onur sunuyor. “Sen bir böcek değilsin, çünkü ataların dünyayı fethetmiş, evreni fethetmesine ramak kalmış, övün” diyor. “Peygamberin kâinatın yaratıcısı ile kankaydı, sevin” diyor. Bir onur madalyası takıyor. Beriki ne yapıyor? “Sen işçisin, iyi bir şey” diyor. “Grev yap, maaşın üç kuruş artsın.” Salak mı ki adam kansın?

x

İkincisi etik, yani ahlaki. Kalabalığın değerlerini ve kalabalığın çıkarlarını öne koyan bir dünya görüşüyle benim işim olmaz. Uğruna savaşmaya değer tek şey, aklın ve vicdanın özgürlüğüdür. O özgürlük kalabalıkla beraber olmaz, kalabalığa rağmen olur. Kalabalığın borusunun öttüğü yerden aklın sesi duyulmaz; vicdan, sıçan deliğine kaçar.

Bizde şöyle bir durum var. Sosyalistlerin değerleri büyük kalabalığın söyleminden farklı olduğu için sanki birey, sosyalistler cenahında daha bir güvenli yer bulur gibi görünüyor. Dincilerin ve milletçilerin velvelesinden korunacak bir sığınakmış gibi duruyor. Doğrudur, biz de kandık bir ara. Sen kanma. Sosyalistlerin mikroskopik bir azınlık olmaktan çıkıp kendi kalabalıklarının gücünü  arkalarına alacakları günü düşün.

Aklın ve vicdanın, üzerinde durabilecekleri bir zemin sunmaz sosyalist düşünce. “Halkı” düşünür. Halkın ekmeğini, halkın ahlakını, halkın sesini gözetir. Halkın komiserleriyle tanıştığında farkına varırsın ne kadar korkunç bir tuzağa düştüğünü.

x

Üçüncüsü teorik, yahut ekonomik. Yıllar önce iki buçuk senemi geçirdim Grundrisse’nin labirentlerinde. Grundrisse  Marx’ın en dürüst eseridir. Yayınlama kaygısı olmadan, kafasının içindeki teorik modelle mücadele ettiği not defteridir. O zaman fark ettim ki o teori, affedersin, bildiğin deli saçmasıdır. Varsayımları da yanlıştır, sonuçları da yanlıştır. 1848’de yarım yamalak bilgisiyle İngiliz kapitalizminin sırrını keşfettiğini zannetmiş. Sonradan “yanıldım” diyecek delikanlılığı gösteremediğinden laf üstüne laf bindirerek saçma sapan bir teori abidesinin ardına saklanmış. Ekonomi 01 dersini alan her genç, eğer hocası Marksizm afyonu ile zehirlenmemişse, kolayca görür bunu.

Değer teorisi absürt, çünkü değerin tek kaynağı emek değil. Artı değer teorisi absürt: Sermaye eğer birikmiş emek ise, o emeğin sahibi neden öbür emekçiler kadar üründen pay almasın? İşçinin fakirleşmesi teorisi absürt, ayrıca gözleri kör edercesine yanlış. 1848’den bu yana işçinin yaşam standardı manyaklar gibi arttı, üstelik kapitalizme rağmen değil kapitalizm sayesinde arttı.

Artı değer tahsilatını “sömürü” olarak tanımlamak absürt ötesi bir cahillik. İnsanoğlunun ortak dağarcığına son on bin yılda ne eklendiyse artı değer hasılatıyla eklendi. Yani birileri çalıştı, birileri de onların ürününden aldıkları payla yatırım yaptı, kararlar verdi, şiir yazdı, otoyol ve piramit inşa etti, devlet kurdu, ordu besledi. “Artı değer kesilmesin, işçi emeğinin hakkını yesin” ne demek? Yatırım olmasın sadece tüketim olsun demek. Beş senede Haiti yahut Venezuela gibi olursun, taş devrine geri gidersin.

Onu kast etmedik, artı değeri kapitalist değil “kamu” tahsil etsin diyoruz, peki. En beter absürt olan görüş de bu. Yahu “kamu” ne demek? Televizyonda gördüğün ensesi kalın bakanlarla vali beyler var, işte o demek. Hep öyle olmuş, yarın da öyle olacak; belki adları değişir, Brejnev olur o kadar. Kapitalist ne demek? Bizim Selçuk sanayi sitesinde kereste biçim tesisi kurmak için canını dişine takıp uğraşan Aydın usta demek, ya da onun daha palazlanmış ağa babası. Sence hangisi senin ürettiğin artı değeri daha akıllı ve verimli bir şekilde yatırıma dönüştürür?

Bırak verimliliği bir kenara, hangisi insana daha yakındır? Hangisi özgürlüğe ve demokrasiye daha uygundur? Hangisi ahlaken daha doğrudur?

40 yorum:

  1. Sevan hocam sen misin yoksa Thomas Sowell mı yazıyor buraya? :) Şaka bir yana görüşleriniz tıpatıp aynı, yani ancak bu kadar olabilir. Bu arada gerçekten Sowell'ı da yıllardır çok severim, gerçi çok yaşlandı artık fazla röportaj veremiyor,ana gene Youtube'da mutlaka seyredin konuşmalarını. Burada da kitaplarından quote'ları var,

    https://twitter.com/ThomasSowell
    Yanıtla
  2. Bak burada Sowell tam da senin dediğini yazmış:

    《 The fraudulence of the left's concern about poverty is exposed by their utter lack of interest in ways of increasing the nation's wealth. Wealth is the only thing that can cure poverty. The reason there is less poverty today is not because the poor got a bigger slice of the pie but because the whole pie got a lot bigger no thanks to the left. 》

    https://twitter.com/ThomasSowell/status/831564451639865345/photo/1
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. sosyalizm eleştirisi yapan herkes yaklaşık olarak bu sözleri söylüyor sadece Sevan bey değil. ben ilk Engin Ardıç ve Besim Tibuk'tan duymuştum seneler önce.
  3. Peki "reel sosyalizm"i sosyalizm olarak kabul etmeyen ve gerçek sosyalizmin şimdiye kadar gerçekleştirilemediğini savunan örneğin Troçkistler gibi kesimlerin bu itirazlarını da reddeder miydiniz Sevan bey?

    Aslında bu konuda aksi görüşte olan devrimci sol kesimler de var. Örneğin anarşist yazar Gün Zileli Demir Küçükaydın'ın bir yazısında savunduğu bu görüşü eleştirmiş:
    "Ben ise tersini ileri süreceğim. Yani Fransız Devrimini yozlaştıran doğrudan Jakobenler; Rus Devrimini yozlaştıran Bolşevik Parti; İslamiyeti bugünkü bildiğimiz İslam yapan ise doğrudan doğruya Muhammet’in kendisiydi."
    http://www.gunzileli.com/2015/05/25/akpnin-ozu-ve-kabugu/

    Hatta başka bir yazısında bunun kökünün Marx'a kadar gittiğini de yazmış:
    "1980’li yıllardaki sert tartışmalarımız sırasında, o zaman dahil olduğum partinin lideri Doğu Perinçek’in söylediği doğru bir şey vardı. “Stalin’i hedef tahtasına koyarsanız, ardından Lenin’i, onun ardından da Marx’ı reddedersiniz” demişti. Gerçi Lenin’le Marx’ı hiçbir zaman Stalin’le aynı şey olarak görmedim ama Stalin diktatörlüğünün taşlarının Lenin zamanında döşenmeye başladığını saptadım. Lenin’in diktatörce yönelimlerinin köklerinin de Marx’ta olduğunu. Ve böylece, 1990’lı yılların başlarında, 50’li yaşlarıma doğru ilerlerken anarşizme vardım."
    http://www.gunzileli.com/2011/12/24/iki-perdelik-komedi/
    Yanıtla
  4.   İslam ülkelerinde, en azından görünür gelecekte, ne kapitalizm ne komünizm ne sosyalizm ne korporatizm.....hiçbiri tutmaz. Bunların hepsi birbirine taban tabana zıt görünse de temelde materyalist ideolojiden neşet etmiş akımlar. Müslüman kalabalıklara göre, içinde din, yani İslam, olmayan her hayat tarzı ya da fikir şeytanidir, gavurluktur... Bunu da esas sebebi cehalet. Cehaletten daha feci bir hastalık yok. Cehalet biterse İslam da biter zaten.

      Sevan'ın söyledikleri belki Batı için makbul olabilir fakat orada da artık sol ve liberal cenah bir oldu, yekvücut oldu ve hatta merkez sağ da bunlara eklendi. Bunlara alternatif olarak bir tek rasist, zenofobik ve nativist/nasyonalist aşırı sağ var, ki o da esasında çok belirli bir ideolojisi olmayan güçlü bir reaksiyoner esintiden başka bir şey değil, başlı başına gücü ele geçiremez, ancak umumi gidişata tesir eder. Dünya zaten artık baskın hiçbir ideolojik akımın olmadığı bir geleceğe doğru yol alıyor. Siyasal İslamcılık da ancak teknoloji daha da gelişip Suudi Arabistan'ın petrol rantı iyice azalana dek devam edebilir.

    "...Sosyalistlerin mikroskopik bir azınlık olmaktan çıkıp kendi kalabalıklarının gücünü alacakları günü düşün...."

      Böyle bir gün ne Türkiye'de ne Batı'da hiçbir zaman gelmeyecek Sevan hocam bunu sen de aslında gayet iyi biliyorsun. Hatta Batı'yı bırak dünyada hiçbir yerde olmayacak, K. Kore gibi artık tümörleşmiş bir anomalinin dahi 2020'den sonra var olma şansı yok. Marx'ın bile miadı, Avrupa'daki 1848 devrimlerinden birkaç sene İngiltere'de modern kapitalizmin, Fransa ve Prusya'da ağır sanayinin kurulmaya başlamasından sonra dolmuştu aslında. Bu bağlamda Sevan da, yerdiği fosil sosyalistlerden pek farklı bir fikir arzetmiyor.

     Artı değeri de kamu zaten doğrudan ve dolaylı vergilerle tahsil ediyor. Problem Türkiye'de kamunun bu tahsil ettiği yüklü meblağ mukabilinde hizmet sunmaması, yolsuzlukla, hırsızlıkla, israfla, zayi etmesi. Zaten gelişmiş ülkelerle geri kalmış ülkelerin arasındaki temel fark budur. İsveç, dünyada vatandaşından en çok doğrudan vergi alan birkaç ülkeden biri, Suudi Arabistan ise ne doğrudan ne de dolaylı hiç vergi almıyor. Hangisi çukurda, hangisi zirvede sence?
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Orta-doğu'dan çıkmış dinlerin net doktrinleri olmadığı için, ideolojiye uyduruyorlar sonuçta. İslam sosyalisttir diyen de var, islam kapitalisttir diyen de. Kuzey Kore'ye sosyalist demek ne kadar doğru emin değilim. Bizdeki Kemalizm'e daha çok benzeyen, ağır bir nasyonalizm içeren Kim İl Sung'un Juche ideolojisi var. Sosyalizm'de bir enternasyonalizm var. Juche’de yok bu. Siyasal İslamcılık ile Suudi Arabistan arasında bağlantı var tabi fakat Suudi petrol kazancı azalınca siyasal islamcılığın biteceğini sanmıyorum. Batının gelişimine karşı eziklik neticesiyle çıkmış bir akım sonuçta ve bu eziklik kısa zaman içerisinde bitecek gibi durmuyor. Aksine petrol gelirlerinin azalması, İslamcılığı daha da kuvvetlendirebilir. Artı değeri de devlet zengin işverenden çekse haklısınız fakat işverenden ziyade, dolaylı şekile yine çalışandan alıyor şimdiki durumda. Uyanık zenginlerin çoğu kazançlarına göre ödemiyorlar vergi mergi. Türkiye’deki vergi sistemi aşırı kontrolsüz ve “acıma! alabildiğinden alabildiğin kadar al” bakış açısındaki bir sistem. Bence gelecekte Liberalizm yine baskın olacak fakat farklı bir versiyonu. Şimdi günümüzdeki saçma, kendisiyle çelişen şekliyle değil.
    2. K. Kore'nin sosyalizmle elbette alakası yok, ama Kemalizmle de hiç alakası yok. Dünyaya komple kapalı eşi emsali olmayan acaip bir paralel evren. Kamboçya'da Kızıl Khmerler muvaffak olsaydı belki bir benzeri oluşurdu.

      "...Suudi Arabistan arasında bağlantı var tabi fakat Suudi petrol kazancı azalınca siyasal islamcılığın biteceğini sanmıyorum..."

      Valla ben sanıyorum, sanmaktan öte biliyorum da. Bugün Suudi çeşmeyi kapatsın, 10 seneye kalmadan dünyada siyasal İslamcılığın gücü biter. İslamcılık biter demiyorum dikkat et, müslüman ülkelerdeki islamcı siyasi akımlar zayıflar....

      Evet, Sevan'ın aksine ben kamunun 'artı değeri' tahsil etmesinde problem görmüyorum. Problem ülkelerin halkları. Her millet nasılsa öyle idare olunur.
    3. Laedri,

      Ideolojiler üzerinden toplumlar mukayesesi yapmaya çalışmak, politik ekonomiye metodolojik yaklaşım bakımından, astrolojiyi astronomik metod olarak kullanmaya benziyor.

      Mevzuya "iki toplum biyolojik olarak üç aşağı beş yukarı aynı nasıl olsa" mantığı ile yaklaşırsak Afrika'nın Adam Smith'i keşfedemediği için taş üstüne taş koymadığı absürdlüğüne ulaşırız. Ya da mesela Türkiye ile Suudi Arabistan arasındaki farkın nedensellik bağlamında dine yaklaşımlarından, yahut cehalet diferansiyelinden geldiği yanılgısına kapılırız.

      Bakın bu arkadaş baya basit bir model kullanarak toplumlar arasındaki refah farkını, ve toplumsal güven ve inovasyon hızı gibi faktörleri, başka hiç bir modelin yapamadığı kadar yüksek öngörü gücü (predictive power) ile açıklıyor.

      https://www.amazon.com/Hive-Mind-Your-Nation-s-Matters/dp/150360067X/ref=sr_1_1/153-2875904-3224258?ie=UTF8&qid=1487769202&sr=8-1&keywords=hive+mind

      Ana akım halen IQ-refah ilişkisininde nedensellik sırasının önce refah (ya da eğitim), sonra IQ artışı olduğunda (bir asırlık psikometrik veriyi görmezden gelerek) ısrar ediyor. Netice: ortalama IQ'su 80 olan Suudi Arabistan'ın doğru eğitim ile İsveç olabileceği sanrısı. Kimse, ileri derecede içevliliğin (consanguinous endogamy) yaygın olduğu, ortalama IQ'su 80 olan bir biyolojik grup için, evrimsel oyun teorisi açısından, Selefi-sayko İslam'ın optimum strateji olabileceğini düşünmüyor.

      http://reproductive-health-journal.biomedcentral.com/articles/10.1186/1742-4755-6-17

      (İçevliliğin alt soyda IQ'yu ortalama 5 ila 10 puan düşürdüğünü hatırlatayım. (inbreeding depression))
      (Çin'in Afrika'da görülen fakirlik seviyelerinde sürünürken de, ortalama refahını 10 kat arttırdıktan sonra da g-yüklü zeka testlerinde 1. Dünya ülkelerinde görülen ortalamalar tutturduğunu hatırlatayım.)
      (Amerika'da Appalachia'da yaşayan ve ortalama Afrikalı Amerikalı aileden daha fakir olan İskoç-Irlanda kökenli ailelerin çocuklarının, Amerika genelinde %1'lik gelir yüzdesine giren Afrikalı Amerikalı ailelerin çocuklarından daha yüksek SAT ortalamaları tutturduklarını hatırlatayım.)

      15 000 yıllık evrimsel ıraksamadan kaynaklanan farklı köpek alt türlerinin entellektüel kapasite (hafıza, öğrenme hızı gibi) ve bariz morfolojik farklılıklarını sıradan kabul ediyoruz, ama sıra 70 000 yıllık insan genetik gruplarının evrimsel ıraksamasına geldiğinde aptala yatıyoruz. Basımından bir buçuk asır sonra, _Türlerin Kökeni_'ni ciddeye almanın zamanı gelmedi mi, ne dersiniz?
    4. Tabii bu çok doğru, akraba evlilikleri dünyada en çok Müslüman ülke ve halklarda yaygın. Türkiye'de de yanılmıyorsam hayli yüksek nispetlerde, taşrada bilhassa. 15 sene önce 40% gibi birşeydi, şimdi biraz azalmıştır herhalde, fakat Pakistan'da falan halen 70%lerde, Araplarda da yüksek. Elbette asırlar boyu süren bu trendin kolektif zekayı düşürdüğü ve bilumum irsi sağlık problemlerine davetiye çıkardığı yadsınamaz bir gerçek.
    5. Ayrıca, belki diğer görüşlerinde de haklısındır. Bundan yıllar evvel, insan DNAsının çözümlenmesinde öncülük etmiş bir bilimadamım Siyahların IQsünün Beyazlardan ortalama 15 puan düşük olduğunu iddia edince kıyamet kopmuştu, kınamalar yağmıştı vs...

      Bahsettiğin şey, burada yazılamayacak kadar uzun ve netameli bir mesele. Hakkında çok ciddi araştırmaların olduğu uzun bilimsel akademik makaleler ve kitaplar var.
  5. 1. haririye göre sosyal haklar komünizm korkusu sebebiyle verilmiştir.komünizm olmasaydı biz belki de daha az demokrat olurduk.
    2.cumhuriyet ile yönetilen her yerde yığınlar belirleyici değil mi
    yani kürtlerin ve ermenilerin daha az olmalarıda bugün bulundukları koşulların sorumlusu değil mi.
    o zaman biz neden koministlerin veya kapitalistin egemen olduğu dünyada birileri ezilecek diye birinden birini benimseyelim ki
    3.marxsı eleştirmek doğru mu? yada şöyle söyleyelim.firavun tanrı mıdır.yani geçmişte birileri yanlıştı bizde onu düzeltiyoruz nasıl bir anlayıştır.100 yıl sonra çocukların sana gülmeyeceğinin bir garantisi var mı?
    3.sanki komünizm ile mücadele derneği veya soğuk savaş dönemi militan bir kapitalist gibi konuşmak rasyonel bir davranış mı.
    Yanıtla
  6. Sorunun sosyalizm'den çok ,idealizmle soslanmış sözde toplumcu özgürlükçü düşünce yapısından kaynaklandığını düşünmekteyim ...<toplumun Refahı için bireysel özgürlükleri hiçe sayabilirsin ,Toplum refahı için acı çeken bir canlıyı işkence edebilirsin , Hep ideal topluma ulaşma patalojisi ,BÜYÜK BİR HASTALIK ....en büyük deliler ideoloji ve dinlerin kurucularıdır ...Maalesef Örnek :Hitler,Stalin,Muhammed ....
    Yanıtla
  7. Anarşizme değinmiş son yorumculardan biri. kapitalizm-komünizm tartışması yavaş yavaş bu tarafa evrilecek bence. internetin de katkısıyla bir çok fikri okuyup yorumlama imkanı bulan günümüz gençliği otoriteye karşı gelmenin de teşvikiyle en büyük şeytan olarak devleti görüyor. İnternet gençliği arasında en büyük tartışma anarko-komünizm mi anarko-kapitalizm mi iyidir. Reddit veya facebook tartışmalarına bakarsanız her ikisinin de müthiş savunucuları var. ikisi de birbirini hakiki anarşist olmamakla suçluyor çünkü birleştirici değer anarşi ve otoriteyi yok etmek. bir taraf diyor kapitalizmde zengin fakir arasında hiyerarşi var sizin sisteminiz köleliğe gider. öbürü de özel mülkiyete zorla dokunmak esas hiyerarşi kurmaktır diyor. iki tarafı da ütopik bulmakla beraber anarkokapitalistleri çok daha mantıklı ve faydalı görüyorum.
    Yanıtla
  8. Öğrencilik yıllarımda onlarca fabrikada Korece tercümanlık yaptım. Yeri geliyor patronlarla toplantılara giriyor, pazarlık masasına oturuyor, yemeklere gidiyor, yeri geliyor eldiven giyip işçilerle beraber makina kuruyordum. Patron ve işçi arasındaki duvar, pozisyonum dolayısıyla yoktu. Gözlemlerimden birisi, bazı işçilerin patrondan daha zeki olup, kendi maharetinin farkında olmamasıydı. Aynı yavruyken ağaca bağlanmış fil gibi, yoksulluk tecrübesi ile elinde çekiç tutmaya akılları hapsedilmiş. Patronlarda ise “Aydın Usta” hiç görmedim. Hepsi ailesinden ensesi kalın insanlardı. Bir gerçekçi araştırma yapılsa bu patronların kaçı Aydın Usta, kaçı ensesi kalınlardan, Aydın Ustalar yok çıkmaz fakat çok da çıkmaz bence.

    Bu miras denen olay adaletsiz bir kere. Özgürlük ise ancak donanımlar kadar mümkün. Kaldı ki; reklamlarda hep parlak dişli, sağlıklı, kumral, beyaz tenli güzel kızlar ve erkekler var. Reklamlarda gözükenlerle sokaklarda dolaşan insanların bir alakası yok. Anadolular biz, genellikle kara kuru insanlarız. “Bu ürünü kullanırsan sen de bu sınıf içerisindesin” propagadası. Reklamlarla da akıllar esir alınıyor. Ayda 1500 lira maaş alan insanın, 3000 liralık telefon satın alması rasyonel bir tercih midir? Yoksa bu zombi midir ağabey? Türkiye’de seviyesi düşük fakat kapitalizm ve rekabet arttıkça reklamlar dini öğreti seviyesine ulaşıp, yozlaşmış insanlar üretiyor.

    Kısa zaman önce Almanya, Kore ve Japonya’da yeni bir şirket türü çıktı. Hem patron hem çalışan oluyor, ağaca bağlı fil durumundan kurtulmuş 100, 150 kişi birleşip şimdilik kafe zincirleri açıyorlar.

    Türkiye’deki sosyalistlerin çoğu medeni insanlar değiller. Birey olamamış hayatına anlam katmak için cemaate katılan sakallılardan bir farkları yok. Anlam için savaşıyorlar. Fakat liberalizmin gerçekten özgürlükçü olması için düzeltilmesi gerekiyor.
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. En doğru yorum da bu herhalde.
    2. Sevan'ın hala ısrarla anlamak istemediği, Batı'da, etraftaki birkaç ufacık marjinal grup haricinde, o eski Marxist, Proudhoncu, Troçkist vs.. tarzı sol Sosyalist kalmadı. Solculuk ve liberalizmle artık bir oldu veya olma yolunda, yıllar boyu Orwell'in savunduğu tam da buydu aslında. Hani Kemal Derviş Türkiye'ye ilk geldiğinde "ben sosyal-liberal sentezden yanayım, türban da üniversitelerce serbest olmalı" dediği zaman herkes 'bu neden bahsediyo böyle" falan demeye başlamıştı.

      Dediğim gibi Batı'da Liberalizm Solla bütünleşme yolunda ve hatta buna şimdilerde eski merkez muhafazakar sağ da iştirak ediyor. Bu gidişata bir tek reaksiyon gösterenler, kendilerine alternatif sağ falan da diyen post-modern faşistler.
  9. İyi de toplum sıradışılardan, zekilerden, süperlerden
    oluşmuyor ki;
    vasatlardan oluşuyor.
    Çoğunluk bu ortalamalarda.
    Biz, o sistem bu sistem aşığı değiliz.
    Sadece sıradan insanın hırsız, katil, tecavüzcü olmasına gerek kalmayacak ortamın arayışı içindeyiz.
    Medeni günlük yaşamın asgari şartları kotarılsın sıradan %80 için;
    Siz %20 Süperler yine uçun,
    kendiniz ve insanlık için.
    Yanıtla
  10. "...Memlekette beyni büsbütün örümceklenmemiş olan bir avuç insan var....

    ....Hayır, ahali aptal olduğundan reddetmiyor sosyalistleri; güzelce anlatırsan fikrini değiştirmeyecek...."

    Bu yazı kendi içinde çelişkiler yumağı. Çözüm keresteci Aydın ustalardan geliyorsa memleket süper de biz farkında değilmişiz. Boşuna üzülüyoruz demek.
    Yanıtla
  11. Düşünüyorum da, tam da benim içimden geçenleri ifade etmişsiniz net bir şekilde. Bunlar sizin veya benim düşüncelerimizden bağımsız gerçekler olduğu için böyle olmalı. Yine de gerçeği başkasının ağzından da duymadan tam emin olamıyor insan. O "kalabalıklar"ın kötü etkisinden olmalı.
    Yanıtla
  12. Kapitalizm karşıtlarının gözden kaçırdığı bir nokta var. Kapitalist veya liberal olarak tanımladığımız bu sistem, beğenelim beğenmeyelim, iyi ve kötü yanlarıyla, doğal bir şekilde gelişmiştir.

    Daha geniş bir açıdan bakarsak, genel olarak, medeniyet kabile toplumundan feodalizme, oradan da kapitalizme ilerlemiştir. Arada bu genel kurala uymayan istisnalar da olmuştur elbette. Örneğin Roma imparatorluğunda görüldüğü gibi bir "köleci"üretim tarzından söz edilebilir. Ancak kölecilik -belki geçmiş Müslüman Arap ve Türk toplumlarının fetihçiliği gibi- bazı özel koşulların ve sınırlı dönemlerin ürünü olan, kendini yeniden üretmeye elverişsiz bir üretim tarzı olduğundan bunlara dayanan toplumlar da çökmüştür.

    Çağımızda da kapitalizmin bu tür istisnalarının, örneğin darbe ya da devrim dönemlerinin, totaliter tek parti rejimleri ve resmi ideolojilerinin hep geçici olduğunu görmüyor muyuz?
    Yanıtla
  13. http://www.insanbu.com/Felsefe-Haberleri/314-sevan-nisanyana-tesekkurler
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Yukarıda paylaşılan yazı bu kesimlerden bekleneceği gibi tam bir duygu ve vicdan sömürüsü olmuş.

      "Sömürü" dediğimiz şey toplumda da doğada da her zaman olan, değiştirilmesi imkansız bir şeydir. Bütün canlılar bir şekilde başkalarını "sömürür" (en başta diğer canlılarla beslenir, insanlar bebekliklerinden yetişkinliklerine kadar anne babalarının emeğini sömürür, yaşlılar çevreye bağımlı hale geldiğinde genç kuşakları sömürür). Bunu hoşumuza gitmese de değiştiremeyiz. En fazla aşırılıklarını törpüleyebiliriz.

      Bazı insanlar bunu kabul etmek istemeyebilir, yazıda denildiği gibi "diğer insanların sömürülmesinden, acı çekmesinden, ezilmesinden rahatsız ol"abilir. Sorun bu değil. Sorun, karşı çıktıkları sistemin yerine koyabilecekleri somut, net, uygulanabilir bir çözüm önerileri olmamaları.

      Daha doğrusu yanlış olan şu: Sorunların kaynağını tabanda (sisteme yol açan koşullarda) değil tavanda (sistemde) aramak, ve "X (mesela kapitalizm) kötü bir sistemdir, yerine Y'yi (mesela sosyalizmi) koyalım"şeklinde tepeden inme çözümler peşinde koşmak.
  14. Hocam güzel yazmışsınız ama biraz kızdırmışlar galiba, bazı yerlerde sert girmişsiniz. Neyse sosyalizm konusundaki tespitlerinize katılıyorum. ama kapitalizm konusunda bence biraz iyi niyetli yaklaşmışsınız. tamam kapitalizmin; artı değeri işletmesi insanoğlu için kalıcı pek çok eser v.s ortaya koymasında katkısı olmuştur. fakat insandan çok şeyde götürmüştür. liberalizm insanların özgürleşmesi anlamında çok şey vaad etti, bir kısmı belki uygulamaya geçti. ama keresteci Aydın ustaya indirgenemeyecek büyük kan içiciler ortaya çıkartarak, artı değerleri bunların ipoteğine verdi, ve bu büyük kartel şirketler emdikleri ile semirmeye devam ediyorlar.
    diğer sistemler farklı mı? hayır, her ideoloji tepede bir zümre oluşturur ve halkın kalanını söğüşler. sonunda hepsi aynı kapıya çıkar. sosyalizm direk sesini keserek daha belirgin yapar bunu, kapitalizm ise bazı pempe hülyalar içinde sistemin içine entegre eder. sen dişler arasında ezilirsin ama pek farkına varmazsın. şimdi bu noktada soru; insanları bir birinin emeğine, hak ve hürriyetine tecavüz etmeden, saygılı biçimde nasıl yaşatıcaz? tabi bu bir ütopyaya gidebilir. zaten bu işe kafa yoran yazarların, düşünürlerin çıktığı nokta sonunda ütopik olmamış mıdır? gerçek dünya da insanın hırsı, sahiplenme duygusu olduğu için bunu kotarabilecek bir sistem çok zor. imkansız mı? sonuçta bütün savaşların, tecavüzlerin, hukuksuzlukların, sadece insana karşı değil bütün bir dünyaya karşı yapılan gözü dönmüş manyaklıkların altında bu duygu yok mu? bunu maskelemek için hepsi kendi ideoloji ve dünya görüşüne göre kitlelerini uyutmak ve yönlendirmek için kutsallar üretip, bunları kullanmıyor mu? bilmiyorum, emin değilim. belki; çok okumak, çok araştırmak, çok sorgulamak, her nesle aynı şeyi telkin etmek ve belki bunu bile sorgulamalarını istemek gerekli. hapları yutmayın kardeşim düşünün, sorgulayın benide sorgulayın. sen beni sepetlemeden, ben seni sepetlemeden nasıl yaşarız, gelin bunu bulalım demek lazım kuşaklar boyunca; belki işte o zaman bir çıkış buluruz. ama kesinlikle insanın hırsını gemlememiz lazım. buda ancak bilimle olur. geçenlerde Ali nesinin bir yazısına yazmıştım. burda da aynısını söylüyeyim; bundan belki yüzlerce veya binlerce yıl sonra zamanımız ahmaklık çağı olarak anılabilir. (tabi o zamana kadar dünyanın sonunu getirmezsek!)
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. İşte Sevan bunu görmek istemiyor. Problem Liberalizm de Sosyalizmde fakan değil, halklarda. Milletler modern eğitimin yaygınlaşmasıyla terakki ederler. Türkiye'de bugün okuna-yazma bilenler nihayet 90%ları geçti. Oysa Almanya, İngiltere,ABD, İsveç gibi ülkeler bu oranlara bir yüzyıl önce ulaşmışlardı. PISA sonuçları Türkiye için herşeyi anlatıyor mıyor mu?

      Mısır'ın Pakistan'ın yarısına yakını hala okuryazar bile değil, fakat Japonların 80'i yüksek tahsil görmüş.
    2. Genel olarak güzel ama biraz çelişkili bir yazı, nasıl oluyor da " ama kesinlikle insanın hırsını gemlememiz lazım. buda ancak bilimle olur." oluyor? Bilimi bugünkü haline getiren pembe yarınlara olan inanç mı yoksa insan hırsı mı? Bence tamamiyle ikincisi.
  15. “Kalabalığın değerlerini ve kalabalığın çıkarlarını öne koyan bir dünya görüşüyle benim işim olmaz.” 

    Kalabalığın çıkarları, aynı zamanda senin çıkarların. Kalabalığın yaşam kalitesi ne kadar yüksek olursa, senin yaşamın da o kadar kaliteli ve “tehlikesiz” - keyifli olur. Bkz: Rousseu, Toplum Sözleşmesi.

    “Yahu “kamu” ne demek? Televizyonda gördüğün ensesi kalın bakanlarla vali beyler var, işte o demek” 

    Kamu’yu devletle ya da partiyle eşleştirmeyi nasıl becerebildin? Kamu demek üretenler demek. Ortaklaşa üretilen bütün alanlar ve değerler demek. Park demek, orman demek, internet demek – insanlığın tüm ortak birikimlerinin toplamı demek. Senin kapitalistin onlara el koyuyor ve kiralayarak bizim değerlerimizi kullanarak bizi düdüklüyor.

    “İşçinin fakirleşmesi teorisi absürt, ayrıca gözleri kör edercesine yanlış. 1848’den bu yana işçinin yaşam standardı manyaklar gibi arttı, üstelik kapitalizme rağmen değil kapitalizm sayesinde arttı.” 

    Marx’ın kapitalizmin verimliliğine övgüler dizdiğini (üretici güçlerin gelişimine binaen) söylememe gerek var mı yoksa 3. Dünyada taraftar bulabileceğin çoluk çocuğu kandırmak peşinde misin? (Binlerce alıntı yapılabilir ama sırf Komünist Manifesto’yu okuyan bile bunu bilir.) Yani kapitalin kökenindeki verimliliğe itiraz eden aklı başında bir sosyalist mi var? Söylenen bu sistemin tıkanacağı ve barbarlığa evrileceği. Yani kedi kendi kuyruğuna takılacak ve takılıyor. Azıcık ideolojiden ve travmadan arınaydın, şu anki dünyanın buna gittiğini görürdün. Şu son yaşanan Brexit, Trump ve Avrupa’da yükselen ırkçılık gibi küresel sermayenin içe çekilme eğilimi göstermesi bile çöküşün emarelerinden. (Ah Fukuyama vah Fukuyama :) ) Kapitalizm verimli bir sistem olsaydı, Facebook gidip en değerli sitelere el koymaz, tekel oluşturmazdı. Bir sürü dil öğrenme sitesi Rosetta Stone gibi şirketler tarafından satın alındı ve yok edildi. Bu Microsoft ya da Facebook gibi şirketlerin de yaptıklarıdır. İnsanlığın ortak bilgi birikimine el koyar ve bunu sana bana satarlar. Bir örnek de Apple, ITunes’la tonlarca müzisyenin emeğine el koymaktadır. Bu gücü nereden buluyor? Üretim mekanizmasından mı? Hayır para babası olduğundan yani feodal ağalıktan bir farkı yok, klasik liberal-kapitalist dinamikten de sıyrılıyor bu anlamda neo-kapitalizm!

    Bırak verimliliği bir kenara, hangisi insana daha yakındır? Hangisi özgürlüğe ve demokrasiye daha uygundur? Hangisi ahlaken daha doğrudur? 


    Kapitalizmin verimlilik dönemi bitti. Enformasyon üretiminin “komünist” (kamusal) karakterine cevap veremiyor, milliyetçiliğin ve faşizmin önlenemez yükselişine getirebileceği bir cevap yok. Cafcaflı reklamlarıyla insanı kandırmak ve mal satmak peşinde. Her şeyi tek tipleştiriyor, sanatı, şehirleri ya da daha basiti oturduğun sandalyeyi. En başta insanı tek tipleştiriyor, kendine güvenen mutluluk arayan banal gerizekalı çok çalışan ve çok tüketen bir orta sınıf ideolojisiyle dolduruyor ortalığı.

    Biyogenetik gibi insanlığın ortak birikimlerine patentlerle el koyuyor. Küresel ısınma gibi bir sorunu ortadan kaldıramıyor. Çünkü bir azınlığın kâr güdüsü her şeyin önünde. Kör ve aptal bir sistem bu. İnsana güvenmeyebilirsin ama yine de en ufak bir erdeme haizsen, insanı güvenilir kılan bir sistemden yana olursun. Bunun zerresi kapitalizmde mevcut değil. Barbarlığa ve savaşa da adım adım gidecek, gidiyor. Ne aklı? Ne vicdanı? Ne ahlakı!? Şakacı seni.
    Yanıtla
  16. Valla Sevan Hoca (yani bu hoca kelimesi de yakisir cunku Huccet-ul AKIL bir yazi dosemis) lutfedip kit zamanini boyle bir konuya ayirmis. Tepkilerden anlasildigina gore bir suru tuyu de kaldirmyi becermis (ruffling feathers).

    Bence Marxism beyin enerjisi israfindan baska bir sey degil ve degmez.
    Yanıtla
  17. Sanayi'deki adam dışında da bir yüzü de var kapitalizmin. Örnek: Migros'tan alışveriş ettik, kasaya geldik. Kasaya vardığın an ile Migros'tan çıktığın an arası yaşadıkların kapitalizmin günlük hayatta her gün somut şekilde yaşanan çirkin yüzü değil mi? Sonuç: Kapitalizm her yönü ile insancıl değil. Geliştirilmesi gereken birçok yönü ortada.
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Çirkinlik bunun neresinde? Kasada bekleme müddetini kastediyorsan, gelişen teknoloji sayesinde o azaltılıyor, bazı kasalarda kasiyere bile ihtiyaç kalmadı.
    2. Yok yahu, klasik 'emekçinin metalaşması/yabancılaşması' edebiyatı yapıyor. Bu zihniyete göre gönüllü bireylerin emeklerini vadeyle takas etmesi 'insanların birbirlerini sömürmesine' eş. Marx'ın değer teorisini dogma kabul eden insanlardan Vade Teveccühü (time preference) gibi konseptleri anlamarını beklememek lazım. Erik von Kuehnelt-Leddihn (yanlış hatırlamıyorsam) realiteye başkaldırı olarak niteliyor bu ve benzeri (sola münhasır) gücenik (ressentiment) tutumları.
    3. ''Gönüllü bireylerin emeklerini vadeyle takas etmesi'' mi? Dalga mı geçiyorsun? Belli ki kasiyerlikten haberin yok.

      Asgari ücrete günde 12 saat çalışırsın! Kendini ''birey'' değil köle gibi hissedersin. Zira 12 saat çalışıp asgari ücret alan biri köleden başka bir şey olamaz. Sence buna kim ''gönüllü'' olur? Sistem zorlamaktadır. Çünkü o işe bile muhtaç durumda olan senin gibi bir yığın insan vardır. Burun bükersen işsiz kalır ve o imkanların bile gerisine düşersin. Burada ''bireyin özgürlüğü'' veya ''gönüllülüğü'' nerede?

      ''Emekçinin metalaşmasına'' gelince... Market örneğinden devam edelim. Markette diyelim beş tane görevli var, sabahtan akşama eşek gibi çalışıyorlar. Kimi kasada, kimi et reyonunda, kimi mal indirip bindirme işinde. Hepsi asgari ücrete çalışıyor. Bir kişi de -marketin mülkiyetine sahip olduğu için- günde sadece yarım saat uğruyor markete, o da akşam kasada biriken parayı cebe almak için. Buna patron/kapitalist/burjuva diyoruz. Normalde bu marketin kooperatif olup çalışanların ortaklaşa işletmesi, kazancı aralarında bölüşmesi gerekir. Böyle yapılsa belki beş çalışana ortalama 10 bin lira düşecek. Ama kapitalizmde, çalışanlar 1.500 liraya çalıştırılıyor, kişi başına kalan 8.500'e ise patron el koyup cukkalıyor. İşte sömürü dediğimiz budur. Sen eşek gibi çalışırsın ama bir başkası zengin olur. Bu normal mi?

      Ben çalışıyorsam benim kazanmam lazım. Ama ben -sistem gereği- sabit ücretten anlaşmak (işgücümü patrona satmak - emeğin metalaşması dediğimiz budur) zorunda bırakılmışım. Bu sayede benim çalışmamım ürünü olan kazançtan başta anlaşmak zorunda bırakıldığım ücret kesildikten sonra kalan büyük tutara (buna artı değer denir) patron el koyuyor. Kapiş?

      Bak, basit bir market örneğiyle artı değer nedir, sömürü nedir, emeğin metalaşması nedir v.b.'yi ilk kez anlama imkanı da buluyorsunuz. Teşekküre gerek yok. Anlayınca belki daha nitelikli argümanlarla karşı çıkabilirsiniz sosyalizme. Seviyeniz (Sevan Bey dahil) yerlerde zira...

      Sevan Bey'e gelince... Grundrisse'den hiçbir halt anlamamışsın. Fakat öyle büyük bir egon var ki, ben anlamadım demek yerine, ben anlamadıysam kesin anlaşılacak yanı olmayan bir saçmalıktır tavrına girmişsin. Herhalde bu tavır bu toprakların mayasında olan bir zehir. Liberalmiş, ateistmiş, Ermeniymiş fark etmiyor.
  18. Ömrümüz boyunca çalışıp bir ev alamıyoruz hocam, ne aydın ustası ne hulusi kentmen'i, babacan patron figürüne fazla inandırmışsınız kendinizi.
    Yanıtla
  19. Bence gayet rasyonel olan "grev yap maaşın artsın"önerisi yerine "ceddim dünyayı fethediyordu" gazına gelip, çalışma şartlarını da "fıtrat" diye kabullenmek zekice mi gerçekten?
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Nişanyan onun zekice olduğunu söylemiyor, olan biteni anlatıyor sadece.
  20. (Bu “altın çağ” fikri, milliyetçi tarihle sınırlı değildir aslında. Büyük dinlerle doğup gelen bir yaklaşımdır. Bir “asr-ı saadet”i vardır, bir “kıyamet günü” vardır. Tarihin belirli bir yönü olduğunu varsayan her düşünce sisteminde, benzer öğelere rastlanabilir. Tarihi sonsuz değişim olarak düşünmenin, ilke olarak “altın çağ”cılığa karşı olması gerekir. Marksizm bu açıdan kendi içinde çelişkilidir. Bir yandan, felsefî boyutuyla sonsuz değişimi kabul eder. Diğer yandan, Hegelci “tarihin yönü” takıntısını aşamaz. Dolayısıyla Marksizm’de de maalesef hem geçmişteki, hem gelecekteki bir “altın çağ”la –ya da “kıyamet günü”yle- yüz yüze geliriz. Birincisi “ilkel komünizm,” ikincisiyse “proletarya devrimi ve sınıfsız toplum”dur. Her ikisi de metafiziktir, tarih dışıdır. Ama şimdilik bu ve diğer örnekleri bir yana bırakıp, sadece milliyetçi “büyük anlatı”lara eğiliyorum.)

    Üç altın çağ
    Halil BERKTAY
    http://www.marmarayerelhaber.com/Halil-BERKTAY/1520-Uc-altin-cag
    Yanıtla
  21. Yukarıdaki yorumumda Berktay'dan aktardığım görüşü ("Tarihi sonsuz değişim olarak düşünme") İ. Zeki Eyüboğlu da güzel ifade etmiş;

    "Değişmezliğin egemen olduğu yerde tarih de yoktur derken, tarihi yapan olayların bulunmadığını vurgulamak istedik. Bu nedenle bir “İslam tarihi” söz konusu değildir, o ancak bir “İslam öyküsü” olabilir, tarih kavramının içerdiği anlamın dışında kalır."
    https://tr.scribd.com/document/123983962/%C4%B0rtican%C4%B1n-Ayak-Sesleri-%C4%B0smet-Zeki-Eyubo%C4%9Flu

    Buradan yola çıkarak Marksizmin de bir "hikaye" olduğunu söyleyebiliriz bu durumda. Tabii bu tüm diğer ideolojiler, dolayısıyla liberalizm gibi daha yumuşak ve eleştiriye açık olanlar için de geçerli. Sevan bey de "Liberalizm" başlıklı yazısında bunu kabul etmiş zaten ("Mittir elbette, masaldır, ama çok kuvvetli bir mittir."). Yalnız şu fark var, yine Sevan beyin ifadesiyle; "İnsanlığın yüz küsur bin yıllık tarihinin en görkemli başarıları son 250 yılda o mit üzerinde inşa edildi."
    Yanıtla

Türkiye nasıl Türkleşti?

$
0
0
1300'lerin başında, nedenlerini ve boyutlarını tam olarak henüz analiz edemediğimiz rüzgâr değişimi olmasa bugün buranın adı belki Türkiye değil Acemiye olurdu.


Anadolu'nun yerli halkının İslamlaşıp Türkleşmesi ayrı bir konu. O konuyu vaktiyle bol bol işledik. Şimdi meselemiz başka. O amalgamın içine dışarıdan kimler gelmiş? Türk müymüşler? Ne anlamda Türkmüşler?

O konuda üç olguyu ayırt etmek gerekir sanıyorum. 

1. Türk askerî aristokrasisi
Yani beyler ve onların yakın maiyeti.

9. yy'dan itibaren Türkler İslam dünyasında profesyonel bir askerî kast niteliği kazandılar. Brezilyalı futbolcular gibi düşün: aralarında kişisel rekabetle beraber meslekî dayanışma da olan, uzman ve kapalı bir zümre. 10. yy'da İslam aleminin bölündüğü sayısız emirliğin pek çoğunun başında Türk askerler vardır. Aynı dönemde bütün ipuçları, Bizans devletinde de Hıristiyan kisvesini benimsemiş çok sayıda Türk askerinin rol oynadığını gösteriyor. Malazgirt karşılaşmasında her iki takımın as oyuncuları Türktü.

1071'de Bizans üstyapısının çöküşüyle gerçekleşen şey, o halde, ''Türk istilası'' değil, belki ''İslam-Türk istilası''dır. Zaten bir Türk askerî  ağı var. Sayıları katlanıyor, ama daha önemlisi, ideolojik oryantasyonları değişiyor. Hıristiyanlık seçeneği terk edilip, İslami kültürel kodlar benimseniyor. Sebebi nedir emin değilim. Belki İslam aleminin Hıristiyan Bizans'a oranla ekonomik ve siyasi açıdan güçlenmesidir. Belki 11.  yy başlarında devreye giren Oğuz rezervinin, İran kültürel alanının filtresinden geçerek İslamlaşmış olmasıdır. Hazar Denizinin güneyinden dolanıp gelecek yerde mesela Macarlar ve Peçenekler gibi, kuzeyden gelseler belki İslam-dışı geleneklerini daha fazla korumuş olurlardı.

Türklerin askerî hakimiyetinin demografik sonuçlarına dair elimizde bir veri yok. Demografik sonucu olmuş mu; yani 1071'i izleyen onyıllarda Anadolu'nun nüfus yapısı değişmiş mi? Belirti yok. Yönetici kadrolar değişmiş. Daha önemlisi, yönetici kadronun dini/kültürel yönelimi değişmiş. Memleket İslama ''açılmış''. Fetih o demek, ''açma, açkı''.

Hatırla, tam aynı yıllarda Normanlar önce Sicilya'yı, sonra Britanya'yı fethetmişlerdi. Yönetici bir kast oluşturdular. Ayrı bir egemen sınıf kültür ve kimliğini, sayıları ancak yüzleri bulan bir havuzda, yüzyıllarca korudular. Burada da pekâlâ öyle olabilirdi; olmadı. Ülkenin ana gövdesi kimlik değiştirdi, fatihlerin milliyetini benimsedi, tabir caizse ''Normanlaştı''. Nasıl?

2. İslam göçü ve şehirleşme
Demografik hareketin ilk belirtilerini Malazgirt'ten yüz ila yüz yirmi yıl sonra, 12. yy sonlarında görüyoruz. Aradaki yüz küsur yıl karanlıktır; o döneme ait yazılı veya arkeolojik kaynak hemen hemen yoktur. 1180'lerde tek tük, 1200'den itibaren yoğun olarak göze çarpan olgu ise İslami kozmopolitizm ve şehirleşmedir. İslam ülkelerinden çok sayıda insan, ''açılan'' Anadolu'ya gelir. Geldikleri yerler: Horasan, Tebriz, Şiraz, Musul, Halep, Dımışk, hatta Kahire. Sıfatları, en azından adı bugüne kalanlarınki: tüccar,  sanatkâr, alim, mimar, kadı, mirasyedi, beyzade, müzisyen, derviş, talebe. 

Anadolu'nun o tarihte İslamlarca yönetilen kısmında bugün var olan kent ve kasabaların çoğu – mesela Tokat, Niksar, Amasya, Niğde, Tercan, Hasankeyf, Harput, Kırşehir, Alanya,  Uluborlu, Eğridir, Kastamonu...  ilk o yıllarda palazlandı. Buna karşılık Bizans egemenliğindeki Batı Anadolu'da o tarihlerde beliren yeni şehirler galiba hiç yok.

Gelenler arasında Türkçe bilenler var mıydı, bilmiyorum, galiba kimse bilmiyor. Ama ortak kamu dilinin Farsça olduğu şüphesizdir. Yanısıra hukuk ve bilim dili olarak Arapça egemendir. Şiir ve ticari evrak Farsça yazılır, ama yanılmıyorsam daha çok kitap Arapçadır. 1310'lara dek ilaç için tek Türkçe kitap yoktur.

Konya'da Mevlana Celaleddin, malum, Acem şiirinin anıtsal ismi. Gülşehrî'den başka bir yazımda söz etmiştim, Kırşehir'de kanaat önderi; Şirazlı Sadi'den daha iyi Acemce şiir yazmakla övünüyor; 1310'larda hayatının sonbaharındayken ilk kez Türkçe şiir deniyor. O çağda Osmanlı'daki gibi bir saray kültürü söz konusu değil. Belli ki Kırşehir'in çarşı içinde evlerde oturan eşraf ve efazılı, en azından kültürel konularda, Farsçayı tercih ediyorlar. 

1300'lerin başında, nedenlerini ve boyutlarını tam olarak henüz analiz edemediğimiz rüzgâr değişimi olmasa bugün buranın adı belki Türkiye değil Acemiye olurdu.

Etnik yapı çok farklı olmazdı. Şu hataya çok sık düşüyoruz; Berktay düşmüş, ben bile bazen düşmüş olabilirim. ''Anadolu Türkleri çekik gözlü değil. Ergo: din ve dil değiştirmiş yerliler olmalı.''Üçüncü ihtimal gözden kaçıyor. Evet, bir sürü insan buraya göçmüş. Ama Orta Asya'dan değil, Yakın Doğu'dan göçmüş. Nitekim ırkça bugünkü Türkiye'ye en benzeyen yer korkarım ki Balkan Yunanistanı değil, İran ve Afganistan, ikinci planda belki Suriye.

''Türkler geldi göçebe olduk, barbarlaştık'' tezi de, en azından bu noktaya kadar gördüklerimiz bağlamında, doğru olamaz. "Türklerin", daha doğru bir deyimle İslamların gelişinden sonraki üç-dört yüzyılda memleket gerilememiş ki; bariz bir şekilde kalkınmış. Göçebeleşmemiş, tersine şehirleşmiş.

3. Oğuz ve Türkmen aşiretleri
Oğuz ve Türkmen aşiretlerinin Anadolu'ya göçü muamma bir konudur. Aklımda kaldığı kadarıyla, ilk kez 1210 veya 20'lerde Asya'da Moğol ve Harezmşah karışıklıkları bağlamında böyle bir olgunun adı anılır. Ardından Musul ve Halep'ten başlayıp Karaman ve Antalya'ya uzanan alanda büyük kargaşaya yol açan Oğuz ve Türkmen ''afeti'' gündeme gelir. Kentli Müslümanlar olayı bir ''barbar istilası'' olarak algılarlar; ağır konuşurlar. Bu dönemde şekillenen göçebe/kaba ''Türk'' imgesi Divan edebiyatına bir mazmun olarak yerleşir. Oysa bu algıyı yaratanların biat ettiği hükümdarlar da Türk soyludur; Kılıç Arslan, İnal, Artuk gibi adları vardır.

Ne biliyoruz? Bir kere Oğuz ve Türkmen daima ayırt edilir. Türkmān, "Türke benzer" ya da ''Türkleşmiş'' anlamında Farsça tabirdir. Muhtemelen Türk töresini ve aşiret yapısını (ne demek?), belki Türkçeyi (nasıl?) benimsemiş İrani unsurlar kastedilmiştir. 1200'leri tam bilmiyorum, ama 1600-1700'leri orijinale yakın kaynaklardan epey çalıştım, o dönemin resmi Osmanlı ıstılahında Türkmān adıyla anılanların çoğunun Ekrad veya Ekradül-asl (Kürt ya da Kürt kökenli) olduğu anlaşılıyor. Halen Antep'ten Manisa ve İzmir'e uzanan bir coğrafyada Türkmen ve ''Yörük'' net olarak ayrıştırılır, ama farkı nedir diye sorarsan asla anlamlı bir cevap alamazsın.

İkincisi, ilk dönemde göçün asıl yoğunlaştığı alanın Kerkük-Musul ve Halep (hatta Urfa, Diyarbekir) olduğu görülüyor. 1700'lere dek süren ikinci kademede buralardan Orta ve Batı Anadolu'ya akmışlar. Bu göçlerin anısı, muğlak da olsa halk belleğinde korunmuştur. O soydan gelenler kendilerini ''Yörük'' ve ''Türkmen'' olarak tanımlar.

Neyi bilmiyoruz? Öncelikle sayılar hakkında hiçbir fikrimiz yok. 25 yıl kadar önce Yanlış Cumhuriyet'i yazarken bu konudaki birincil ve ikincil literatürü sistemli olarak taradım; eleştiri süzgecinden geçebilecek bir bilgi kırıntısı bulamadım. Belki yeni çalışmalar vardır; bakmam lazım. Bugüne kalan Yörük ve Türkmen kimlikleri gösterge ise belki yüzde on ila yirmi gibi bir sayı düşünülebilir. Ama bunların da önemli bir bölümünün ''Türkleşmiş'' unsurlar olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor.

İkinci bilmediğimiz daha enteresan bir konudur. 1300'lerin ilk çeyreğinde gerçekleşen Türkleşme/Türkçeleşme hareketinin oluşumunda demografik faktörün etkisini bilmiyoruz.

Durun, hemen galeyana gelmeyin. Karamanoğlu Mehmet Bey, Ertuğrul Gazi falan filan, evet, Türk aşiretleri gelmiş, memleket Türkleşmiş, o öyküleri biliyoruz elbette. Ama yazık ki o öyküler olaylarla çağdaş değil; bir kısmı 15. yy sonlarında zuhur etmiş, daha çok kısmı 19./20. yy milliyetçi mit-yapımının eseridir. Üstelik daha beteri şu, 1300 ile 1320 arasındaki ''Türkleşme'' cereyanı yalnız Oğuz ve Türkmen aşairinin yayıldığı alanda belirmemiş. Simültane olarak Kahire'de, Tebriz ve Gence'de, Volga boyundaki Saray'da, Harezm'de, Semerkand'da etkisini göstermiş. Bana sanki demografik değil siyasi bir olay varmış gibi geliyor; halkların şuradan buraya yürümesiyle değil, Moğol egemenliğinin tam o tarihlerde çöküşüyle ilgili bir dizi siyasi karar ya da ideolojik trend kokusu alıyorum.

Ama tam olarak nasıl, kim, neden diye sorarsan cevap veremem, keşke daha genç olsam, üniversitede olsam diye iç geçiririm. 

40 yorum:

  1. Bütün bu önermeler, yeterli belge ve kalıntı olmadığından, gözlem, kuşku ve/veya olsa olsa diye düşünce üretmenin sonucu ! Keşke daha genç ve üniversiter anlamda bir üniversitede olsaydık ve karşılıklı tartışabilseydik ! Yine de yeni düşüncelere yol açtığınız için teşekkürler !
    Yanıtla
  2. Malazgirt savaşının pek üzerinde durulmayan büyük bir sebebi de, o devrin Halep emirinin Selçukluları devamlı savaş için kışkırtması ("gidin şu Rum keferesiyle cihad edin, topraklarını Allah için fethedin..." tarzı). Yoksa o zamanlar aslında Türklerin esas gayesi Şam'a(Levant) yerleşmek, Anadolu'ya değil, ve görünüşe göre Araplarda bundan epey rahatsızlar. Çünkü bilhassa Suriye'de Arap (göçebe, yarı-göçebe, Bedevi vs...) aşiretlerle Türk göçebe kabileler devamlı birbirleriyle kavga ve rekabet halinde.
    Yanıtla
  3. Türkmen kelimesinin aslı Farsça Türk-Manend değil mi? Batı Anadolu Yörüklerinde de bayağı bir Rum kanı vardır esasen.
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Tam değil. Farsçada "mânend" (benzemek) demek, bu kökten "mân" (benzer) demektir. Türkmen adının Farsça Turkmân (Türk'e benzer, Türk gibi) sözcüğünden geldiğine dair görüşler var, ancak ben bu görüşün çok sağlam olduğunu düşünmüyorum. Bir diğer görüş de Türk + iman sözcüklerni bileşimi olduğu yönündedr, Türk adı, Müslüman olmayanlar için kullanılırken, Türkiman > Türkman > Türkmen adı, Müslüman olanlar için kullanılırmış. Bu görüşe Türkmenistan'daki hemen hemen bütün Türkmenler katılır.

      Ben Egeli ve Yörük kökenli biriyim. Batı Anadolu Yörüklerinde bayağı Rum kanı olduğu görüşüne pek katılamıyorum. Belki "kız alma" yoluyla bir miktar olabilir. Ancak o da zor, çünkü yerleşik yaşam süren Rumlar, çoğu konar-göçer olan Türklere kız vermezler diye düşünüyorum. Bir de o devirler bugün gibi değil, din önemli bir faktör, Müslüman olmayana kız verilmezdi o çağlarda.
    2. Rumlar zimmi idi, yani İslam hakimiyetinde yaşayan gayri-Müslimlerdi ve İslam hakimiyetindeki diğer bütün gayri-Müslimler gibi pek çok haklardan mahrumdular ve fetihler sırasında ve sonrasında birçoğu da köleleştirildi. Köleleştirilenlerin de çoğu zamanla Müslüman oldu. Onun haricinde tercih ya da Müslümana gelin gitme yoluyla Müslümanlaşanlar da var. Neticede Anadolu'da İslama geçen Rum ve Ermenilerin hepsi Türkleşti ve Türk genetik havuzunun bir parçası haline geldiler. Müslüman olduktan sonra göçebeliğe geçmeleri önünde bir engel yoktu, köle ya da gelinseler zaten hayat tarzını seçme şansları yoktu, Müslüman efendi ya da kocaları göçebe iseler onlar da göçebeliğe geçmek mecburiyetinde idiler.
    3. Türk + iman zayıf ve zorlama bir etimoloji bu arada.
    4. Sanıyorum '' yürük" denen insan grubunun bin bir etnik kimligi olsa dahi ırksal kökendeştiten çok bir hayat tarzı olduğu akıldan çıkıyor. Balkanlardaki slauofonla.lu. Tibet yaylalarına kadar. Rahatça "yörük" diye niteleyebileceğimiz hayvanlarıyla dolaşıp yoğurt yapan insan gruplarıyla karşılaşılr. Bir zamanlar avrasya nın tamamına hakim bir hayat tarzının kalıntısıdır. Köylülük şehirlilik gibi
  4. Bir de, Kızılırmak'ın batısında kalanlara Yörük, doğusunda kalanlara Türkmen denir diye öğrenmiştim.
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Bu da pek doğru bir bilgi değil. Ben çoğu Yörük etkinliğine de katılan, pek çok dernekte üyeliği olan biriyim. Bir şenlik vb. düzenleneceği zaman genelde "Yörük-Türkmen"şenliği adıyla yapılır, Yörük ile Türkmen (ve tabii ki Türk ve Oğuz) adlarının tümü "aynı" anlamda kullanılır bizde. Yani İster Türk de, ister Yörük, ister Türkmen, ister Oğuz, hepsi aynıdır.
    2. Yörükle Türkmen tabirleri Osmanlı devrinde pek bir arada kullanılmıyordu, tıpkı Kızılbaş ve Bektaşi tabirlerinin pek bir arada kullanılmamaları gibi. Günümüzde pek çok mefhum iç içe geçti.
    3. Cumhuriyet yıllarında -statü mülteci midir göçmen mi bilemem, konuya uzağım- gelmiş olan ve artık sayıları muhtemeln çok daha artmış olan Türkmenlerden nasıl ayırt edeceğiz? Ben 70'li yıllarda Eskişehir'de rastlamıştım, kendimi yörük ve türkmen olarak bilirdim; onları görünce -müthiş fizik benzemezlikten kalkarak- onlar mı ben mi, demiştim, onlar türkmense ben neyim?
  5. Şunu hatırladım. İlber Ortaylı, "Orta Asya'dan Anadolu'ya gelenlerin hepsi Türk değildir, gerek Orta Asya'dan gerek İran yaylalarından kopan çok büyük bir İranlı nüfus da akıp gelmiştir, bilhassa Moğol istilalarından sonra" demişti.
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Anadolu'ya gelenlerin hepsi tabii ki Türk değildi, ama aşağıdaki ilmi tahlilimden çıkan netice gelenlerin çoğunun Orta Asya'nın Türki unsurundan olduğudur.
  6. Sevan Nişanyan'ın da belirttiği gibi, bahsedilen devirlerde Anadolu ve civarına olan göçlere ve sonrasında yaşananlara dair tarihi vesika kıtlığından dolayı mevzu çok spekülasyona açık görünüyor. Böylesine spekülasyona açık bir mevzuda genetik gibi ilimlere olan ihtiyaç bilhassa fazla oluyor. Ben şimdi tamamen genetik ve fiziki antropoloji neticelerine dayanarak mevzu hakkında kendi izahımı sunacağım.

    Nişanyan bu makalesinde bugün Anadolu Türkü dediğimiz halkın ırken en çok İran, Afganistan ve ikinci olarak da Suriye coğrafyasına benzediğini iddia etmiş. İlaveten, Osmanlı'nın Türkmen diye adlandırdığı grupların ekseriyetle Kürt asıllı oldukları iddiasında bulunmuş. Bu iddialar genetik ilmi vasıtasıyla sınanabilen iddialar ki ben de şimdi bunu yapacağım.

    Aşağıdaki linkte Anadolu Türkleri ile çeşitli Türki ve gayri-Türki halkların ADMIXTURE analizi adı verilen detaylı otozom yani umumi genetik analizi görülmektedir:

    https://drive.google.com/file/d/0B9n4j3PQ81RcNGpTODFXQVhNWFk/view?usp=sharing

    Anadolu Türklerinde Hindistan, Pakistan, Afganistan taraflarında zirve yapan koyu yeşil komponent Ermenilerdekine yakın miktarlarda görülürken İranlılar, Kürtler ve Azerilerde çok daha yüksek miktarlarda görülmekte ve hatta Filistinli, Ürdünlü ve Suriyelilerde bile Anadolu Türkleri ve Ermenilerden daha yüksek çıkmakta. Aynı komponent Afganistan taraflarında çok fazla yüksek çıkıyor dikkat ederseniz (Pathan Peştun demek bu arada). Avrupalılarda zirve yapan koyu mavi komponent ise Anadolu Türklerinde dikkate değer bir miktarda ve Azerilede daha düşük bir miktarda görülürken Ermeniler dahil diğer Yakın/Orta Doğu halklarında yok ya da çok düşük miktarlarda. Anadolu Rumları analize dahil değil maalesef (analizdeki Yunanlar Balkan Rumları), o yüzden onlardaki koyu mavi komponent miktarlarını göremiyoruz, ama genetik neticesini gördüğüm Anadolu Rumlarından yola çıkarak onlarda o komponentin ve diğer Batı Avrasya komponentlerinin Anadolu Türklerindekilere benzer miktarlarda çıkacağını söyleyebilirim. Sarı ve mor tonlarında gösterilen Doğu Avrasya komponentleri ise Anadolu Türklerinde ve Azerilerde düşük de olsa bulunurken İranlılar, Kürtler ve Suriyelilerde yoklar ya da yok denecek kadar düşük miktarlardalar, Orta Asya Türki gruplarında ise epey yüksek miktarlardalar ki bütün bu neticeler Anadolu ve civarına bahsedilen devirlerde göçenlerin ekseriyetinin yüksek miktarlarda Doğu Avrasya komponentleri taşıdığına ve dolayısıyla Türkiliğine işaret ediyor. Hülasa, bugünkü Anadolu Türkleri Doğu Avrasya komponentleri haricinde Anadolu Rumlarının çıkacağı gibi görünüyor bu ADMIXTURE analizinde ve diğer gördüğüm ASMIXTURE analizlerinde.

    Şimdi de Anadolu ve Balkan Türkleri ve Anadolu ve Balkan Rumlarının bir arada bulundukları ve yine umumi genetiği baz alan bir Batı Avrasya halkları PCA yani principal component analizini paylaşacağım:

    https://drive.google.com/file/d/0B9n4j3PQ81RcU0FkYXhLSl9UeVU/view?usp=sharing

    Görüldüğü gibi, Anadolu Türkleri Anadolu Rumları ve güney İtalyanlarla kümelenirken Balkan Türkleri ve Balkan Rumları ise diğer Balkan ve İtalya halkları ile kümeleniyor. Bu da Nişanyan'ın da temas ettiği Anadolu Türklerinin Balkan Rumları ile olan ırki mesafesini izah ediyor, zira Anadolu ve Balkan Rumları genetik ve dolayısıyla ırken birbirlerine nispeten uzak ve Anadolu Türkleri Balkan Rumlarından ziyade Anadolu Rumlarına yakın genetik ve dolayısıyla da ırken (tabii ki öyle olacak, Anadolu'ya gelen Türkler Anadolu'nun Rumları ile karıştı esas itibariyle, Balkan Rumları ile değil).
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Onur Bey,
      Üstte linklerini paylaştığınız bu görüntüler hangi makaleden alınmış ? Referans verebilir misiniz? 
    2. İlki şu çalışmadan:

      http://biorxiv.org/content/early/2014/07/30/005850

      İkincisi ise şu çalışmanın Anadolu Rumları ilave edilmiş olan son hali:

      http://www.nevgen.org/Autosomal_PCA_charts_Of_Europe.html
    3. Sayin Onur Bey,

      Birincisi, "calismanin Anadolu rumlari, Balkan turkleri vs. ilave edilmis son hali" diye bir sey yok. Yayimlanan hali son hali (Burada: dx.doi.org/10.1371/journal.pone.0105090 ). Eger bahsettiginiz bir “follow-up” calisma ise onunla ilgili web sitesindeki birkac uyduruk PCA grafiginden baska birsey yok. Kusura bakmayin biz (ben ve nisanyan hocam) bunu veri olarak kabul edemeyiz.

      Ikincisi, verdiginiz linklerdeki yayimlanmis iki calisma da turkleri kabak gibi iran, azeri, ve hatta ermenilerle ayni gen havuzunda konumlandirmis. Yani calismalar sevan hocanin soylediklerini destekliyor, sizin iki sayfa uzattiginiz meseleleri degil. Oyle az bir sey koyu yesil turklerde var, o da avrupanin baskin gen havuzu falan da yapmayiniz lutfen, bana islemez (sevan hocama da islemez herhalde). O yesil kadar sari da var bizde, onlar da sayilmaz (yesil derken pLos Genetics yayindaki yesil).

      Digecegim odur ki, ben de isterim bi troy'lu herkul’un, iskender’in torunu olmayi ama gorunen o ki bizler kabak gibi Darius'un askerleriyiz. Veriler oyle soyluyor.

      Ama tabii simdi o yayinlari okumadim, simdi bilmiyorum orneklemleri nedir. Turk gen havuzu adina belcikadan emirdagli 30 adam bulmuslarsa iyi yapmamislar tabii. Zor turk gen havuzuna denk gelen bir orneklem hazirlamak. Muhtemelen becerememislerdir.

      Sonra, bu yakin tarih (tarih oncesi olmayan) insan genetigi calismalarinin sakati coktur. Sonuclar ideolojiye gore egilip bukulur falan. Gecen, yunanli bi arkadas geldi modern yunan gen havuzu antik yunana cok benziyormus, cok mutluydu (su makale sanirim: doi: 10.1038/ejhg.2017.18) . Bir grup yunanli yapmis calismayi. Hakli tabii sevinmekle, 300 spartaliyla akraba cikti, biz de cika cika boklu darius’un askerleri ciktik. Ezildim tabii… Neyse, bu tip ”bias” insan genetigi calismalrinda hep var. Yahudiler cok yapar bunu: arapla akraba cikacaklar diye korkuyorlar..

      Neyse, daha da fazla kucuklamayayim.. Sayin Onur Beycigim surcu lisan yaptiysam affola…
    4. Adsız,

      Yazdıklarından ne konuştuğunu tam bilmediğin anlaşılıyor. Senin ilk linkinde geçen çalışma benim ikinci linkimde geçen çalışma için kullanılan genomların kaynaklarından sadece biri. Ne diyor benim linkteki çalışmada:

      "For this one are used many genomes from publicly available collections and works, like HGDP, HGP, Behar et al, Yunusbayev et al (2011), 1000 Genomes, Hellenthal at al (2014), Western Balkans (http://journals.plos.org/plosone/article?id=10.1371/journal.pone.0105090), and others. Beside them, for PCA are used many genomes from FTDNA Family Finder or 23AndMe. There are also several ancient genomes included in PCA, Loschbour, Stutgart, BR2 and NE1."

      Yani benim linkini verdiğim çalışmada çeşitli akademik çalışmalara ve databaselere ve bir de büyük genetik test şirketlerinden test yaptırmış kişilere dayanan genomlar kullanılmış, yani senin verdiğin ilk linkteki çalışma analizlerde kullanılan genomların kaynaklarından sadece biri. Linkini verdiğim çalışmanın son halini nereden biliyorsun diye soracak olursan, çalışmayı yapan kişiyi tanıyorum da ondan, Vuksan isimli bir Sırp ve aynı zamanda FTDNA firmasının Family Finder testine göre anne tarafımdan dedeme uzaktan akraba. O yüzden çok emailleştim onunla. Onun çalışmasında kullandığı Balkan Türkü ve Anadolu Rumu genomlarını bizzat ben sağladım ona. FTDNA'de Anadolu, Balkanlar ve Kafkasya üzerine bir genetik projesinin adminliği yaptığımdan bu coğrafyalardan çok sayıda kişinin genetik neticesini gördüm ve bu kişilerden bir kısmının genom datasını Vuksan'ın analizlerinde kullanması için ve tabii ki rızalarını da alarak bilgisayarıma yükledim. Hakkımda bilip bilmeden ithamlarda bulunacağına anlamadığın mevzuları anlamaya çalışsan iyi edersin.

      Bu dediğim şey genetik analizleri tahlili için de cari. Anadolu Türklerinde Güney Asya genetik tesirinin İran taraflarındaki miktarlar yerine Ermeni ve hatta Anadolu Rumu miktarlarında görülmesi kolayca geçiştirilecek bir şey değil. İlaveten, Anadolu Türklerini Anadolu Rumları ve Ermenilerden ayıran genetik tesirin Güney Asya değil de Sibirya ve Uzak Doğu tesiri olması İran bağı yerine Orta Asya Türki bağına işaret ediyor. Sibirya ve Uzak Doğu komponentlerini attığında Anadolu Türkleri Ermenilere ve bilhassa Anadolu Rumlarına aşırı derecede yakın çıkıyorlar genetikte.

      Dikkat edersen Anadolu Rumları diyorum, Balkan Rumları demiyorum. Verdiğim ikinci linkteki analizde görüldüğü üzere, Anadolu Rumları genetik olarak Anadolu Türkleri ve Ermenilerle kümeleniyor, Balkan Rumları ile değil (Balkan Türkleri ise diğer Balkan halkları ile kümeleniyor zaten). Akademik çalışmalarda kullanılan Yunan genomlarının hemen hepsi Balkan Rumlarından olduğu için insanlar Anadolu Türklerinde Rum menşesi düşük diye yanlış tahliller yapabiliyor maalesef.

      Anadolu Rumlarının Balkan Rumları yerine genetikte neden Anadolu ve civarının diğer halkları ile kümelendiğinin sebeplerine gelirsek... Anadolu'da Yunanca jenositle yayılmadı, Anadolu yerlilerinin ekseriyeti Yunancaya geçti asırlar içinde. Yani Anadolu Türkleri için, İskender'in torunları olmasa da, Homer'in, Herodot'un, Galen'in, Tiyanalı Apollonyus'un ve tabii Troyalıların torunlarıdır diyebiliriz. Daryus'un askerleri arasında Anadolulular da çoktu, o yüzden Daryus'un askerlerinin torunları da diyebiliriz tabii.

      Akademik genom çapında (genome-wide) genetik çalışmalarında Anadolu'nun çeşitli bölge ve vilayetlerinden (Kapadokya, Kayseri, Adana, Balıkesir, Aydın, Trabzon) genom görebilirsin, yani Anadolu Türkleri diğer çoğu halktan iyi temsil ediliyor genom çalışmalarında.
    5. Sayin Onur Bey,

      Birincisi, siz isminizi vererek, bense ismimi saklayarak yaziyorum. Ben sizin kim oldugunuzu bilebirim, sizin ise, benim kim oldugum hakkinda bir fikriniz yok. O yuzden bu tartismaya 1-0 onde basliyorum. Bu haksiz durum icin kusuruma bakmayin. Anonim olmak rahat. Obur turlu, usturuplu yazmak gerekirdi, bakara makara yapilmazdi. Anonim olarak kendimi ozgur hissediyorum. Mesela bunu yazrken ayni zamanda burnumu karistiriyorum Sizin yanit verirken burnunuzu karistirma luksunuz yok.

      Ikincisi bu yorumlara html-link yazilabliyormus (ahanda burdaki gibi). Bundan sonra web kaynaklarini bu sekilde verebilriz.

      Son olarak, yukaridaki linkten anladigim, bu isten akademik olmayan yollardan ekmek yiyorsunuz, veya yeme olasiliginiz var. Buna cok saygim var ve kakara kikirim ile sizin -konu hakkinda uzmanliginiz- ile ilgili yalan-yanlis olmusuz algi yaratmak istemem. Bunun icin de sizden ozur dilerim. Maksatim ortamlari neselendirmek. Zaten dediginiz gibi ne PCA tarzi veri ozetleyen analizleri, ne de bu "milliyet tayin" metodlarini aslinda pek anlamam.

      Neyse konu artik bu degil. Yeni konumuz tartisma adabi. Bununla ilgili size sarmaya devam edebilirim: Eger argumanlar mantik hatalari iceriyorsa, orengin karsi tarafin gercek olarak sundugu onermeler hem gormezden gelinip hem de ihlal edilmeye devam ediliyorsa, yada “ama ben bunu yapan adami taniyorum”lar arguman olarak sunuluyorsa tartismanin anlami kalmaz. Bu konu onemli. Her ne kadar bu yazinin konusu olmasa da nisanyan blogun temel direklerinden biri. O yuzden bu portalda sakaya gelmez, gelmemelidir.

      Cok uzatmadan hizlica acip kapayayim: Yanit niteliginizdeki argumaninizi, linkiniverdiginiz calisma uzerinden gelistirmissiniz. Oysa ben o calismayi henuz yayinlanmadigi icin veri olarak kabul etmedigimi zaten soylemistim (orn. bagimisiz insanlar tarafindan degerlendirilmedigi icin). Malsesef siz, orada yazanlarin veri olarak kabul edilebilecegini cok carpik bir sekilde savunmussunuz. Simdi siz, calismanin sahibi Sirp Vuksan’i taniyormussunuz diye, hatta ona orneklem DNA vermissiniz diye, “Evet, Onur bey Vuksan’i taniyormus, hem de bir kisim DNA orneklerini ona o vermis. Ne kadar da yanlismisim” falan diyecegim yok. Vuksan’a ornekleri babam verse, hatta Vuksan babam olsa farketmez. Yaptigim arguman calismanin yayinlanmamis ve sonuclarin web sitesindeki bir kac grafik ve biraz yazidan olusmasiydi. Yani, akademik anlamda calismanin henuz gecerli olmadigiydi. Biraz dikkat.

      Tabii obur yandan akademiyi fazla buyutmemek lazim, simdi artik “predetory” dergiler var. Basarsin 500 dolari calisma yayinlanir, sonar da, “bu bilimsel calismada…” diye muhabbetler edersin. Ober yandan, “peer review” sistemi de artik cok guclu degil. Iyi bir dergiye bile makaleni gonderdigin zaman hakemler muhtemelen benim gibi konuyu pek bilmeyen tiplerden olacak, onlarin insafina kalacaksin. Obur yandan akademik olmayan birseyin degersiz olmasi diye de birsey yok. Akademi disinda da cillop gibi calismalar illa ki var, vs vs… Bana boyle gelecekseniz olur. Baska sekillerle de olur. Ama Vuksan’i meseleye karistirmayin efendim. Sonra da devam etmissiniz zaten anadolu-balkan rumlari, birseyler diye…

      Ozet olarak bitti. Dedigim gibi, Onur beycigim, benim bu genetik konularinda yazdiklarimi ciddiye almamakta haklisiniz. Siz (ve diger stakeholder’lar) iyi yoldasiniz. Kesinlikle guzel isler yapiyorsunuz, devam. (ironisiz). Banim maksatim bakara makara. Ama buralara gelip, mantik hatalariyla dolu argumanlar yayacaksak, meseleye Sirp Vuksan’i dahil edeceksek kulahlari degisiriz. Nisanyan hocam da hic hosalanmaz bunlardan. Son olarak, sizin simdi cikip ” lan bu da hakli aslinda” diyeceginizi zannetmiyorum. Ama yanit verecekseniz, sizden ricam biraz daha yuzeysel ve kibar bir yanit vermeniz. Cevap yazabilecegimi sanmiyorum. Icim icimi yemesin…
    6. Bu yorum yazar tarafından silindi.
    7. Adsız,

      Birincisi, kaba bir mizacım yok, umumiyetle insanlar bana nasıl bir üslupla yaklaşırsa benzer şekilde mukabele ederim. İkincisi, açık sözlüyüm, birisi yanlış ya da yarım yamalak malumatla argümanlarıma karşı geliyorsa bu vaziyeti sırf kibar görünmek uğruna zikretmekten imtina etmem, bedeli ne olursa olsun. Üçüncüsü, linkini verdiğim çalışmaların hepsinin akademik olduğunu iddia etmedim, ayrıca bir çalışmaya sırf akademik ya da peer reviewli diye akademik ya da peer reviewli olmayan bir çalışmadan daha çok itibar etmem. Bu dediğim genetik çalışmaları için bilhassa böyle, genetikte ADMIXTURE ya da PCA tarzı analiz metotlarını doğru bir şekilde kullanmak için akademisyen olmak lüzumu olmadığı bu işlerden anlayan herkesin malumudur. İlaveten, bugün genetikte birçok keşfi amatör diye burun kıvrılan insanların yaptığını iyi bilen ve müşahede edenlerdenim. Dördüncüsü, genetikte kendimin de amatör olduğunu hiçbir zaman gizlemedim, birçok kez bunu mevzusu bile açılmadan ifade etmişimdir. Ve hayır, bu işten ekmek yemiyorum, tamamen gönüllü ve ilme hizmet gayesiyle bu işin içindeyim. Beşincisi, Sevan Nişanyan'ın mevzu hakkında ne düşüneceği hakkında hükümde bulunman hoş değil. O kendi adına düşünebilir, ben argümanlarımı delilleriyle beraber sundum, takdir kendisinin. Kimseyi cebren kendi fikirlerime çekmeye çalışmam. Argümanlarımı delilleriyle beraber sunar, takdiri karşı tarafa bırakırım. Son olarak, yazdıklarımda mantık hatası denebilecek bir şey olduğunu zannetmiyorum.
    8. Sayin Onur Dincer,

      Yanitiniz icin tesekkur ederim.

      Turkiye’nin guncel genetik havuzunun tesipti, ve yakin tarihin genetik ile okunmasi bence de cok zevkli bir ugras. Ama bir kisminin pek te turkiye’ye has olmadigi ideolojik ve etik hassasiyeterden oturu –ki bir kismina katilmak durumundayim-miyim?-, pisirik akademinin bu konuya kolay dalamayacagini dusunuyorum. Bu noktada, sizin gibi cesur insanlar bu bilginin gelismesinde onemli roller oynuyorlar/oynayacaklar. (Nisanyan da muhtemelen boyle dusnuyor ama korkuyorum soylemeye. Korkuttunuz ;-) Bunun, yani turkiye genetik havuzunun bilinmesinin, ozellikle tip alaninda saglayacagi kazanimlar ise ciddiyetle dusunulmeli. Keske bu isten ekmek yiyen/yediren insanlar da cogalsa...

      Belki ilginizi ceker; Temmuz’da ITU’de su sempozyum var. Bir poster veya sozlu sunumla burada bahsettiginiz bulgulari ozetleyebilirisiniz. Bir cok katilimcinin ilgisini cekebilir, siz de faydali geri bildirimler alabilirisniz.

      Selamlar
    9. Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
    10. Hiç kimseye hakaret etmememe rağmen son yazımın neden silindiğini söyleyebilir misiniz? Yanlışlıkla sildiniz diye tahmin ediyorum.
    11. Evet Onur Bey, yanlışlıkla sildim. geri almaya çalışıyorum. lütfen kusura bakmayın. eğer sizde kayıtlı ise, tekrar gönderirseniz hemen yayınlayayım. Admin
    12. Normalde her yazımı göndermeden evvel bir Word dokümanına kopyasını alırım. Ama bu sefer öyle yapmadım, onda da bu aksilik oldu. Geri alabilirseniz çok iyi olur.
    13. Alıntı

      "Sonra, bu yakin tarih (tarih oncesi olmayan) insan genetigi calismalarinin sakati coktur. Sonuclar ideolojiye gore egilip bukulur falan. Gecen, yunanli bi arkadas geldi modern yunan gen havuzu antik yunana cok benziyormus, cok mutluydu (su makale sanirim: doi: 10.1038/ejhg.2017.18) . Bir grup yunanli yapmis calismayi. Hakli tabii sevinmekle, 300 spartaliyla akraba cikti, biz de cika cika boklu darius’un askerleri ciktik. Ezildim tabii… Neyse, bu tip ”bias” insan genetigi calismalrinda hep var. Yahudiler cok yapar bunu: arapla akraba cikacaklar diye korkuyorlar.."

      Yanıt

      Yahudiler Araplarla elbette akraba çıkacak, zaten akrabalar :) hem genetik hem de dil açısından yakın akrabalar, Arapça "beyt" (ev), İbranca "bet" (ev), Arapça "Selam Aleykum" (Esenlik Üzerinize), İbranca "Şalom Alekhim" vb. bal gibi akrabalar, dile de soyca da.

      Türk denildiğinde doğu Türkiye'deki insanları baz alırsan elbette darius'un askerleriyle akraba çıkarlar, zira doğu Türkiye genetik açından daha çok İranî'dir, Kürtler ve Ermeniler genetik bazda fazladır. Güneydoğu Anadolu'da ise Semitik genler fazladır (Arap-Yahudi-Süryani-Asurî). Biz, "Türk" dendiğinde Kürt ve Ermeni "olmayanları" anlıyoruz, hah, işte onların da %75 küsürü Rum denen kişilerle birebir "aynı" soydur, darius'la marius'la ilgileri yoktur.

      Yunanlılara gelince, bugünkü Yunanların antik Yunanlarla olan genetik bağı taş çatlasa %45 civarıdır, gerisi karman çormandır.
  7. devam...

    Son olarak, dünyada fiziki antropolojinin piri kabul edilen Carleton Coon'un fiziki antropolojik ırki kategorilere dayanan modern Batı Avrasya ırk haritasını paylaşmak istiyorum:

    https://drive.google.com/file/d/0B9n4j3PQ81RcQzY3ZzBOeDFRSTg/view?usp=sharing

    Haritadan anlaşılacağı üzere, Anadolu Türkü coğrafyasının İran, Afganistan, Kürt, Azeri, Orta Asya coğrafyaları ve Suriye/Lübnan tarafının Akdeniz kıyı şeridi hariç Arap coğrafyası ile ırki bağı zayıf görünürken Ermeni, Gürcü, Kıbrıs, Balkan ve hatta İtalya ile ırkı bağı dikkate değer miktarlarda görünüyor.

    Bütün bu genetik ve fiziki antropolojik neticeler ışığında, Anadolu'ya gelenlerin ekseriyetle Orta Asya'nın Türki unsurundan olduğu ama Anadolu'da Anadolu'nun yerlileri ile çok karışarak yüksek nispetlerde onların genetik ve ırki vasıflarına büründükleri anlaşılıyor. Yani Halil Berktay'ın aynen o minvalde olan iddiası tasdik edilirken Sevan Nişanyan'ın bugünkü Anadolu Türklerinin ırken en çok İranlılar, Kürtler, Afganlar ve Suriyelilere yakın olduğu iddiası çürütülüyor.

    Buraya kadar tamamen genetik ve fiziki antropoloji gibi disiplinlerin ilmi tetkiklerine dayanan bir tahlil yaptım. Şimdi gelelim bu ilmi neticelerin ışığında tarihi malumatı nasıl okuyabileceğimize. Türkmen kelimesi etimolojisi ve manası ihtilaflı bir kelime. Yüksek ihtimalle "Türke benzer" manasına gelen Farsça Türkmanend tabirinden bozma. Lakin "Türke benzer" ile neyin kastedildiği açık değil. Makdisi ve Kaşgari gibi erken devir kaynaklarına bakılırsa Oğuz ve Karluklara ya da en azından bir kısmına (muhtemelen Müslüman olanlarına) Türkmen ya da o devirdeki şekliyle Türkman deniyordu. Zamanla Türkmen adı Oğuzlar arasında İslamın yayılması ve Fars kültür tesirinin artışıyla paralel olarak tutmuş görünüyor ve hatta öyle ki zamanla Oğuz tabirinin tamamen yerini almış. Yani ortada Türkmen tabirinin Oğuz tabiriyle birbirlerini dışlayan manalarda kullanıldığına dair bir emare yok, en azından ben göremiyorum, Nişanyan'ın aksi istikamette delili varsa görmek isterim, her zaman farklı fikirlere açığım.
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Yazdıklarınız bence mantıklı ve kendi araştırmalarımla paralel. Bence de Anadolu Türkleri büyük ölçüde Anadolu Rumlarının kimlik değiştirmesiyle ortaya çıkıyor. Orta Asya, İran, Arap v.b. unsurun ayı çok düşük. Genetik araştırmalar bunu gösteriyor. Farklı sonuç veren bir çalışma henüz okumadım. Benim için karanlık tek husus şu: Anadolu Rumları dediğimiz insanlar kimler? Kökenleri kim? Yunanlar mı yoksa Hitit'inden Frig'ine binbir tonda yerli halkın karışımı mı? Veya Luvi ya da Hitit baskınlığı mı var? Türklerin genetik olarak en yakın akrabasının Yunanlar olması Anadolu Rumlarının da çoğunlukla Yunan kökenli olduğunu ima ediyor sanki. Ne dersin?

      Şu ''Yürük'' meselesine gelince... Yürümekten geliyor olsa gerek, konar göçer manasında. T zamanla y'ya dönüşmüş olabilir, Türük olmuş Yürük. Yürük, esasında Türk demek ve göçebeliği ima ediyor. Yörük ile Türkmen arasında (Anadolu'daki kullanımda) fark yok ama Oğuz Yabgu Devleti zamanında Türk ile Türkmen farkı çıkmış. Farkın temeli dine dayanıyor. Müslüman olana Türkmen, Şamanist kalana Türk denmiş. Türkmen, ''Türk benzeri'' demek ama ''Türkleşmiş'' manasında değil. ''Bir zamanlar Türk/Şamanist olan, şimdi de onun dilini ve göçebeliğini sürdüren'' manasında. Türk veya Türkmen diyelim fark etmez, başlıca kültürel kodu dil veya din değil göçebeliktir. Göçebe olmayan Türk(men) olmaz (haliyle Yürük de olmaz). Göçebeliği bırakırsa Türklükten çıkmış demektir.

      Bunlar Anadolu'ya hakim olunca yerli Rum halk Türkleşiyor. Ama kendine Türk demiyor, Rum(i) diyor. Sadece dili Türkçeleşiyor. Başka bir değişim yok. Türklük/göçebelik olumsuz görülüyor. Anadolu Selçuklu Devleti dediğimiz devletin asıl adı (resmi adı) Devlet-i Rum. Mevlana'sından Yunus'una kendine Rumi diyor. Abdalan-ı Rum, Bacıyan-ı Rum, Gaziyan-ı Rum deniyor. Abbasi Halifesi Yıldırım'a ''Hükümdar-ı İklim-i Rum'' diyor. Fatih kendine ''Sultan-ı Rum'' diyor. Timür, Yıldırım'ı yenince ''Rumiyanı yendim, sultan-ı rumu esir aldım'' diyor. Mısırlılar Anadolu'dan gelene Rumlu diyor. Türk diyen yok. Atalarımız kökeninin gayet farkında. Onlara Türk diyenler sadece Avrupalılar. Ama onlar da Türk sözcüğünü Orta Asyalı bir ırk manasında değil, ''Müslüman Bizanslı'' manasında kullanıyor. Doğa Rum ahalisinin Müslüman olanlarına topluca Türk diyor, dil bile gözetmiyor (Arnavut'a da Türk diyorlar).

      1900'lerin başına dek böyle. ''Anadolu ve Rumeli'nin İslam ahalisine Türk denir'' tanımı var. Anadolu'nun ve Rumelinin ahalisi demek (geçmişte Anadolu da Rum diyarı diye bilindiği için) kısaca Rumi demektir. Bu tanımı, ''Müslüman Rumi'ye Türk denir'' diye özetleyebiliriz. Sonrasında Orta Asya masallarından hareketle Türk'ün içeriği Göktürklere dayandırılmış.
    2. Devam edeyim...

      Türk'ün tanımını doğru yapmak lazım. Tarihi düzgün anlatmak elzem. ''1071'de Anadolu'ya girenlerin torunuyuz'' diye değil, ''1071'den itibaren kimlik değiştirip Türkleşmiş Anadolu'nun yerli halkıyız'' diye anlatmak lazım. Doğrusu bu.

      Oğuzlara gelince... Bunların da kökeni muğlak. Hunlarla ve hatta Göktürklerle ilişkisi muğlak. Anlayabildiğim kadarıyla kökenleri Göktürkler zamanına dayanıyor. Göktürk lideri İstemi Batı'ya gidip bunları buluyor, örgütlüyor, her birine birer ok veriyor ve bunlar Onoklar adıyla sahneye çıkıyor. Onoklar ''Yabgu/Batı Türkleri'' diye de biliniyor. Sonrasında Türgişler adıyla çıkıyorlar. Sonra Hazar hakimiyetinde yaşıyorlar. Sonra Oğuz Yabgu Devleti ve Sulçuklu kuruluyor. Selçuklu dil değiştiriyor ama Oğuzlarla ilişkisi sürüyor. Göçebe Oğuz, Selçuklu'yu yağmalamaya başlayınca Selçuklu biraz da başından atmak için bunlara yurt arıyor ve Bizans'ın başına sarıyor. Anadolu'ya gelişleri böyle oluyor. Oğuzların tümü Anadolu ahalisiyle karışıyor değil. Önemli kısmı hem Bizansla hem yerleşik Anadolu Selçukluyla çatışıyor, savaşlarda kırılıyor, bir bölümü İran'da geri kaçıyor. Burada muğlak nokta bunların kökeni, yani Onoklar. İstemi bunları bulup örgütlüyor, başlarına Yabgu oturuyor ama İstemi'den evvel bunların hikayesi karanlık. Bilinmiyor. Kimdirler, nereden çıktılar? Bence iki ihtimal var: Ya dağılan bir kısım Hun, bir kısım Moğol, bir kısım İskit kalıntısı karışıyor ve bunlar ortaya çıkıyor ya da dağılan Eftalitlerin kalıntısıdırlar.

      Bir de Anadolu'da kökeni için Manav diyen insanlar vardır, bunların kökeni nedir bilmiyorum. Osmanlı bunları ''Yörükan taifesinden'' diye kaydetmiş ama Bizans kaynaklarında da Manavis diye geçiyormuş çok önceden diye aklımda kalmış.
    3. Kaynak veremeyeceğim ama, okuduğum birkaç makaleden ve Adapazarı yöresinde bizzat aralarında yaşadığım Manav kökenlilerden benim edindiğim izlenim: başlarda, "Manav" sözcüğünün, göçebeliği sürdüren Yörükler tarafından, yerleşik tarım hayatına adapte olan (yörümekten vazgeçen) eski Yörük kökenlileri aşağılamak amacıyla kullanıldığı yönünde. Manavlar da zamanla Manav ismini benimseyip, Yörük sözcüğüne ise küçültücü bir mana verir olmuşlar.
      Nişanyan da sözlüğünde: "Manav "Batı Anadolu'da sebze tarımıyla uğraşan bir halk grubu (Yörük zıddı)"özel adından türetilmiş olabilir; ancak bu kesin değildir.(...) Özel ad olan Manav adının kökeni muammadır." diyor.
    4. Fırat ve Onur'un yazdıklarına katılıyorum. Türk demek, Müslüman olmuş ve anadil olarak Türkçe dediğimiz dili benimsemiş olan Rum (Anadolulu) demektir, nokta.

      Konuşmakta olduğumuz dil (Batı Oğuzca) kesinlikle Orta Asya'dan gelen bir dil, bu dili bu topraklara getirenlerin torunları da hâlâ buradalar, yani genetik olarak da Türk olan, kökleri Orta Asya'ya dayananlar. Ancak bu kişilerin bugünkü Anadolulu Türkler içindeki oranı %12 kadardır, hepsi bu. Geri kalan Türklerin de bir kısmı İranî, bir kısmı Semitik, bir kısmı da Kafkasyan (Kartvel) genleri taşımaktadır elbet, ancak tüm bunlar ufak karışmalar şeklinde, asıl ana unsur, yanlış hatırlamıyorsam %78 gibi ciddi bir oran öz Anadolulu. Yani Türklerin %78'i Doğu Akdeniz/Doğu Avrupa ırkından geliyor. Bu nedenle Onur'un verdiği haritada diğer Doğu Akdenizlilerle yakın gözüküyoruz (İtalyanlar, Yunanlılar, Arnavutlar vb.)

      Atalarımız zaten kendilerine Rum (Romalı, Anadolulu) diyorlardı çekinmeden. Konuşmakta olduğumuz dile bile bence "Rumca" (Anadoluca) denebilir, kelime bazında zaten oldukça karışık bir dil, sadece temel sözcükler ile yapı, sentaks vb. Orta Asya'ya dayanıyor.

      Benim sizlere uçuk gelecek bir tezim var hatta :) bence ileride İslamcı/Osmanlıcı olanlar kendilerine Osmanlı/Türk demeyi sürdürürlerken, seküler olan ve İslamî bir yaşam sürmeyenler kendilerine Rum (ya da Rumî) demeye başlayabilirler. Tıpkı din üzerinden ayrışan Boşnak-Sırp (hatta Hırvat) örnekleri gibi. Kendilerine Rum diyen seküler kesim, aynı zamanda daha az Arapçalı-Farsçalı dillerine de Rumca (Anadoluca) diyebilir pekâlâ... Zaten bu gidişle İslamcı kesim Arap alfabesine geri dönüp lisânlarına Osmanlıca diyecekler :) seküler kesim ise Latin alfabesi kullanmayı sürdürecek. Tıpkı Kiril alfabesi kullanan Sırplar ile Latin alfabesi kullanan Hırvatlar gibi bir ayrışma yaşanabilir ileride... Osmanlılar/Türkler ile Rumlar/Anadolular.
  8. Frigler, Likyalılar, Hititler gibi göçler, müslüman göçler başlamadan önce batıdan da olmuş. Fakat doğunun kültürel asimilasyonu nedeniyle, insanların giyimleri, görünüşleri, düşünce yapılarının değişmesiyle ortaya çıkan davranışları gibi özellikler, insanları Iran (Iranid) ve Afganistanlı (Irano-Afghan) grubuna daha yakınmış, bunlar daha çokmuş gibi gösteriyor bence. Eğer bilimsel çalışmalar, gen araştırmaları doğruysa, yaşayan halkın büyük kısmı da günümüzde Anadolu’nun yerli halkı deniyor ve coğrafik olarak da, orta-doğu’da batıya en yakın olan bölgenin, doğuya daha çok benzemesi, daha sanki olması gerekenden uzak gibi. Türklerden ziyade, Azeriler daha çok Iranlı grubundalar bence. Ülkelerinin isimleri de eski Pers Satraplığı zaten. Doğunun değil de Batının kültürel asimilasyonuna uğrasaydık, yine fenotipler aynı kalır, oran bu sefer tam tersi gibi gözükürdü diye sanıyorum. Yine de karışık olmamız güzel. Ukraynalıya benzeyen kız istiyorsan, Ukraynaya gitmeden de, Türkiye’de bulabiliyon, Iranlı kızlardan hoşlanıyorsan Türkiye’de bulabiliyon. Hatta kızıl bile bulabiliyon. (Fakat İranlı kızlar benim favorim. ) Ananem Çerkez olduğundan, “Aaaa ben de Çerkezim deyince” Çerkez bir kız arkadaşım dahi olmuştu. (One night stand diyeyim de yalan olmasın hadi.)
    Yanıtla
  9. 11. asır Oğuz/Türkmen göçleri ile alakalı olarak D. S. Richards'ın İbnü'l-Esir'in El-Kamil fi't-Tarih eserinin 11. asrın Selçuklu ve Oğuz/Türkmen mevzuları ile alakalı kısımlarını İngilizceye tercüme ettiği The Annals of the Saljuq Turks eserini okumanızı tavsiye ederim.

    https://www.amazon.com/Annals-Saljuq-Turks-Selections-fil-Tarikh/dp/0700715762
    Yanıtla
  10. suriyeli akinindan sonra turkiye nasil araplasti onu dusunuruz.
    Yanıtla
  11. Hocam gelen Türkî anâsır içinde bilâ-şüphe İranî dilli tayfalar da vardı. Mongol mezaliminden kaçıp Anadolu'ya aktılar.Nasıl ki Anadoluya istilâ ile gelen Ermeniler Urartuların çöküş döneminde onların bir zamanlar hâkim olukları yerleri ele geçirdilerse ve Urartular/Haldililer sonra Ermenileşip günümüz Ermeni etnojeni içinde müspet yol tuttularsa Türkler içinde de olmuştur. Acaba Ermeni milletinin "Gâvur/Kâfir" mânâsında kullandığı "Daçig-Taçik" Taciklerden alınma bir etnonim aktarması olabilir mi ? En basitinden Mevlâna dahi etnik bir Tacik idi ????
    Yanıtla
  12. Türkiye'deki Türklerin Türklüğü genetik değil dil bazlıdır, bunu bilmeyen yok zaten. Ancak Nişanyan'ın iddiası pek doğru değil. Elbette İran ve Mezopotamya taraflarından gelip de Türkleşmiş olanlar da var, ancak bunlar hakiki Orta Asta Türkleri kadar falan. Türklerin büyük çoğunluğu (sanırım %78 falandı oranı) bildiğin Doğu Akdeniz, Doğu Avrupa ırkındandır, genetik bilimi böyle diyor.

    Nişanyan'ın çabası kimi Kürtçülerin çabalarına benziyor. Son zamanlarda pek çok Türk (özellikle seküler Türkler), köklerinin burada olduğunu kefşediyorlar, bilindik "Orta Asya'dan geldik" söylemi/iddiası terk edilip gerçek köklere vurgu artıyor. Bu da en başta Kürtçülerin ve Nişanyan gibi gizli Türkofobiklerin canını sıkıyor. Çünkü alışılageldik ezberdeki "Türkler buraya sonradan geldi, torpahlarımızı elimizden aldi" tezini yerle bir ediyor. Bu nedenle Nişanyan, baktı ki Türklerin tipleri Kazaklara, Tatarlara benzemiyor, bari topu İran'a, Afganistan'a atayım diye düşünmüş sanırım ancak o da olmuyor. Genetik çalışmaların sonuçları açık, Türklerin %78'i öz be öz Anadolulu.

    Kürtçüler gibi açık ya da Nişanyan gibi gizli Türkofobikler için üzgünüm ancak bizler buralıyız. Tam tersi, asıl Anadolu'ya "sonradan" gelenler Kürtler ve Ermenilerdir, genetik veriler böyle diyor.

    Genetik açıdan bakınca Kürtlerin ve Ermenilerin aslen Hint-Avrupalı (Europoid) olmadıkları ortaya çıkıyor. Kürtlerdeki gerçek Hint-Avrupalı gen toplamı %21, Ermenilerde ise %30 (R1a ile R1b toplamları). Kürtler ağırıklı olarak Semitik bir halk (Süryaniler ve Araplara yakınlar). Ermeniler ise üçte birden biraz fazla Semitik (Süryanilerle ve Araplarla hiçbir genetik farkları yok), üçte birden biraz az Kartvelian (Gürcü), geri kalan da hakiki Hint-Avrupalı (%30) ve bunların karışımından oluşmuş bir halk. Yani Türkleşmeden önce ciddi anlamda bir Ermenileşme var, konuşacaksak önce onu konuşmalıyız. Bir benzeri de batı Anadolu'da Rumlaşma (Helenleşme) olarak var...

    Dünyada, genleri ile dilleri örtüşen halklar çok değildir. Mesela Çinliler bu nadir halklardandır, hem genetik olarak %95'i öz be öz Çinlidir (O3 haplogrubu), hem de dilleri Çin dilidir. Mesela İzlandalılar, %100 hakiki Hint-Avrupalıdırlar, genleri de dilleri de örtüşür. Bu gibi halkların dışındaki büyük çoğunluk genetik olarak tam bir çorbadır. Mesela dünya üzerindeki en fazla Kafkas genlerine (G haplogrubu) sahip halk Osetlerdir (%68 G vardır), ancak dilleri Kafkas dili "değil"İrani bir dildir. İkinci sırada Adıgeler gelir, Adıge dili Kafkas dilidir ve genleriyle dilleri iyi kötü örtüşür ancak Adıgelerde bile Kafkas genleri %64 kadardır.

    Ermeniler, İranlılar, Hintliler, Kürtler, Portekizliler gibi dilleri Hint-Avrupa olan pek çok halkın genleri Hint-Avrupa değildir. En hakiki Hint-Avrupalılar Nordiklerdir (özellikle Slavlar, Keltler ve Cermenler), gerisi language-shift yapmış yerel halklardır.
    Yanıtla
  13. Hekim-Şair Ceyhun Atuf Kansu’nun “Uygarlık Bahçesi Anadolu” deyimini önemsediğim için 1972 yılında defterime şu dizeleri yazmıştım:

    “Ey uygarlık bahçesi Anadolu,

    Sende hangi ulustan iz yok ki?”

    Gerçekten de Anadolu’da hangi taşı kaldırsanız, neresine adım atsanız eski uygarlıkların izne rastlarsınız. Diğer yandan töre ve törenler, halk takvimi ve diğer kültürel olguları araştırdığınızda büyük bölümünün Anadolu kökenli olduğunu görürsünüz. Orta Asya ya da Arabistan’dan getirdiklerimiz ile karşılaştırdığınızda şaşırır; 21. yüzyılda hala ırksal ve dinsel temellere dayalı kültür politikaları üretenlerin, kültürel olmaktan çok siyasal amaçlı olduklarını anlarsınız!
    Yanıtla
  14. Her millet ve kavim tabi ki karışık, melez olmakla birlikte Türk bu anlamda çok sıradışı ve muhtemelen gen çeşitliliği bakımından uzak ara dünya şampiyonu.

    Bunun nasıl olduğu bana çok net olmasa da anladığım kadarıyla binlerce yıl öncesinden itibaren bir çeşit kültürel birlik gibi. Mesela bugünkü AB unsuru milletler zamanla tek millet haline dönüşebilse ve ortak dilleri de Almanca-Fransızca melezi bir dil olarak evrimleşse, ileriki çağlarda bu ortak dili anadili olarak kullananların genetik çeşitliliği, bugünkü Türk'ünkü kadar olmaz bile. O derece yani.

    Ayrıntılar pek yakında inşallah.

    Hürmetler

    S.E.
    Yanıtla

Üniversite nasıl doğdu

$
0
0


Batı'nın üniversitesini Doğunun medresesinden farklı ve üstün kılan bir şey var mı? Avrupa’nın büyük atağında üniversite belirleyici bir rol oynamış mı? Eskiden bu sorulara evet deme eğilimindeydim; simdi baktığımda pek öyle görünmüyor. İki taraf arasındaki benzerlikler, farklardan kat be kat daha güçlü.



Hastings Rashdall, The Universities of Europe in the Middle Ages. İlk basım 1895, revize edilmiş basım 1936. Üç cildin birincisi Bologna ve Paris üniversitelerinin (ve ucundan biraz Salerno Tıp Okulunun) oluşumu, 600 sayfa. İkinci cilt çeşitli Avrupa ülkelerinde 15. yy’a dek kurulan kırka yakın üniversitenin hızlı özeti, 350 sayfa. Üçüncü cilt Oxford ve Cambridge imiş, o elime geçmedi.
Anıtsal bir eser. Ortaçağ tarihçiliği 19. yy İngiliz tarih yazımının zirvesi ve göz bebeğidir, bu da o geleneğe yakışır bir çalışma. Sadece ilk ciltte 2200 kadar dipnotu, her biri ufak bir makaleye konu olacak nitelikte – Padua Üniversitesinde öğrencilerin askeri hizmetten muaf tutulması meselesi, yatılı kolejlerin ücreti meselesi, Paris’te öğrencilerin meyhane kavgalarına ilişkin mahkeme kararları, 1245 tarihli tüzük değişikliğinin anlamına dair farklı görüşler, Salerno’da okutulan tıp kitaplarının hangileri zorunlu idi, Floransa Üniversitesinin diplomalarına şehir idaresinin mührü hangi tarihte basılmaya başlandı, kitapçılar ve yazmanlar loncasıyla üniversite arasındaki fiyat ihtilafı nasıl çözüldü, bakalorya sınavlarında yapılan yolsuzluklara dair soruşturma raporları ve saire. Mesela 1290 küsur tarihinde hukuk hocası Odofredus’un ders ücretlerini ödemeyen öğrencilere dair şikâyeti (“quia scholares non sunt boni pagatores; scire volunt omnes, mercedem soluere nemo.”) Mesela Paris üniversitesi şansölyesine karşı Papalık nezdinde açılan temyiz davasının masrafları için öğrencilerden para toplamanın yasa dışı olduğuna dair karar.
Alıntı metinlerinin tamamına yakını Latince, bir kısmı üstelik kötü imlalı Ortaçağ Latincesi. Bilmiyorsan işin zor.
*
Universitas, yani “birlik, bir-araya-geliş”; Arapçası vahdetten ittihad. Bir tür sendika da diyebiliriz. Paris’te en erken 1208 civarında, Bologna’da 1215’te yazılı kaydına rastlanıyor, ama her iki kentte bu tarihlerden bir müddet önce örgütlenmiş olduklarına dair belirtiler var. İlki muhtemelen Bologna; Paris oradan fikir çalmış. 1200 yılında Paris’te bir Alman öğrencinin hizmetçisinin meyhanede dövülmesi üzerine çıkan ve haftalar süren büyük kargaşalıkta ilk kez üniversitenin bir hukuki temsil organına ihtiyaç duyduğu anlaşılıyor. Salerno belki ikisinden de daha eski, ama “üniversite” statüsünün belgesine ilk 1231’de rastlanıyor. Bu mühim, çünkü Salerno Güney İtalya’da ve Arap kültürel etkisinin Avrupa’daki en önemli kapılarından biri. Yani Salerno eğer ilk ise, bundan çıkarılacak sonuçlar var.
Bologna ve Paris iki ayrı model. Bologna’daki universitas bir öğrenci birliği olarak başlamış, Paris’teki bir hocalar sendikası, ama zamanla ikisi aynı yöne evrilmiş.
Bologna 12. yy’ın ilk çeyreğinden itibaren Avrupa’nın en seçkin hukuk hocalarını barındırmasıyla ünlü bir kent; aynı zamanda Papalığa karşı Alman imparatoru yandaşlarının İtalya’daki en önemli dayanak noktalarından biri. Avrupa’nın dört köşesinden buraya akın eden öğrenciler, şehir ahalisine karşı haklarını korumak için önce bir, sonra iki universitaskurmuşlar. Biri Cismontane, Bologna hariç İtalyalıların, diğeri Tramontane, “dağ ötesinden” gelenlerin, yani çoğunlukla Almanların birliği. Enteresan olanı, Bologna’nın yerlisi üniversiteli olamıyor, çünkü onların hukukunu ve güvenliğini korumak için ayrıca bir yapılanmaya gerek yok, zaten şehirli oldukları için yasaların güvencesinden yararlanıyorlar. İki üniversitenin toplam üye sayısı binleri bulmuş. Kent komününe rakip birer tüzel kişiliğe dönüşmüşler.
Zamanın usulü gereği her iki cemiyet birer rector (başkan) seçip ona itaat ve sadakat yemini etmiş. Başkan prensip olarak bir öğrenci, ama rektörlük masraflı bir iş olduğundan genellikle en zenginleri seçilmiş; zamanla işi profesyonel yöneticilere yükleyip törensel pozisyona çekilmişler. Öğrencilerle ilgili her türlü hukuki ihtilafta rektöre neredeyse sınırsız yargı yetkisi tanınmış. O yetki şehir otoriteleriyle çatışma noktasına vardıkça üniversiteler şehirden taşınma (secessio) tehdidini kullanmışlar; 1215’te topluca Arezzo’ya, 1222’de Padua’ya taşınmışlar. 1245’te şehir idaresi pes edip cinayet vakaları dışında rektoryal yargıyı en geniş şekilde tanımış.
Aynı yıl hocaların da rektöre bağlılık yemini etmesi şartı getirilmiş. Hocaların salaria’sını şehir ve üniversiteler ortaklaşa ödemeyi kabul etmişler. Üniversite tüzüğü derse geç gelen, belli sürede belli dersleri tamamlamayan, izinsiz şehir dışına çıkan hocalara para ve hapis cezaları öngörüyor. Üniversiteler ayrıca x tarihinde 39 üyesi olan kitapçılar ve yazmanlar loncasını ve şehir meydanında her hafta kurulan seyyar kitap pazarını regüle etmiş; öğrenci pansiyonlarını ve kira evlerini kontrol etmiş; fahiş kira alan veya öğrenciye kötü muamele eden ev sahiplerini bir yıl veya daha uzun süre ile yasaklamış; kötü ve yanlış nüsha yazan kitapçılara para cezası kesmiş.
Bu Bologna modeli. Padua, Pisa ve Güney Fransa’daki Montpellier üniversiteleri bu modeli izlemiş. Paris’te ise şartlar farklı. Bologna’nın aksine Paris bağımsız bir şehir devleti değil, bir kraliyet kenti. Papayla sürekli kavgalı olan Bologna’nın aksine Paris’te kilise krallığın iktidarına karşı bir melce, bir sığınak. Paris’teki okullar her zaman kilisenin koruması ve kontrolü altında olmuşlar; Paris Başpiskoposuna ve onun tayin ettiği şansölyeye (cancellarius, chancelier) boyun eğmişler, veya eğmemişler; onlarla kavga etmişler; onlara karşı koymak için universitas kurma gereğini duymuşlar. Nihayet 1215’te, kendisi de Paris ve Bologna üniversitelerinden doktor unvanına sahip Papa 3. Innocent’in fermanıyla rector seçme yetkisi kazanmışlar.
Paris’te ilk dönemde artes, ilahiyat, tıp ve hukuk olmak üzere dört fakülte var. Artessözcüğünü “aşağı sanatlar” diye çevirelim. Aşağı Sanatlar mektebi öbür üçüne hazırlık okulu olarak düşünülmüş; gramer (yani Latin dili), retorik (yani düzgün yazma ve konuşma) ve diyalektik (yani doğru dürüst tartışma) sanatlarını – trivium, yani "üç yol"u – öğretmiş. Bu bölümden mezun olanlar bacalarius (“bekâr”) unvanını almışlar; yüksek fakültelerde okutman ve hoca yamağı olma yetkisini kazanmışlar. Ama üniversiteye üye olabilmek için üç yüksek fakültenin birinden magister (“usta”) ya da doctor (“hoca”) unvanı almak gerekmiş.
Magister ve doctor önceleri hocalar sendikasına kabul edilme anlamına gelen ve bununla sınırlı birer unvan. Ancak 1230’lardan itibaren sayıları artan bir dizi Papalık fermanıyla, önce Paris ve Bologna’nın, sonra diğer üniversitelerin hocalarına ius ubique docendi (“her yerde hoca olabilir”) beratı verme yolu açılmış. Böyle olunca hocalığın, ve dolayısıyla hocalık unvanı veren kurumların, bir üst resmi makam tarafından resmen ve alenen tasdik edilmesi yolu açılmış. Bürokrasinin ölümcül çehresi ucundan görünür olmaya başlamış.
*
Kurumsallaşmanın öncesinde elbette bireysel öncüler var. Ortaçağın büyük eğitim devrimini başlatanlar onlar.
  • Salerno’da Constantinus Africanus. Tunus doğumlu bir hekim, 1080 dolayında siyasi mülteci olarak İtalya’ya gelmiş. Arap, Yunan ve İspanyalı Yahudi hekimlerin eserlerini Latinceye çevirmiş; kısmen İspanyalı Ali b. El-Abbas’tan çevirerek Ortaçağların standart tıp ders kitabını yazmış. Tilmiz yetiştirmiş. Onun döneminde şekillenen Salerno tıp ekolü, altı yüz yıl boyunca Avrupa’da tıp eğitiminin çifte kaleleri olan Padua ve Montpellier üniversitelerinin anası sayılıyor.
  • Bologna’da Irnerius, ya da Guarnerius, Yrnerius, Varnerius: aslı Werner olmalı. 1110 civarında hukuk dersleri vermeye başlamış, tam o sırada eski Roma hukukçularının içtihatlar derlemesi olan Digesta’nın tam nüshasının Amalfi’de keşfedilmesi üzerine başlayan Roma medeni hukuku uyanışına öncülük etmiş. Sivil hukukun yüzlerce yıl üniversitelerde okutulacak olan klasik ders kitabını yazmış. Skolastik hukukun iki ağır topu Dr. Bartolus ile Dr. Baldus’u yetiştirmiş. Bu iki adı Molière ve Beauharnais’in komedilerindeki ukala profesör rolünden tanırsınız.
  • Bologna sivil hukukçuların, dolayısıyla emperyalistlerin (yani Almancıların) akademik odağı olunca, karşı uçtaki Papacılar da mecburen gidişe ayak uydurup, şehirde sivil hukukun yanında kanon hukuku (yani kilise hukuku) kürsüsü açılmasına önayak olmuşlar. Kanon hukukunun mecellesi olan Decretum yazarı Gratian, çeşitli yerlerde hocalık yaptıktan sonra 1150’lerde Bologna’ya yerleşmiş. Yani 1110’larda tek bir hocanın açtığı yolda kent, kırk yıla kalmadan, hukukun iki dalında Avrupa’nın akademik odağı haline gelmiş.
  • Paris’te hepsinden daha ilginç bir figür, Abélard: gerçek bir anarşist, bir entelektüel maceracı, hayatı boyunca otoritenin her şubesiyle çatışmış ve bedel ödemiş biri. 1100 civarında Bretanya’nın taşrasından Paris’e öğrenci olarak gelmiş. Zamanın mühim meselesi olan realistlerle nominalistler arasındaki felsefi çatışmada yer almış. Namlı hocaları münazarada rezil etmiş. Notre Dame katedrali yönetimiyle kavga ettiği için şehir surları dışında, Seine nehrinin sol yakasında, sonradan Paris Üniversitesinin nüvesi olan Ste. Genéviève mahallesine yerleşip orada ders vermiş. Öğrencisi olan Héloise ile aşk yaşadığı için kızın ailesi tarafından yakalanıp hadım edilmiş. Bir süre taşraya sürgün edildikten sonra dönüp Paris İlahiyat Okulunun temellerini atmış. Skolastik felsefe metodunun başlangıcı sayılan Sic et Non’u yazmış. Sonunda ölünceye kadar Cluny manastırına hapsedilip yazı yazması engellenmiş. Halbuki en sadık öğrencisi olan Petrus Lombardus Katolik ilahiyatının yüzyıllarca el kitabı olan Sententiae’yi yazacak, 13. yy’ın aziz (saint) ilan edilen büyük ilahiyatçılarının hepsi Abélard’ın açtığı yolda yürüyecektir.
*
Sic et Non (“Evet/Hayır”), geleneksel diyalektik – yani münazara – tekniğini Batı’da felsefe ve ilahiyata uyarlayan ilk önemli eserdir. Felsefi tez bir dizi önerme halinde sunulur. Her önermeye karşı, akla gelebilecek bütün karşı-tezler sayılır, teker teker ele alınır, aklî kanıtlarla çürütülür. Tabii bu arada ortalama mümini şoke edecek karşı görüşlere de (tartışmak ve çürütmek maksadıyla da olsa) yer verilir. Misal: “Derler ki tanrı yoktur, ve bu yönde yedi adet iddia ileri sürerler… imdi, bu dedikleri doğru olamaz, çünkü…” 
Bu yöntemin şahikası, 1260-70’lerde Paris Üniversitesinde hoca olan Thomas Aquinas’ın Summa’sıdır. Lisedeyken okumuştum; sonradan merak edip Abélard’a da göz gezdirdim. Akıl yürütme ve yazı yazma üslubumu epeyce etkilemişlerdir sanırım. Yanlış Cumhuriyet’te bunu net görürsünüz. Ayrıca, olur olmaz her konuda birincisi şu, ikincisi şu, üçüncüsü şu diye listeler yapma alışkanlığım da kısmen oradan geliyor olabilir.
Şimdi merak ettiğim mesele başka. Abélard ve öğrencileri bu yöntemi kendileri mi keşfettiler, yoksa tam o dönemlerde benzeri münazara yöntemlerine pek meraklı olan İslam/Arap müderrislerinden fikir mi devşirdiler? Yazarımız (Rashdall) maalesef bu konuda suskun. Daha doğrusu bir 19. yy İngiliz medievalistinden, Ortaçağ Arap skolastizmi konusunda bilgi ve fikir sahibi olmasını beklemek haksızlık olur. Ah, diyor insan, bir oryantalist (yani Şarkiyatçı) da şu konuya bir ucundan el atsaydı! Geç 19. yy’ın engin global vizyonuyla 20. yy’ın kültürel çoğulculuğunu ve 21. yy’ın detay ve bilgi hakimiyetini bir araya getiren bir eser yazsaydı, Yüksek Ortaçağda Akdeniz’in iki ucu arasındaki kurumsal ve entelektüel etkileşimleri irdeleseydi.
Heyhat, yok artık öyle tipler. Bugün çıksa çıksa, Rashdall’ın 2200 adet dipnotundan birini tutup şişirip kitap yapacak biri çıkar, “Early Responses to Gratian’s Decretum: A Semi-Structural and Post-Annalist Cross-Cultural Perspective” gibi bir isimle yayınlar. Biz de okumayız.
*
Afrikalı Konstantin, Almandan bozma İtalyan Irnerius ve Parisli Abélard: üçü de üniversite kurumunun belirmesinden iki veya üç kuşak önce. Onlar bir yol açmışlar. O yol o kadar popüler olmuş ki, bir süre sonra hukuki ve kurumsal çözümlerle desteklenmesi gerekmiş. İşin içine beratlar, unvanlar, yetkiler, Papalık mühürleri, komiteler, içtihatlar, ceza çizelgeleri, iptal davaları girmiş.
Üniversite dediğin şey o. Bilimin bürokratik kabuğu.
*
İslami paralelleri mutlaka birilerinin incelemesi gerekiyor. Monografik malzeme yok değil, özellikle İspanyollardan bu konuyu çalışanlar olmuş. Ama genel bir sentez, bildiğim ve bibliyografilerden çıkarabildiğim kadarıyla, pek yok. Belki de vardır, ben bilmiyorumdur.
Elimin altında Ortaçağ İslam eğitim kurumlarına ilişkin eşdeğer bir kaynak yok. Onun için şimdi ne desem kulaktan dolma yorum/bilgi olacak. Gene de aklımda kalanları not edeyim.
  • Önce sosyal yapı. 12. yy ortalarını izleyen iki-üç yüzyıl İslam diyarında muazzam bir şehirleşme ve kozmopolitlik çağıdır. En şahane örneğini İbn Battuta seyahatnamesinde bulursunuz. Yanılmıyorsam 1320’ler olmalı, İbn Battuta Fas’ın Tanca şehrinden çıkar, namını duyduğu bir hocanın talebesi olmak için Kahire’ye gider. Orada bir süre kaldıktan sonra başka hocaların peşinden Şam’a geçer. Oradan, gene akademik referansla Konya’ya, İsfahan’a ve nihayet Hindistan’a yol alır. Her gittiği kentte kendisi gibi dünyanın dört ucundan gelmiş, aynı dili konuşan, benzer akademik konularla meşgul olan, yoğun bir tanışıklık ve dedikodu ağına sahip olan (“Hoca Falanüddin Şeyh Filanullah ile bozuşmuş, şimdi Tunus’taymış diye duydum”) alimler ve talebelerle karşılaşır; saygı ve dostluk görür. Kent yöneticileri ilim erbabına hürmet eder, sık sık sohbet ve işret için bir araya gelirler. Fakat talebelerle kent halkı arasında kavga ve gerilim eksik olmaz; suhte ayaklanmaları bazen kanlı sonuçlanır.
  • İspanya ve Sicilya’daki, hatta Tunus ve Mısır’daki medreselere Hıristiyan Avrupa’dan giden talebe sayısı hakkında en ufak bir bilgimiz yok. Ama gidenler olduğunu biliyoruz. En ünlüsü 999 yılında 2. Sylvester adıyla papa olan, çağın ünlü alimlerinden Gerbert d’Aurillac. Dört yıl Barselona’da bir manastırda okuduktan sonra, ilmi menbaından tahsil etmek üzere Müslüman hakimiyetindeki Toledo ve Sevilla’ya gittiğini vakanüvis Monmouth’lu Geoffrey belirtiyor. (Mamafih bunu  Gerbert’i karalamak amacıyla yazmış olması da mümkün. “Kökü dışarıda” olmak o çağda da etkili bir çamur atma yöntemi.)
  • Skolastik çalışmanın üslubu, metodu ve konuları bakımından arada çarpıcı bir benzerlik var. Batının gramer, retorik, diyalektik trivium’una karşı beri tarafta eğitimin temelini Arapça sarf, nahiv ve iştikak (morfoloji, sentaks, etimoloji), i’caz (retorik) ve cedel (münazara) oluşturmuş. Aristoteles külliyatı ile birlikte geç antik Neo-Aristocular, özellikle Porphyrios’un Isagogê’si her iki tarafta mantığın ve felsefenin çerçevesini tanımlamış. Bizde 19. yy’a dek medreselerde Gelenbevî Mehmed Efendinin İsâgucî  Şerhi’nin okunduğunu biliyorum;  Paris’te Abélard’ın felsefeye giriş noktası da Aristo’nun Kategorileri (Arapçası: makulât) ile Porphyrios.
  • Aristoteles külliyatındaki kilit eserlerin ilk kez 1200’den hemen önceki yıllarda Latinceye Arapçadan çevrildiğini, bu meyanda Liber de Causisve De Differentia Spiritus et Animae gibi Arapça telif eserlerin de yanlışlıkla Aristo’ya atfedildiğini, 13. yy’ın ilk yarısında İspanyol filozof İbn Rüşd’ün – Averroes adıyla – Paris ve Oxford’da Aristocu felsefenin ana direği sayıldığını hepimiz biliriz. Ama mesela şu (benim için) yeni: Batıda diyalektiğin temel referans kitabı sayılan Rum alimlerinden Şamlı Yohannes (John of Damascus), adı üstünde, Suriyeli imiş. 9. yy’da Abbasi egemenliği altında yaşamış ve şüphe yok ki eseri Arap cedelcilerinden çeviri ya da uyarlama.
  • Keza Geç Antik çağın en orijinal düşünürlerinden olan (muhtemelen Suriyeli) Pseudo-Dionysios’un iki eseri, De Hierarchiâ Cæli (Semavi hiyerarşiye dair) ve De Nominibus Dei (Allahın adlarına dair) 12. yy’ın son çeyreğinde ilk kez eksiksiz olarak Latinceye çevrilmişler. Bunların, mesela, tastamam aynı yıllarda yazan Muhiddin el-Arabi’nin sudur (emanation) ve esmayı hüsna öğretilerinden farkını bilen varsa beri gelsin.
  • 1245 yılında Bologna’da (matematiği de içeren) astroloji kürsüsünde okudukları on bir kitabın en az altısı Arapçadan çeviri görünüyor. İlki tabii Algorismi de Minutis et Integris, yani El-Hwarizmî Kitab-ı Cebr ve Mukabele. Sonra Ptolemaios’un Almagest’inin Arapça çevirisinden çevrilen Theorica Planetarum, İspanyalı Yahudi alim Mesalaha yahut Maşallah’ın Usturlap Risalesi, İbn Sina’nın Kanon’undan seçmeler, Alcabitius adlı birinin yine Arapçadan çeviri Hukuki Astrolojiye Giriş kitabı, ayrıca Kastilya kralı X. Alfonso’nun yıldız tabloları ki onlar da şüphesiz Arap nücum (yıldızbilim) erbabının zîc tablolarından aktarmadır.
  • Bologna’da astroloji kürsüsü tıp okulunun şubesi olarak kurulmuş. Bu bir Arabizm, çünkü astrolojinin insan sağlığı üzerindeki etkisi meselesi Arap tıbbına has bir saplantı, eski Yunan tıbbında yok. İsteseniz “hurafe” deyip geçebiliriz. Gel gör ki mesela Copernicus öyle düşünmemiş. Polonya’dan kalkıp Bologna’ya kilise hukuku okumaya gelmişken astrolojiye de merak salmış, gezegenlerin yörüngesine ilişkin hesapları sadeleştirme fikrine ilk burada kapılmış.
  • Bologna’da oluşturulan hukuk öğretisinin içeriğinin Arap kaynaklarından bağımsız olduğuna şüphe yok. Ama biçim ve prensip açısından aynı şeyi söyleyebilir miyiz? Bütün hukuku bir içtihatlar ve yorumlar sistematiği olarak rasyonelleştirme çabası, 9. yy’da Bağdat’ta dört Sünni fıkıh mezhebinin oluşmasından bu yana İslam hukukunun karakteristik özelliği ve hatta İslam kültürünün belirleyici ögesi olmuş. Batı dünyası 11. yy ortalarından itibaren İspanya ve Sicilya’da, ardından Haçlı seferleri sayesinde haşır neşir olduğu Levant’ta İslam hukukuyla yakından tanışma fırsatını bulmuş. Bu hadiselerin üstünden daha birkaç yıl geçmişken birden bire eski Roma sivil hukukunun keşfi ve sistematik bir hukuk öğretisi kurma sevdasına düşülmesi, hemen peşinden bin sene keyfe keder yürüyen kilise hukukunun kanon (= kanun) adı altında kodlaştırılması, acaba “onlarda var bizde neden yok” sorunsalıyla alakalı olabilir mi?
Araştırmak lazım. Bilmemek kötü. Çok şey var öğrenecek, insan bazen ümitsizliğe kapılıyor.
*
Her iki skolastiğin püf noktası nedir diye sorarsanız, benim bile hiç beklemediğim bir cevap verir, sizi şaşırtırım.
Text kavramıdır. Daha doğrusu text ve context; Arapçası metn ve şimdi bir türlü dilimin ucuna gelmeyen öbür terim.
Text mesela Kutsal kitap ayeti, yahut Aristo metni, yahut ferman veya yasa maddesi. Context onun altına veya üstüne veya sayfa marjına çoğu zaman başka mürekkeple veya başka yazı tipiyle yazılan şerh, tefsir, tercüme, zeyl ve kenar notudur. “Hoca burada demek istemiş ki,” “Filan mahkeme şu tarihte yasayı şöyle yorumlamış ise de,” “Bazı yazmalarda bu ifade şöyle kayıtlı olup,” ve saire. İnsanoğlunun düşünsel evriminde yeni bir aşamadır. Antik çağ bunu bilmez. Rönesansın büyük editörlerini, tarih ilminde 17. yy’da başlayan büyük devrimi mümkün kılan düşünsel temel budur.
Şöyle diyelim: Bugün Türkiye’de halâ, misal, Hüseyin Rahmi’nin aslıyla uyarlamasını ayrıt edebilecek yayınevi sayısı bir elin parmaklarından az ise, skolastiğin bin sene önce ulaştığı düşünsel mertebeye henüz bizim buralar erişmemiş olduğundandır.
*
Batının üniversitesini Doğunun medresesinden farklı ve üstün kılan bir şey var mı? Avrupa’nın (1500’den sonra başlayacak) büyük atağında üniversite belirleyici bir rol oynamış mı?
Eskiden bu sorulara evet deme eğilimindeydim; hatta Kelimebaz’da çıkmış bir iki yazıda o yönde fikir beyan etmişliğim vardır. Şimdi baktığımda pek öyle görünmüyor. İki taraf arasındaki benzerlikler, farklardan kat be kat daha güçlü. Avrupa’daki üniversite özerkliğinin İslam alemindeki karşılığı var mıdır ve nedir, bir fikrim yok. Her halükârda entelektüel üretimin niteliği açısından iki taraf arasında 1400’lerin sonuna dek ciddi bir fark tespit etmek zor.
Aslına bakarsanız Batı’da üniversite kurumunun kendisi 1600’lere, hatta belki 1700’lere dek Ortaçağ skolastiğinin pek ötesine geçmiş görünmüyor. Luther ve Erasmus gibi istisnaları var elbette, ama Rönesansın ve Reformasyonun büyük düşünsel devrimleri, Galileo ve Newton’ın bilimsel keşifleri, Descartes ve Leibniz’in felsefi atılımları üniversite dışında, üniversiteden bağımsız ve hatta üniversiteye düşman mahfillerde gerçekleştiler. 
Nasıl oldu, neden oldu? Üniversite ortaçağda takılı kalsa da, üniversite eğitiminin 15. yy’da kazandığı büyük yaygınlığın toplumun genel kültürü üzerinde olumlu etkisi var mıydı? Bir ara o soruların da cevabını arayalım isterseniz.

17 yorum:

  1. Şimdi size bu konuda yazılmış sağlam kaynaklardan birini sunmak isterim.


    Modern Bilimin Doğuşu ve Yükselişi

    Toby E. Huff

    Ortaçağ İslâm Dünyası ve Çin, bilimsel açıdan daha ileri olmalarına rağmen, modern bilim niçin bu uygarlık çevrelerinde değil, Batı'da doğdu? Batı'nın bilimsel atılımını önceleyen ve bu atılıma büyük malzeme ve arka plan sağlayan İslâm dünyası ve Çin, niçin bu noktada tıkanıp bu atılımı kendileri yapamadı? Toby E. Huff, her üç uygarlık çevresinin birincil kaynaklarına dayanan kapsamlı incelemesinde çoktandır gündemde olan bu sorunun yanıtını arıyor.

    İslâm dünyasında, Çin'de ve Batı'da bilimin uygulandığı kültürel - dinî, hukukî, felsefî ve kurumsal - şartları ve bunların yer aldığı toplumsal ortamı titizlikle inceleyen yazar, modern bilimin atılımına izin veren bilimsel ethosun niçin sadece Batı'da doğduğuna dair önemli ipuçlarını, hukuk tarihinde ve on ikinci ve on üçüncü yüzyıllardaki Avrupa kültür devriminde buluyor. Bu araştırma çizgisi, bilimin gelişmesi için hayatî önem taşıyan Batı'ya özgü tarafsız alan ve özgür araştırma kavramlarını doğuran hukuktaki tüzelkişilik (lonca) kavramının merkezî önemine ilişkin yeni fikirler getiriyor.


    Kitabın tanıtımı böyle. Üniversitas'ın Tüzel kişilik oluştururken Medrese'nin hiç bir zaman tüzel kişilik oluşturamadığına, hükümdarın iki dudağı altında kalmaya devam ettiğine dikkat çekiyor. Kitabın temel argümanı bu. Kurumsallaşmanın tek başına yeterli olmadığını da söylüyor. Kurumsallaşmayla birlikte hükümdardan da bağımsız hale gelmenin önemini anlatıyor. Bunun da Çin üzerinden giderek örnekliyor. Kitaptaki ilginç bilgilerden biri de Meraga rasathanesine öğrenim görmek için gelen Çinli öğrenciler. O zamanlar Çin'de devlet memurları sınavla seçiliyor, aileler çocukları devlet memuru olabilsin diye Meraga'ya öğrenim görmeye gönderiyorlar! Çinlilerin ayrıca tek tanrı inancının olmayışının bilimsel ilerlemelerinin engeli olarak anlatıyor. İlk başta çelişkili gibi gözükse de şöyle açıklanmış: Tek tanrı inancı olmayan Çinlilerde evren olduğu gibi kabul edilen bir varlık, nasıl "yaratıldığını" anlamaya çalışmak gibi bir dert olmaz (oldukta kısaltarak aktardım, uzun uzadıya merak edenler okuyabilir)

    Nihayetinde Meraga Rasathanesinin Halife'nin emri ile yıkılması, İslam Dünyasındaki bilimsel gelişmenin gerilemeye başladığı an olarak belirtir. Bunun gerisindeki düşünceyi ise Gazali'ye dayandırır.
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Şundan bahsediyor olabilir misin acaba?⤵️

      《...Burada, Ahîliğin, lonca teşkilatı ve dayanışmasının insanların örgütlenerek korunma ihtiyacının karşılanmasında ne denli önem taşıdıkları gene ortaya çıkıyor. Gibb ve Bowen'in yazdıkları gibi, "İslam toplumunun yapısındaki çimento dinse, tuğlalar lonca teşkilatlarıdır."(90)

      Osmanlıların Anadolu'ya egemen olmalarından önce de var olan bu Ahî örgütlerinin niteliği, Osmanlı yönetimi altında değişmişti. Osmanlı öncesinin Anadolu'sunda, zanaatkar Ahîler belirli özerklikleri olan, şehirlerde yöneticilik görevlerinde bulunan, hatta bir ara Ankara'da bir çeşit cumhuriyet denemesine girişen kuruluşlardı.

      Ahîlerin bu ayrıcalıkları ve gücü, Osmanlı yönetimi tarafından kısa sürede yok edilmiştir. Loncaları Osmanlı mekanizmasının itaatkâr dişlileri durumuna indirgeyen yeni yönetim, böylece, kendine rakip olabilecek bir sistemi de siyasal planda yok ediyordu: Loncalar kısa sürede merkeze bağlandı. XIV. yüzyıldan sonra herhangi bir siyasal etkileri kalmadığı gibi, ilerde kendi yöneticilerinin seçimi bile Kadı aracılığıyla ve Padişahın onayıyla yapılmaya başlandı.

      Şehirli zanaatkar topluluğunun siyasal gücünü ve ayrıcalıklarını kaybetmesi, belki de, Avrupa burjuvazisini yaratan gelişmelere benzer zaman kesitinde Osmanlılarda rastlanmayışının önemli nedenlerindendir...》

      Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi İsmail Cem 1970
  2. tefsir olabilir o dilinizin ucundaki kelime
    Yanıtla
  3. Bu tartismaya Timur Kuran'dan bir katki yapayim. Kuran, universitelerin gelisimindeki (kurulusu degil) farki ticari ve sivil iliskileri duzenlerken Roma hukukunun onerdigi iki secenek olan vakif yahut sirket seceneginin hangisinin---politik ve askeri gucun merkezilesmesi de goz onune alinarak---agir bastigina dayandirir:

    https://sites.duke.edu/timurkuran/files/2016/10/kuran-se-association-lecture-2011.original.pdf

    "For a millennium the waqf served as the delivery vehicle for functions that Western
    societies generally met through corporations. Whereas in the West universities were structured
    as corporations, their Middle Eastern counterparts, madrasas, were established as waqfs, which
    were not self-governing. In the West, urban services were provided largely by local governments
    or municipalities chartered as corporations; in the Middle East, by contrast, practically all
    urban services were provided by waqfs.
    Given that waqfs came to control vast resources securely, they might have become
    powerful political players capable of constraining the state by resisting actions harmful to their
    constituencies. The resulting decentralization of power might have placed the Middle East
    on the road to democratization. In Western Europe, cities, guilds, and universities organized as
    corporations served exactly that political function. In constraining the powers of central
    governments, they served as agents of democratization.
    However, for all their wealth, waqfs remained politically powerless for lack of key
    characteristics of corporations. The waqf is established to deliver specified services according to
    fixed instructions. Its resources cannot be managed flexibly. Also, unlike a corporation, a waqf
    has no standing in court as an organization. Most important, its capability to use resources for
    political ends differs. Whereas an incorporated European city or church was free to participate
    in politics, a waqf was not. Thus, in the pre-modern Middle East the suppliers of social services
    did not constrain sultans, nor did they foster political movements or ideologies. Unlike the
    politically vocal churches, universities, professional associations, and municipalities of Western
    Europe, they did not provide counterweights to the powers of monarchs."
    Yanıtla
  4. dile gelemeyen kelime interpolasyon'dur inşallah umuduyla.
    Yanıtla
  5. Sayın Nişanyan nisanyansozluğe erisimdeki mevcut problem gecici midir?
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Bu sorunun cevabını ben de merak ediyorum, umalım ki geçici olsun.
  6. "Avrupa’nın (1500’den sonra başlayacak) büyük atağında üniversite belirleyici bir rol oynamış mı?"

    Guns, Germs and Steel isimli popüler bilim kitabını burada zikretmek belki safça ancak Jared Diamond'un kitaptaki temel tezi meselenin coğrafyayla alakalı olduğu.

    Bu kitap Türkiye'de oldukça popüler oldu, pek çok genç dimağı etkiledi. Okuduysanız, kitap hakkında görüşleriniz bu genç dimağlar için verimli ufuklar açabilir. Henüz okumadıysanız, insan topluluklarının yeryüzündeki dağılımı konusunda sanıyorum hoşunuza gidecek - belki indirgenmiş bulacağınız - pek çok dilbilimsel ayrıntı mevcut.
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Benim hatırladığım kadarıyla Sevan hoca, Jared Diamond'ın o kitabını okuduğunu söylemişti. Coğrafyanın medeniyetleri belirlediğini iddia eden, Ibn-i Haldun'dan, hatta belki Aristo'dan itibaren pek çok entelektüel var. Mesela, Dünya Sistemleri Teorisi mucidi meşhur sosyolog-tarihçi Immanuel Wallerstein, medeniyetlerin gelişimi ve yayılımı üzerinde coğrafyanın mühim tesiri olduğunu ortaya koyuyor. Belki Sevan hoca da bunun hakkında biraz yazar.
  7. "Öğrenecek çok şey var. İnsan umutsuzluğa kapılıyor" diyor bir de. Biz gidip intihar edelim, zaten varlığımız hata eğer sen de umutsuzluğa kapılıyorsan.
    Yanıtla
  8. Sevan hocam, Context için diğer aklına gelmeyen terim şunlardan biri olabilir mi? =>

    [ENG content subject theme topic narrative setting backdrop milieu], [TR bağlam], [ARBسياق الكلام(Siyak-ül kelam)]
    Yanıtla
  9. İlber 0rtaylı diyor ki(özet geçiyorum), "0smanlı tıbbî ilimlerde(ecza, cerrahi, baytarlık vs...) 17. asrın neredeyse sonlarına değin Batı'dan ileride, mesela 3O Yıl Savaşları'nda Avrupa tıpta, 0smanlıyla mukayese kabul edilmeyecek kadar geri, mühendislikte de yeni yeni 0smanlı'yı aşmaya başlamışlar. Modern üniversite esasen 17. asır sonu ve 18. asır Avrupasının bir mamulüdür ki ben ona Barok Dönem diyorum. 0smanlı'nın Batı tarzı modernleşmeden anladığı umumiyetle mühendislik ve tıp gibi pratik bilimlerde terakki etmekti. Diğer bütün bilim dalları bu yüzden Tanzimat Türkiye'sinde geri kalmıştır, ve o anlamda da işte Türkiye'de bizim bildiğimiz Batı tipi bir üniversitenin teşekkülü devam edememiştir ta 193O'a dek. Çünkü İstanbul Darülfünun(ki 19OO'de kuruldu) dikkat edin bakın yapısına, içinde gene o bildiğiniz tıp vs var, fakat bir içtimaiyat, bir edebiyat, bir metin tedkikleri, bir arkeoloji falan ı-ıh... Mesela arkeoloji diye birşey artık var ama üniversitede değil, 0sman Hamdi Bey'in Müze-i Hümayun'un da var, dolayısıyla kurumsallaşamadı, çünkü bizdeki 0smanlı modernleşmesi tamamen askeri modernleşmeye yönelik."

    Bu bakımdan İlber 0rtaylı'nın söyledikleri, benim "0smanlı 167Olerin ortasından itibaren Avrupa'dan (artık teknik bakımdan da olmak üzere) tamamen geri kalmaya başladı" tezimle de örtüşüyor.
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Düzeltme: Tekrar dinledim, İlber Ortaylı Dönem değil Devrim tabirini kullanmış. "Barok Devrim" demiş.
  10. Dilinizin ucundaki kelime derkenar olabilir mi?
    Yanıtla
  11. George Makdisi'nin eseri ortaçağ İslam eğitim kurumlarına dair bilgi verebilir.
    Yanıtla
  12. "[context] İnsanoğlunun düşünsel evriminde yeni bir aşamadır. Antik çağ bunu bilmez. Rönesansın büyük editörlerini, tarih ilminde 17. yy’da başlayan büyük devrimi mümkün kılan düşünsel temel budur."

    John Berger de Görme Biçimleri'nin henüz başlarında benzer bir tespit yapar "context" hakkında. İmgenin, yani görünenin yorumunun tarihsel ve bireysel olduğu fikri Rönesans ile keşfedilmiştir, der.
    Yanıtla

"İslamın Faydaları" yazısına gelen yorumlardan bir potpuri

$
0
0

Patlıcan
Patlıcan Amerikan icadı değil, Hint asıllı bir bitki. 14. yy’a ait Farsça ve Türkçe kelime listelerinde bādincan ve bādilcan olarak adı geçiyor. Klasik Arap lugatlerinde karşılığı yok; Orta Farsça’da ve Kaşgarî’nin Divan’ında da yok. Demek ki 10-11. yy’dan sonra çıkmış olmalı. Tahminimce Gazneli Mahmud’un 11. yy’da Hindistan’ı istila edip yağmalaması ardından Yakındoğu’ya akan Hint ürünlerinden biridir.

İslam mimarisi
Endülüs’e gitmedim maalesef, gitmek isterdim. Epeyce okudum ama. Daha geçen ay Washington Irving’in Stories of the Alhambra’sını bitirdim. 19. yy başının henüz kaşarlaşmamış Şark romantizmi; etkilenmemek imkânsız.

Mısır’ı bilmiyorum; ama Suriye’yi, Kudüs’ü, İran’ı, Hindistan’ı gezdim. Şam’daki Emevi Camiinde, Mescid-i Aksa’da, Delhi’nin Kızıl Mescid’inde, Tac Mahal’de, Ekber’in Fetehpur Sikri’deki harap sarayında vakit geçirdim. Gözlerim açıktı sanıyorum.

Türkiye’de Sinan’ın irili ufaklı otuz-kırk eserini alıcı gözle görmüşlüğüm vardır. Rehberlik yaptığım yıllarda bir ara adı “Klasik Osmanlı Mimarisi ve Mimar Sinan” olan bir tur yapıyordum, İstanbul-Bursa-Edirne, on gün, muhatabım bir sürü ukala İngiliz sanat tarihi meraklısı. Mecburen ne bulduysam okudum, Ömer Lütfü Barkan’ın yayınladığı Süleymaniye Camii inşaat defterleri dahil. İşçilere kaç para yevmiye verilmiş filan, az çok aklımda kalmış.

İçime işleyen yer, meşhur camilerden çok, Edirne’deki Bayezidiye külliyesidir. Alabildiğine soyut ve formel bir labirent: Osmanlı’nın ruhunu, ayak kokusu ve ucuz lamba ve agresif avamlık tasallutundan uzak, sükûnetle okuyabileceğin bir yer. (O yıllarda metruktu. Şimdi fakülte mi ne olmuş, kim bilir ne haldedir.) Sinan’ın aklımda yer eden başyapıtı ise Payas’taki Sokollu külliyesidir. Tüyler ürperten bir yerdir. Ezici boyutları ve acımasız bir geometrisi vardır. Nedense insana Hitler’in Nürnberg’deki parti kurultayını hatırlatır.

İbni Haldun
Üniversitede Arapça ikinci sene hocam Prof. Franz Rosenthal idi, tanınmış bir Şarkiyatçı, İbn Haldun’un eleştirel edisyonunu yapmış, İngilizceye çevirmiş. Bir sömestr boyunca İbn Haldun’u Arapça orijinalinden okutmaya çalıştı, canımızı çıkardı. O vesileyle İngilizcesini de (tek ciltlik kısa versiyonunu) okudum.

Orijinal bir düşünürdür. Şaşılacak kadar “laik” bir dünya görüşü vardır. Anlattığı öyküde tanrılar rol oynamaz, vahiy ve kıyamet perspektifine değinilmez, tarihin itici gücü olarak onların yerini sosyal evrimin yasaları alır. Bir bakıma Batı Rönesansının seküler bir tarih teorisi oluşturma çabasını 100-150 yıl öncesinden haber vermiştir. Yanılmıyorsam 16. yy’da Latinceye çevrilmiş; Rönesans-sonrasının önemli ismi Giambattista Vico ondan esinlenmiş. Oradan da dilerseniz Hegel’e, Marx’a uzanan bir etki zinciri kurabiliriz.

Seküler tarih yazımı elbette ondan önce de vardı. Antik çağ tarihçileri sağlamdır; Polybius’un, Titus-Livius’un, Tacitus’un tarihleri alabildiğine dünyevi ve gerçek bir beşer dünyasında cereyan eder. İslam tarihçilerinin iyileri de, vahiy faslını bir kez atlattıktan sonra, insanlar alemine sadıktırlar. Mesela Taberi’nin 42 ciltlik tarihinin, peygamberden sonraki 35 cildi boyunca Allah yeryüzü işlerinden elini eteğini çekmiş görünür. İbn Haldun’da orijinal olan şey sanırım sekülerliği değil, tarihte (tanrıdan başka) bir soyut yönetici güç araması. Bir tarih teorisi önermesi. İyi bir şey midir? Emin değilim. Belki de Allah’tan boşalan yere onun kadar hayali bir başka soyut aktör koymaya teşebbüs etmiş. Ha Uhud savaşına katılan melekler, ha “üretici güçler” yahut “devlet ruhu” veya “sınıflar” – aynı derecede mitolojik birer soyutlama değil mi?

Batıda tanınmasa bugün İslam dünyasında İbn Haldun’u hatırlayan olur muydu? Sanmam. Fazla seküler.

Ömer Hayyam
Babamın kütüphanesinde nefis gravürleri olan bir Ömer Hayyam kitabı vardı, İngilizce, 1890’lar baskısı. Çocukken resimlerine bakardım. Lisede İngilizce okumaya cesaret ettiğimde ele aldığım ilk şiir kitabı odur. [Lise 1’deyken kendi başıma okumayı başardığım ilk İngilizce kitap Maurice Ravel’in biyografisiydi. Bu da aynı günler ya da ertesi yaz olmalı.]

Yıllar sonra Farsça öğrenmeye teşebbüs ettiğimde Ömer Hayyam ile Hafız’ın birkaç şiirini önüme koyup, Ferheng-i Ziya’nın yardımıyla okumaya çalıştım. Şimdi Farsça bildiğimi söyleyemem, ama on tane beyit verseniz beşini sözlüksüz çat pat çözebilirim.

Sözlük
Sözlüğü Araplar icat etti dedik. Kelime listeleri eskiden beri vardı elbette, neredeyse yazının icadıyla başlamış. Akatça-Sumerce vokabüler listelerinden Kelimebaz’da söz etmiştim. Gerçek anlamda bir sözlüğe Antik çağın en sonunda yaklaşmışlar. Yunancada Hesykhios’un Leksikon’u 5. yy; Latincede Sevilla’lı Isidore’nin Etymologia’sı 6. yy olmalı. Ama ikisi de tematik sözlüktür, yani sözlükten çok ansiklopedidir. Belli bilgi alanlarının terminolojisini özetlerler.

Tamamen soyut bir listeye ilk kalkışanlar Araplardır. Klasik Arapça sözlüklerden Muhit ve Sıhah (11. yy başı) yanlış hatırlamıyorsam ilk alfabetik sözlükler olacak. Firuzabadi’nin Kamus’u (15. yy) çağının başyapıtıdır; devasa bir literatürü tarar ve her kelimenin farklı ve marjinal kullanımlarını tartışır. Avrupalılar o seviyeyi ancak 16. yy’da yakaladılar, 17. yy’da aştılar.

İslam Medeniyeti
Klasik devir İslam medeniyeti, bugün “İslam” diye bilinen şeyden de, Kuran’ın temsil ettiği ilkel gaza kültüründen de çok farklı bir şey. Son derece formel, soyut, rasyonel bir eğilimi var. Düzene ve simetriye tutkun; kuralcı ve sadeleştirici. Bu anlamda sözlüğü (bir dilin kelime hazinesinin tamamını listelemek gibi çılgın bir fikri) keşfetmeleri tesadüf değil. Yetmiş bin hadisi isnat zincirleriyle tasnif etmek, binlerce sahabenin ayrıntılı biyografilerini çıkarmak; 42 ciltlik dünya tarihi yazmak, aynı sistematik zihniyetin bir yansıması. Tabii bunun zirvesi fıkıh: yaşamın her detayını (dişini nasıl fırçalayacağından yengesinin üçüncü kuzenine kaç para kalacağına kadar) mutlak ve rasyonel bir kurallar manzumesine bağlama hırsı – bir bakıma totaliterliğin varabileceği son nokta.

İslam görsel sanatı non-figüratif ve geometriktir, belli motiflerin sonsuza kadar tekrarlanmasına dayanır. İçinde insan yoktur, soyut ve rasyonel bir düzen vardır. Anti hümanisttir; şoke edici ölçüde “moderndir”. Suriye’deki Emevi sarayları, devasa boyutlarda bir kare içinde, aynı geometrik birimlerin sürekli ve simetrik bir şekilde tekrarına dayanır, daha önceki hiçbir mimari tarzına benzemez.

Aynı ruhu yüksek Osmanlı mimarisinde görürsün. Emperyal ve askerî bir tarzdır. Yerel geleneği ve topografyayı hiçe sayar. Tıpkı şimdiki AVM’ciler gibi önce araziyi dümdüz eder, tepeleri traşlar, vadileri doldurur. Sonra ister Budin’de ister Basra’da olsun, hazır katalogdan çıkma kalıp projeyi çakar. Yerel birikime veya bireysel yaratıcılığa cevaz vermez. Ebedi bir düzenin matematiğini temsil eder. Ezici ve rasyoneldir; duygusallığı ve sevimliliği yoktur. Esprisi yoktur.

Edebiyatta aynı şey. Masal anlatmaya kalkmışlar, aynı motifleri tekrarlayan bin bir tane olması gerekmiş. Geçenlerde Attar’ın Mantıku’t-Tayr’ının 1317’de yapılmış Türkçe çevirisini okudum: sanki Borges’in akıl bükücü hikâyelerini, ya da Robbe-Grillet’nin 1960’lardaki modernist deneylerini hatırlatan bir mantık labirenti. Daha önce Garipname ile epey uğraştım. 1330’da yazılmış, Türkiye Türkçesinin ilk orijinal edebi eseri. Adam dini ve ahlak felsefesini matematiksel bir modele uydurmaya çalışmış. Eser on bölüm; ilk bölümün konusu bir, ikinci bölümün konusu iki, onuncu bölümün konusu on. Her bölüm, kendi sayısı kadar alt-bölüme ayrılıyor, o sayıyla ilgili dizileri ele alıyor: bir tanrı, yedi erdem, on parmak vb.

Bugün İslam denince benim aklıma bunlar gelmiyor; ağlak bir santimantalizmle başıboş bir öfkenin karışımını görüyorum, başka da bir içerik göremiyorum. Bunun klasik İslam medeniyetiyle bir anlamlı bağı var mı? Bir neden-sonuç ya da evrim ilişkisi var mı? Anlamakta güçlük çekiyorum. Daha ziyade, yüzyıllarca kötü yönetilmenin, toplumsal ve kültürel çürümenin doğurduğu hastalıklı bir sonuç gibi geliyor bana. Bir tür toplumsal patoloji. Medeniyet demek zor; daha ziyade bir tefessüh hali.


İslamın Faydaları - 2
Mamafih “İslamın Faydaları” yazısının konusu İslam kültürünün neyinden hoşlanıyoruz, neyinden hoşlanmıyoruz değildi, başka bir şeydi. İnsan evladının bilgi ve beceri birikimine ne katkıda bulunmuş? Bu idi konu.

Bundan on iki bin sene önce henüz koyunu, keçiyi, buğdayı, çanak çömleği, kumaşı, tekerleği, ev ve köy yapmayı bilmeyen sefil bir memelinin bugün geldiği yere bak. İslam medeniyetinin bu maceradaki yeri nedir? Katkısı nedir?

Cevap bence olabildiğince nettir. 700 ile 1200 yahut 1300 arasında bir sürü katkısı olmuş. Bunlar gerçi çok orijinal şeyler değil, Eski Yunan’ın yaratıcı enerjisiyle kıyaslanamaz; çoğu Antik Yunan’ın üzerine inşa edilmiş ya da Hindistan’dan aktarılmış. Ama yok sayılacak şeyler de değiller: alkol, sözlük, trigonometri, sıfır, üniversite, kayısı, şeftali, ut vb..

1200’den, hadi diyelim 1500’den sonra durmuş. O günden bu güne geçen beş yüz küsur yılda hiçbir katkı yok. Hiç yok. Sıfır. Nul. İnsanlığın evriminde bir adım sayılacak bir tanecik fikir, bir tanecik beceri ya da bilgi kırıntısı ortaya koymamışlar. Sadece tüketmişler. Son devirde tüketmekle de yetinmiyorlar; bir de üstelik öfkeleniyorlar.

Oturduğun yerde etrafına bak. Son beş yüz yılda birtakım insanların alın teriyle yaratılmış en az yüz tane eser göreceksin. Elektrikle işleyen her şeyi geç. Matbu olan her şeyi geç. Gazeteyi, kâğıt parayı, kredi kartını, taksitli kredi kartını geç. Numaralı gözlüğü ve kontakt lensi, ayrıca bifokal lensi ve astigatizmi düşün. Birkenstock sandalların kavisli tabanını ve yirmi senede eskimeyen mantarını düşün. Pet şişeyi ve pet şişenin üzerindeki yivleri düşün. Apandisit ameliyatını ve kan dolaşımını, tansiyon hapını ve şeker ilacını düşün. Mısır hiyerogliflerinin ve Orhun yazıtlarının okunmasını düşün. Jüpiter’in aylarını, işçi sendikasını ve sosyal sigortayı, emekli aylığını, Nutella’yı, Amerika’nın ve Avustralya’nın keşfini, buharlı gemiyi, Kalaşnikov’u, parlamentoyu ve güven oylamasını, Lego’yu, yüz katlı binaları, karbüratör memesini, spiral telli defteri, çıtçıtlı tırnak makasını, plaj şezlongunu, kuşe kâğıdı, ince uçlu pilot kalemi ve verem aşısını düşün. Bunların her bir tanesi birtakım insan evladının canhıraş çabasının ürünüdür. Emekle ve yaratıcılıkla ve binbir fedakârlıkla ortaya konmuşlardır. O yetmez, bu insanları eğiten, teşvik eden ve ödüllendiren yapılar yüzyıllar boyunca sonsuz emek ve özveriyle tasarlanmış, kurulmuş, korunmuş, onarılmış, yenilenmiştir. O da ayrı bir emektir.

İstisnasız hepsi, Batı Avrupalıların ve onların şubesi olan Kuzey Amerikalıların eseridir. İslam aleminin beş yüz yıllık katkısı sayıyla sıfırdır.

Ha belki Behçet hastalığı var, bilmem. [Çiçek aşısını da ayrıca tartışırız isterseniz.]

Oryantalizm?
Olaya bu açıdan bakınca meşhur “oryantalizm” muhabbeti bana pek anlamsız geliyor. Emek veren emek vermeyene neden saygı göstersin? Üreten üretmeyenle neden aynı onuru paylaşsın? Öylesi, çalışıp üretene hakaret olmaz mı?

9 yorum:

  1. Her zamanki gibi pek lezzetli, ellerinize sağlık.
    Yanıtla
  2. 500 yıllık üreten Batı, tüketen İslam dünyası denkleminde Uzak Doğu ülkelerinin yeri nedir ? Son 50 yılın gelişen teknoloji- bilgi birikimi yalnızca Batı Avrupa- K.Amerika' nın mı eseridir ?
    Yanıtla
  3. Islam kılıçla yayılmamıştır ikna yoluyla yayılmıştır diyenlere hangi kaynakları gösterebiliriz dediklerinin öyle olmadığına dair
    Yanıtla
  4. Iyi ki varsın ve hala bir şekilde seni okuyabiliyoruz.
    Yanıtla
  5. Kafa acici tespitler var ama hakikati eksik soylediginde hakikat olmuyor
    Bati medeniyeti denilen olgunun yazida belirtilen kaydettigi 'gelismeleri' terazinin bir kefesine koyacaksak digerine de bunlari saglayabilmek icin hangi bedellere katlandilar ve insanligi katlandirdilar kismini koymak lazim
    Boyle yaptiginda mantari 20 yil eskimeyen Birkenstock terlik giymeyeydik diyesi geliyor insanin
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Her hastalandiginda can simidi gibi sarildigin antibiyotigi de bulmasalardi diyor musun mesela?
  6. "İbn Haldun’da orijinal olan şey sanırım sekülerliği değil, tarihte (tanrıdan başka) bir soyut yönetici güç araması. Bir tarih teorisi önermesi. İyi bir şey midir? Emin değilim. Belki de Allah’tan boşalan yere onun kadar hayali bir başka soyut aktör koymaya teşebbüs etmiş. Ha Uhud savaşına katılan melekler, ha “üretici güçler” yahut “devlet ruhu” veya “sınıflar” – aynı derecede mitolojik birer soyutlama değil mi?"

    "Sınıf" soyut ve muğlak bir kavram olabiliyor. Onun yerine "meslek" veya insanların geçim yolları gibi somut ifadeler kullandığımızda Marksizmin birçok yargısı doğrulanmaz mı?
    "Bir ülkede egemen fikirler egemen mesleklerin [sınıfların] fikirleridir" cümlesinde olduğu gibi. Ülkemizde neden bürokrasinin fikirleri (veya sizin bir tabirinizle "bürokratik hayasızlık") egemen? Çünkü egemen meslek onlar. Batıda neden daha çok özgürlük ve çoğulculuk var? Çünkü orada kimse tam egemen değil. Ne bürokrasi, ne "kapitalistler", ne orta sınıflar, ne de "işçi sınıfı".
    Marksizmin çelişkisinin ve başarısızlığının nedenlerini de burada aramak lazım belki. "İşçi sınıfının", daha doğrusu işçi sınıfı adına hareket eden bir zümrenin tek egemen olması ve hakikatin tek temsilcisi kabul edilmesi ancak totaliterlikle sonuçlanabilir.
    Yanıtla

Mağdurlara saygı

$
0
0


Ülkede sistemli olarak ayrımcılığa uğramış olan başlıca üç grup var: Dindarlar, Kürtler ve gayrimüslimler” demiş Serdar Kaya, beni izana davet eden yazısında.
Bu, şaşırtıcı bir iddia. Öncelikle memlekette siyasi baskı ve ayrımcılık deyince ilk akla gelen grup unutulmuş. Solcular nerede? 1920’lerden 1990’lara dek aralıksız olarak polis baskısı altında tutulan, yasaklanan, fişlenen, işinden kovulan, vatan haini sayılan, tutuklanan, işkence gören, idam edilen, evlerine girilip kitapları “yakalanan” onlar değil miydi?
Aleviler de bir menşın hak ederdi sanıyorum. 1940’lardan sonra sistemli bir siyasi baskı görmediler belki, ama sosyal düzeyde her türlü hakarete ve ayrımcılığa maruz kaldılar, linç edildiler, linç tehdidiyle kasaba ve köylerinden sürüldüler. Dersim’de katledilen 28.000 Alevi’nin ve onun arkasında yatan 500 yıllık zulüm ve zorbalığın anısı silinmiş midir sizce?
Ya Ethem’in ve Düzce isyanlarının günahını ebedi bir yük olarak taşıyan Çerkesler? İstihbarat paranoyası altında yaşayan Hatay ve Urfa Arapları? İnsan bile sayılmayan Çingeneler? Yaradandan ötürü yaratılanı sevdiğini iddia edenlerin kana susamış küfürleri altında hayatları karartılan eşcinseller? Devletin ve “dindar” toplumun el birliğiyle tükürük yağmuruna tuttuğu din karşıtları?
Saydığım grupların hiçbiri sayıca, mesela gayrimüslimlerden az değildir. “Dindarlar” etiketi altında sayıları kabartılmaya çalışılan dincilerden de az olduklarını sanmıyorum.
“Dindar” ne demek ve nasıl bir ayrımcılığa uğramışlar, onu da kısaca mercek altına alalım. Benim bildiğim, “dindar” diye kafasına örtü bağlayıp salondaki halıyı işgal eden teyzelere ve sakal koyverip cami avlusunda dedikodu yapmayı seven amcalara denir. Entellerin hafif yollu istihzasına hedef olmuşlardır belki, ama bundan öte herhangi bir siyasi, hukuki, sosyal, entellektüel teröre maruz kaldıklarını iddia eden bence hayal görüyordur, ya da TC’nin muktedir olduğu siyasi ve sosyal terörün boyutları hakkında gerçekten bir fikri yoktur.
Geçmişte TCK 163. madde ya da 28 Şubat gibi uygulamalar altında mağdur edilen kesim dindarlar değildi, dincilerdi, yani islamcılardı. Yani bir dini benimsemiş olmak dışında kimseye zararı dokunmayan insanlar değil, benimsedikleri dinin vecibelerini şu ya da bu ölçüde, şu ya da bu yöntemle, toplumun geri kalanlarına empoze etmeyi dava edinmiş insanlardı. Toplumun geri kalan kısmı bunlardan korkmakta haklı mıydı? Bu soruya net bir cevap vermek zor. Eskiden haksız olduklarını düşünürdüm. Şimdi o kadar emin değilim.
Bu tehlike algısına rağmen yine de kabul etmek gerekir ki TC devletinin dincilere yaklaşımı her zaman ılımlı ve affedici olmuştur. Mesela Kürtler gibi katliama uğramadılar. Gayrimüslimler gibi soyulup soğana çevrilip yurtlarından sürülmediler. Aleviler gibi linç edilmediler, eşcinseller gibi hayatları karartılmadı. Dönem dönem örgütleri dağıtıldı, en sivri sözcüleri hapsedildi, kamu hizmetlerinden kovuldular, merkez medyada aleyhlerine çirkin manşetler atıldı, o kadar. Eğer “sistemli ayrımcılık” buysa, mesela 1944 ve 1950 sonrasında topluca tutuklanan Türkçü-ülkücülerin, ya da 2007 ertesinde kovuşturlan askerlerin de ayrımcılık kurbanı olduklarını kabul etmemiz gerekir.
“Başörtülü kızlara Akmerkez’de pis pis bakıyorlar” deseniz size hak verir ve gönüldaşlık ederiz. Ama hemen ardından, Erzurum’da Ramazan ayında elinde gazozla dolaşanlara, Bingöl’de şortla gezenlere, Yozgat’ta sevgilisiyle öpüşenlere, İstanbul’da eşcinsel yürüyüşü düzenleyenlere nasıl bakıyorlar diye sormayı ihmal etmeyiz. Başörtüsü takmakla, Ramazan ayında göstere göstere rakı içmek arasında, ilke ve itikat ve insanlık onuru açısından ne fark olduğunu anlamakta zorluk çekeriz. “Canım sen de git odanda iç rakını, ona karışıyor muyuz?” diyenlere, “sen de başörtünü odanda tak, ona karışıyor muyuz?” cevabı verildiğinde susup hak vermek zorunda kalırız.
Bence şu konuda kafamızın net olması lazım. Davanız birtakım şeylere inanmak, o inançların gerektirdiği davranış biçimlerini göstermek, sizin gibi düşünen insanlarla serbestçe bir araya gelmek, görüşlerinizi dinlemek isteyenlere anlatabilmek ve bundan dolayı utanmamak ve korkmamak mı? Yoksa hayalinizdeki ahlak ve toplum modelini herkese, yahut sadece Müslümanlara, ya da kendi kasabanıza, ya da sadece kendi kadınlarınıza ve kızlarınıza dayatmak mı? Eğer ilkiyse haklısınız. İkincisiyse tecavüzkârsınız, karşınızdakinin savunma hakkı doğar. Ve eğer ki “İslam öyle bir din değil, toplumsal düzenden ayrı düşünülemez” derseniz, karşınızdakilerin bundan çıkaracağı tek sonuç islamın tehlikeli bir saldırganlık dini olduğu ve demokrasiyle asla bağdaşmayacağı olur. Kavga çıkar.
Günde beş defa hoparlörle ezan okunmasından başlayalım mı tartışmaya? Sizce ibadet midir, yoksa tecavüz müdür? Kendi iman ve kültür alanlarını mı korumaya çalışıyorlar, yoksa başkasının hanesine girip sopa mı sallıyorlar?
Sabah akşam sopa sallayanların, karşılarında iki çift laf eden birini bulunca, “Ama Sevan Bey, arkadaşlarımızın kalbi kırılacak şimdi, demokratik diyaloğumuz zora girecek” diye mıy mıy etmeye başlamaları sizce nasıl bir anlayışın ürünüdür?

15 yorum:

  1. Sevan Bey, bir tv programında dindarlar ile aramda ufaktan bir aşk başlamıştı demiştiniz ya, ben o dönem size tutulanlardanım. Yanlış Cumhuriyet'inizi zevkle okurken, "bende böyle düşünmüştüm, adam da ne yazmış" gibi düşüncelerle bitirmiştim. Deli ve gözü kara bir adamdınız, eşinize yaptığınızdan dolayı sosyal linçe uğrarken bile umursamazca davranabiliyordunuz. Kötünün gözlerinin içine bakarak bunu haykırabilmenize eyvallah, âmâ mütedeyyin kesime de bu kadar da saydırmayın. Resmi ideolojinin dindarları çok ezmediğini, zımnen kolladığını düşünmeniz bence dine karşı ön yargınızdan kaynaklanıyor. Resmi ideoloji dine çok baskı yaparsa bunun ters tepeceğini, ne bileyim İran'da Şah Rıza ya da Afganistan'daki Emanullah gibi karşı devrim ile alaşağı edileceğini iyi bilmekte. Sonuçta nerdeyse çeyrek asır Genelkurmay başkanlığı yapan F.Çakmak gayet dindar bir adam olarak bilinir. Kendimle çelişmek için bunu yazmıyorum, Atatürk'ün pragmatist politikasının bir tezahüründen bahsetme gayesindeyim. Bu ülkede sistem için hala en tehlikeli unsur dindarlardır. Kurumsal manada ateizme yakın duran bir ideoloji hayatlarımıza yön vermekte. Evet 65 yıldır sağ partiler tarafından yönetiliyor olsak bile durum bu. Tıpkı tüm kurumlarıyla kapitalist olan Yunanistan'daki Çipras'ın yaman çelişkisi gibi. Neyse konu çok dağılmasın. Sizi biraz Machiavelli'ye benzetiyorum, ya da Osmanlının mütebahhir gayrimüslimleri gibisiniz. Ve herşeye rağmen bu ülkenin değerisiniz.
    Yanıtla
  2. Günde beş defa hoparlörle ezan okunması tecavüzdür ama bir dönem uygulanan Arapça ezan yasağı/Türkçe ezan dayatması da dindarlara bir tecavüz değil miydi?
    Ezanın hoparlörle okunmasına karşı olan dinciler de var. Örneğin Mehmet Şevket Eygi. Laik/dinsiz kesimde de tek parti dönemindeki ezan uygulamasına karşı olanlar var elbette ama çoğunluk bunu savunuyor, bazıları dinci kesimin bundan yakınmasına bile tahammülsüz.
    Yanıtla
  3. Çok güzel bir yazı sevan bey bazen bunları düşünürken isyandan çıldırıyorum ve ulan bu dünyada bunları bir tek benim düşünüyorum bunları tespit eden bir benmiyim diye kafayı yiyorum israil Filistinli katlediyor diyen adamların aynı zamanda Yahudileri dini gereği katletmeleri gerektiğini onların lanetli olduklarını söyleyen kişiler olması başörtüye dokundular aaa insan hakkı diyenlerin müslüman olmayan herkeze hakaret ve tehdit yağdırması kemalist sisteme laf attı diye hakkında ceza çıkan adamın ifade özgürlüğü diye AHİM'e koşarken charlie hebdo da vurulan Karikatürüistler için oda yapmasaymış demeleri beni çileden çıkarıyor ve yahu bunları farkedip kahrolan bir benmiyim diyorum ve yazılarınızı okudukça bir ben olmadığımı düşünüyor ve biraz daha umutlu ve mutlu oluyorum. Hep yazın ve bu inanç görünümlü faşizme karşı isyan edenler yalnız olmadıklarını görsünler.
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Charlie Hebdo cinayetinin haksızlığı, Peygamber efendimize karikatürlerle yapılan hakaretleri haklı ve masum çıkarmaz. Ayrıca inanç görünümlü Faşizm gibi uydurma tabirleri kullananlar, farkında olmadan kendileri dayatmacı oluyor ve düşmanlık sergiliyorlar. Allah Türkiye'yi sizin gibilerin eline bırakmasın, aksi takdirde savaş çıkar.
  4. Serkan: Bu kadar mantıklı / rasyonel ifadeleri bir başkasından dinlemedim/okumadım. Nasıl oluryor da Sevan marjinal, diğerleri normal oluyor anlayamıyorum
    Yanıtla
  5. Aklınıza sağlık, teşekkğrler.
    Yanıtla
  6. Üstad neden deist değilsin de ateistsin aydınlat bizi.Kütleçekim neden var,her biri diğer 10 bin hücre ile iletişim kuran nöronlar neden var,elektronlar,nötronlar neden var,Doğa'nın ve doğa kanunlarının ötesinde bir şey olup olmadığını bilen bir kişi bile yokken :)
    Yanıtla
  7. Entellerin hafif yollu istihzası mı? Saygı değer hocam hakim sınıf olan enteller (ki bu kitle ekseriyetle sizin ayrımcılağa en fazla uğrayan dediğiniz solculardan oluşur) tüm bir yaşamınlarını ve hayat standartlarını dindarlara söverek, dışlayarak, ayrıştırarak devam ettirebilmiş. Aristokratlara yaraşır yemek maslarında solculuk oynarken zulmüne güya uğradıkları devletle hep bu dindarlara yönelik tutum hsusunde el ele tutuşmuşlar. Samimiyetinize sığınarak size şunları sormak istiyorum; toplumun çoğunluğunu oluşturan bir kitleye (din, ırk, mezhep vs.) yapılanlarlar, sırf çoğunluğu oluşturdukları için meşru mu sayılıyor? Böyle evrensel bir kural mı var? Ya da azınlık olmak her koşulda haklı olabilmeyi nasıl mümkün kılıyor?

    En kısa zamanda özgürlüğünüze kavuşabilmeniz dileğiyle
    Saygılar, hürmetler.
    Yanıtla
  8. Hadi Kur'anı Kerimi Muhammed yazdı, peki şu kainat kitabını kim yazdı?
    Haa bu arada Mekke çöllerinde 1450 yıl önce
    biri çıkıp gökyüzü tabakalarından ve iki denizin kavuştuğu yerde suların birbirine karışmadığından bahsetmesi ve de anne rahmindeki bebeğin gelişim aşamalarını detaylıca belirtmesi bazı "akıl sahiplerine" hala birşey anlatmıyor mu?
    Yine O peygamberki yüzlerce yıl süren zengin ve güçlulerin,mazlumlara yaptığı zulme karşı o mazlumlumlarla birleşip başkaldiriya kalkışması ve kadınlara ve çocuklara o donemde bile insanlık onurunu tattirmasini gorememek ne büyük talihsizlik?
    Düzene karşı çıkanları sürgüne,hicrete zorlayanlara hep sabretti müslümanlar.Ama Medine önlerine gelip muslumanlarin köklerini kurutmaya gelenlere karşi canlarini ve savunduklari degerleri korumayi seçenlere saygi duymayanlar icin hayatta hangi değerden bahsedebilirler.
    Yanıtla
  9. Müslüman dindarların bu dünyada başka din veya inançların olduğunu ve bunlara da saygı gösterilmesi gerektiğini kabul etmeleri gerekiyor. Dahası halkın % şu kadarı müslüman söylemi inanç özgürlüğü babında bir yarar sağlamıyor.
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Amacın salt özgürlük olduğuna inanıyorsanız üzülerek belirtmeliyim ki düştesiniz, uyanın lütfen. Batıda özgürlük çığırtkanlığı yapıp ilk terör saldırısında bir haftaya yakın sokağa çıkma yasağı ilan eden Fransa mı, anayasasına Minare yapmak yasaktır yazan İsviçre mi özgürlükçü? Yoksa gümrüğünden elma bile geçirmeyen Avustralya mı? ABD sıralamada bir yere konmaz, çünkü gelir dağılımı eşitsizliğinde bizden aşağı kalmıyorlar sağolsunlar, ha birde kaçak Meksikalı göçmen krizi var.
      Şimdi şunu aklımıza yazalım. Özgürlük güçle elde edilir. Güç de sorumluluk olmadan buharlaşır gider. Toplumda insanlar delikanlı gibi sorumluluk alma eğilimine girmeden özgürlük istiyoruz derse ya dayak yer ya dalga. Bu dünyanın her yerinde böyledir.
  10. Ağzınıza sağlık. İnşallah bu esaret te biter de sizin gibi insanlar çoğalır. Esarete rağmen varoluşunuzdaki ısrar ise sizi her zaman biraz istisnai yapacaktır.Şükürler olsun ki sizin gibi sesler herşeye rağmen var.
    Yanıtla
  11. Kararsızlık. Bu yöntem Osmanlı'nın başarıyla uyguladığı farklılık yönetimine benzemiyor, olsa olsa Atatürkçülüğün İslam versiyonu olur en yakın. Genelde bu yöntemi otoriter düzenler muhalif durumda bulunan halkı bezdirmek ve olanaklı ise saldırgan bir duruma getirdikten sonra kanuna karşı geldikleri için ezmek. Yöntemin işlemediğini söyleyemem. Sizi bile içeri almayı başardıklarını düşünürsek, ya siz yeteri kadar akıllı değilsiniz ya da bu yöntemin uygulayıcılarının göründüklerinden akıllı olduklarını kabullenmek zorundasınız.
    Yanıtla
  12. Ekşisözlükte yazan biri dindar kesime yapılan baskılardan, başörtülülerin okullara ve devlet memuriyetlerine alınmamalarından falan bahsetmiş ve ardından laiklerin yaşam tarzına kimsenin karışmadığını bazı örneklerle savunmuş. Şöyle yazmış;

    şimdi laikçi sekülerlerin yaşam tarzına bakalım:
    - bolca içki içmek,
    - olabildiğince çıplaklık (süper mini etekler, göğüs dekolteleri, bel ve sırt dekolteleri)
    - küfürlü ve müstehcen konuşma yapmak,
    - mümkün olan her yerde öpüşüp yiyişebilmek,
    - ramazan'da oruç tutmamak
    bunların hangisine engel koyuluyor?
    hiçbirisine.
    neredeyse çırılçıplak geziyor, istediğiniz gibi içiyor, istediğiniz gibi konuşuyor, öpüşüyor, yiyişiyorsunuz. ramazan'da oruç tutmadığınız gibi tutanlara hakaretler savuruyorsunuz. (saat 10'dan sonra içki yasağı var diyenlere, parkta içemiyoruz diyenlere de ananas girsin. bi zahmet o saatte marketten aldığın içkiyi parkta içip de millete musallat olmayacaksın, içkini önceden al stokla böyle dertlerin olmaz. kimse alkol almanı yasaklamıyor.)
    liselere mi alınmıyorsunuz?
    üniversitelere mi alınmıyorsunuz?
    kamuya mı giremiyorsunuz?
    özel şirketlerde mi çalışamıyorsunuz?
    akademiye mi sokmuyorlar?
    fikir beyan ettin diye hapse mi atılıyorsun? (darbe destekçiliği ve hakaret fikir değildir)
    içki içiyorsun, dekolte giyiyorsun diye terfi mi verilmiyor? işten mi atılıyorsun?
    nedir bu yaşam tarzımıza müdahele ediyorsunuz yalanı.
    neye müdahele edildi? niye bu kadar kolay yalan söylüyorsunuz?
    bakın bu aslında her şeyi çok güzel özetliyor.
    "senin yaşam tarzına müdahale eden yok. sen artık benim yaşam tarzıma müdahele edemediğin ve bir daha asla edemeyeceğin için gerginsin."
    Yanıtla

Rejim dersleri - 1-2-3

$
0
0

Demokrasi neye yarar? Monarşi neden battı? Cumhuriyetimiz neden kuruldu? Niye yürümedi?



Demokrasinin faydası ne? “Halk iradesi”, “halkın çıkarı” gibi fantezi fikirleri bir yana bırakırsan, çok basit, çok mütevazı, ama önemli birkaç şey. Bir, iktidarın kan dökülmeden el değiştirmesini sağlar. İki, iktidar süresini sınırlar. Üç, seçimler sayesinde iktidarı geniş kesimler nezdinde meşru kılar.

Monarşi
Eskiden bu işler için tercih edilen model ırsî monarşi idi. Şef ölür, yerine evladı geçer. Şansın varsa yüz yıl, üç yüz yıl rejimin istikrarını koruyabilirsin.

O modelin de handikapları vardı. Hükümdarın evladı olmayabilir (8. Henry sendromu, 4. Murat sendromu). Evladı küçük olabilir, gay olabilir, ebleh olabilir. Evlatlar birbiriyle kavga edebilir (Cem Sultan sendromu). Bir başka enteresan ihtimal var üzerinde durulması gereken: hükümdarlık süresi çok uzayabilir. Gerek Kanuni Süleyman, gerek 2. Abdülhamit devrinin rejim krizlerine bir de bu açıdan bak, çok şey aydınlanacaktır. Eski kadrolar iktidara kazık kakıp kemikleştikçe, kapıda bekleyenlerin gözünü hırs büyümüş.

Avrupa monarşileri bu dertlere çeşitli çareler aradılar. İktidarın büyük payını parlamentoya ve başbakana emanet edip, monarkı bir denge unsuru olarak korumayı denediler. Buna rağmen çoğu ülkede monarşi yürümedi. Çünkü monark, Avrupa ülkelerine has bir dizi tarihi tesadüf sonucu, ırsî aristokrat sınıfıyla fazlaca iç içe geçmişti. O sınıf çökünce monarşi de dayanağını yitirdi.

Osmanlı’nın sonu
Bizde neden yürümedi sorusunu ikiye bölmek lazım. Osmanlı hanedanı neden yürümedi, bu bir. Yerine neden başka hanedan değil cumhuriyet tercih edildi, iki.

İlk sorunun cevabı Avrupa’dan farklıdır. Osmanlı hanedanı hiçbir zaman ırsî bir aristokrasinin temsilcisi olmadı. Son devir Osmanlı sadrazamlarına bak: birinin babası Eminönü’nde aktar (Âli Paşa), biri Ispartalı eşekçi oğlu (Hüseyin Avni Paşa), ikisi kölelikten yetişme (İbrahim Edhem ve Tunuslu Hayreddin Paşalar), biri Vefa’da kaynanasının iki katlı evinde oturur maarif komisyonu üyesi (Sait Paşa), büyük çoğunluğu orta sınıf kökenli memurdur. Padişahlık kurumuna karşı biriken ve 1876’dan sonra gitgide artan bir şiddetle patlak veren tepkinin kaynağı sınıfsal değil, başka şey.

Peki nedir? Fransa’dan esen rüzgârların etkisi vardır şüphesiz. Fransa son devir Osmanlı elitinin gerçek kıblesi idi. Orada cumhuriyet 1871’de kuruldu, burada 1876’da Mithat Paşa vakasında mırıltısı duyulmaya başladı. Tesadüf olabilir mi?

Öbür faktör, aksini iddia etmeye kalkma lütfen, Abdülhamit rejiminin 33 yıllık (1876-1909) kara gölgesidir. Sovyetlerdeki Brejnev dönemini andıran bir skleroz çağıdır: atalet, çürüme, köhneme kol gezer. Ardından gelen iki ihtiyar ve ürkek kardeşi –- Reşat ve Vahidettin -– Osmanlı’nın iflah etmeyeceğine ilişkin genel kanıyı pekiştirmiştir. Düşün ki 1918’de Vahidettin yerine mesela 2. Mahmut kalibresinde dinamik bir padişah, ya da son Abdülmecit’in oğlu Ömer Faruk Efendi gibi genç ve karizmatik bir modern şahsiyet başa geçse sonuç aynı olur muydu?

Neden cumhuriyet
Türk ve islam tarihinde kadim usul, bir hanedan eskiyince yerine yenisinin gelmesidir. 1920-23’te neden öyle olmadı?

Üç faktör sayalım.

Birincisi gene dışarıdan, bu sefer Fransa’ya ek olarak Almanya ve Rusya’dan esen fırtınalardır. Fransa bizim yüz yıllık modelimizdi; Almanya savaşta kader ortağımız, Rusya 1920’lerin başında tek dostumuz. Fransa kırk yıllık cumhuriyetti; Rusya 1917’de, Almanya 18’de monarşiyi devirip cumhuriyet ilan ettiler. Bizde başka türlü olması çok zordu. Oysa Britanya gölgesindeki Mısır’da, İran’da, Irak’ta, Ürdün’de yeni monarşiler denendi. Kimi kısa sürdü, Ürdün’deki halâ yürüyor, pekalâ da sağlıklı.

İkinci faktör iç siyasi dengelerin niteliği ile ilgili olabilir. Tam emin değilim ama, 1923’te Gazi Paşa’nın siyasi gücü henüz padişahlık ilan etmeye yetmezdi desek çok yanılmayız sanırım. Bu demek değil ki düşünülmedi, ya da Arnavutluk’ta başbakanken krallık ilan eden Ahmet Zogu gibi, yahut İran’da askeri diktatörken şah olan assubay eskisi Rıza Pehlevi gibi, sonradan olamazdı. Belki cesaret edilemedi.

Üçüncü faktör en önemlisidir. Gazi’nin evladı yoktu. Öyle anlaşılıyor ki ilerde olabileceğine dair bir beklenti de yoktu. Evladın yoksa ırsî monarşi neye yarar?

Türkiye’de cumhuriyet rejiminin sebepleri o halde neymiş? Bir, Avrupa’nın bazı ülkelerindeki olayların etkisi. İki, siyasi liderin kritik dönemeçte yeterince güçlü olmaması. Üçüncü olarak, kişisel ahvalindeki bazı sıkıntılar. Sözünü etmeye değer başka sebep görebiliyor musun? Ben göremiyorum.

İşleyen var …
Buna karşılık Türkiye’de kurulan cumhuriyet rejimi, demokrasilerden beklenen asgari faydayı sağlamakta yetersiz kaldı. Neydi o fayda? En başta söylediklerimiz. İktidarın vukuatsız devrini sağlama almadı. Süresini sınırlayamadı. Dolayısıyla meşruiyeti sağlama olamadı.

Terimlerimizi tanımlayalım. Vukuatsız: yani silah ve kelepçe kullanmadan, ayrıca eski iktidarın adamlarını cehennemin ta dibine kadar kovalamak zorunda kalmadan. Sınırlı: yani beş yıl, on yıl, her ne ise, makul iktidar süresinin sonunda iktidar sahibine törenle plaket verip alkışlar arasında evine yollamacasına. Meşru: yani eski iktidarın adamları dahil siyasi aktörlerin kahir çoğunluğuna “e canım, sevmiyoruz mevmiyoruz ama hakkıymış” dedirterek.

Mesela nasıl diye sorarsan, meşhur örnek ABD’dir. 228 yılda 44 defa, bir tek istisnayla (Lincoln), makul sürede ve vukuatsız değişimi başarmışlar. Gerçi son yıllarda oğul, kardeş, eş marifetiyle iktidar uzatma denemeleri sıklaştı; kaygı verici bir gelişmedir.

Bir o kadar etkileyici başka örnek Almanya’dır. Yetmiş yılda sekiz başbakan değişti, ortalaması dokuz yıl eder. Hepsi süresinin sonunda sessizce köşesine çekildi; Adenauer ve Kohl gibi direnmeyi aklından geçireni, hafifçe kolunu büküp gönderdiler. Hepsi büyük çoğunluk tarafından rahmet ve minnetle anılıyor.

İngiltere de fena değildir. Yetmiş yılda on dört başbakan. Gittikten sonra geri gelmeye teşebbüs eden iki tane (Churchill ve Wilson), onlar da çok kısa sürede tasfiye edilmiş. Almanlardan farklı olarak İngilizler eski liderleri kuyruğuna teneke bağlayıp uğurlamayı seviyor, belki aklına yanlış fikirler gelmesin diye.

Fransa 1958’den sonra başarılı. Mitterrand’ın 14 yıllık saltanatı can sıkıcı olunca hemen müdahale edip limiti on yıla indirdiler. İndira Gandhi’nin tökezlemesini saymazsan Hindistan da başarılı sayılır.

Çin apayrı bir model. Bir küsur milyar nüfusla demokrasi olmaz deyip, iktidar devrini ve meşruiyeti kurumsal bir oligarşi içinde halletmeyi deniyorlar. Mao’nun ölümünden bu yana başarılı görünüyor. Ama otuz küsur yıl nedir ki? Hiç.

… işlemeyen var
Peki bizde ne oldu? Bir iki istisnayı saymazsan, iktidar hiçbir zaman barışçı bir şekilde el değiştirmedi. Hiçbir siyasi lider iktidarın bir süre limiti olduğuna inanmak istemedi. Dolayısıyla hiç birinin meşruiyeti şüpheden ari olmadı. Bu anlamda Türk demokrasisi bir fiyaskodur. Fiyaskolar dizisidir.

Sırayla bakalım.

1938 devri konusunda bir yargıya varmak güç; iç yüzünü pek bilmiyoruz. Ama en azından Atatürk’ün, devir teslimin kansız olmayacağına dair kuşkular beslediği anlaşılıyor.

1950, cumhuriyet tarihinin ilk ve tek kurallı devridir. Yalnız Türkiye’de değil, bazı açılardan dünyada örnek sayılması gereken bir vakadır. Başka kusurları ne olursa olsun, İsmet İnönü’yü bu açıdan takdirle anmak, hatta cumhuriyet tarihinin 20. yüzyıldaki tek başarılı lideri saymak yanlış olmaz. Devamı gelebilse bugün nerede olurduk, düşünmeye değer.

Devamı gelmedi. Menderes’in iktidarı bırakmaya niyeti yoktu. En azından, rakiplerine o izlenimi verdi ve o izlenimin doğurduğu reaksiyonla karşılaştı. İnönü iktidarı kendi eliyle rakiplerine teslim ettikten sonra geri alma hırsına mağlup oldu; yaşamının son demine dek bunun mücadelesini verdi. 1972 CHP kurultayında, 88 yaşında, iktidar umudunu genç Ecevit’e kaptırmamak için nasıl canhıraş bir kavga verdiğini dün gibi hatırlarım. 1923’ten 1972’ye, kırk dokuz yıl eder.

Demirel’inki otuz altı yıl, Ecevit’inki otuz yıldır. İlkini iki defa döve döve iktidardan attılar, hapsettiler, ömür boyu yasakladılar. Yılmadı. 2000 yılında, 79 yaşındayken, yedi yıl daha cumhurbaşkanı olabilmek için hangi perendeleri attığını sen de hatırlarsın.

Öbürü 2002’de çişini tutamayan bir ihtiyarken, kendisine komplo kurabilirler diye en yakınındaki adamları yok etmekle meşguldü.

Özal’ın ömrü vefa etmedi. Etseydi farklı olacağına dair bir belirti göremiyorum. Üst üste iki seçimde hezimete uğradıktan sonra kendini cumhurbaşkanı seçtiren, sonra yeni parti kurup yeniden siyasete atılma hayali kuran bir liderden söz ediyoruz sonuçta.

Ee?
Yeni anayasa tartışmalarını biraz da bu açıdan değerlendirmek faydalı olur kanımca.

Cumhurbaşkanına sınırsız yetki tanıyıp iktidar süresini de fakto 15 yıla, hatta hayat boyu uzatmaya imkân veren bir düzenlemeden ne hayır gelir, takdir etmek zor değil.

Ancak iktidarın kaynağınılimitini ve devir teslim koşullarını net ve berrak hale getiren ciddi bir anayasa reformuna ihtiyaç bulunduğunu da, bu işlere az çok kafa yormuş olan hiç kimse inkâr edemez sanırım.

Kaynağını: yani seçim, yahut plebisit, her neyse. Limitini: mesela on yıl, ama lastiksiz, eklemesiz, karısını ya da çocuğunu yerine seçmesiz. Devir teslim koşullarını: pazarlıksız, kartelsiz, atamasız, onaylamasız.

6 yorum:

  1. Sevgili Nişanyan biraz da komplo teorilerine ilişkin yazılar yaz lütfen. Rotschild ailesi, evanjelizm, büyük ortadoğu projesi, mason locaları, tapınak şövalyeleri, arap baharı, illuminati gibi konular hakkında neler düşünüyorsunuz, fikirlerinizi merak ediyorum.
    Yanıtla
  2. Sevan beyin hemen hemen tüm kitaplarını okudum. Kendisinin görüşlerine %50 katılıyorum. O da kafası karışık bir insan sonuçta. Çok bilen çok yanılıyor bu her daim böyle olmuştur. Kendisinin yazı stilini ve entelektüel bilgisini Cemil Meriç e benzetiyorum ama Sevan bey bu kadar okumaya kör olmamış Meriç gibi. Ayrıca hapis yatması sanırım Kendi isteğiyle olmuş bir olay. Devlet ve din ile bu kadar açık şekilde uğraşan bir insanın dışarda olması zor hele çok beğenip övdüğü AKP iktidarında. Bu kadar inat olmasa belki hapis olayı başına gelmez idi ama o zamanda kendisi olmazdı. Şimdi Türkiye gibi bir yerde hem Atatürk muhalifi hem din muhalifi olan fazlaca adam Yok. Ayrıca bu cesaretinden dolayı kendisini kutlarım gerçekten cesur (bana göre pek zekice değil) bir yazar. Nişanyan Kendi çapında bir insan sivri dilli. Umarım daha fazla yatmaz ancak kendisine çek düzen vermesi şart. Bu ülkeyi değiştirmek çok zor. Fazla kendini yorma genç değilsin.
    Yanıtla
  3. Karizmatik, yeni kafalı birisi olsaydı, Atatürk rakiplerinin arasından böyle kolay sıyrılamazdı sanıyorum. Fakat sıyrılsaydı, onu da gönderirdi heralde çünkü bu Sabiha Sultan'ı istemesinden de anlıyoruz ki; bir güç isteği var. (Yanılıyorum belki)

    Konuyu bitirdikten sonra biraz bakınıp, düşüneyim bakalım.

    Ayrıca;

    "Demokrasinin faydası ne? “Halk iradesi”, “halkın çıkarı” gibi fantezi fikirleri bir yana bırakırsan"

    Yukarıdaki cümlene çıkış yapcaktım. aklıma chomsky'nin demokrasi eleştirisi geldi. sonra "neden antik yunan demokrasisine dönmüyoruz" diyenlerin konuşmaları geldi ki; nasıl döncen bu çağın şartlarında?

    Dedim Sevan Abi doğru söylüyor heralde. İnsan fantezi olmasını istemiyor nedense... Demokrasi pırıl pırıl bir sistem diye, aklımıza kazıdıkları için mi bilmiyorum.
    Yanıtla
  4. Ayrıca Sevan bey Atatürk cumhuriyeti ile olan bitmez eleştirisi nin karşısına bir şey inşaa etmiyor. Yani Cumhuriyet onun gözünde yanlış peki o şartlarda 1920 ve 1930 karda Mussolini kere , hitlerler çağında devrim yapmak ve bunu bir şekilde rayına oturtmak kolay mı? Devrimler kansız olmaz bu bilinen gerçektir ancak Cumhuriyet devrimi kansız denebilecek derecede az insanın öldüğü bir devrimdir. İstiklal mahkemelerinde idam edilen kaç insan var sayı 2000 üstünde değildir. Ve şunu da iddia ederim ki Cumhuriyet devrimi komünist devrinden ve Fransız devriminden daha başarılı olmuş elle tutulabilir bir devrim olmuştur. Devrimler tarihinde yeri bellidir. Bu yazdıklarımdan Kemalist olduğum çıkarılmasın ama sezarın hakkını sezara verelim. Atatürk bir diktatör idi ancak o zamanlarda diktatörlük bir yönetim biçimi olarak monarşi den sonra geliyordu. Yani bir geçiş dönemi diyebiliriz. Ben sayın nişanyan ile bu tür bir tartışmaya giremem tabii kendisi bizi kitaplar ile döver ancak Dünya'da gördüğüm gezdiğim ve okuduğum kadarı ile bu yorumu yapıyorum. Bir de kendisinden o zamanlarda alternatif bir yönetim biçimi tasvir etmesini istiyorum. Cumhuriyet yerine İstanbul hükümeti olsa daha mı sağlıklı bir ülke olurduk? Monarşi kalsa nasıl olurdu? Mustafa Kemal ve arkadaşları 1919 da tutuklansa ne olurdu? Ya da kurtuluş savaşı hiç verilmese idi. Böyle fantastik bir deneme yazısı olabilir. Kendisi ne der acaba?
    Yanıtla

    Yanıtlar

    1. Aristo devrimi iki şekilde tarif etmiş. Latince Revolutio, dönüşüm.

      1. Bir yapının tamamiyle diğer bir yapıya dönüşmesi.
      2. Mevcut yapının güncellenmesi.

      Atatürk devrimleri diye sunulan aksiyonların birçoğunda bir yapının diğer bir yapıya dönüşmesi durumu yok; İkincisi var. Mevcut yapıdaki modifikasyonlar.

      Atatürk devrimleri diye adlandırılan aksiyonlar içinde bana göre sadece saltanatın kaldırılıp, ulus devletin kurulması Aristo'nun 1. seçeneğine uyuyor.

      Fakat sanki bütün aksiyonlar birinci seçeneğe uyuyormuş gibi bir yanlış düşünce var.

      Ulus devlet yapısı da ülkemizde sorunlu. Katılsak da katılmasak da açık bir şekilde olan olaylardan ülkemizde ulus devlet modelinin diğer gelişmiş ulus devletler gibi halkın tamamı tarafından kabul görmediğini gözlemliyoruz.

      Ayrıca; Atatürk devrimlerinin devrimler tarihinde yeri bellidir şeklinde cümle kullanmışsınız. Şahsi olarak öyle bir şey gözlemlemedim. Genç Türkler, dünyada “devrim” anlamında daha çok öne çıkıyor.

      Çünkü devrimin günümüzde kullanılan anlamıyla mevcut yapıya baş kaldırılarak değiştirme isteği Atatürk’ten ziyade Genç Türkler’de var.
    2. Yanlış Cumhuriyet'i okursanız bu soruları - milyonuncu kez - sormaya gerek kalmaz.

    3. 29 yorum:

      1. Üstad sağolasın yahu,Harvard ve New Yorker'ın yerel bayisi olarak bize çok büyük hizmet sağlıyorsun.Ben de neden cahiller iktidar oluyor diye arıyordum siz açıkladınız.Ancak yine de şunu anlayamadım:Toplum birbirinden çok farklı sınıflar ve gruplardan oluşurken neden hepsinin oyu aynı değere sahip? Yani Harvard'daki hukuk profesörü ile profesör çıktıktan sonra yerleri paspaslayan yeni vatandaş olmuş Meksika kökenli Gomez kardeşimiz neden aynı güçte oy kullanabiliyor.Neden çiftçilerin oyu 3 puan memurların oyu 2 puan banka CEO'su 10 puan değerinde oya sahip değil üstad.Saygılar...
        Yanıtla

        Yanıtlar


        1. Çünkü "siyasi sağduyu"nun tahsille, statüyle, ünvanla hiçbir ilgisi yok.
      2. Sayın üstad,demokrasiyi anladık da devlet neden var? Avcı toplayıcılarda yok böyle bir kurum.Liberallerin dediği gibi sadece güvenliği sağlamak mıdır devletin görevi yoksa Marxistlerin dediği gibi ekonomik düzenin sonucu olarak mı ortaya çıkıyor,yani başımızda silahlı bir otorite olmazsa birileri akşama kadar masada ara sıra yazı yazarken diğerleri akşama kadar madenlerde,tarlada,inşaatlarda çalışmayı kabul etsin diye mi var lütfen bizi aydınlat sayın üstad sonuçta sen Amerika görmüş New Haven görmüş birisin.
        Yanıtla
      3. 15:00'da ve 18:05'te yorum yazan arkadaşlara hayran kaldım.Bende uzun müddet yazdım.Sonra sildim.Kehf 93'e laf anlatılmaz.Adamlar dünyada eşi benzeri görülmemiş bir zulm ile zulmettiler bize.Birileri halen neden demokrasi diyebiliyor.Sen şu zulümlerden bahset hele.İster şapka takarım ister sarık de.Dilediğim dili konuşurum,değiştirmek sana düşmez de.Hilafeti de saltanatı da demokratik çoğunluğa sahip halk mı kaldırdı yoksa faşist bir yönetim mi de..Desene !!!
        Yanıtla

        Yanıtlar


        1. Haklısın. Görülmemiş bir zulüm(!) gördüğümüz için de imam hatip mezunu nevrotik bir adamı başkan seçmek zorundayız.
      4. Çinde democratic centralism olarak adlandırılan, bir üçgen gibi tabandan tepeye doğru aşamalı şekilde seçim yapılan bir sistem var. 18 yaşını geçen herkes oy kullanıyor. Her bölge bir üst meclise seçtikleri temsilcilerini gönderiyorlar. Sonra o temsilciler kendi aralarında yaptıkları seçimle kendi temsilcilerini ulusal meclise gönderiyorlar. Ulusal meclis başkanı seçiyor. Sisteme göre liberal birisi tabandan tepeye gelip Çin'de başkan olabilir mi? Olabilir. Fakat Çin Komünist Partisinin adamı değilsen sistem, real durumla örtüşmüyor. Günümüzde Türkiye'de AK partinin adamı değilsen, devlet teşvik ve kredilerini alamaman gibi bir durum var. Yasaya göre her vatandaş, koşulları yerine getirdiğinde devlete başvurup teşvik alabilmesi lazım aslında.

        21:35'teki yorum yapan Adsız kişi. Azcık sakin olun yahu. Ananem de babamı sevmezdi. Çocukluğumda "Git babana karaktersiz de", "Elleri kırılasıca de", "Kahrolasıca de" diye bağırıp dururdu. O geldi aklıma. Gidin kendiniz deyin yani. Ne Sevan Abiyi kullanıyonuz.
        Yanıtla

        Yanıtlar


        1. Makaleye katkı sağlayan yorumunuz için teşekkür ederim.
          @hgsahin
      5. Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
        Yanıtla

        Yanıtlar


        1. Keşke günde 10 post yazsa. Türkiye'de okucak insan bulamadığımızdan ya İngilizce okuyoruz ya da Sevan Nişanyan'ın bloğuna bakıp bakıp duruyoruz.
        2. Nişanyan adına konuşmak bana düşmez.Lâkin,kinayeli dil kullandığınıza göre bir bildiğiniz var demek ki.Cevabı da siz yazsaydınız aydınlanırdık.
        3. Büyük oyun bozucular buraya da sicramis. Ulan Sevan Nisanyan hesap kitap yapacak adam olsa su an hapiste mi olurdu? Hodri Meydan Kulesine gidiniz, hesapsiz kitapsiz baskaldirinin abidesini görünüz.
        4. @for_auir he canım he, büyük oyun bozucu sıçramış. burası üç tarafı dağlarla çevrili korunaklı bir mevki oysa, nasıl sıçradılarsa.
          bir senede 9 post atan biri bir ayda 30 post atarsa zihni melekelerini yitirmemiş biri sorar "hayırdır?" diye. sen anlamazsın. hesap kitap yapanlardan hapse düşen de çok olur ayrıca. hesabın yanlış çıkması deniyor ona da.
        5. Ulu reis asiklari facebook sayfasinda büyük resim görsen de surda adam gibi okusak Nisanyan'i. Uzun zamandir yazmiyordu, tadini cikarsak. Illa salca olacaksin degil mi gerzek gerzek fikirlerinle.
        6. Bu blogda yorum yazan insanlar birbirine hakaret etmez genelde bilmem dikkat ettin mi?
          Muhatabına "gerzek fikirler" izafe etmek bir argüman değildir, argüman geliştirme konusunda aciz olduğunun ilanıdır.
          Reis'e bir sana iki bu arada, o kadar salaksın ki...
          Benim sıçtığım bok senden daha zeki.
        7. Rıza Ertuğrul, lütfen başka yorum yazmayınız, yayınlanmayacaktır.
      6. Bir küçük ekleme: ABD'deki ikinci bir istisna 1933-45 arası FDR. 4 seçim kazanmış üst üste. Ondan hemen sonra zaten 2 dönem kuralını getirmişler.
        Yanıtla

        Yanıtlar


        1. Sayılmaz. "Makul süre" dedik. Büyük savaş döneminde 13 yılı herkes makul süre saydı.
      7. 90 yıllık zaman dilimi az olmasa da, diğer ülkelerle karşılaştırıldığında "daha zaman var" denecek gibi. Bizde er geç benzer duruma geleceğiz.Buna, galiba 'gelişmişlik' diyorlar...
        Yanıtla

        Yanıtlar


        1. Hayır, sosyolojiyle alakası yok bence. Oyun kurallarıyla, yani anayasayla alakalı.
        2. Sosyoloji ne işe yarıyor peki? Oyunun kurallarına "uzaylılar mı" uyacak? Toplum oyunun kurallarını idrak edecek bilince sahip değilse ne olacak? Oyunun kurallarına uyulmadığında ne olacak? Üstelik hoş benim kriterlerime göre dünyada demokratik tek bir rejim yok. Hepsi "demokrasi tiyatrosu". Şirketlerin ve para babalarının olduğu yerde demokrasi falan olamaz. Bizzat şirket denen şeyin işleyişi anti-demokratiktir. Şirketlerin kışlalardan farkı yok. Ama genede şunu belirtmem lazım malum "liberal demokrasi tiyatrosunun" anavatanlarında İngiltere'de anayasa yok. Ama eminin bu yorumu yayımlamazsın. Çok demokratsın ya. Senin söylediklerini çürütenleri sansürleyerek demokratlığını sergilersin...
      8. Beklemeyecek derecede yüzeysel bir yaklaşım olmuş ne yazık ki. Avrupa'nın Osmanlı devleti ile kurduğu siyasi ve iktisadi ilişkileri, Avrupa ülkeleri arasındaki rekabeti, ülkenin içinde teba olarak bulunan Hıristiyan nüfusun zamanla güçlenerek komprador bir burjuva haline gelişini, yönetim ve iktisadi hayat üzerindeki etkilerini, doğuda Kürtlerin baskısını/tehdidini göz ardı ederek, tüm bu çeşitliliği bir arada tutmak için meclis gibi bir mutabakat/ikna platformunun gerekli olduğunu göz ardı ederek, saltanat değil de Cumhuriyette karar kılınmasını Kemal'in çocuğu olmamasına bağlamak o kadar rövanşist bir yaklaşım ki, içinde bulunduğunuz durumdan kaynaklanan duygusallığınıza bağlıyorum.

        Bu yaklaşımla ikinci meşrutiyeti nasıl açıklarsınız?
        Yanıtla

        Yanıtlar


        1. "Duygusal" dediğiniz görüşü ilk kez 1994'te yazdığım, 2008'de yayınladığım Yanlış Cumhuriyet'te dile getirmiştim.
      9. Pardon ama burda Atatürk'ün aklına hakaret ediliyor. Cumhuriyet ilanının nedenleri nasıl da eften püften sebeblere bağlanabilir. Atatürk çok araştırdı ayrıca Rusya'dan da teklif geldi komünist olun diye. Biliyorsunuz kurtuluş savaşında bize tek yardım eden Rusya idi. Atatürk kabul etmedi. İsviçre anayasasını temel alarak Türkiye'ye uygun bir anayasa hazırladı. Ekonomi politikası da tamamen Türkiye'ye özgüdür. ...
        Yanıtla

        Yanıtlar


        1. Owww, ortaokul tarih kitabı da geldiğine göre artık dağılabiliriz.

          Sevan Bey de artık bu blogu kapatabilir. Ortaokul tarih kitabında yazıyor zaten ne lazımsa, değil mi?

          Bir alıntıyla bitirelim:

          "Bunlar zaten kitapta yazıyor" (Anonim)
        2. "İsviçre anayasasını temel alarak"? "Rusya'dan teklif geldi komünist olun diye"? "Ekonomi politikası tamamen Türkiye'ye özgüydü"?? Fantastik edebiyatı deneseniz Fatoş hanım?
      10. "[M]eşhur örnek ABD’dir. 228 yılda 44 defa, bir tek istisnayla (Lincoln), makul sürede ve vukuatsız değişimi başarmışlar."
        Bu, 2 Temmuz 1881'de katledilen Başkan James Garfield ve 6 Eylül 1901'de katledilen Başkan William McKinley sayılmazsa doğrudur. Hadi JFK'yi Cumhuriyetten sonra olduğu için hesaba katmayalım.
        Yanıtla

        Yanıtlar


        1. Özensizce ifade etmişim. Kastedilen şey 1) süre aşımının önlenmesi, 2) meşruluğa dair konsensusun sağlanması.
      11. Bu durumda Fransız devrimi'ni yapanların hepsi kısırdı. :)
        Üstelik kendinle çelişiyorsun.
        Senin iddialarınla cevap vereceğim :
        Hem atatürk astığı astık kestiği kestik "bir diktatördü".
        Ülkede "ezici çoğunluk olan dindarları" bile ezebilecek kudrete sahip atatürk'ün padişah olmaya "gücü yetmiyordu" :)
        "Anti-kemalizm" bir ideoloji değildir.
        Maalesef Türkiye'de resmi tarihi eleştirenler gerçekliğe resmi tarihçilerden daha "saygısız".

        Yanıtla
      12. İyide bahseettiğin ülkelerin hepsinde kişiler değişsede "iktidar" aslında hiç değişmiyorki.
        Bir avuç para babası yönetiyor bahsettiğin ülkeleri.
        Ne demokrasisi?
        ABD'de demokrasi olsa %1 bütün servete sahip olabilir miydi?
        Olamazdı.
        TC ile aralarındaki fark "makyajdan" ibaret.
        Üstelik Hindistan hariç hepsi hırsız / talancı / yağmacı / katliamcı cumhuriyetler.
        Dünyanın geri kalanından çaldıklarıyla inşa ettikleri refah toplumları üstüne yapılan "makyaja" demokrasi denemez.
        O makyajda akıyor zaten.
      13. 22 yorum:

        1. Azerbaycan'a çevirmezler ülkeyi umarım. Aliyev gibi bıyıklı bir adam, yıllarca gitmicek ülkenin başından. Akp de "biz koltuk meraklısı değiliz, 2 dönem sonra bırakıcaz"şeklinde sözler ediyordu. Yahu insan başka şeylerle uğraşmak istemez mi? Bırakayım siyaseti, bir tekne alayım, golfe gideyim. Bunların belki başka hayatı yok diye, deri koltuk olmadan yaşayamıyorlar. Kanadalı Justin Trudeau boksör, Obama Golf meraklısı, Putin balık ve av meraklısı. Bizdekilerin başka hayatı yok ki; Ancak bıyık bırakıp, göbek yapmak. Yahu bırak git azcık da başka hayatlar yaşa.
          Yanıtla

          Yanıtlar


          1. "Bunların belki başka hayatı yok diye, deri koltuk olmadan yaşayamıyorlar."
            Harika tespit :)
        2. Türk Siyasal Hayatı bu kadar güzel özetlenemezdi.Nişanyan, görüşlerine katılın veya katılmayın Türkiye'nin sayılı aydınlarından biridir.
          Yanıtla

          Yanıtlar


          1. kesinlikle. siysetten anlamadığım halde merakla okuyup anlayabiliyorum.
          2. O yüzden görüşlerine katılmadığım halde takip ediyorum zaten.
        3. Koltuğu bırakamama olgusu ülkemizin muhalefet liderlerinde de var. Veya daha doğrusu ülke siyasetinin tabiatında var.
          Bkz; Baykal, Bahçeli, ve galiba o yolda ilerlediği izlenimi veren Kılıçdaroğlu. Veya yazıda belirttiğiniz gibi "iktidarı kendi eliyle rakiplerine teslim ettikten sonra geri alma hırsına mağlup ol"an ve "iktidar umudunu genç Ecevit’e kaptırmamak için nasıl canhıraş bir kavga ver"en İnönü.
          Aşağıdaki yazınızda da dikkat çekmişsiniz;
          "Kırk yıllık İnönü saltanatı, 36 yıllık Demirel saltanatı, yirmi küsur yıllık Bahçeli saltanatı gibi vakalara başkanlık rejimlerinde rastlanmaz."
          İlm-i Siyaset Sohbetleri - 3
          Başkanlığın Faydaları
          Yanıtla
        4. Peki, Ahmet Necdet Sezer'in bir istisna olmasının nedeni ne olabilir?

          Onun döneminde ülkede etkin olan asker/sivil bürokrasi ve Kemalist/milliyetçi muhalefetin bir lidere ihtiyaç duymaması olabilir mi?
          Yanıtla

          Yanıtlar


          1. Sezer'in bürokrasinin lideri değil temsilcisi olması olabilir belki.
          2. Ahmet Nejdet Sezer siyasi bir figür değildi. Siyasetçi hiç değildi. Cumhurbaşkanı kim olacak diye merakla beklerken parti liderleri aralarında belirlemişler.
            Kendisi de ona biçilen kaftanı giymekte beis görmedi.

            Bir daha aday olabilmesi de mümkün değildi. Onu elinden tutup getiren Ecevit'in kalbini fena kırmıştı.
          3. Yani bürokrasinin (atanmışların) bir liderliğe ihtiyaçları yokken siyasetçilerin (seçilmişlerin) var, bu koltuk sevdası da bundan kaynaklanıyor diyebilir miyiz? Koltuğu bırakmak onlar için kaybetmekle eş anlamlı, ama sistemin bir parçası olan maaşlı bürokratların böyle bir kaygısı yok.
        5. Burası ortadoğu bunu unutmamak gerek. Bu tür demokrasi hiç olmamasından iyidir. İnsanlar demokratik bir ülkede yaşıyorum diye düşünür ve halkın gazı alınır. Bu yazıda anlatılmak istenen "yav durun daha Bu adam 13 yıldır iktidarda bir 30 yılı görsün "demek istemiş. Ancak Türk siyasi tarihinin en başarılı ismi açık ara Erdoğan bunu kabul edin. Hayatta kaldığı sürece her seçimi kazanır çünkü muhalefet edecek kimae yok. Sağı sol yıkamaz hele ılımlı İslam a dönmüş bir sistem de ancak sosyalist Müslümanlar diye bir parti solu yukseltir. Yani CHP nin günleri sayılidır. Nisan ayinda evet çıkarsa CHP tarihe karışır. Bunu not edin.
          Yanıtla
        6. Bu yazıların ne tarih ne dil ne din ve ne de biraz siyasetle uzaktan yakından alakası yok.Aydın karanlığı aydınlatandır.Bu yazılarda karanlığın dip köşelerine bir yolculuk söz konusu.İktidar da olma süresi neden kısıtlanmalıdır sorusu var lakin cevap yok.Ki cevap verilse dahi bu cevabın mutlak doğru denilebilir bir dayanağı yok.İbtilahi rasihinin saçmalıkları bir dairedir ve hakikat bu dairenin dışındadır.Bu daireden çıkma ihtimalin yok Sevgili Nişanyan.Maalesef acı gerçek budur.
          Yanıtla
        7. TR o ceylan derisi koltuklarda saplanmali bir mekanizma var zaar...
          koltuga oturanin gotune saplaniyor ve ayrilmiyor daha o "got"ten....
          Yani sorun siyasi gotlerde degil, koltuklar arizali bizde, bir de payandalar...
          Yanıtla
        8. Sevgili üstad,Konya'da sığır çobanıyım,şunu merak ettim:Bürokratik rejim neden 2007-2010 arasında göçtü,militarist cumhuriyet yıkıldı? Yani neden 1970 veya 2040 değil.Neden islamcılar kazandı, TSK duman oldu asıl konu bu değil mi üstad?
          Yanıtla

          Yanıtlar


          1. Ragıb Cüneyd27 Ocak 2017 17:55
            Nişanyan'ın 15 ekim 2014'teki makalesini oku, orada tam senin sorduğunu anlatmış.
        9. Atatürk ile olan tespitlere genelde katılmasam da diğerlerine amenna! Çok doğru ve zihin açıcı...
          Yanıtla
        10. Erdoğan'ın da bir keresinde söylediği gibi "ayaklar baş olamaz". Hoşumuza gitse de gitmese de halkı yönetecek bir "baş" lazımdır.
          "Halkın hakimiyeti" diye bir şey olamaz. Halkın sistem içindeki yeri belli; okumak, sonra mezun olup çalışmak, sonra çalıştığından kazandığını alışverişte, tatilde vb. harcamak, arada da sandığa gidip çoğunluğun belirleyeceği liderin seçilmesi için oyunu kullanmak.
          Bu sistemden memnun değil misin? O zaman bırak şu anki işini gücünü, gir siyasete, çoğunluğun desteğini almaya çalış. Çoğunluk senden yana değilse darbe veya devrim yap. Bu da olmuyorsa çoğunluk olduğun bölgende kendini yönetmek için özerklik veya yerel yönetim talep et. Hakikaten, bu CHP seçmeni HDP'yi "bölücülük"le suçlayacağına neden aynısını kendisi için istemiyor? Sonra da seçmen çoğunluğundan şikayet ediyor?
          Yanıtla
        11. Ragıb Cüneyd27 Ocak 2017 17:08
          Sayın Nişanyan'ın, Ekim 2014'te gene bu blogda, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu üzerine yazdığı birkaç makale var, onları da okuyun. Burada yazdıklarının biraz daha detaylısı. O zaman ne demek istediğini daha iyi idrak edersiniz.
          Yanıtla
        12. Sevgili Nişanyana sonsuz Merhabalar olsun, Tespitler gayet yerinde, tarihsel olarak anlam bulmuş,genel olarak bakarsak, (dacik) toplumunun Demokrasi kültürü maalesef hiç olmadı vede hiç bir dönemde gelişim bile gösteremedi, bunca emeğe zorlamalara rağmen, Sonuçta karşımızda Aydınlanma çağını yaşamamış
          Doğu şarkiyatçılığının en dipsel noktasında doğumunu ve varoluşunu gerçekleştirmiş, Tarih sahnesine ilk ortaya çıktıkları 600 yıl boyunca Dinsel ve rejimsel olarak bir bütün Mutlak monarşi ile yönetilmiş bir toplum dan bahsediyoruz, ayrıca Osmanlının yıkılması sonrası ikinci safha'da ise Cumhuriyet dönemi tek adamlar Monarşisine geçişi görüyoruz.ve geldik 1950 yıllar! Tarihlerinin ilk Demokratik halka dayalı seçimi ve seçilen turk lider Menderesin idam edilip askeri vesayet döneminin başlaması ardından 1980 darbesi ve yine bir askeri vesayet yönetimi ve sonrası çalkantılı yıllar ve ardı ardına sonrası 28 şubat 1997 Post-modern bir askeri vesayet darbesi ve takip eden 5 yıl sonunda toplam 15 yıl ve daha fazlası muhtemel sürecek olan tek lider rejimi Recep Tayyip Erdoğan dönemi. "Çürük tahta çivi tutmaz" Saygılar
          Yanıtla
        13. Referandumdan evet çıksın da şu statükocu Kemalist kafalar bir darbe daha alsın.

          Ötekiler yeni bir statüko kurmaya çalışan daha da eski kafalar olduğundan 21. yüzyılın giderek bütünleşen dünyasında zaten fazla bir güçleri olamaz. Uluslararası toplum bir yana ülke içinde bile devamlı tepkiyle karşılaşmaları kaçınılmaz. Gezi'den bu yana iktidarlarını sarsan girişimleri bir düşünün. Kendi içlerindeki çatlaklar da cabası.

          Gün Zileli'nin bir yazısındaki (AKP’nin İki Kurtarıcısı: PKK ve MHP) şu tespit önemli bence:

          "AKP diktatörlüğü, iktidarını konsolide edebilmek için, Gezi’den bu yana adeta bir kültürel savaş başlatarak, tamamen İslamcı-muhafazakâr kalelere çekilip kendini oralara hapsetmiş, dolayısıyla toplumun canlı kültürel dokusuyla arasına kalın duvarlar örmüştür. Muhafazakâr alt katmanlar kalabalık olabilir ama kültürel gerilikleri nedeniyle toplumun esas canlı dokusundan kopukturlar ve canlı dokudan kopan siyasi güçler önünde sonunda toplumun yönlendirici gücü olma şanslarını kaybederler.

          Dolayısıyla AKP diktatörlüğüne çok uzun bir ömür biçmediğimi belirtmeliyim."
          Yanıtla
        14. İnönü koltuğu bırakmış görünse de 80 sene kemalizm bırakmamıştır.

          Akp 15 senedir iktidar gözükse de halen ekol oluşturamamıştır.
          Yanıtla
        15. Recep Tayyip Erdoğan iktidarının gayrı meşrulaşması neredeyse AKP’nin iktidara geldiği tarihte başlamıştır. Deyim yerindeyse, “sarı öküz” başlangıçta feda edilmiştir.
          “Sarı öküz”, 2002 seçimlerinden sonra AKP ve CHP’den oluşan meclisin “iki lideri”, Recep Tayyip Erdoğan ile Deniz Baykal’ın Boğaz’daki “balıkçı lokantası”nda vardıkları “mutabakat”la verilmiştir. Ve bu “mutabakat”, mevcut anayasanın fiilen çiğnenmesini ve “hülle” yoluyla aşılmasını sağladı. Böylece seçim yasası hükümleri nedeniyle milletvekili olamayan ve milletvekili olamadığı için başbakan olması olanaksız olan Recep Tayyip Erdoğan’ın Siirt’ten milletvekili seçilmesinin yolu açıldı. “Anayasayı bir kez çiğnemekten bir şey olmaz” olduğu böylece görüldü.
          İkinci büyük gayrı-meşrulaşma adımı, 2007 yılında yapılan ve cumhurbaşkanının “halk tarafından” seçilmesi hükmünü getiren anayasa değişikliğiyle atıldı. Anayasa değişikliği meclis tarafından kabul edilmiş ve 21 Ekim 2007’de referanduma gidilmesi kararı alınmış olmasına rağmen, Abdullah Gül, “eski anayasa hükmü” uyarınca, 28 Ağustos 2007’de meclis tarafından cumhurbaşkanı seçilmiştir.
          Buna rağmen, tümüyle “kadük” olması gereken değişiklik için referanduma gidilmiş ve “halkın” %68,95’inin “evet” oyuyla kabul edilmiştir.
          Bu iki büyük gayrı-meşrulaşma adımı karşısında Deniz Baykal’lı CHP ve onun yörüngesinde hareket eden toplumsal muhalefet ve sol tam bir aymazlık içinde atılan adımları “demokratik gelişme” olarak değerlendirme gafletine düşmüştür.
          Böylece mevcut anayasanın ve yasaların fiili davranışlarla aşılabileceğini gören Recep Tayyip Erdoğan (ve elbette onunla birlikte mehteran takımı), fiili durumu Mart 2008’deki “Ergenekon operasyonu”yla bir adım öteye taşımıştır. Çok açıktı ki, “Ergenekon operasyonu”, Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından açılan AKP’nin kapatılması davasına karşı fiili bir tutumdu. Ama “medya”daki neo-liberallerin yaygarası ve “Ergenekon operasyonu”nun gözdağı içinde bu fiili durum da toplumsal muhalefet tarafından “algı”lanmadı.
          Üçüncü büyük gayrı-meşrulaşma adımı 2010 anayasa değişikliğiyle atıldı. Özellikle HSYK’ya ilişkin yapılan değişikliklerle Recep Tayyip Erdoğan iktidarı fiili durumlara ilişkin “kanuni” bir temel oluşturmuştur.
          Yazımızın başlangıcında belirttiğimiz gibi, dördüncü büyük gayrı-meşrulaşma adımı 17-25 Aralık sürecinde ortaya çıkmıştır. “Paralel devlet yapılanması”nın, bugünkü namıyla FETÖ’nün 2010 anayasa değişikliğiyle sağlanan “kanunilik” içinde yürüttüğü “yolsuzluk operasyonu”, İçişleri Bakanı Efkan Ala üzerinden yapılan ve polise mahkeme kararlarına uyulmaması direktifi veren fiili müdahale ile yok hükmünde sayılmıştır.
          Buraya kadar Recep Tayyip Erdoğan’ın “icranın başı” olarak başbakanlık düzeyinde fiili ve gayrı-meşru durum ortaya çıkmıştır. Ama en önemli gelişme, Recep Tayyip Erdoğan’ın 10 Ağustos 2014 tarihinde cumhurbaşkanı seçilmesiyle olmuştur.
          Cumhurbaşkanı seçilen Recep Tayyip Erdoğan, seçilir seçilmez yetkilerini fiilen oluşturmaya başlamıştır. Hemen herkesin kabul ettiği gibi, cumhurbaşkanı olarak Recep Tayyip Erdoğan anayasada varolmayan yetkileri fiilen kullanmaya başlamıştır. Ve Türkiye Cumhuriyeti devletinde hiçbir güç bu fiili yetki gaspına karşı çıkmamış ve çıkamamıştır.
          15 Temmuz sonrasında OHAL’le birlikte Recep Tayyip Erdoğan’ın gayrı-meşru fiili iktidarı tam anlamıyla pervasızlaşmıştır. Sulh ceza hakimleri aracılığıyla her türlü muhalefet unsuru gözaltına alınmış ve tutuklanmıştır. İşkence, alenileştirilmiş ve yalın bir “ceza biçimi” haline dönüştürülmüştür.
          Gayrı-Meşru Bir İktidarı “Meşrulaştırmak” - KURTULUŞ CEPHESİ – Ocak-Şubat 2017
          http://kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc154_1.html
          Yanıtla

Samos tarihinden sayfalar

$
0
0

Samos tiranı Polykrates, adı “çok-muktedir” anlamında. MÖ 540 gibi bir tarihten itibaren babadan kalma rahip-kralları devirip başa geçen yeni tip diktatörlerin (Atina tiranı Peisistratos ve Naksos tiranı Lygdamis ile birlikte) ilklerinden biri. Adayı dünya gücü haline getirmiş, Mısır’dan Kırım’a uzanan alanda iktidar göstermiş. Grek dünyasının ilk mermer tapınağı ve İyonik düzenin ilk modeli sayılan Hera/İra tapınağını yaptırmış. Antik çağın klasik harp gemisi olan trireme’leri ilk inşa ettiren olduğunu tarihçi Herodot söylüyor.
Schiller’in “Polykrates’in Yüzüğü” şiiri, tanrıların insana oynadıkları oyunlara dair uzun ve esaslı bir tefekkürdür. İlk bir iki kıtasını ezbere söyleyebilirim: 
Er stand auf seines Daches Zinnen,
Er schaute mit vergnügten Sinnen
Auf das beherrschte Samos hin.
"Dies alles ist mir unterthänig,"
Begann er zu Ägyptens König,
"Gestehe, daß ich glücklich bin."  
"Du hast der Götter Gunst erfahren!
Die vormals deines Gleichen waren,
Sie zwingt jetzt deines Scepters Macht.
Doch Einer lebt noch, sich zu rächen;
Dich kann mein Mund nicht glücklich sprechen,
So lang des Feindes Auge wacht." -
Egemenliği altındaki Samos’un güneşli damlarını keyifle seyredip dostu Mısır kralına sorar, “tanrıların kutsadığı sevgili kulu ben değil miyim?” Kral dünya nimetlerine fazla güvenmenin tehlikelerini anımsatır. En değer verdiği şeyleri atıp kurtulmasını önerir, geleneksel Şark bilgeliğiyle. P. Mısırlıya hak verir, Cartier marka milyarlık yüzüğünü çıkarıp denize atar. Devamını burada okuyun: http://germanstories.vcu.edu/schiller/polykrates_dual.html. Dünya nimetlerinden vazgeçmek kolay bir oyun değil.
Gerçek dünyada Persler (Dacigler mi desek?) P’yi bir iş için Sardes’e, yani Manisa Salihli’ye çağırmışlar. Kızı ve aklı başında olan dostları “aman baba gitme, çok tehlikeli” diye akıl vermiş. Bizimki “bi şey olmaz” deyip gitmiş. Kazığa oturtmuşlar, sonra cesedini çarmıha germişler.

Tomurcuk gibi memeler

$
0
0
إِنَّ لِلْمُتَّقِينَ مَفَازًا * حَدَائِقَ وَأَعْنَابًا * وَكَوَاعِبَ أَتْرَابًا * وَكَأْسًا دِهَاقًا

Böyle diyor Kuran'ın Nebe suresi 31-32-33-34 ayetler. Mekke surelerinin birçoğu gibi anlamı son derece muğlak, düz yazıdan ziyade Mallarmé’nin müphem şiirleri gibi. Bir olasılıkla, sözlü olarak ezberlenip aktarılırken az veya çok kazaya uğramış da olabilir. Kabaca diyor ki “Takva sahipleri için orada bir sığınak (güvenli yer) vardır, ağaçlı bahçeler ve bağlar, memesi yeni çıkmış kızlar, dolu kadehler.” Bahsi geçen yer İslam cenneti olacak, galiba.

Üçüncü ayet Türkçe usulde “ve kevâ’ıben etrâban” diye okunuyor. Diyanet Vakfı’nın çevirisine göre “göğüsleri tomurcuk gibi kabarmış yaşıt kızlar,” Elmalılı mealinin çeşitli basımlarına göre “turunç sîneli yaşıtlar”, “turunç göğüslü yaşıt (kızlar)” veya “memeleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar”. Tefhim-ül Kuran’da “Göğüsleri henüz tomurcuklanmış yaşıt kızlar”. Yaşar Nuri Öztürk yorumunda “göğüsleri turunç gibi yaşıtlar”. Ömer Nasuhi Bilmen’e göre “nar memeli, hep bir yaşta (cariyeler)”. Ahmet Tekin’e göre “göğüsleri irileşmiş, genç kızlık çağında, yaşıt dilberler”. Abdülbaki Gölpınarlı’ya göre “memeleri yeni sertleşmiş yaşıt kızlar”. Aşağı yukarı şöyle bir şey kastetmişler sanırım, güzel olmadığı söylenemez: https://www.abbywinters.com/fetish/puffy_nipples

Diyanet İşleri Başkanlığı mealinin eski basımı hicap etmiş, “yaşıtlar” diye geçiştirmiş, kızlardan ve memelerden bahis yok. Yeni basım “kendileriyle bir yaşta, göğüsleri çıkmış genç kızlar” diyerek ortak görüşe dönmüş. Buna karşılık Ahmet Hulusi Hoca besbelli koca Allah’ın seks sapığı olamayacağına hükmedip tevil etmiş: “Yaşıt muhteşem eşler! (Cinsiyet kavramı olmayan şuur yapının hakikatinden gelen Esmâ özelliklerini açığa çıkaracağı muhteşem kapasiteli o boyutun özelliğiyle oluşmuş bedenler. Dişi - erkek ayrımsız! Allâhu âlem.)” Allahu âlem “Allah bilir” demek, yani cennetteki kızların memelerinin neye benzediğini biz bilemeyiz, fazla spekülasyona gerek yok demek istiyor.

Kevâ’ıb (kawâ’ib كَوَاعِبَ) sözcüğüne bakıyoruz. Çoğul bir isim, tekili ka’b. Ne demek? Yaygın ve yerleşik anlamı “topuk”, veya “ayak bileğinin yanındaki yuvarlak kemik, tarsus, aşık kemiği”. Daha genel anlamda “her türlü kemiğin yuvarlak başı”. Ayrıca “tereyağı topu”, “sıkıştırılıp top haline getirilmiş hurma”, “kamışın eklem yeri”. Genel fikir belli, top gibi kabarmak, tomurmak, tümsek etmek fikrinin türevleri hepsi.

Fiil kökü ka’aba. Bunun anlamı konusunda bellibaşlı Arapça sözlüklerin hiçbir tereddüdü yok. Sıhah, Kamus ve Tacül Arus, onlardan aktarımla Lane, sadece” genç kızın memeleri çıktı/ kabardı/ tomurdu” anlamını vermişler. Marjinal bir ikinci anlamı “kabı veya tulumu suyla doldurdu”, ki aşağı yukarı aynı şey.

Kuran metni spesifik olarak memeden mi söz ediyor? Sanmam. Tahminimce “dolgunlaşmış genç kız, ergen kız, teenager” demek istemiş.  Belki en uygun çeviri “Lolitalar” olabilir.

İkinci kelime atrâban(أَتْرَابًا), tirb sözcüğünün çoğulu, “yaşıtlar” demek. Kel alaka? Kimle yaşıt? Acaba “hepsi aynı yaşta” ya da “hep aynı yaşta kalan” anlamına geliyor olabilir mi? “Hep yaşı küçük kalan lolitalar?” Sanki tek mantıklı yorum bu gibi duruyor. Kuran yazarının naif cinsellik anlayışına uygun.

*
Asıl enteresanı, Mekke’deki meşhur tapınak olan Kâ’benin bunlarla ilişkisi. Kâbenin sonundaki –e eki, somut bir nesne adı üretmekte kullanılan dişil ism-i merre ekidir. Sözcüğün orijinal anlamı “aşık kemiği”. Bilirsiniz eskiden (çok eskiden değil, benim çocukjluğuma kadar) altı yüzlü zara benzeyen bu kemik bir tür talih oyununda kullanılırdı. Belli ki Antik çağdan beri Doğu Akdeniz kültürlerinde kullanılan altı yüzlü zar bu aşık kemiğinden evrilmiş, onun adını taşıyor. Yunanca kubos κύβος “oyun zarı” ilk kez Lokris’li Timaeos’ta geçiyor, MÖ 4. yy, hayli geç. Belli ki bir Sami dilinden, belki Suriye Aramicesinden aktarmışlar. Kübik, kübizm, sayıların kübünü almak, metreküp hep oradan gelme.

Memeyle alakası çok dolaylı, ana fikir “şişmek, kabarmak, tomurmak, toplaşmak, hacimlenmek”.  


Article 0

Memleket Nasıl Kurtulur, Bölüm 178

$
0
0


Fırat Bayram birkaç soru göndermiş. Cevapladım.

1.      Ülkemizde siyasal saflaşmalar üzerinde ekonomi değil kültür belirleyici oluyor. Bu islam ülkelerine has bir durum mu, yoksa Batı’da da böyle mi?

Dünyanın her yerinde siyaset inançlar, kimlikler ve aidiyetler üzerinden yapılır. İnsanlar bir gruba ait olmakla değer kazandıklarına inanırlar; o grubu “temsil eden” kişilerden iktidarda olmasından kendilerine pay çıkarır ve mutlu olurlar.

19. yüzyıl ortalarından 1930’lara kadar olan dönemde, “işçi sınıfı” adı verilen bir ekonomik ve meslekî statünün bir aidiyet odağı olarak görülmesi bazı Batı ülkelerinde popüler olmuştu. Marksizm bu kısa vadeli siyasi-kültürel modanın bir ürünüdür. Bugün için bir geçerliliği kalmamıştır.

Dünya modaları Türkiye’ye biraz geç geldiği için, Batı trendlerini takip eden entellektüel kesim 1930-1970’ler döneminde Marksizmi keşfetti. Şimdi yaşlandıklarından geçmişi terk etmeleri zor tabii.

2.      Eğer inanç siyaseti belirliyorsa inancın eleştirisi siyasal anlam kazanmaz mı? Göktekini demokratlaştırmadan yeryüzüne demokrasi gelebilir mi?

Sorunun maksadını anlıyorum ve katılıyorum. Sadece formülasyona itiraz edeceğim.

Türkiye’de “inanç” kavramını tekellerine almaya çalışanların başka herhangi birinden daha “inançlı” olduklarını sanmıyorum. “Göktekini” demokratlaştırmak da sözkonusu değil, çünkü gökte kimse yok. Gökte hava cıva var, o kadar.

Türkiye’de, yüzyıllar boyunca, belli birtakım mitolojik formüllerin (Allah, peygamber, Kuran vesaire) tartışılmaz ve dokunulmaz olduğu kabulü yerleştirilmiş. Bu kartları çekenler koz çekmiş sayılıyor, herkesin kâğıdına basabiliyorlar.  Siyasette “Müslüman” diye bir şeyin olduğuna inanmıyorum. Sadece “Müslüman” kartını daha pervasızca kullanan birtakım cambazlar var. Üstelik asgari kültür ve edep sahibi insanlar bu kartı kullanmaktan hicap duyacakları için, ister istemez bunlar toplumun genellikle en cahil ve edepsiz kesiminden çıkıyorlar.

Demokratik bir toplumda bu haksız rekabeti önlemenin basit bir yolu olduğunu sanmıyorum. O kart orada durduğu sürece birileri onu kullanacaktır. Tek çözüm yolu, dinî formülleri tartışılmaz olmaktan çıkarmak olmalı. Muhammetçiliğin de, Kemalcilik ve Marksçılık kadar saçma ve çağdışı bir mitoloji olduğunu, dokunulmazlığı bulunmadığını, “inanç” perdesi ardında saklanmasına izin verilmeyeceğini bilip usanmadan insanlara anlatmak lazım.

3.      Bu ülkede aydınlanma ve kültür devrimi olmadan demokrasinin işlemeyeceği, dinsel istismara hep meze olacağı görüşüne katılıyor musunuz? Demokrasi için sekülarizm şart mı?

İslami mitolojinin diğer herhangi bir mitolojiden daha irrasyonel olduğunu düşünmüyorum. Farklı olan bu inancın içeriği değil, bu inancın – ve sadece bu inancın  eleştirilemeyeceğine ve eleştirilmemesi gerektiğine dair topluma dayatılmış olan mutabakattır. Öncelikli dava bu ortak kanının kırılması olmalıdır. Son zamanlarda, en muhalif olanlar dahil, dört parti liderininin de, dinî inançların dokunulmaz ve eleştirilmez olduğuna dair tam bir söz birliği içinde olduklarını görüyoruz. Ben bunu yanlış ve tehlikeli buluyorum. Neden Muhammetçilik dokunulmaz olsun? Ya da neden sosyalizm, liberalizm, Alevizm, faşizm ya da Öcalanizm öyle olmasın?

Demokrasinin püf noktası mitolojinin müntesiplerini o mitolojiden kurtarmak değil sanırım. Her mitolojinin eşit derecede saygıdeğer -ya da saygı değmez- olduğu fikrini yerleştirmek önemli olan. İnsanları mitolojiden kurtarmak beyhude bir çaba. Bugünün aşırı kalabalık ve aşırı dillenmiş dünyasında esas mesele, farklı mitelojilere sahip insanların nasıl bir arada yaşayabileceği.

4.      İslam dini ile demokrasinin uyuşabileceği kanaatinde misiniz? Uyuşuyor ise bunun örneği var mı? Etyen Mahçupyan yıllarca Müslümanların demokratlaşabileceğini savundu. Bugün geldiğimiz noktada bu tez çökmedi mi?

Hiçbir mitoloji kendiliğinden demokrat olmaz. Dayak yiye yiye demokrat olunur. Demokrat demek, fikirlerinden iğrendiğin, vatan haini ve şeytanın sözcüsü olduğuna inandığın adamların memleket yönetiminde senin kadar söz hakkı olduğunu kabul etmek demek. Dayak yememiş adam böyle bir şeye boyun eğer mi?

Mahçupyan’ın hayalini – onun kadar şevkle olmasa da  bir zamanlar ben de paylaştım. Şimdilik feci surette yanıldığımız ortaya çıktı.

Şimdi yenildiler, daha bir müddet yenik kalacaklar. Bu durumun hayırlara vesile olacağına inanıyorum. Karşı taraf için belki biraz tevazu ve özeleştiri fırsatıdır. Şansımız varsa bölünürler.

Bizim taraf açısından çıkarılacak en önemli ders, Cumhuriyet’in sekülerleşme projesinin ne kadar eksik, korkak ve yüzeysel kaldığını görmek olmalı. Bu ülkede din olgusu eleştirilmedi, halının altına süpürüldü. “İnanca saygı” kisvesi altında birtakım sefil hurafelerin, birtakım saçma sapan iktidar ilişkilerinin dokunulmazlıklarını korumasına izin verildi.

Şimdi dokunulmazlara dokunmanın tam zamanıdır diye düşünüyorum. Eleştirmeli, lime lime etmeliyiz. Omuzumuzun üzerinden “kaç kişi takip ediyor” diye bakmanın zamanı değil. Maksat taraftar kazanmak, konsensus inşa etmek değil, konsensus kırmaktır. Söylediklerimize –seçkin bir azınlık dışında – hiç kimse katılmayabilir. Ama kulakları eleştiriye alışacaktır. Birtakım insanların tanrıyı bir saçmalık, vahyi soytarılık, peygamberi ucuz bir fırsatçı olarak gördüğünü kabul etmek zorunda kalacaklardır. Dinden çıkmayacaklardır şüphesiz – kimsenin akıl yoluyla mitolojiye galip geldiği görülmemiştir  ama belki dinî inancın diğer inançlara karşı bir ayrıcalığı ya da dokunulmazlığı olmadığını fikrine zamanla alışacaklardır. Ki istediğimiz de o kadar zaten.

Unutma ki Batı’da Hıristiyanlığı sosyal güçler, sınıflar, üretim müretim ilişkileri yıkmadı. Voltaire ile Hume ve onlar gibi beş on cesur adam yıktı. Bir kere birileri “kral çıplak” deyip direnmeyi başarsa gerisi gelir, şüphen olmasın.

16 yorum:

  1. Astronomi ve cografya bir yana dini kurgunun en zayıf oldugu nokta kaza, kader, irade ve yargı ile ilgili söyledikleri. Bu konuda pek kendi içinde tutarlı birşey çıkaramıyor. Siz de yazar mısınız ?
    Yanıtla
  2. Güzel. Çok güzel. Demokrasi herşeyden çok "Kral Çıplak" diyen o çocuğu sokakta tutmaktır, hapiste değil.. Yoksa geri kalan herkes te görüyor kralın çıplak ve sersem olduğunu herhalde. Ama çıkarları karıldan daha sersem görünmek biçiminde şekillenmiş bir kere.. Hani partilerin aldığı oy oranları değişiyor. Zirvedekiler inişe geçiyor çakılıyor vb ya. İnanın o taban kaymalarının heyelanların çoğu kahvehanelerde, kabul günlerinde dalga geçerek gerçekleş(tirili)yor.. Bilerek ya da bilmeyerek.. 
    Yanıtla
  3. Cami avlusundan demokrasi ancak musalla taşında çıkar! Elinize, aklınıza sağlık, teşekkürler.
    Yanıtla
  4. Şuna bi bakın derim https://www.youtube.com/watch?v=QfXTx8Q3f8k
    Yanıtla
  5. dinden bihaber olanların, islam cahillerinin ve dahi imansızların islam ile ilgili eleştirileri bırak hükümsüz olmayı her şeyden önce anlamsızdır. bilmediğin bir şeyi eleştiremezsin, ancak eleştirdiğini sanırsın. bu dine iman etmeden de, en azından kendi kaynağını ve iman edenlerin oluşturduğu kaynakları, literatürü okumadan bu dini anlayamazsın. he bana oryantalist kafası yeter diyorsan salla dur bilinmeyene, eğer ki bu sana yetiyorsa... cesur olanlarınızı arapça ve islami ilimler öğrenmeye davet ediyorum, eğer samimi iseniz. bilin ki Hakk'a uzanan eller her zamanda ve her türlü mekanda kırılacaktır, bu ülkede sadece piyasa müslümanları yaşamıyor!
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. "bilin ki Hakk'a uzanan eller her zamanda ve her türlü mekanda kırılacaktır, bu ülkede sadece piyasa müslümanları yaşamıyor!"

      Bu ne demek beyefendi/hanımefendi? Yine Arapça veya dini literatüre hakim olmadan anlayamayacağımız bir cümle olmuş. Biz cahiller için bunun anlamını ve gideceği noktayı açıklayabilirseniz sevinirim (mesela yaşadığımız fani dünya "her türlü mekan" kavramının kapsamı dahilinde midir vs.).
    2. Ben islam dinini çok iyi biliyorum ve ne yazık ki tüm dinlerin ortak özelliği olan kanıttan yoksunluk bu din için de geçerli.. Zaten insan bilmediği şeye iman eder yoksa kimse gidip de 1+1=2 diye iman etmez.. Şu ana kadar hiç bir dinin doğruluğu ispatlanamadı, ancak yanlışlığı ispatlamasanız dinler var.. Siz de İslam dininin doğru olduğunu ispatlarsanız İslam din olmaktan çıkar ve gerçeğe dönüşür.. Bu kadar saldırgan olmayın, eğer patlatamıyorsanız suç sizdedir..Bu durumda insanlardan benzer bir imana sahip olmalarını bekleyemezsiniz. Biri çıkıp ta ben 1+1=2 olduğuna inanmıyorum derse onunla kavga et seni anlarım ama islam için kavga etmeye hakkın yok..Hakka uzanan eller kırılacaksa bunu hak yapar sana ihtiyaç yok..Sen önce İslamın yalan olmadığını bize ispatla kardeşim..
  6. oh oh oh, yorumlar yeniden bizlerle. Yorumlarla yazilar daha bi keyifli...
    Yanıtla
  7. Malatya Haber  malatya haber , malatya haberleri , malatya spor haberleri
    Yanıtla
  8. Yanlış Cumhuriyet'i okuduk "Yanlış İslam"ı da bekleriz.
    Yanıtla
  9. Totaliter ve demokratik rejimlerin farklarından sözeden bir yazı:
    http://www.gazetevahdet.com/ideolojiyi-feda-ederek-devleti-kurtarmak-2712yy.htm
    Yanıtla
  10. her mitolojiye eşit olacağımız zamanı görmek isterdim açıkcası.
    Yanıtla
  11. Siyaset dün hayır dediğine bugün evet deme sanatıdır.. Siyasette zamanla her şey değişir.. Değişmeyen tek şey dünün dün bugünün de bugün olduğu gerçeğidir.. Bugün artık ios var android var ve evrenimiz değişti.. siyasetçi de değişecektir.. Bugün az da olsa bir demokrasiye sahipsek bunun önemli kısmı teknoloji sayesinde oldu yoksa ölen kahraman solcular sayesinde değil..
    Yanıtla
  12. Sol ideolojinin toplumu sınıflarla açıklaması aslında yanlış değil. Yanlış olan Batı ülkelerindeki kapitalizmin ve burjuvazinin Türkiye'de de olduğunu sanmaktır. Türkiye'de asıl egemen sınıf burjuvazi değildir. Devlettir, hükümettir, yargıdır, bürokrasidir, TSK ve polistir.
    Yanıtla
  13. Ahhhhhh bu lafları etme be adam! Seni ciddiye alıp okurken arada öyle komik laflar ediyorsun ki Sevan baba!

    "Bizim taraf açısından çıkarılacak en önemli ders, Cumhuriyet’in sekülerleşme projesinin ne kadar eksik, korkak ve yüzeysel kaldığını görmek olmalı. Bu ülkede din olgusu eleştirilmedi, halının altına süpürüldü." Ne demek yahu? Dünya üstünde kaç ülke biliyorsun bu şekilde sekülerleşme projesini o yıllarda yürütebilen? Daha avrupada seçme seçilme yokken kadınlara -->islami kuralları hiçe sayarak -->seçme seçilme hakkı getiren, yabancı dildeki din kitabını anlaşılır kılacak şekilde türkçeye çevirten, kılık kıyafetteki din tahakkümünü ortadan kaldırmak için elinden geleni yapan bir burjuva devrimini bu kadar küçük görmek sence ne derece rasyonel hacı? Lütfen duymamış olayım bunları....
    Yanıtla

Şirince: Bir muhasebe

$
0
0

Şirince: Bir Muhasebe

Şirince benim hayatımdaki dönüm noktasıdır. Şirinceye ilk 1992de geldim, 1995te temelli yerleştim. Ondan sonraki yirmi yıl orada bir ütopya, bir hayat projesi inşa etmekle geçti.

Köye geldiğimde 36 yaşındaydım. Ondan önceki hayatım (çocukluk ve ilk gençliği saymazsan) iki döneme ayrılır. 1974-1984 akademik kariyer hedefi ve hazırlığıyla geçti. İddialı, hatta aşırı iddialı bir  öğrenciydim. Günlerim teori ve etütle, felsefe, edebiyat, tarih ve siyasetle  geçti. Yanısıra Türkiyedeki sol-sosyalist-devrimci siyasi hareketle ilgilendim. Bir bakıma 1968 sonrası batılı üniversite hayatının tipik bir ürünüydüm; onun düşünce ve yaşam biçimlerini, değer yargılarınıözgürlük anlayışınışımarıklığını ve fildişi kulesini paylaşıyordum. Bir yandan da o dünya bana hep küçük geldi, konferans salonu ve akademik dergiyle sınırlı bir hayatı hor gördüm. Türkiyede veya Washingtonda siyasete atılmayı, iş kurup zengin olmayı, Amazonlarda kaybolmayı, hukukçu olup büyük kavgalara girmeyi, hatta yasa dışı işlere girip kendi imparatorluğumu kurmayı düşledim. Önüme bir fırsat çıktığında akademik dünyayı hiç arkama bakmadan terk ettim.

1984-1992 bir arama ve kaybolma dönemiydi. Entelektüel kimliğimden uzaklaştım. Bir projeden diğerine savruldum. Firma kurup yönettim. Büyük bir şirkette normal bir işe girip çalışmayı denedim. Borsada büyük para kazanma hayali kurdum. Seyahat yazarlığı yaptım. İstanbul, Mainz ve New York arasında mekik dokudum. Kendimi arıyordum. Akademik dünyanın terk ettiğim konforunu, global şehir hayatının sunduğu diğer seçeneklerle kolay kolay telafi edemeyeceğimi anladım.

Yoğun sayılacak bir sosyal hayatım vardıİstanbulda o dönemde benim kuşağımdan olan kayda değer insanların pek çoğuyla tanıştım -- iş adamları, yayıncılar, sanatçılar, gazeteciler, yaşamına yön arayan elit okul mezunları, bar ve kafe sosyetesi. Hemen hepsi beni zeki, orijinal ve kültürlü bir adam olarak takdir ettiler ve dostluk eli uzattılar. Hemen hepsi, belli bir mesleği ve tanımlanmış bir toplumsal kimliği olmayan bir adama kuşku ve çekingenlikle yaklaştılar. Casus olduğumu ya da akıl ermez komplolar içinde olduğumu zannettiler. Tanıdıklarıçoktu; ama gerçek dostum hemen hiç olmadı.

Şirincenin Keşfi

Şirince tutkum işte tam bu ortamda doğdu. Köye ilk gittiğim gün oraya aşık oldum. Bir iki yıl sonra başka yerde yaşayamayacağımı anladım. Orada, kimsenin emrine boyun eğmeden, sadece kendi imkanlarımla ve hayal gücümle (ve tabii Müjdeninkilerle) sınırlı bir yaşam alanı inşa etmeye giriştim. İnsanın içinde yaşadığı dünyayı şekillendirmesi büyük, zorlu, çok güzel bir mücadeledir. Şirincenin öyle bir mücadeleye uygun bir yer olduğunu ilk günden hissettim. Mücadele etmeye değecek kadar özel, mücadeleyi kazanma şansı olacak kadar küçük, mücadele sürecinde insana mutluluk verecek kadar güzel bir yerdi. Müjde bu kararda büyük rol oynadıŞirincede yaşama fikrini ilk önce düşünen ve o adımı atmaya cesaret eden oydu. Cesurdu; yeni bir dünya kurmayı göze alacak enerjiye sahipti. Şirince projesi benim için Müjde ile ortak bir hayat kurma projesi oldu.

Proje derken bilinçli olarak düşünülmüş, planlanmış bir şey kastetmiyorum. Başlangıçta sadece kendi evimizi inşa ettik (1992-1997). Mimarların ve alışkanlıkların hazır kalıplarından uzak, her ayrıntısı tutkuyla, akılla ve güzellik aşkıyla düşünülmüş fantastik bir ev ve aynı derecede obsesif bir tutkuyla tasarladığımız bir bahçe yarattık. Sonra bunun gibi başka evler yapıp, büyüşehirden dostlarımızı köye getirme sevdasına düştük (1997-2001). O hayal benim 2001de ilk kez hapse girişimle sekteye uğrayınca, otelimizi ideal bir yaşamın prototipi olarak kurgulamaya giriştik (2001-2005). O yetmeyince İlyastepede modern dünyanın huzursuzluk kaynaklarından mümkün mertebe arınmış bir ütopya köyünün peşinden koştuk (2006-2007). Turizme konsantre olmanın ruhumuzu daralttığını hissedince eğitim düşüncesi öne geçti; özgür ve özerk -- yani kendi yasalarını kendi oluşturan -- bir eğitim komünü hayal ettim. Hayalimi Ali Nesinle paylaştım. Onun tecrübesi ve imkanlarıyla matematik köyü kuruldu (2007-2008). Benim açımdan Matematik Köyü, daha büyük bir fikrin sadece ilk basamağıydı. O merdiveni çıkmaya Tiyatro Medresesi ile devam ettim (2010-2011). Arada bir siyasi meydan okumayı (Hodri Meydan Kulesi) ve belki daha büyük bir metafizik başkaldırıyı (Kaya Mezarı) temsil eden anıtlar yaptım. 2013te tamamlanan Nişanyan Kütüphanesi de üniversite hayali ile ölümsüzlük düşüncesini bir araya getiren bir projedir.

Hüsran

Şimdi geriye baktığımda bu büyük ve soylu projenin kendi açımdan büyüölçüde başarısızlıkla sonuçlandığını görüyorum. Matematik Köyü şüphesiz başarılı bir şekilde sürüyor ve umarım daha sürecek. Fakat Matematik Köyü bugün Ali Nesinin yönetiminde farklı bir yöne evrilmiştir; benimle fazlaca bir manevi bağı kalmamıştır.

Benim açımdan dönüm noktası sanırım 2008de Müjdeden ayrılmamdı. Belki ikimizin tempoları birbirine uymadı. Ben çok hızlandım. Belki o yapmaya çalıştığımız işin büyüklüğünü kavrayamadı, ya da bedelini ödemek istemedi. Sonuçta on altı yıldan beri ruhumla ve emeğimle yaratılmasına katkıda bulunduğum evimizden ayrılmak zorunda kaldım. Köyde uyduruk bir gecekonduya taşındığım gün, krallığımızı taşıyan direklerden biri kırıldı; on altı yıldan beri bizi aralıksız ileriye iten dinamik sarsıldı. Ondan sonra ben sık sık yanlışlar yaptım. Megalomaniye kapıldım; ya da hep var olan megalomanimi açık etmeye başladım. İnsanlardan uzaklaşıp içime kapandım. O eğilim de eskiden beri vardı bende; ama Müjdenin abartılı sosyalliğiyle dengeleniyordu. Müjde gidince insanlarla aramdaki arayüz zayıfladıÇevremdeki insanlar beni uzak ve yalnız biri olarak görmeye başladılar; bir lidere duyulması gereken sevgi ve güveni yitirdiler. En kötüsü, tek başıma benim üzerime kalan otelin işletmesine olan ilgim azaldı. Otel yıpranmaya, cilasını kaybetmeye başladı. Gelirimiz düştü. Gelir düştükçe hayallerimin enginliği ile imkânlarımın kıtlığı arasındaki makas açıldı, göze batmaya başladı.

O süreçte kısacık bir an için Aynuru bir kurtuluş umudu olarak görmüş olabilirim. Feci bir saçmalıktı. Kötüye gidişi hızlandırmaktan başka bir sonucu olmadı. Mamafih şimdi o sıkıntılı konulara girmesek daha iyi olur.

Özgürlük Hülyası

Neydi Şirince hayaline yön veren düşünceler? Hiçbir zaman bunları sistemli bir şekilde formüle etmeye, bir şablon, bir manifesto çıkarmaya teşebbüs etmedim. Her şey doğaçlama gelişti; gerektikçe ve gerektiğölçüde kavramsallaştırıldı. Belki şimdi biraz düşünüp anlamaya çalışmanın zamanıdır.

Temel motivasyon şüphesiz özgürlüktü. Başkalarına bağımlılığı mümküölçüde sıfırlayıp, kendi dünyamızı, kendi aklımızla, kendi değer yargılarımızla, kendi estetik duyarlığımızla kurma hayaliydi. Fiziksel mekana şekil verme özgürlüğü bunun bir boyutuydu. Diğer boyut, ilkinin zorunlu koşulu olan ekonomik bağımsızlıktı. Başlangıçta turist rehberliği ve gezi kitabı yazarlığıyla yetinebileceğimizi düşündük. Sonra Küçük Oteller Kitabı ve Nişanyan Evleri ile az veya çok ekonomik bağımsızlığa kavuşur gibi olduk.

Düşünürsen her ikisi de kendi yıkımını içinde taşıyan paradoksal başarılardı. Mekânımıza şekil verdikçe, dar anlamda kendi evimizle yetinemeyeceğimizi idrak ettik. Evi korumak için bahçeyi, onu finanse etmek için oteli, oteli ayakta tutmak için köyü, köyü dengelemek için Matematik okulunu, onu tamamlamak için eğitim vadisini düşünmek zorunda kaldık. Gördük ki gerçek anlamda bağımsız olabilmek için dünya imparatorluğu kurmaktan başka çare yok. İskenderi Hindistan’ın kenarına, Napolyonu Moskovaya süren şey hırs değildi düşünürsen; mecburiyetti.

Aynı şekilde KOK ve NEyi ilk başta bir özgürleşme olarak yaşadık. Kendimizi nasıl boğucu bir zorunluluk ve sorumluluk ağına mahkum ettiğimizi ancak zamanla fark ettik. Yılın 365 günü üç yüz küsur küçük otelin sorunlarıyla uğraşmaktan boğulduğumu hissettiğim gün Küçük Oteller Kitabı’nı başımdan attım (2008). Otelden de belki o gün kurtulmalıydım. Yapamadım. Her şeyimle otele bağımlı hale gelmiştim. Her Allahın günü, günde 24 saat otelin görünümüyle, müşterinin memnuniyetiyle, hukuki sorunlarla, personel krizleriyle, elektrik faturasıyla, artezyenle, hidroforla, kaloriferle, web sitesiyle, bankalarla, belediyeyle, şarap stoklarıyla, yoldaki çukurlarla, bahçıvanla, acentelerle, komşuyla, köylüyle, jandarmayla uğraşmaktan başka çarem olmadığını dehşetle fark ettim. 2013te biraz da bu yüzden, bir ateş topunu elimden atar gibi oteli Müjdeye devrettim. Çözüm değildi. Çözüm olmadığı hemen anlaşıldı. Halâ otele bağımlıyız. Halâ ondan kurtulma hayalleri kuruyoruz. Muhtemelen kurtulamayacağız. Belki amansız bir bela gibi çocuklarımıza aktaracağız.

Güzellik Peşinde

Temel motivasyon özgürlüktü dedik. Peki o özgürlüğün içini neyle doldurmalıİpini kopartıçayıra çıktın, hangi otu yemeli?

Benim açımdan belirleyici unsur güzellikti. Akılla terbiye edilmiş, bağırmaktan ziyade fısıldayarak konuşan bir güzellik hayalini el yordamıyla tanımlamaya ve yakalamaya çalıştım. Şirince-öncesi dönemde o kadar bunalmamın bir sebebi, belki de, okuduklarımla, gezip gördüklerimle ve aldığım eğitimle kazanmış olduğum estetik duyarlığın, içinde yaşadığım dünyada, bana neredeyse fiziksel acı verecek ölçüde hırpalanmasıydıŞirincede içinde yaşadığım mekana şekil verme özgürlüğü kazanınca, ruhuma ve aklıma merhem olacak güzel şeyleri yaratma sevdasına kapıldım -- ya da çirkinlikleri ayıklama diyelim, belki daha doğru olur.

Müjdenin vurguları biraz farklı olsa da genel perspektifte çoğu zaman mutabıktık. Obsesif bir tutkuyla her ayrıntıyı inceden inceye düşünüp saatlerce ve günlerce tartıştık. Mutfak dolabının alınlığının oranları ne olmalı? Pencere doğramasını dört bölme mi altı bölme mi yapmalı? Bahçeye dikilecek ağaçların dizilişinde ne kadar katı bir geometri uygulanmalı? Taşd uvarı yamarken Beylikiçinin sarı taşı mı yoksa vadinin beji mi daha uyumlu olur? Günde bunun gibi yirmi, otuz, kırk karar, adeta bir ölüm kalım meselesi gibi saatlerce tartışıldı; acımasız bir estetik ve işlev (ve fiyat) süzgecinden geçirilerek sonuca bağlandı.

O tartışmalarda dile getirilen temalardan birkaçını hatırlamaya çalışayım.

Bir, estetiği asla işleve, işlevi asla estetiğe feda etme. İkisini birden tatmin eden çözümü buluncaya kadar kafa patlat. Fiyat ikinci plandadır; göz ardı edilebilir.

İki, kalabalığın rağbet ettiğşablonlardan uzak dur. Alışılmış ve klişeleşmiş olandan kaçın. Yarattığın her detaya orijinalliğin ve kişiselliğin damgasını vur.

Üç (ikinin devamı), avam tabakasınışablonlarına boyun eğmediğin gibi, şehirli yeni zengin zümresinin şablonlarını da reddet. Marka” kullanma: Marka dediğin şey bir toplumsal sınıfın koyunluk belgesidir. Gücü ve zenginliği veya bir toplumsal zümreye aidiyeti sergilemek için yapılan jestlerden, gösteriş ve israftan kaçın.

Dört, imkanın varsa doğal malzeme kullan. Beş bin yıldan beri kullanılan malzeme yüz yıldan beri kullanılandan, yüz yıldan beri kullanılan malzeme dün piyasaya çıkandan daha iyidir. Denenmiş ve sınavı geçmiştir.

Beş, klasik orantılara dikkat et. Altın oranı ve basit aritmetik oranları (1/2, 2/3, 2/5 gibi) kullan. İlham için antik mimariye, İtalyan Rönesansına, ya da (Türk ve Yunan) eski vernaküler mimarinin geleneklerine danış. Yaptığın her şey sakin ve kalıcı olsun. Yüzlerce yıldan beri hep oradaymış ve yüzlerce yıl hep aynı şekilde kalacakmış hissini versin.

Altı, kendini göster ama bağırmadan göster. Özgünlüğünü ve kişiliğini espriyle, göz kırparak, alçak sesle bildir. Çoğunluk bunu tevazu sanacaktır, daha derini görenler tevazu olmadığını bilecek fakat takdir edecektir.

Yediİnsan bedeninin boyutlarını gözet. Tüm detaylarda ayak, bel, göz, kafa hizalarını vurgula. Dev tasarımlar da yapsan, insan bedeniyle orantılı birimlere bölmeyi ihmal etme. Modern mimari brutaldir. İnsanı ezer. Sen, her köşe ve bucağında insanın evinde ve güvende hissedeceği mekânlar yarat.

Sekiz, sadece ön yüzünü düşünme. Yaptığın iş poposu çıplak bir manken olmasın; hangi açıdan bakılırsa bakılsın farklı bir güzelliğe, monotonlaşmayan bir kişiliğe sahip olsun. En saklı ve işlevsel alanlara da güzellik ve özen kat. Kalorifer dairesinin kemeri de ön cepheninki kadar insan kalbine heyecan versin.

Dokuz, renk kullan. Renklerle oynarken cesur ol. Renk insana sevinç verir. Ama çiğ endüstriyel renkten kaçın; doğanın kırık renklerinden uzaklaşma. Emin olamazsan Monetye danış.

On, Monotonluktan kork. Tekrarlanan motifleri bir süre sonra boz. Egemen kuralı bir süre sonra sorgula. Yaramazlık yap, insanlarla oyun oyna; sıkılmalarına izin verme. Gerçek dehaya sahipsen yaptığın oyunlar Bach’ın müziği gibi, organik bir mantıkla, genel kuralın içinden türer. O kadarını başaramıyorsan da kapristir der geçersin; sevimli ve ölçülü olması için dua edersin.

Geleneğe Saygı

Müjdenin hareket noktasındaki benden farkı Şirincenin mimari geleneğine önem vermesiydi. Müjde köye benden birkaç yıönce gelmişti; Şirinceye gönül vermişti. Ben ise, daha çok bir özgürlük idealine tutkuluydum. Köyün vernaküler diline saygı göstermeyi Müjdeden öğrendim. Köyün eski mimarisine ayak uydurmak, pusulasız yola çıktığımız estetik denizinde işimizi kolaylaştıran bir rehberdi: karar veremiyorsan geleneğe uy. Yaptığımız işin boyutları büyüyüp köy sathına yayıldığında, ister istemez daha çok köölçeğinde düşünmeye başladık. Kendi sübjektif tercihlerimizden öte, köyün bütünsel uyumu önem kazandıözellikle 1996-2005 döneminde Şirincenin mimari geleneğüzerinde kafa yordum. Eski evleri inceledim; restorasyon ustaları için bir el kitabı yazdım. Yaptığımız her işin yüz yıönce Şirinceli ustaların yapabileceği bir iş” olmasına dikkat ettim.

Bu çerçeve bana (2005 dolaylarından sonra biz demeyeceğim, bana) dar gelmeye başlayınca, köyden görülmeyen bir arka vadinin yamacında, Şirincenin  klasik köy mimarisinden farklı bir tarzda, ama yine Şirincelilerin köy dışındaki bağ evlerinde kullanmış oldukları usullerle İlyastepe yerleşkesini inşa etmeye başladım. İlyastepe yeni bir adımdıŞirincenin seküler geleneğinin sınırlarını aşıp, her türlü kültürel konvansiyondan uzaklaşıp, sadece doğal coğrafyanın ve iklimin koşullarını veri alarak, mutlak anlamda güzel ve konforlu mekanlar yaratılabilir mi? Üç beş yıl bu problemle cebelleştim. Önceleri İlyastepeyi elektriksiz (fakat internet bağlantılı) ve tarımsal anlamda kendine yeterli bir mezra olarak düşündüm. Matematik Köyü’nün 2007-2008deki ilk dönem yapılarında aynı arayışı daha iddialı, işlevsel anlamda daha cüretkâr bir düzleme taşıdım. 21ci yüzyıla ait bir eğitim kampüsüçağdaş teknolojiden ve yakıçağların kültürel şablonlarından mümkün mertebe kendini arındırıp bir mezra mantığıyla inşa edilebilir mi? Ali Nesinle sonsuz didişmeler pahasına, bir iki yıl bu hayalin peşinden koştum.

Matematik Köyünde işler büyüyünce referans çerçevemizi genişletmek zorunda kaldık. Mezra yapmak iyi güzel de, mezrada 250 kişilik amfi olmaz; balçıkla ve taşla yaptığın binaya seksen bin kitaplık kütüphane sığmaz. Mezrayı bırak, Şirince köyünün geleneksel dokusunda da bunlar için emsal bulamazsın. Sonuçta deneyerek, yanılarak, vicdanımızla çarpışarak, ikna ve diyalektik yeteneklerimizi sonuna kadar zorlayarak, şöyle bir formülasyona vardık: Yirminci yüzyıldan önceki iki bin yılda Ege havzasında yapılmış ve yapılabilecek olan her şey referanstır.” Bir dizi cüretkâr anıt bu anlayışla yapıldı; ya da, dürüst olmak gerekirse, bu anlayışla savunuldu ve ibra edildi. Hamam (14. yüzyıl Batı Anadolu beylikleri), kaya mezarı (M.Ö. 5. yüzyıl Likyadan daha geniş bir alan), Hodri Meydan Kulesi (Gürcü ve Yunan ortaçağı?), Tiyatro Medresesi (emperyal Roma - Osmanlı sentezi), kütüphane (romanesk bazilika? ağa konağı?). Risk belirgindi, buna rağmen Disneyland yahut temalı Rixos otelleri tuzağından kaçınabildik sanıyorum. Ölçekte tevazudan, dokuda doğallıktan çok uzaklaşmadık. Yaptığımız her şeye biraz harabe tadı kattık, bin yıldır o çevreye ait olmuş, onunla beraber eskimiş yapıların lezzetini yakalayabildik. Ege ve Akdenizin ıssız bir dağında dolaşırken karşılaşıldığında insanı yadırgatmayacak görüntüler oluşturmaya özen gösterdik.

[Son paragraf genel istek üzerine kesildi.]

14 yorum:

  1. sevan nişanyan : iç döküş,mizah,politik tavır,öz eleştiri,edebiyat,felsefe,ruhsal çalkantı...ve daha bir çok şey.. teşekkürler sevan...ve selamlar...
    Yanıtla
  2. Özgün ve Özgür insan, bu Dünya'ya fazla gelir. Yermemi, beğenmemi anlamam.
    Yanıtla
  3. Alt ve ust bilinc her zaman vasata hizmet edegelmistir.
    Yanıtla
  4. Başarısız olduğunuz kesinlikle doğru değil, belki biraz hızlı olduğunuz söylenebilir bu anlamda Müjde Hanımın doğal bir öngörüyle hissettiği ama dile getiremediği itirazları ciddi ye almalıymışsınız.Fakat bazen yenilmenin de hayata dair olduğunu unutuyoruz. gelecekte buralarda yaşayacak mimarlar ve sosyal bilimciler sizi çok ciddiye alacak bundan emin olun.
    Yanıtla
  5. Sevan,
    I did not read your blog about Sirince, (I don't mean disrespect but it is more of a self preservation, I get depressed deeply). I don't get people like you (my comments are not about us Armenians or any other ethnicity), when odds are so overwhelmingly stacked up against you why would you waste your life in a place you basically know having no chance? I knew this fact before I was a teenager. Growing up in Istanbul, visiting Germany when I was 13..I knew I was living in land as a foreigner....I did not know (then) 10% of my history, except Mayrik's tales of Kesim (butchery, the word she used)..even then it sounded like a bad dream...
    Anyway, I won't keep it long....I made it to US,(long ago) left the personal anguish, mental carnage behind...Never looked back... I know the places you are talking about, therein lies places beyond beauty...But at what cost....
    I for one never, ever wanted to have anything to do with the land of my ancestors......
    Those Lands, encompassing Ani, are not as important as a single Armenian (like Hrant).....
    And yet you chose to stay, I feel for you.

    Yanıtla
  6. Yazınızı başından sonuna kadar büyük bir keyifle okudum. Şirince'ye ilk gittiğimde yaşadığım hayal kırıklığını anlatamam. Evlerin mimari dokusunun güzelliği ne yazık ki yaşayanların sığ sularda boğulan hırslarıyla görünmez olmuş. Para hırsı bilginin önüne geçmiş. Kaçarak uzaklaşırken Matematik Köyü'ne gittim. Aynı coğrafi konumda birbirine neredeyse sırt sırta yapışık duran bu iki bölgenin ruhunun farklılığı çok keskindi. Matematik Köyü aynı Hayao Miyazaki'nin çizgi filmlerindeki tapınakları ve ruhu çağrıştırdı bana. Sonsuza kadar yaşayacak bir ruh orada doğmuş ve büyün taşları tülden bir sırla kaplamış gibiydi sanki. Sessizlikte sözleri, karanlıkta ışığı görebilmeniz için tasarlanmıştı her şey. Durmak sadece durmak istedim. Aynı hissi Tiyatro Medresesi'nde de yaşadım. Nişanyan Oteli ise hepsinin tam üstünde tatlı bir tevazu ve muziplikle gülümsüyordu. Teşekkürler bu ruhu görebilmemi sağladığınız ve yaşattığınız için...
    Yanıtla
  7. Abi böyle biyografi işlerine girşmişken.. Böyle bi yazı yazılmış vaktiyle, ne diyorsun?

    http://annschauen.blogspot.com/2014/10/aslanl-yolda-ozgurlugu-ararken.html
    Yanıtla
  8. şirince gercekten huzurlu yer.
    Yanıtla

    Yanıtlar


    1. Hadi canım sen de. Nişanyan Evleri huzurlu, Şirince değil.
  9. Sizi içeride tutan zihniyete lanet olsun. Bu ülkeye kendimi bildim bileli aidiyet hissetmedim ve sanırım ölene kadar da hissetmiyeceğim. Ölünce toprağına karışmaktan başka. Bulunduğunuz çukurdan dahi ışık saçıyorsunuz. Bu zift karası zihniyetin gözleri kamaşıyor ışığınızdan. Sizin için ve bizler için iyi şeyler olmayacak galiba bu coğrafyada. Bir an önce aramıza dönmeniz dileği ile.. Sevgiler saygılar hocam..
    Yanıtla
  10. Güzel ve içten bir iç hesaplaşma olmuş. Zevkle okudum.
    Yanıtla
  11. Toplum olmayan yerde birey olmaya kalkmak en büyük suçtur, Sevanyan'a çektirilen kefaretin asıl nedeni maalesef budur.
    Yanıtla

Post - truth

$
0
0

''Bana cahil diyorsun, al sana işte cahilden de cahilim'' diyor. Barbarizmi bir hayat tarzı ve onur meselesi olarak benimsiyor.


ustos 2014'te yazılmış bir mektuptan.

''Agresif cehalet'' deyimini yanlış kullandım herhalde. Evliya Çelebi hiç saldırgan biri değil. Daha ziyade ''galiz cehalet'' demek lazım belki. Öylesine fahiş bir cehalet ki düz bilgisizlikle tevil etmek zor, sanki arkasında bir kasıt, bir tür meydan  okuma var. Bilgiyle tedavi edilebilecek bir şey değil, bir tür tercih, ya da ruh hali.

Bu tür cehaleti mesela ilk devir Hıristiyan yazarlarında görürsün. Antik çağın alabildiğine sofistike, dünyevî, gerçekçi yazarları gider, yerine hurafe ile olguyu ayırt etmekten aciz, çocuk ruhlu bir takım safdiller gelir. Ayrıntıya girersen görürsün ki bu bir çeşit sosyal / sınıfsal tercihtir, bir meydan okumadır. ''Senin gerçekliğin, senin bilgi birikimin beni ilgilendirmiyor, seni topyekün reddediyorum'' diyor. ''Bana cahil diyorsun, al sana işte cahilden de cahilim'' diyor. Barbarizmi bir hayat tarzı ve onur meselesi olarak benimsiyor.

Bugün başta ''İslam'' olmak üzere çeşitli kisveler altında ortaya çıkan fenomeni de böyle yorumlamak lazım. Bir tür bilinçli cahilleşme. Cehalet yoluyla dünyaya meydan okuma. Aynı zamanda sınıfsal bir şey, bilgiyi tekeline almış görünen düzene karşı isyan.

Bir yönüyle iyimser olmaya çalışıyorsun. Bu denli cahil adamların hakikatle başa çıkmasına imkân yok, elbette yenilmeye maḥkūmdurlar diyorsun. Ama işin tuhaf ve acıklı tarafı, cehaletin sağladığı bir garip dokunulmazlık var: yenildiğini bilemeyecek kadar cahil olan adamı yenemezsin. Hakikati tanımamayı sanat haline getirmiş birini hakikat zeminine çekemezsin. Acemi satranççılar vardır, üç hamlede mat dersin, oynamaya devam ederler; sıkışınca tahtayı devirirler. Durum onu andırıyor.

Evliya Çelebi garibim, inşallahu teala Viyana'yı da alacağız hayaliyle yaşamış ve ölmüş. Viyana'yı ziyaret ettiği ve sosyal ve ekonomik gücünü ucundan da olsa gördüğü halde umudunu yitirmemiş. Ölümünden üç yıl sonra 1683'te nihayet denemişler. Öyle bir tokat yemişler ki Viyana'yla beraber Macaristan'ın tamamı ve Sırbistan'ın yarısı gitmiş. İki yüz sene o tokadın şokunu atlatamamışlar.

Bu iyimser senaryo. Yazık ki bugün dünyanın öncüsü olan ülkeler o dirayete sahip görünmüyor. 1683 Viyana'sından çok 390 ve 400'lerin Roma İmparatorluğu gibi duruyor.

10 yorum:

  1. "The illiterate of the 21st century will not be those who cannot read and write, but those who cannot learn, unlearn, and relearn" Alvin Toffler' den Blbu veciz ve vurucu aforizmayı paylaşmak istedim.
    Yanıtla
  2. ben de aristotelesi ilk okuduğumda ilk kez evliya çelebi okuyan sevan nişanyan tepkileri vermiştim bu ne ya adam neler diyor bu kadar da yanlış bilgi üzerinden yorum yapılır mı styla. her metin eskimeye mahkum "farklı bir sosyal ve tarihi bağlam" içinde yazılmış bir metni verimli okuyabilmek bir metodolojik yaklaşım gerek yoksa 200 300 sene önce yazılmış hiçbir yazardan tam anlamıyla faydalanamayız aristo platon kant locke "batı" fikriyle rahatça özdeşleştirebildiğin hangi figür olursa olsun geçerli bu
    Yanıtla
  3. Yenemezsin fakat bunları kontrol edersin. Bugünün Avrupasının çokca saftirik olduğuna katılıyorum. Fakat Amerika (Trump demiyorum) ve Putin (Rusya demiyorum) öyle değil. Çift taraflı oyun oynanmaz bunlarla ve kaybetmeleri için, kaybettiklerini bilmelerine gerek yok bence. Denizaltılara yerleştirilen elektro rail gun'lar, boston dynamics ve darpa'da geliştirilen humanoid askerler bu hızla giderlerse 20-30 sene içerisinde yayılcaklar ve ordularda yerlerini alcaklar. Amerika'nın ve Rusya'nın milyonlarca kafasızı da ülkelerine doldurcaklarını da sanmam. Dün İsviçre'de olan İşid saldırısından sonra, Facebook'ta gazete haberlerine yazılan "iyi olmuş" yorumlarını ve yapılan likeları gördükten sonra, Avrupa'ya da saftirik olup almasınlar bunları ülkelerine dedim. Bunlar vahşi yani. Viking çağında yaşasan anlarsın da, Normanlar da vahşilermiş fakat yıl 2017 olmuş hala vahşilik devam.
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Saldırı isveçte gerçekleşti. Stokholm de. Otomatik yazım doğrulamanın gadrine uğradınız sanırım.
  4. Çin üzerine ne düşünüyorsun sayın üstad,ABD'yi geçebilir mi?
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. nisanyan cin'i bilmez.
  5. Eh, sizin de daha önce dediğiniz gibi, bilgili olmak uzun ve yorucu bir yolculuktur, işte bunun yerine cehaleti kültür olarak sahiplenip batılının himmeti ve hoşgörüsü ile yaşamak daha kolay geliyor mümin kardeşlerimize.
    Yanıtla
  6. Kasıtlı cehalet çok yerinde bir tespit. Özellikle sağ popülizmin yükselişiyle gündeme gelen anti-entelektüalizm bu çerçevede ele alınmalı. "Alternative fact"lerin bu kadar gözde oluşu da bu yüzdendir: İnsanlar söylenenin yalan olduğunu bile bile inanmışcılık oynuyorlar. İşin garibi bu "role play" insanlara her iki kampa karşı müthiş bir politik güç veriyor.

    Bunun yanında dünyanın düz olduğuna, yerçekiminin yalan olduğuna, neil armstrong'un aya çıkışının kurmaca olduğuna ciddi ciddi inanan insan kitlesini "cehaletin isyanı"ndan başka bir olguyla açıklamak pek mümkün değil sanırım.
    Yanıtla
  7.    Sevan hocayı yıllardır takip ederim, bu yazı şimdiye kadar belki de yazdığı en iyi siyasi analiz olmuş, hedefi tam onikinden vurmuş, ne var ki bütün yazıları bu kadar tutarlı değil.

       Ben hep söylerim, AKP'nin yıllardır namağlup olmasının da sebebi budur, temelinde sınıf kavgasıdır, en dibinde maddiyat yatar. Ne demişler, biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar.

       Yalnız sevan hocama şunu da hatırlatayım, o şuurlu tercih olan asi fakat agresif olmayan cehalet, artık peyderpey agresif cehalete dönüşüyor. Materyalistlerin ve en başta Marksistlerin ısrarla iddia ettiklerinin aksine, her şey de sınıf mücadelesi değildir; İdeolojik farklılıklar ve/veya menfaat uğruna da birbirleriyle aynı veya yakın seviyede olan sınıflar, birbiriyle çatışabilirler. Misal, Türkİslamcı-Kürdİslamcı, TürkSolcu-KürdSolcu, Sünni-Şii, AKP-Cemaat, El Kaide-IŞİD, AB(Almanya)-Britanya, Sovyetler Birliği-Çin Halk Cumhuriyeti vs...
    Yanıtla

Sözlük notları: Hamur, hilaliahmer, mahmur

$
0
0
Arapça kalın ḥa ح ile iyice art damaktan gelen xa خ ayrı fonemler, alakasız iki ses. Buna karşılık akraba diller İbranice ve Aramcada bu ayrım yok, ḥet ח sesi her ikisini karşılıyor. Dolayısıyla Aramcadan Arapçaya alınan, ya da Aramca ile Arapçada ortak olan bazı kelime grupları, Arapçada telaffuz ve anlam bakımından ayrışıp iki ayrı yola gitmiş olabiliyor.

Misal. İbranice ve Aramice ḥamar/xamarחמר “(ateşte veya güneşte) kızmak, kızarmak, kırmızı olmak”. Bundan türeyen fiil adı ḥmar/xmar, modern Süryanicesi xamro“şarap”. Tevrat’ta MÖ 600’lerden itibaren kaydedilmiş. Arapça “şarap” anlamına gelen xamr’ın خمر bundan geldiğine şüphe yok, çünkü şarap Suriye-Filistin sahiline özgü bir ürün, eski devir Arapları için egzotik bir ithal malı.

Arapça yerli olan bir ḥmrحمر kökü var, “kızıl, kırmızı” demek. Hilal-i aḥmer’i biliyorsunuz “kızıl ay”, ḥamrâ onun dişisi “kızıl kadın veya şey”, El-ḥamrâ kırmızı taştan yapılmış meşhur bir saray. Bir de muḥammara var, Antakya mutfağına özgü kırmızı salça mezesi.

Arapça xamr ayrı yola gitmiş. Bir kere bundan “mayalanmak” anlamına gelen bir fiil çıkarmışlar, İngilizcesi hem to ferment (üzüm mayalanmak) hem to leaven (hamur mayalanmak, kabarmak). Kabarmış hamurun Arapça adı xamîr, bildiğimiz hamur. Ayrıca xumâr“şarabın verdiği sarhoşluk veya sersemlik hali” ve oradan türeyen maxmûr var, o da Türkçede mahmur diye geçer.

Yok efendim hamr "örtmek" demekmiş, şarap bilinç örtermiş, o yüzden Kurani Kerim hazretleri hamr demiş vs., onlar işin palavrası.

Hocanın öyküsü

$
0
0
Hoca, Farsça ve Türkçede ortak bir kelime, orijinal telaffuzu xırıltılı xı ile xoca. Farsçada genellikle sağır vavla خواجه yazılıyor, xoca yahut xʷâca okunuyor. Yüksek Ortaçağda, yani en geç 13. yy başlarında Acem-Türk dil alanında salgın gibi yayılan bir unvan, tahminimce medrese = üniversite eğitiminin yaygınlaşmasıyla alakalı bir şey olmalı.

Aslı Türkçe, bildiğin koca. Kocamak fiilinden, “yaşça veya mevkice büyük kişi”. Türkçe qalın q sesinin o devirde standart telaffuzunun xı olduğu anlaşılıyor; Farsçaya daima xı خile aktarılmış. (Misal: Türkçe qalın => Farsça xalî, bildiğimiz halı.)

Latince karşılığı magister, “yaşça ve mevkice daha büyük kişi, ağabey”, ki o da tastamam aynı yıllarda Batıda üniversite ıstılahı olarak yaygınlaşmış bir terim.

Latince doctor’un Türkçe/Farsça karşılığı molla. Arapça mawlâ’dan, “veli kılınmış”, dolayısıyla “bakıcı, gözetici, öğretmen”. Bu unvan da medrese kültürüyle birlikte 12.-13. yy’larda yaygınlaşmış. (Mevlânâ = “hocamız”.) Türkçe ve Acemce kullanımda /aw/ diftongunun en erken tarihlerden itibaren /o/ya yuvarlandığı görülüyor, mowlâ, molla, hatta monla yazımları tipik.

Doktorun anlam evrimi de aşağı yukarı aynı: “gözkulak olucu” > “öğretmen” > “üniversiteden hocalık belgesi almış kişi”.

*


Master’a hoca, doktora molla demek azıcık şoke edici, değil mi? O şok hissinde, düşünürsen, bin yıllık bir kültürel çöküşün inkâr edilemez izi vardır. Bir zamanların itibarlı unvanları nasıl perişan olup ayağa düşmüş, yerine kâfiristandan yeni itibar simgeleri ithal etmek zorunda kalmışlar.

Sözlük notları: Acur, incir, güğüm

$
0
0
Yunanca angúri, tam yazımı aggourion αγγούριον, bildiğimiz salatalık, yani hıyar. Mesela “ful aksesuarlı salata yerine bize biraz domates salatalık doğra” diyeceksen angurotomata ısmarlıyorsun.

Du Cange sözlüğüne göre Bizans Rumcasında, 11. yüzyıldan bir müddet önce zuhur etmiş bir kelime. O dönemde kültürel akımlar genellikle doğudan batıyadır. Belli başlı ciddi sözlüklerin hepsi kelimenin kökeni hakkında kesin bir şey söylemekten kaçınmışlar. Arapçaya bakmışız, Arapçada ˁaccūr var, Mısır lehçesinde aggūr olur, “bir çeşit şekilsiz ve pürtüklü salatalık veya yeşil kavun” diye geçiyor, bildiğimiz acur. Adana ve Antep yöresinde yaygındır, Ege’de de az çok bilinir. Nişanyan Sözlük buna kanmış, Yunanca sözcüğün muhtemelen Arap veya diğer Ortadoğu kökenli olduğuna hükmetmiş.

Halbuki burada birkaç problem var. Bir kere ˁaccūr klasik devir Arapçasında yok, sonradan çıkma bir kelime, Wehr sözlüğü “Mısır lehçesi” diye belirtmiş, Lane sözlüğü Yunancadan alıntı olabilir demiş. İkincisi, sözcüğün Arapça bir etimolojisi yok, akrabaları, kökteşleri, benzerleri vb. görünmüyor. Üçüncüsü, ayınlı ve şeddeli ˁaccūr ve ayınsız-şeddesiz acūr diye çeşitli yazımları var ki bir kelimenin yabancı asıllı olduğunun en kuvvetli belirtilerinden biridir. Dördüncüsü ve en önemlisi, Du Cange’ın Latince icik bicik yarım sayfalık paragrafı içinde saklanmış bir detay, meğer en erken el yazması glossarium’larda angúrion yalnız salatalık değil, ayrıca incir (συκιά) diye tercüme edilmiş. Bu bizi heyecanlandıran bir bilgi. Çünkü Farsça ancîr ve Türkçe incîr sözcüğünün kaynağı konusunda eski sözlükler ihtilaflıdır. Farsçanın klasik sözlüğü Burhan-ı Katı bu kelimeye yer vermez, Meninski Türkçe der, Steingass Farsça olduğunu ima eder. Oysa besbelli nihai kaynak Bizans Rumcasındaki angúri olmalı. Ortaçağın ortak kültür dili Arapçada ve Arabize edilmiş (muarreb) Farsçada standart olan usul gereği /g/ sesinin /c/ olarak telaffuz edilmesi normal: agguri > accur.

Problem şu: bir şey hem incir hem hıyar nasıl olur? Ne alaka?

Angúrion, +ion ekiyle küçültülmüş bir isim; “angur-cuk” demek. Du Cange’a bakıyoruz, Ortaçağ Rumcasında ánguros άγγουρος neymiş? “Bal peteğinin bir hücresi” ve “balla yapılan bir çörek” demekmiş. İncire uyar, ama hıyarla alakasını kurmak zor. Antik Yunanca için Lewis & Short nihai otoritedir. Orada tabii bu kelimeler yok, ama ángos άγγος var: “kapçık, desti, her türlü sıvı kabı, şarap destisi, ölülerin küllerinin konduğu vazomsu kap (funeral urn)”, ve aha, en dipte ufak bir ek: “bal peteğinin hücresi”. Homeros’tan beri kaydedilmiş. En erken anlamı belli ki “susak, su kabağı” olmalı. İnsanoğlu MÖ 6000-7000’lerde çömleği keşfetmeden önce standart su kabı kabaktı, hani şimdi fener filan yapıyorlar, sert kabuklu ve saplı cinsi. İlkel dillerin çoğunda çömlek ve destinin adı oradan gelir. Mesela Latince cucumis “kabak” > “su kabı, bakraç”, oradan da bildiğimiz Türkçe güğüm. Ánguros’taki +uros’un işlevini burada kimse bana açıklayamadı, ama apaçık ki kelime esasen “kapçık” demek. Desti uyar, bal peteği hücresi de uyar, incir de uyar.

Yaban hıyarı (Ecballium)
Ama salatalık uymaz görünüyor. O yüzden önce ı-ıh dedim, inanmadım. Salatalığın incirle aynı adı taşıması tuhaf bir şey, mantığı yok, ayrı kelime olmalı. Sonra aniden aydım. Latince cucumis “kap, desti”, cucurbita ve daha sonra cucumer “hıyar”. Besbelli ona paralel bir mantıkla ángos “kap, desti”, angúrion “hıyar”. Şahane! Neyin kabıymış? Elbette eski çağın hıyarı bugünkü o devasa yeşil cilalı nesne değil, daha çok yol kenarlarında yetişen, olgunlaşınca cırt diye içini püskürten yaban hıyarına (Ecballium elaterium, Ebucehil karpuzu) benzer bir şey. Plinius Doğa Tarihi, 19.23’te hıyar denilen şeyin çok küçük ve genellikle siyah veya “mum rengi” olduğunu, içinin kıkırdaksı madde ile dolu olduğunu, Campania’da yetişen hıyarların “ayva şeklinde” olduğunu bildiriyor. Böyle düşününce “kapçık” fikri sanki anlam kazanıyor. Belki de halen Afrika’da yetiştirdikleri şu resimdeki hıyara (Cucumis anguria) benzeyen bir şey düşünmeli. İncir hıyarı? Mümkünmüş.

Cucumis anguria

Az daha devam edelim. Rusça ogurets, Lehçe ogurek, Çekçe okurka “hıyar”; Vasmer sözlüğü Bizans Rumcasından alıntıdır diyor. Angurion’ın bir kez daha küçültülmüş şekli bunlar, küçüle küçüle bir hal olmuş meret. Almanca Gurke “hıyar”, bir Slav dilinden, muhtemelen Lehçe veya Çekçeden alıntı diyorlar, oradaki /k/ sesi başka türlü açıklanamıyor. İngilizce gherkin de muhtemelen Almancadan ithal. Herhangi bir hıyar değil, turşu yapılan küçük cinsi için bu ad kullanılıyor.

*

Sözlüğün yeni baskısının çalışmaları, beş yıllık bir maratonun sonunda, geçen Cumartesi bitti. Ya da ben öyle zannettim. Derin bir nefes alıp, kuşlar gibi özgür, birkaç günlüğüne Atina’ya geldim. Burada bir angurion tartışmasına daldık, iki maddeyi baştan yazmak gerekti. Ertesi günü Şükrü Ilıcak’a rastladım, sende neler var, bende neler var derken 64 cigabayt pdf kitap yüklenip eve döndüm. Çıktı mı şimdi en az üç beş aylık ek iş?

Bitmeyecek bu ırgatlık galiba.



Enver Paşa

$
0
0
Enver Paşa modern Türk milliyetçi projesinin kurucu figürüdür. O projenin içinde milletin “Türk” diye tanımlanması vardır. Bin yıllık İslami hamasetin “modernlik” cilasıyla cilalanması vardır.  

“Enver Paşa ne yapsa beceremedi” klişesi çoluk çocuğun beynine iyice yerleşti, düzeltmek artık zor. Gene de sorgulamadan durmamak lazım. Belki bir iki kişinin kafasına ufak da olsa bir soru tohumu eker. Ya da memlekette hala biraz tarih bilen bir avuç insanın yüreğini bir tık soğutur, saç baş yolmaktan kelleşen kafalarında iki kıl kurtarır.

Enver Paşa modern Türk milliyetçi projesinin kurucu figürüdür. O projenin içinde milletin “Türk” diye tanımlanması vardır. Bin yıllık İslami hamasetin “modernlik” cilasıyla cilalanması vardır. Gayrimüslim nüfusun yok edilmesi vardır. İngiliz düşmanlığı vardır, ki sonradan Amerikan düşmanlığına evrilmiştir. Harf devrimi ve dil devrimi vardır. Anadolu’da yer adlarının değiştirilmesi vardır. Köhnemiş Osmanlı hanedanının tasfiyesi fakat kurucu ideolojisinin (“Viyana kapılarına dayanan ecdadınız …”) korunması vardır. “Vatan mevzubahis ise gerisi teferruattır” düsturu vardır. O anlayışın getirdiği gözüpek pragmatizm vardır. Projenin teorik sözcüsü Ziya Gökalp’tir, ama kurucu ve yönlendirici irade Enver’dir.

Halefi olan paşa oportünisttir - fırsatçı yani. Enver’in boşaltmak zorunda kaldığı alana yerleşmiş, işine geldiği ölçüde onun fikir ve projelerine sahip çıkmış. Enver'de belirgin olan naiv imanı Cumhuriyet'in kurucusunda pek göremezsin.

Memleketin kaderine yüz yıl boyunca damgasını vurmuş birine her şey söylenebilir de, “beceriksiz” demek haksızlık olur sanırım.

Evet, girdiği savaşı kaybetti. Kişisel kariyeri trajediyle sonlandı. Ama kişiliğinde yer yer absürtlük sınırına varsa da romantik bir kahramanlık boyutu olduğunu inkâr edemeyiz. 1908’de Resneli Niyazi ile birlikte dağa çıkıp, kendisini yakalamak için seferber olan Osmanlı ordusuna kırk küsur gün meydan okuması “becerisizlik” midir? 1913’te bir avuç adamıyla Babıali’de hükümeti basıp iktidarı ele geçirmesi “becerisizlik” midir? Tacikistan dağlarında elde kılıç, arkasında yirmi tane çapulcuyla Sovyetler Birliği’ne savaş açması komedi midir, yoksa Homerik bir destan mıdır, ben karar veremiyorum şahsen. O dağlarda son nefesini verdiği günlere dek kendine Türkistan Emiri unvanı vermiş; Afganistan kralına, Buhara beylerine emirnameler göndermiş. İlk bakışta gülünç diyorsun. Sonra Cengiz’le Timur’u, hatta İskender’i hatırlayınca o kadar emin olamıyorsun. Büyük risk almadan büyük adam olunur mu?

Ülkeyi Birinci Dünya Savaşına sokmakla suçlanıyor. Peki, başka seçeneği var mıydı sahiden? Kumardı evet. Ama savaş dışı kalma ihtimali var mıydı? Türkiye’nin sipariş ettiği iki dretnota 1918'de İngilizlerin el koymasından sonra İngiltere ile uzlaşma imkânı kalmış mıydı? O açıdan bakınca Göben ve Breslau hadisesi dahiyane bir taktik hamle olarak görünüyor.

Sarıkamış’ta yüz bin askeri telef ettiği söyleniyor, ki gerçeği 40.000 kadar ölü ve bir o kadar esir ile bir miktar asker kaçağıdır. İyi de Kars taarruzu Alman büyük stratejisinin hayati ögelerinden biriydi; Türkiye’nin “hayır” deme şansı yoktu. Amaç Rus ordularının bir kısmını Kafkas cephesine çekip Doğu Avrupa cephesini rahatlatmak olduğuna göre, sonuçta harekâtın pekala başarılı olduğu da söylenebilir. O operasyonda Enver’e ait olan fikir, askeri Allahüekber Dağından aşırıp Sarıkamış’ı arkadan vurmaktı. Çılgın bir riskti ve hezimetle sonuçlandı. Ama ya başarılı olsaydı? Sanırım bugün bir askeri dehadan söz ediyor olurduk.

İsmet İnönü’nün hayatının son demlerinde Abdi İpekçi ile yaptığı röportaj dizisini okuyun bence. Cumhuriyet tarihinin ilginç belgelerinden biridir. Bir yerinde İnönü yanlış hatırlamıyorsam “Atatürk bir stratejist değildi” der. İpekçi “kimdi stratejist” diye sorar. İnönü “Enver Paşaydı” cevabını verir, sonra iki eleştirel cümleyle cevabın şokunu yumuşatmaya çalışır.

Enver’in gerçek bir günahı varsa tabii Ermeni soykırımındaki rolüdür. Ama sonradan Enver’i silmeye çalışanlar bunu itiraf etmekten aciz oldukları için, geçmişi unutturmaktan ve karikatürize etmekten başka çare bulamadılar.


  1.   Orası öyle, fakat Meclis-i Mebusan reisi Ahmed Rıza'ya göre Ermeni Jenosidine yol açan Tehcir işinin asıl beyni Bahaeddin Şakir ve uygulayıcıları Büyük Efendi(Mehmed Talat), Küçük Efendi(Kara Kemal), Dr Nazım gibi figürlerin yanında aslında Enver Paşa'nın rolü ikincildir. 1917 ve bilhassa 1918'deki Enver Paşa'nın mektuplarını okursanız pek çok yerde "Artık Ermenilerle barışmak lazım gelir, Ermenilerle husumeti bitirelim, Ermenilerile sulh yapılmalı... vs" gibisinden sözler göze çarpar. Benim anladığım kadarıyla bu işten cidden rahatsızlık hissetmeye başlamış. Üstü kapalı da olsa böyle bir pişmanlık duymaya, İttihatçı zevatın, (bu işe en baştan beri karşı olanlar haricinde) geri kalanında rastlamak pek mümkün değil.

      Hatta belki biraz da bu yüzden amcaları Halil Paşa'nın(Halil Kut), Enver'in kendisi gitmeye çok hevesli olmasına rağmen, 1918'deki Azerbaycan harekatına Enver'in biraderi Nuri'yi gönderdiği rivayet edilir. Ben mesela bizzat Azerilerden işitmiştim, Nuri Paşa'nın emrindeki İslam Ordusu askerlerinin, Azerbaycan'daki Ermenileri nasıl kılıçla doğradığını, ki onlar da kendi babalarından dedelerinden kendilerine anlatılanları naklediyorlardı.

       Enver'in üzerinde durulması gereken asıl diğer bir suçu da mürtekip olması, gerçi İttihatçıların ekserinin hırsız olduğu bilinmektedir. Kukla padişah Sultan Reşad'ın, Talat Paşa hükümetine yaptığı tek ikaz, yolsuzlukların artık ayyuka çıkması yüzündendir.
    Yanıtla
  2. Anlamadığım nokta zaten adam tu kaka ,beceriksiz, bir de ölümüne kadar deli. Neden opportunist halefi - bir de medeni dünyaya meraklı, vizyon desen yerinde, soykırımı Enver'ın üstüne atıp kaçmaz da habire hummalı bir saklambaçtır oynanır?
    Yanıtla

    Yanıtlar




    1. Seni destekleyen Anadolu eşrafının çoğu Ermeni mülküne konmuşsa hatta oturduğun Çankaya köşkü bile Ermeni malıysa inceden meseleyi örtersin unutulur diye umarsın.
    2. Cumhuriyet döneminde de yağma devam etti. Gayrımüslimlerin elinde avucunda kalanlar da Varlık vergisiyle gitti.
    3. Ermenilerin o malları nasıl edindiklerini hiç araştırdınız mı? Bu soruyu zamanında Nişanyan'a da sormuştum, verdiği yanıt kaçamak ve konuyu kapatmaya yönelikti: "Çalış senin de olur".

      Ancak konu öyle "çalış senin de olur" denerek alaya alınacak kadar basit değil. Sorum şuydu: "Ermeniler, tarihi Hayastan dışındaki bunca malı mülkü, köşkü, sarayı nasıl edinmişlerdir? Örneğin Çankaya Köşkü Ankara'dadır ve Ankara tarihi Hayastan içinde değildir".

      Yanıt basit, tefecilik, hile, hurda ve hülle ile. Haram yoldan, gaspla gelen mallar benzer biçimde elden çıkıp gitmiş desek yeridir, bir tür İlahî Adâlet, tıpkı önüne geleni içeri alan fetöcülerin şimdi kendilerinin içeride olmaları gibi, İlahî Adâlet işliyor...

      Osmanlı zamanında servetin ve piyasanın %90'ı Gayri Müslimlerin elindeydi, başta Rum ve Ermeniler, ikincil olarak da Yahudi ve Süryaniler. Bu durum, yüzyıllar boyu Müslüman halkta bir tür alerji ve kıskançlık yaratmıştı. Tıpkı bugün görece daha iyi eğitimli olan ve dolayısıyla daha iyi yaşayan Kemalistlere İslamcılar kin ve nefretle karışık bir kıskançlık duymaları gibi. Mesela bugün Kemalistlere bir soykırım yapılsa, mallarına mülklerine el konsa kimse kılını bile kıpırdatmaz hatta herkes "oh olsun" der, çünkü Kemalistler uzun bir süre şeytanlaştırıldılar, bu durum daha önce Rumlara ve Ermenilere de yapılmıştı, sonucu soykırım oldu. Ergenekon ve Balyoz gibi fetöcü kumpaslarda aslında Kemalistlere yönelik düşük yoğunluklu bir soykırım izledik, herkes ayakta alkışladı bu zulmü. İşte Rum ve Ermeniler kesilip mallarına konulurken de böyle bir psikolojik ortam vardı, herkes "oh olsun gavurlara" dedi, "onlar bizi yüzyıllardır sömürüyorlardı, hak ettiler" dedi halk...

      Osmanlı devrinde bunca malı mülkü sermayeyi ve piyasayı elinde tutanlar Türk kodamanlar olsaydı, yapılan devrimi solcular alkışlayacak ve "Yaşasın Mustafa Kemal yoldaş, burjuvalara dersini verdi" diyecekti, ancak bizdeki burjuva kesim Rum ve Ermeni olduğu için, halkı sömüren bu kodamanlar eleştirilemiyor, bu ayrıntı gözden kaçıyor. O köşkleri, yalıları yapan Ermeni kodamanlar, kaç gariban Ermeni'nin, Türk'ün, Kürd'ün malını, hile hurdayla ele geçirmiş, topraklarını nasıl cukkalamış bunları irdeleyen yok. Hepsi alın teriyle kazanılmış mallar sanki...

      Urartular kimdi ve Urartulara ne oldu meselâ soran bile yok. Çünkü Ermeniler sağ olsunlar, geriye "bir tek" Urartu dahi bırakmadıkları için, Urartuların acı dolu öykülerini dinleyemiyoruz, ne Urartu'yum diyen biri kaldı ne Urartuca diye bir dil... İlâhî Adâlet diye bir şey var ağalar, Tanrı hiç bir şeyi unutmaz... Kim, kime ne yaşattıysa aynısını kendi yaşar, İlâhî Adâlet sistemi böyle işler. Kürtler mazlum halk değil mi? Mazlum evet, Hurrilere ne olmuş, onu da bilmiyoruz, onlar da geriye"bir tek" Hurri bırakmadıkları için onların öyküleri de anlatılmıyor, sanki tarih Ermeni ve Kürtle başlıyor Anadolu'da...

      Özetle, Kürtler Hurrilere, Ermeniler Urartulara, Rumlar da Anadolu yerlileri olan Hititler, Luviler, Frigler, Lidyalılara neler yaşattılarsa kendileri de onu yaşadılar. Sen kesip mala konarken "oh oh", ancak sıra sana da gelince "hünk hünk" olmaz ağa, yukarıda yazdık, Tanrı unutmaz.

      Bugün Müslümanlar neden bu hâlde? Onlar da geçmişte yaptıklarının karşılıklarını görüyorlar...

      Konu dağılmış gibi gözüküyor oysa tam da konunun merkezinden yazdım.
    4. Sayın Adsız; ufuk açıcı bir metin kaleme almışsınız. Teşekkür.
    5. iyi de 50 kusak oncesinin kabahatlerini simdiki kusaga odetmek nedir ki?
    6. Sen bu sonuca varmak icin nereleri arastirdin? bizlere de soyle de anliyalim...oyle aklina geleni savurmayla bu isler yurumuyor maalesef, Ermeniler kimlerin mallarini talan etmisler? her zenginlik , talan sonucumudur? o zaman bugunku zenginlere ne diyeceksin? baskalarina bok atmakla bu isleri temizliyemezsin kardesim ! bir de su var...sayet dedigin gibi ilahi adalet var ise, o zaman hazirlan, cunku faturalariniz cok kabarik !
    7. @Adsız (7 Mart 2017 15:37)- cevap: "Çalış senin de olur" cevabının zarafetini idrak edemeyecek kadar kalın kafalı biri, belli. İstanbul ve çevre illerinin Katolik Ermeni cemaatinin tamamı 1828 yılında Sultan Mahmut fermanıyla Ankara'ya tehcir edildi. Feci bir trajediydi; çok insan öldü, sağ kalanlar sefil oldular.

      O sürgünlerdir Ankara'da kök salıp tiftik keçisi üretiminini canlandıran, Avrupa'ya ihraç eden, ciddi bir ekonomik değere dönüştüren, moher (=muhayyer) yününü icat eden, Ankara'yı modern bir kente dönüştürme yolunda ilk adımları atan, Keçiören'de ilk kooperatif evleri mahallesini kuran vb. Çankaya köşkü o yün sektörünü yaratan ailelerden Kasapyan'ların yazlık evidir. Saray maray değildir, altı yedi odalı konforluca bir bağ evi.

      Yazarın geri kalan saçmalıklarına cevap yazmaya değmez. Budalanın teki.
    8. Niye hakaret ediyorsun adama.Efendi olmak bu kadar zor olmasa gerek.
      Soru kabaca şu: " Ermenilerin o malları hakkaniyetle kazandığı konusunda emin miyiz?" Bi sefer sana yakışmayan bir üslupta, efendice, cevap ver bakalım.
      Yapabilirsin, zorla biraz kendini, herkes annesinin karnından efendi doğmuyor.
  3. Atatürk Enver Paşa dır nokta.
    Yanıtla

    Yanıtlar




    1. Ragıb Cüneyd8 Mart 2017 12:15
      Nasıl yani?
  4. Çoğu hamlesi bir deha belirtisinden ziyade şartların zorlaması veya "topa gelişine vurma" tadında hamleler gibi.
    Yanıtla
  5. Milliyet arşivinde var o röportajlar. 10 Kasım 1967 de başlıyor. İsmet paşanın Enver hakkında öyle bir demeci yok.
    Yanıtla
  6. İstanbul'a Rus işgali olmadığı müddetçe İngilizler Osmanlı ile ittifak kurmazlardı bence ve Ruslar yüzünden savaş dışı kalma ihtimali yoktu. Ben olsam Ruslara odaklanırdım. Bunlar gayrimüslim tebaayı kaybettikleri için bir hoşnutsuzluk duymadıklarından, İngilizlere odaklanıyorlar belki fakat Yunanistan'ın bağımsızlığı, ilk parçalanma arkasında Ruslar var.
    Yanıtla
  7. hocam siz kime fazla vursalar vicdan yapip onu savunuyorsunuz :) ki memleketteki linç kültürüne ve entellektüel kolaycılığa vicdani bir başkaldırı olarak değerlidir.farklı açılardan da bir insanın hayat trajedisi okunabilir.
    Yanıtla
  8. Evet Sevan hocam biraz da Ermeni Urartu, Kürt Hurri, Rum Lidya mevzuuna girip bizleri aydinlatirsiniz artik. Bu kadar iddia'dan sonra size bir söz hakki dogmustur artik.
    Yanıtla
  9. Hocam varolun sizin kadar olaya objektif bakabilen bir tarihçiye bugüne kadar rastlamadım.Ya Osmanlıcı islamcı olup Abdülhamid Hanı indirdiği için Abdülhamidin yapamadığı her şeyi yapacakken Enver Paşa yüzünden yapamadığı söylerler diğer taraftan Atatürkçülerimiz Atatürke siyasi bir alternatif olarak gördüklerinden II. Meşrutiyet döneminde yaptıkları yüzünden Cumhuriyet döneminde eline yüzüne bulaştırdığı her şeyi Enver Paşanın hatalarına bağlarlar günah keçisidir Enver Paşa bu ülkede Enver Paşaya o kadar kızgındırlarki hayal bile kurdurtmaya korkuturlar çocuklarını.
    Yanıtla
  10. Enver bir idealistti.Ama gelen zaman ve olaylar ona izin vermedi.Kader diyelim veya talih ondan yana değildi diyelim tarihte öyle o çok istemesine rağmen ideallerini gerçekleştiremedi.belki yeni donanımları veya yeni dünyayı kurgulamak ona göre değildi o bir selahaddin bir kılıçarslan olmak istiyordu ama zaman o zaman değildi.Gelen zaman daha seküler ve ulusçu bir dönemdi.Fakat hakkı teslim edilmeli ve Enver her yönüyle bilinmeli tanınmalıdır.O bir islâmi harekete ve geleceğe inanıyordu bunu inşaa etmek istiyordu ama gelen devir ve dönem başkaydı.ruhu şad olsun.açıklamalarını saygınca yapan herkese teşekkürler.Enver'e rahmetle..
    Yanıtla

Faaliyet raporu: Sözlükte son durum

$
0
0
 En son 2016 Ocağında Söke Cezaevinde bir şekilde interneti ele geçirip Cumhuriyet ve Milliyet arşivleri üzerinde çalışmaya başlamıştım. 1930’dan sonra Türkçeye giren kelimeler için bunlar eldeki en yararlı kaynaktır. Kelime eğer çok marjinal veya uzman işi değilse, Türkçede ilk duyulmasından sonra iki üç sene içinde mutlaka gazetelere geçer. İnternette aramaya izin veren bu ikisinden başka Türkçe gazete arşivi yok. Hürriyet’in 1998 sonrasını kapsayan arşivi iyiydi, nedense kaldırmışlar.

22 Ocak 2016’da kaçak internet kullandığım gerekçesiyle yakalandım, zindana atıldım, bir buçuk sene bilgisayarsız kaldım. Ancak Yunanistan’a geçtikten sonra yeniden masa başına oturabildim. Bir buçuk ay oldu, nefes almadan çalışıyorum. 5 Ağustosta başlamışım, o günden bu yana sözlükte 3510 maddeyi elden geçirmişim, iki bin dolayında yeni metin örneği eklemişim. Biraz anlatayım size neler yaptığımı.

Gazeteler

Önce Cumhuriyet’ten 478 metin örneği. Çoğu 1930 ve 40’lardan. (1950’lerden sonra Milliyet her zaman Cumhuriyet’ten bir adım önde gitmiş, ama 2000’lerde Cumhuriyet yeni kelimelerde biraz daha cesur davranmaya başlamış.) Büyük çoğunluğu Türkçede tespit edebildiğim ilk örnekler (koreografi, emaye, şalter, hormon, otonomi, antisemit, kortej, jargon, hoşgörü, buldozer, zamazingo, fokoculuk, virman, jetlag,“eski koca veya sevgili” anlamında ex…). Bir kısmı daha önce yazılı örneği görülmemiş deyimler (sıcak temas, ihbarcı, hayal meyal), uydurma neo-Osmanlıca tabirat (mütearife, iltisaklı, matrah, mibzer), ya da eski kelimelerin yeni kullanımları (“açık sandviç” anlamında kanape, “beton matkabı” anlamında karot, “patlama” anlamında infilak, “il veya ilçe merkezi olmayan belediye” anlamında belde, “ağız antiseptiği” anlamında gargara, “yokuş” anlamında rampa, “hiperlink açmak” anlamında tıklamak, “ayakkabı çeşidi” anlamında platform).

Milliyet arşivinden 464 yeni metin örneği bulmuşum. Milliyet 1950’de çıkmaya başladığı için bunlar biraz daha yeni. Ekonomi, finans ve ticaretle ilgili kelimelerde (market, sendikasyon, know-how, resesyon, optimize etmek, libor, repo) ve yeni çıkan ticari ürünlerde Milliyet’ten iyisi yok (marley, nervürlü çelik, tatil köyü, moket, tubles lastik, transistor, tutti frutti dondurma, permatik, pet şişe, pomfrit, toner,“kumaş türü” anlamında polar, “versiyon” anlamında sürüm). Bir de, bir ara her gün Doktorunuzun Köşesi yayınladıkları için tıpla ilgili pek çok yeni kelimeyi orada bulabiliyorsun (özofagus, epidural,“çarpıntı” anlamında palpitasyon, sedatif, mongoloit, katalepsi).

1999’dan sonra çıkanlar için, hatta bazen daha eskileri için paha biçilmez bir başka kaynak Ekşi Sözlük. Özellikle 2004-2005 civarında cıvıtmaya başlamadan önce Türkçenin en kusursuz sözlüğü olmaya adaydı, yazık oldu. Ekşi Sözlükten 88 metin örneği almışım. Bunlar arasında büsbütün yeni kelimeler çoğunlukta (spam, mem, mobese kamerası, her iki anlamda crack, banlamak, arkat, panpa, mutenalaştırmak, fuckbuddy). Fakat – argo sözlükleri dahil – kibar sözlüklerin atladığı argo incileri az değil (laylaylom, sallamasyon, dütmek, cozutmak, gollik), başka sözlüklerin neden unuttuğuna akıl erdiremediğim eski kelimeler de epey tutuyor (hilti, kotto, otriş, subra,“bale ayakkabısı” anlamında puant, definisyon).

Dijital deryalar

Bunlar bitti, internetten hazineler yağmaya başladı. Geçen sene Şirince’deki bütün kitaplarımı Matematik Köyü’ndeki Nişanyan Kütüphanesi’ne bağışlamıştım, karşılığında da 400 kadarının pdf’lenip ocr’lanmasını rica etmiştim. Epeyi bir gecikmeden sonra sağolsun Tayfun o işi ele aldı; eksikleri Özlem Beyaslan Boğaziçi Üniversitesi kütüphanesinden temin etti. İndeksleyip search’leyebileceğim yüzlerce kitaba kavuştum. Normal hayatta hepsini toplasan en az 250 kilo eder. Şimdi hepsi bulutlarda bir yerde, indirince on gramlık bir flaş belleğe sığıyor.

İçerideyken elimde kaynak olmadığı için “şuna bir bak” diye not aldığım 450 kadar madde vardı. Onları hızlıca elden geçirdim. Andreas Tietze’nin sözlüğünün üçüncü cildi elime geçmemişti; onu taradım. Tietze Sultan Veled’den, Ömer bin Mezid adlı bir 15. yy şairinden ve hapisteyken elle taradığım, Ferec ba’deş-Şidde adlı yine 15. yy’a ait öykü derlemesinden çok sayıda metin örneği kullanır. Onlardan bir 60 tane kadarını arakladım. Sonra büyük bir keyifle 4000 sayfalık Evliya Çelebi’yi search’e soktum. Daha önce gözümden kaçmış 135 tane yeni metin örneği buldum. Buyurun birkaçı: bere (yara anlamında), sundurma, şıllık, mesire, sırılsıklam, yılan balığı, kusmuk, dandini, pasaport, cümbür cemaat, izbandut, alicengiz oyunu, divane, civelek.

Rabguzi’nin 1309 tarihli Kısas-ı Enbiya’sı Orta Türkçe’nin, yani yaklaşık 230 yıllık bir suskunluktan sonra 14. yy başında aniden beliren post-Moğol Türkçe yazı dilinin kesin olarak tarihlenebilen ilk örneklerinden biridir. Çağatay-öncesi diyebileceğimiz bir Orta Asya lehçesiyle yazıldığı için, Türkiye Türkçesine metin örneği olarak kullanabilir miyim diye tereddüt etmiştim. Taranmış ve ocr’lanmış kopyası gelince dayanamadım, oradan da 221 örnek çektim. Aralarında, memleket, veya, cihat, mezar, zelzele, kükürt, tembih, biraz, mutemet, minare, mihmandar, havuz, dehşet, nafile, noksan, alamet, hicret, tılsım gibi bir ton sözcüğün Türkçede bilinen ilk örnekleri var.

Peşinden, normal gazetelerde tatmin edici örneklerini bulamadığım bir dizi kelimeyi Resmi Gazete arşivinde aradım; 26 tane buldum (kodeks, poliklinik, kafeterya, emisyon, kolluk kuvvetleri, workshop…). Mevzuata girmişken Birinci Tertip Düstur’a da daldım, Geç Osmanlı bürokratik dilinden 67 tane leziz örnek topladım (anonim ve komandit şirket, komiser, kadastro, asfalt, ilmühaber, bandrol, tonilato, iskonto, dinamit, dosya, demiryolu traversi). Şinasi Efendi’nin toplu makalelerinde 23 kelime (tefrika, düello, zabıta, vatanperver, bitaraf), Abdülhak Hamid’in toplu mektuplarında 15 kelime (dram, akademi, centilmen, votka) çıktı.

1358 tarihli Nehcü’l-Feradis’i taradım, işe yarar bir şey çıkmayacağına kanaat getirdim. Dede Korkut Hikâyelerinde daha önce eksik bıraktığım bir şeylere göz attım, 50 yeni metin örneği ekledim (sam yeli, sürahi, kümes, kah kah, dadı, miyav…). Ama bir kez daha Dede Korkut’un güvenilirliğine dair tereddüde düştüm. Oğuz Türkçesinin en eski metinlerinden biridir, evet, ama eldeki yazmalar 16. yy ve sonrasına ait. Ve korkarım ki, aynen şimdiki Türk yayınevleri gibi, metni gelişigüzel “güncelleştirmekte” hiç sakınca görmemişler.

Yaklaşık 1410 yılında yazılmış bir tıp kitabı olan Müntehab-ı Şifa’nın daha önce sadece indeksini tarayıp kelime devşirmiştim. Bu sefer asıl metin geldi, 60 tane örnek pasaj aldım (demirhindi, zambak, loğusa, peksimet, ur, zerdali, tenasül aleti, ıspanak).

Recep Toparlı ve arkadaşlarının hazırladığı (Eski) Kıpçak Türkçesi Sözlüğü hatalarla dolu, özensiz bir çalışmadır. Onu yeniden gözden geçirip, oraya verdiğim referansların birçoğunu eledim; kalanları orijinal kaynaklara (1405 dolayına ait atçılık kitabı Baytaratül Vazıh, 1400’den öncesine ait savaş sanatı kitabı Minyetül Guzat, yine aynı yıllardan okçuluğa dair bir eserle iki tane fıkıh kitabı) indirgedim. Süleyman Çelebi’nin 1409 tarihli Mevlid’inden 20 tane taze alıntı çıktı (cereyan, mükemmel, serseri, imdat).

1360 tarihli Danişmendname’yi sekiz yıl önce tarayıp sadece kelime listesi çıkarmıştım. Çok iyi dijitalize edilmiş bir kopyadan 126 tane metin örneği çıkarmak bu sefer bir buçuk günümü aldı. Neler var? Ayyuka çıkmak, mücahit, lağım, lacivert, serasker, silahşor, velinimet, örselemek, ve hatta bugüne dek bulabildiğim en eski İstanbul. 1550 civarına ait anonim Tevarih-i Ali Osman ile 1599’da yazılmış Selanikî Tarihi 44 metin parçası verdiler. Kumkuma, tabur, barut, darphane, babayani, zapturapt bunlara dahil. 1477 tarihli şahane bir Farsça-Türkçe sözlük olan Halimî Sözlüğü önceki gün geldi. Daha önce elle tarayıp kırka yakın kelime çıkarmıştım. Bu sefer bir buçuk günde dijital yoldan 60’ı aşkın örnek bulabildim (uzun eşek, isot, gözlük, kozalak, ufak tefek, pisi pisi, iskete, tutkal…). Daha da bitmedi. Bu gece vakit kalırsa bitiririm.

Bu metinleri toplarken tabii ister istemez her kelimede bir şeylere takılıyorsun. Yazım hatası buluyorsun, şunu şöyle desek daha iyi olur diyorsun, bu kelimenin bir de şu kullanımı vardı diye aklına düşüyor, onu aramaya başlıyorsun, bir de şu kaynağa bakalım deyip bir kuyruk ucu yakalıyorsun. Yaptığın işin onda dokuzu boşa çıkıyor, ama onda birinde öyle bir balık tutuyorsun ki bütün o emeğe değiyor.

Yeni katılanlar

27 tane yeni kelime eklemişim. Sildiğim veya başka madde altında topladığım beş altı kelime de var ama onları sistem kaydetmiyor, hatırlamak zor.

Yeni eklenenler: mar(Farsça “yılan”, Türkçede cari bir kelime olduğundan değil, üç tane bileşiği – tarümar, şahmaran, marpuç – düzgün sunabilmek için), monokrom (polikrom var , trikromi var, bu atlanmış), mankurt, lav silahı, kapkaç, karmanyola (Samos’ta bir “Karmanyola Sokağı” var oradan hatırladım), öncel, karot(hem havuç, hem beton matkabı anlamında), abrasiv, bora (eskiden boran maddesi altındaydı, ayrı kelime olduğuna kanaat getirdim), cibre, kevn (bu da cari değil, sunum şıklığı uğruna), kazamat, çeri domatesi, drone, yarabbi (eskiden rab altındaydı, vatandaş arar bulamaz diye endişelendim), kollaps, alicenap (ali ve cenap altında iki kez yazılmış, toparladım), gömü ve gömüt (gömmek altındaydılar, ayırdım), geren, hermeneutik, silme (mimari terimi ve “silme dolu” deyiminde), kevkeb, keneş (“cemiyet” demek, bin senedir unutulmuştu, birden moda oldu), iltisak(“yapışma” anlamında marjinal bir Osmanlıca tabirdi, Osmanlıca paralamaya meraklı birtakım cahiller tarafından yanlış anlamda dolaşıma sokuldu), gerici (geri maddesindeydi, ayrıldı).

Kökenler

Etimoloji bölümünde de toplam 1059 kelimeyi ellemişim. Bunların büyük çoğunluğu yabancı dillerdeki kelimelerin tanımlarıyla ilgili ufak tefek düzeltmeler. Arapça son harfi ya olan fiillerin yazımıyla ilgili bir problem vardı, o düzeltildi (45 kelime). Çince, Japonca, Sanskritçe, Süryanice, Habeşçe, Rusça, Bulgarca kelimelerin hepsinin orijinal alfabelerindeki yazımı eklendi. Çeşitli kaynaklardaki yanlış veya kuşkulu bilgilere notlarda değinildi. Kördüğüm olmuş birkaç kelime ailesinin bağlantıları sadeleştirildi. Etimolojik analizde önemli birkaç düzeltme yapıldı. Hepsi iki düzine kadardır, onları kısaca belirteyim.

Köle. Muamma bir kelime. Büyük tereddütle Arapça gulam’la bağı olabileceğini belirtmiştim, onu kaldırdım, yalnız soru işareti bıraktım.

Balık olan Çipura. Yunancası aynı, ama sanırım Türkçeden Yunancaya geçmiş tek balık adı olma ihtimali yabana atılır gibi değil. Çünkü “balık kılçığı” anlamında çupra Türkçede bayağı eski.

İzbarço etimolojisi eklendi. Lubunya eklendi. Çıma tanımı yanlıştı, düzeltildi, Eski Yunancaya kadar izlendi. Acur ve incir komple baştan yazıldı, geçen gün anlattım neden.

Lav müthiş bir keşifti. İtalyanca sözcüğün kesinlikle Arap kaynaklı olduğuna kanaat getirdim. Piyiz etimolojisi boştu, dolduruldu. Müşküleüzümü belli ki İznik’in Müşküle köyünden geliyormuş.

Paşa mevzuunda Jean Deny’nin İslam Ansiklopedisi’ndeki makalesini okuduktan sonra fantezi açıklamalardan vazgeçildi, klasik görüşe dönüldü.

Bora (ani kuzey rüzgârı) İtalyancadan alıntı görünüyor. Buna karşılık boran (tipi, sert yağmur) Farsça baran’la alakalı olmalı. Ama emin değilim.

Farsça hoca, büyük olasılıkla Türkçe koca’dan alıntı. Arapça hamr kesinlikle Aramiceden alınmış bir kelime, Arapça kökten türetilmesi beyhude zorlama. Muta nikâhındaki muta’yı bilmiyordum, öğrendim. Petka yanlıştı, düzelttim. Sanırım göt değil yumruk demekmiş.

Bodrum konusunda yılların inadını terk etme gereği duydum. Kasaba olan Bodrum kesinlikle Yunanca Petrion, ama mahzen olan bodrum sanırım Macarcadan alıntı. Zaten Meninski öyle demiş, ona kulak asmamışım. Örselemekfiili belki onuncu kez düzeltildi, hala soru işaretli kaldı. “Su birikintisi” anlamına gelen eğrek birden aydınlanıverdi.

Beyzi ile beyza karışmıştı, düzeltildi. Herise’yi Dankoff’a kanıp Ermeniceye bağlamıştım, gayet sağlam Arapça olduğu anlaşıldı. Ermeniceye de oradan gelmiş.

Sırnaşmak fiilini “yapışmak, cıvımak” gibi bir şey sanıyordum. Meğer orijinal anlamı “tırmalamak” imiş. Öyle olunca etimolojisi kolayca çözülüverdi. “İplik” anlamında tire’nin Farsça olduğunu nereden çıkarmışım bilmiyorum; İtalyancadan geldiği kesin.

Hepsi bu kadar. 15,102 kelimede 23 tane çok fena sayılmaz herhalde, ama insan gene de hicap duyuyor.


Bu sayılanların hepsi 5 Ağustos’tan bu yana yapılan işler. Sözlüğün yeni baskısına çalışmaya 2012’de, Aslanlı Yol’u bitirir bitirmez başlamıştım. 2012-2013’te toplam beş ay kadar, cezaevinde Temmuz 2014’ten Ocak 2016’ya kısıtlı imkânlarla toplam 16 ay kadar çalıştım. Bitmedi daha da, bitmek üzere.

Sözlük notları: Haşmetmeap

$
0
0
Arapça haşemحَشَم“bir kimsenin hizmetkârlarından ve bağımlılarından oluşan topluluk” – maiyet diyebiliriz, ya da Latince orijinal anlamıyla clientela. Vankulu Lugati “Bir kimsenin
hademine ve tevabi’ine derler ki andan ötürü gazaba gelir olalar” demiş; Meninski “famuli & clientes” diye çevirmiş.

Aynı kökten bir de hışmetحِشمةvar “gazap, özellikle aşağılanmadan ve utanmadan ileri gelen gazap” anlamında. İkisinin anlam bağını çözmek kolay değil, Vankulu’nun tanımının son bölümü sanırım bir anlam bağı kurma gayretinin ifadesi. Yine aynı kökten el-ihtişam إحتشام Vankulu'ya göre "bir kimseden çekinmek ve onun gazabından korkmak", el-muhteşem مهحتشم "çekinilen ve gazabından korkulan kişi".

Haşmetحَشمةbiçimine belli başlı Arapça sözlüklerin hiç biri yer vermemiş. Kamus’ta yok, Tacül Arus’ta yok, Vankulu’da yok, Ahteri’de yok, Lane’de yok. Buna karşılık 11. yy’dan itibaren Türkçe ve sanırım Farsça metinlerde çok sık görülen bir kelime, “erkân ve maiyet sahibi olmak” anlamında, neredeyse devlet( = “itibar ve statü sahibi olmak”) ile eş anlamlı. Arkasında bir sürü asalak, yalaka, koruma, siren vb. ile gövde gösterisi yapan şimdiki devletlüleri düşünmek lazım sanırım, o devirde de atlar, püsküller, zilli mızraklar, “destur” diye bağıran yiğitler vb. vardı. Kutadgu Bilik “kötülere haşmet ve siyaset gerek, iyilere sadece hürmet yeter” demiş, sene 1070 civarı. Türkiye Türkçesinin kesinlikle tarihlenebilen ilk eseri olan Gülşehri’nin 1317 tarihli Lisanü’t-Tayr tercümesinde “kimisi bir haşmet ü mansıb dutar / kimisi tacir olub alur satar” diyor, sanırım “maiyet ve makam” anlamında. Meninski, güncel kullanımlar için hep baş vurduğu Golius Lugatine atıfla “Comitatus copiosus, numerositas famulitii” diye eklemiş, yani “maiyet bolluğu, sürüsüne bereket ayakçı sahibi olma”. Fakat enteresandır ki Fransızca karşılık olarak “Court, ou suitte, magnificence, pompe” tanımlamasını seçmiş. Burada kavramın iyice soyutlandığını görüyoruz. 20. yy başında Şemseddin Sami sözlüğünde uşakların, hizmetçilerin izi silinmeye yüz tutmuş. Haşmetlikarşılığında sadece “azamet ve heybet sahibi” görülüyor. Ve ayrıca “ecnebi hükümdarlara unvan olur”.

Haşmetmeabdeyimi ilk kez Şemseddin Sami’de, yani 1900 yılında sözlüğe girmiş. Mesela 1876 tarihli Ahmet Vefik Paşa sözlüğünde, Schlechta-Wssehrd’in 1870 tarihli Osmanlıca hukuk ve diplomasi terimleri el kitabında, Barbier de Meynard’ın 1880 küsur tarihli Fransızca-Türkçe sözlüğünde yok. Sadece ecnebi hükümdarlara verilen diplomatik bir unvan, sanırım majesté karşılığı. Me’ab مآب “sığınak, melce, merci” demek. “Haşmet mercii” gibi bir şey kastedilmiş.

İçinde sanki bir ufak ayak oyunu da barındırıyor gibi geldi bana. Malum, İslam hukukunda ve Osmanlı zihniyetinde gayrimüslim hükümdarın “egemenlik” veya “beylik” içeren bir sıfatla anılması caiz değildir, zira egemenlik Allah'tan gelen ve sadece Müslim kullarına bahşedilmiş bir şeydir. Dolayısıyla yabancı padişahlara uygun bir diplomatik sıfat arandığında, iktidarın sadece dış görünüşüyle ilgili bir sözcüğün seçilmesi pek tesadüf olmasa gerekir. Hani, “tantananıza bakınca padişahmışınız gibi duruyor, ama bilemem” der gibi.

Türk güzellemesi

$
0
0
“Tarihte Türk milleti diye bir şey yok” diye buyurmuş gene bir sevgili arkadaşımız. Bizim Türkiye gayrimüslimlerinin sevdiği temalardandır. Son zamanlarda Kürt kardeşlerimiz de keşfettiler, pek sevdiler. Türk dili de zaten toplama bir dildir, Nişanyan da öyle demiş.

Elcevap: İngiliz milleti, Rus milleti, Ermeni milleti, Kürt milleti ne kadar varsa Türk milleti de o kadar vardır. Bin beş yüz yıldan beri dünya ve uygarlık tarihinde önemli – bazen olumlu, daha çok olumsuz – rol oynamıştır. Türk dili en azından yedi yüz yıldan beri dünyanın – en önde olmasa da – önde gelen kültür dillerinden biridir. İnkâr edersen sadece kendini aldatırsın.

Kırk yıldır durmadan tarih okumanın bana öğrettiği ilk ders şu: Türk milleti, köken itibariyle SİYASİ bir oluşumdur. Yani önce bir devlet, bir ordu, bir organizasyon, bir ideoloji vardır; “millet” onun ihtiyaçlarına göre şekillenmiştir.

Daha okudukça fark ettim ki dünyadaki bütün milletler aşağı yukarı böyledir. Amerika kolay örnek, ama mesela Rusya da hiç farklı değil. Ermeniler de, ayıptır söylemesi, hiç farklı değil. Dünyanın en ilkel aşiretlerinin (mesela eski Germenlerin yahut prehistorik Arap aşiretlerinin) dibini kazısan onlar da değil. Çeşit çeşit insanlar tarihin bir noktasında bir ortak macera için bir araya geliyorlar; aralarında kız alıp verdikçe zamanla akraba oluyorlar; sonra bir masal uyduruyorlar “atamız filanca kişiydi, ezelden beri bir soy ve bir aileyiz” diye.

Hepsi anlatmışlar o masalı. Türklerin farkı (eğer varsa) şu. Osmanlı siyasi eliti, çok yakın döneme dek, siyasi nedenlerle, böyle bir “ortak köken” anlatısından özenle kaçındı. Sonra “Türk ırkı” teorisini Avrupalılardan duydular; günün siyasi ihtiyaçlarına uygun olduğunu fark ettiler; bir günden ötekine – de ki 1870’lerden 1900’e – yeni din bulmuş gibi şevkle benimsediler; bin yılda inşa ettikleri etnik kompozisyonu tahrip etmek için kullandılar. Özünde başka milletlerin ırk teorisinden çok farkı yoktur. Onlardan daha saçma veya daha yalan değildir. Farkı çok taze olması, dolayısıyla kulağa çiğ gelmesidir. (Bir yalanı bin yıl anlatırsan kulağın alışır; yüz yıl çok az süre.) Bir de, tarihte eşine az rastlanır bir dizi sosyal felakete yol açmış olmasıdır. “Türk ırkı” yalanını iğnelemekten belli bir zevk almamızın sebepleri bunlar. Hem çok kötülük yapmış, hem de kıçı açık – yani kofluğunu keşfetmek ve belgelemek nispeten kolay.

Milliyetçilik denen şey “her millete bir devlet” teorisidir. Tarihin bir aşamasında, spesifik olarak 1789 ve 1815’ten sonra, Avrupa’nın iç siyasi ihtiyaçlarından doğmuş bir düşüncedir. Üzerinde düşünürsen en azından “Allah” fikri kadar saçma bir fikirdir. “Demek lazımmış ki insanlar benimsemiş” deyip geçebilirsin belki. Ama bu çağ ve devirde halâ bir işe yarar mı diye sormadan edemezsin. Hayatında köyünden ve mahallesinden çıkmamış insanlar bu mevzulara Fransız kalabilir. Ama biraz dünya görmüş, mesela gidip bir sene Peru’da yaşamış, ya da Japon’la evlenmiş, Hint mutfağı üstüne risale yazmış birinin devletle millet arasında zorunlu eşdeğerlik kurması daha zormuş gibi geliyor bana. Yani, evet, çağdaş milliyetçilik, tıpkı çağdaş din gibi, bir cehalet sorunudur özünde.

*
Gelelim Türk diline. Hayır, Nişanyan Türk dili yoktur, ya da toplama dildir gibi saçma bir lakırdıyı hiçbir zaman söylemedi, aklından da geçirmedi. Aksine Türk dili güzel ve zengin ve değerli bir şey olduğu için ömrünün şunca yılını onu etüt etmeye adadı. Bir dilin, ırkçıların cahilane zannettiklerinin aksine, çok geniş bir kültürel havzadan beslendiğini göstermek o dilin değerini düşürmez. Tam tersine, artırır. Bir dil eğer kültürel harmanına Çinceyi, Arapçayı, Farsçayı, Yunancayı, Fransızcayı, İngilizceyi katıp kendi özgün bileşimini yaratabilmişse çok güçlü ve orijinal bir dil demektir. Yok birtakım dıngılların iddia ettiği gibi Ortaasyalı ilkel bir kabilenin diliyse ve bin yıldır o aslından asla taviz vermemişse, asıl o zaman pek zavallı bir şey olduğuna hükmetmek gerekir.

Bugün dünyada konuşulan 7000 (sayıyla yedi bin) dil var. Türkiye Türkçesi, bunlar arasında, gerek konuşan kişi sayısı, gerek yazılı üretim hacmi, gerek sözlüktü, ansiklopediydi, filolojik çalışmaydı, üniversite kürsüsüydü gibi kültivasyon belirtileri bakımından yirminci ila otuzuncu arasında bir yerlerdedir. Yani İngilizcenin, Çincenin, İtalyancanın yanında cılız kalır, ama mesela Estoncaya, Sinhali’ye, Xhosa’ya, Swahili’ye, Özbekçeye, İsviçre Romanşçasına, Rohingya diline, hatta bizim Batı Ermenicesine ciddi fark atar. Geçmişe baktığında da önemli bir kültür dilidir. Modern çağdan önce dünyada Yunanca, Latince, İbranice, Arapça, Farsça, Hintçe, Çince, Japonca gibi yedi sekiz egemen dilin epey ardından da olsa, en çok yazılı eser üretmiş dillerden biridir. Ne yazık ki o eserlerin büyük bölümü halen yayınlanmadan durmaktadır. Başta “ecdat” muhabbetiyle beyni efsunlanmış cühela takımı olmak üzere kimsenin umurunda değil.

Dilin böyle pabuç gibi olmalı

$
0
0
Bir toplum düşün ki balta girmemiş ormana giderse ne yapar? Belediye parkındaki çocuk kaydıraklarını bulup onlarla oynar.

İngilizce neden lazım? Mesleki faydasını zaten biliyorsun, uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Bilgisayar programcılığından uçak tamirciliğine, turizmden narenciye yetiştiriciliğine kadar aşağı yukarı her sektörde vasıfsız elemanlıktan bir adım öteye geçmenin şartı sınır dışına elini ve aklını uzatmak, onun da ilk adımı dil bilmek. Yani İngilizce bilmek. Hem Mistır Bravn seviyesinde bilmek değil, elalemin yanında üst perdeden konuşabilecek kadar bilmek.

Yalnız bu değil. Türkçede üretilen yazı miktarı İngilizcede üretilenin küsuratı kadar. Tam rakamını okumuştum bir yerde, aklımda kalmamış, ama şoke edici bir sayı. E napalım, hepsini okuyacak değilim, bana yeter deme sakın. Mesele nicelik meselesi değil çünkü, niceliği biçince nitelik de başka bir boyuta düşüyor. Uçlar kesilince geriye vasat kalıyor. O uçlarda, vasata hitap etmeyen yayınlar vardır; herkesin bilmediği yerlerde gezen, öncü olan, yeni ufukları zorlayan, risk alan, yeni kıtalar keşfedenlerin yalnızlık ve cinnet dolu maceraları. Bunların Türkçeye gelme ihtimali sıfıra yakındır, konu isterse narenciye üretimi olsun, ister erken Wei hanedanı şiiri, ya da beyin mimarisindeki son keşifler. Dışarıda bin kişi okursa bunları, burada müşterisi bilemedin on kişidir, adam neden zahmet edip bassın? Dil bilmiyorsan mecburen bunlara fransız kalacaksın. Spesifik sınırları bırak bir yana, bizzat "sınırı aşmak" fikri sana uzak bir hayal olarak kalacak. Kristof Kolomb mu? Masal olmalı, bizde olmaz öyle şey. Hem gâvur ta oralara kadar zahmet etmiş gitmiş ne bulmuş? Bizim mahallenin camisini! Yeni kıtaymış, kıçıma anlat.

Bir toplum düşün ki balta girmemiş ormana giderse ne yapar? Belediye parkındaki çocuk kaydıraklarını bulup onlarla oynar.

Türkçede okuyabileceğin kitaplar da işte o kadar: Survivor kaydırağı.

Peki peki, tamam, istisnalar var, yılda bir ya da iki tane. Onları arayıp buluncasıya kadar İngilizce öğrensene?
Viewing all 680 articles
Browse latest View live