Quantcast
Channel: Sevan Nişanyan / En son yazıları
Viewing all 680 articles
Browse latest View live

Ey nazlı jack

$
0
0

14 Nisan 2017 Cuma


Sor: Milli ve hamasi günlerde İstanbul’un Şişli semtinde en çok bayrak asanlar neden hep gayrimüslim evleridir?


İngiltere’nin bir yerinde, Müslümanlar alınmasın diye Britanya bayrağını asmayı yasaklamışlar - bir yaygara, bir vaveyla koptu ki sorma. O bayrakta biliyorsunuz bir değil iki tane haç var, dini simgedir, dışlayıcı olabilir. Britanya vatandaşı Hıristiyan olmak zorunda değil, neden haça selam dursun ki?

Saçma diyorsun, haklısın. Adamlar birtakım Pakiler alınmasın diye kendi ülkesinde kendi bayrağını dikemeyecek mi? Peki, bizde daha on yıl olmadı, dağa taşa ve Taksim meydanına uzay minaresi gibi birtakım Türk bayrakları diktiklerinde tiksinmiştik. O zaman da haksız mıydık?

Sanırım püf noktası tehdit. İnsanoğlu simgesel iletişimde ustadır; sinyallerin ardında ince anlamlar ve gizli mesajlar saklamayı, ve algılamayı, bilir. O bayrak ne demek istiyor? Gel beraber bir efsane dinleyip kutlayalım mı diyor? Yoksa boyun eğ, eğmezsen fena hırpalarız mı diyor? Ben şahsen iki saniyede anlarım asıl maksadın ne olduğunu ve gereken tepkiyi vermekten çekinmem. Başkalarının da, bazen aptal ayağına yatsalar da, daha az uyanık olacaklarını hiç sanmam. İnsan daha ilkokuldayken öğrenir aidiyet simgelerini kullanan adamın neyi kastettiğini, dost mu düşman mı olduğunu, seçtiği kelimeden, sesinin tonundan, gözünün ışığından şıp diye okumayı.

O bayrakları kim asmış, neden asmış, birilerine dönük bir zımni tehdit ya da zorlama var mıymış? Bu soruların cevabını bilmeden İngiltere’deki olay hakkında bir yargıya varmamak lazım bence. Sor: Milli ve hamasi günlerde İstanbul’un Şişli semtinde en çok bayrak asanlar neden hep gayrimüslim evleridir? Sor: İngiltere’deki o bayraklar yüzünden kaç Paki akşam pub’dan çıkıp evine giderken dayak yeme korkusu yaşadı? Sonra karar ver.

x

İngiltere’nin simgesi beyaz üzerine kırmızı düz Saint George haçı, İskoçya’nın simgesi çapraz Saint Andrew haçıdır. Union Jack Birleşik Krallığın simgesi, adı zaten “birlik sancağı” anlamında . “İki tahtın 1701’de birleştirilmesini kutlamayalım mı yani” dersen sen de haklı olursun.

George, 4. yy başlarında Antakya civarında ortaya çıkmış bir efsane. Rumca adı Georgios “köylü” ya da “ fellah” demek. Geo geometrideki geo, “toprak”; ourgos metalürjideki ürji ile aynı, “işleyen” . Muhtemelen Tevrat’taki Hz. İlyas efsaneleriyle birleşmiş; İslam mitolojisindeki Hızır (“yeşil”) ile de şaşırtıcı benzerlikleri var.

Yanlış hatırlamıyorsam Birinci Haçlı Seferi sırasında, 1098’deki Antakya kuşatmasında olacak, bu George hazretleri Haçlıların şefi olan Godefroi de Bouillon'a keramet göstermiş, o da minnetini dile getirmek için George’un sancağını ailesine alem edinmiş. Daha sonra bir şekilde o sancak İngiltere kraliyet hanedanının mülkiyetine geçmiş, 1300'lerde III Edward eyyamında Garter şövalyelerinin simgesi olmuş, Clarence Dükü Lionel'in bayrağı iken onun soyundan gelen York hanedanına mal olmuş. 

Andrew ya da Andreas ise İsa’nın on iki havarisinden biri. O zamanlar adı henüz Konstantinopol değil Byzantion olan İstanbul’a gelmiş, rivayete göre buradaki Hıristiyan cemaatinin temelini atmış, daha sonra X şeklinde bir çarmıha gerilerek idam edilmiş. Türbesinin olduğu yer Bizans zamanında Aziz Havariler Kilisesi idi; şimdi Fatih Camiidir, İstanbul’un en kutsal yeri.

Aziz naaşının bir cüzü sonradan hatırlayamadığım bir tarihte İstanbul’dan alınıp İskoçya’ya götürülmüş, Hıristiyan dininin İskoçya vahşilerine ulaşmasında baş rolü oynamış. Oradaki türbesinin bulunduğu St. Andrew kasabası, şimdi Avrupa’nın en eski ve köklü üniversitelerinden birini barındırıyor.

4 yorum:

  1. Ben de burada yaşamaya başladıktan sonra farkettim. Hatta içimi burkuyor, ekseri yaşlılar abartılı biçimde yapıyorlar bunu. Semtte gayri müslim nüfusun yaş oranı daha yüksek zaten.
    Yanıtla
  2. ^İskoçya vahşileri^

    Pict halkı değil miydi onlar?
    Yanıtla
  3. Union Jack'de iki degil uc tane hac vardir. Irlanda'nin simgesi beyaz uzerine kirmizi capraz St Patrick haci da Union Jack'de var.
    Yanıtla

Cumhuriyet'in yayınlamadığı röp

$
0
0
Üç hafta önce Cumhuriyet gazetesinden bir arkadaşa verdim bu röportajı. Yayınlamayacaklarından emindim. Nitekim yayınlamadılar.
Cum - Firarınız çok konuşuldu... Firar etmeye nasıl karar verdiniz? Kaçış hikayenizi anlatır mısınız?
SN - Hapisteki ikinci yılımın sonlarına doğru, 2015’te firar ihtimali ağır basmaya başlamıştı. 21 Aralık 2015’te izinli çıktığımda İstanbul’da büyük bir doğum günü partisi verdim. Niyetim ertesi günü yürümekti. Olmadı. Kışın olmaz dedik, arkadaşlar “biraz daha dişini sık hükümet bu işi çözecek” diyerek avuttular, erteledik. Birkaç hafta sonra yukarıdan gelen bir emirle kapalı cezaevine gönderildim, 14 ay başımı zindandan dışarı çıkaramadım. Disiplin cezam bitip yeniden açığa geçince hiç tereddütsüz düğmeye bastım.
Kaçış hikâyemi anlatmayayım isterseniz. Absürt bir süreçti, ne kadar beceriksiz ve şapşal olduğum ortaya çıksın istemem.
Cum - Firari özgürlük günleriniz nasıl geçiyor? Neler yapıyorsunuz?
SN - Samos yani Sisam adasındayım. Burası şahane bir yer, sakin, huzurlu, medeni ve olağanüstü güzel. Etrafa bakıyorum, beşeri ve mimari tek bir tane çirkinlik göremiyorum. TC şartlarına alışık biri için müthiş bir lüks bu. Bir arkadaşımın ufacık köy evine yerleştim, bütün gün harıl harıl kitaplarıma çalışıyorum. Akşamları mahallenin tavernasında komşularla iki kadeh çipuro içiyorum. Dağ yürüyüşü yapıyorum, göbeğim çatlayıncaya kadar bisiklet sürüyorum. Ufak ufak projeler de şekillenmeye başladı. Baharda bir dilbilim konferansımız olacak, bir iki mimarla konuştum ufaktan restorasyon işlerine de girişeceğim yakında.
Cum - Türkiye’ye bir gün geri dönebilme umudunuz var mı?
SN - Gönül zevzektir, umar.
Cum - Türkiye’de bir kesim, ‘başımıza ne geldiyse yetmez ama evetçiler yüzünden geldi’ diyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
SN - İdrak ve ahlak yokluğu diyorum. Türkiye’nin başına gelen felaketin asıl yaratıcısı “vatan-millet-bayrak” kisvesine bürünmüş, aşırı güçlü, çağdışı bir diktatoryal yapıydı. Şimdiki rejim o yapıyı kırmaya çalıştı, başaramadı, yüzüne gözüne bulaştırdı, eskisinden beter bir kaosa yol açtı. Bu olguyu bahane edip eski düzen savunuculuğu yapmak ya da eski düzenin muhaliflerini hedef göstermek en hafif tabiriyle aymazlıktır. Bir sonraki zorbalık dalgasına kılıf hazırlıyorlar şimdiden.
Kaldı ki, “yetmez ama evet”çilerin siyasi ağırlığı neydi? Elli bin oyları var mıydı sizce 2010 referandumunda?
Cum - Türkiye’deki aklı başında olan herkesin ya kaçtığını ya da kaçmaya yol aradığını yazmıştınız, bunun sonu nereye varacak ?
SN - TC devleti Türk toplumunu yiyip bitiren bir kanserdir. Bugün gelinen noktada toplumu makul ölçüler içinde yönetebilme kabiliyetini kaybetmiş görünüyor. Yakın gelecekte toparlanabileceğini sanmıyorum. Ameliyat lazımdır. Mesele bir şahıs meselesi değil bence, çok daha derin ve büyük bir problemin o vesileyle yüze yansımasıdır. Devlet çürümüştür. Sanırım bundan yüz yıl önce olduğundan daha beter çürümüştür. Nasıl gene ayağa kaldırılabilir hiçbir fikrim yok. Kaldırılması iyi midir, ondan da emin değilim.
Cum - İnsan hakları aktivisti avukat Eren Keskin kesinleşen hapis cezalarına karşı kaçmayacağını söyledi. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
SN - Üç buçuk yıl yatsın sonra gene sorarız. (Yok, bu tabii şaka. Umarım Eren Hanım bir gün bile o çirkin çukura düşmez, insan hakları mücadelesine her zamanki gibi özgürce devam eder. )
Cum - Nasıl bir Türkiye'ye dönmek isterdiniz?
SN - Atatürkistlerle İslamistlerin müzelerde sevimli bir tuhaflık olarak teşhir edildiği bir Türkiye'ye.

Tanrılar yok ama tanrıçalar olabilir

$
0
0
Antik Çağın şafağında, on iki İyonya şehir devletinden Efesos ile Samos epey didişmişler. Samos’un denizlerdeki hakimiyeti, Efes’in (komşu Miletos’un aksine) Akdeniz’e serbestçe açılmasını önlemiş muhtemelen. Kültürel alanda da rekabet kıyasıya sürmüş. MÖ 550 yılından az önce Samoslular, tanrıça Hera’nın doğum yeri olan İmbrasios ırmağının denize kavuştuğu yerde Antik Çağın mermerden ilk anıtsal tapınağını inşa etmeye girişmişler. Efes durur mu? MÖ 550 dolayında, tanrıça Artemis’in doğum yeri olan Kenkhrios ırmağının denize kavuştuğu yere mermerden görkemli bir Artemis tapınağının temelini atmışlar.

Efes’teki sonradan Antik dünyanın yedi harikasından biri sayılmıştır. Büyük kısmı Londra’daki British Museum’dadır. Kırık dökük tek sütunu Selçuk Kalesinin altında, merhum Amazon Restoranın önündeki düzlükte durur. Samos’takinin kırık dökük tek sütunu da havaalanının ardındaki hayıtlıklarda turist kafilelerini bekler. Tapınağın arkasındaki tepelerde 200-300 metreye kadar çıkarsan Kuşadası’nı görürsün. Arkadan Efes’in tepeleri de kışın görünür mü bilmiyorum.

*
Şirince’nin adının sırrına 2010’da yer adları üzerinde çalışırken uyanmıştım. Bir şeyler yazdım da galiba ama şimdi bulamıyorum.

Milattan sonra 17 yılında yazan Strabon, Geographiká14.1’de Efes yakınındaki Kenkhriosırmağından söz eder. Bu ırmağın kenarında, denizden “bir miktar” yüksekte, Ortygia adlı muhteşem bir koruluk vardır. O korulukta tanrıça Leto (“Hanımefendi”) ikiz çocukları Artemis ve Apollon’u doğurmuş, doğumdan sonra Kenkhrios ırmağında yıkanmıştır. Korunun ardındaki Solmissósdağında koruyucu ve kollayıcı Kuretes’ler, anneyi ve dölünü kıskanç tanrıça Hera’dan korumak için nöbet tutmuştur. Sonradan burada Artemis onuruna tapınaklar yapılmış ve dünyaca ünlü heykeltıraşlar tarafından donatılmıştır. Ancak Strabon’un metninden, burada kast edilenin Efes’in meşhur Artemis tapınağı mı yoksa başka tapınaklar mı olduğu anlaşılmaz.

Modern tarihçiler Kenkhrios ırmağının yeri konusunda muğlaktır. Şu anda araştırıp hatırlamaya üşendiğim birileri, Strabon’un anlatımındaki bir belirsizlikten yola çıkarak, Kenkhrios’un Kuşadası yakınındaki Arvalya deresi olduğuna hükmetmişler. Bu “bilgi” yinelendikçe kesin olgu niteliğini kazanmış. Oysa doğru olamaz. Tanrıçanın kutsal doğum yeri Arvalya’dayken, dünyaca ünlü ibadethanesini neden sekiz kilometre öteye, Şirince ırmağının (Antik çağda) denize kavuştuğu noktaya kursunlar? Mantığı yok.

Nitekim Yunanlıların Anadolu Macerası yıllarında da birileri böyle düşünmüş. Solmissós Dağının Şirince’nin arkasında, Suyun Anası dediğimiz yerin sırtındaki dağ olduğuna karar vermişler. 1921 yılında o zamanki adı Kirkince yahut Çirkinceolan köyün adını Solmissós olarak değiştirmişler. İşgal dönemi İzmir Askeri Valiliğince yayınlanan resmi haritada mevcut.

Köyün eski adı Kırkınca değil, her zaman kef harfiyle ve ince diziyle Kirkince, anlamı olmayan bir Türkçe isim. Düşünüyorsun: Kenkhrios Türkçede olsa olsa Kenkir yahut Kinkir olur, yer adlarına her zaman eklenen küçültmece +ce ekiyle Kinkirce. Acaba?

Kirkince köyü 1790’larda kurulmuştur, daha önce yerleşim yokmuş. Acaba derenin adını köyden değil de köyün adını dereden mi aldılar?

*
Pagondas köyü, 16 Ekim 2017
Samos’a geldiğim ilk gün tesadüfen yolum Pagondas köyüne düştü. Güzel bir köy; harikulade bir köy meydanı ve son derece kafadar, eski komünist esnafı var. Türkiyeli, siyasi yüreği doğru yerde bir genç çift de burada ev almış, yerleşmeyi tasarlıyorlarmış. İlk başta belli bir iz bırakmadı, “güzelmiş” deyip geçtim. Sonra yavaş yavaş beynimin bir yerinde orası kıpraşmaya başladı. Tekrar gittim. Tekrar tekrar gittim. Her seferinde biraz daha aşık oldum. Bir sürü satılık ev var: “Sana buradan bir ev ayarlayalım” dediler. Beşinci gidişte harikulade bir eski konak gösterdiler; kırk seneden beri boş, üç otuz paraya satılık. Ustaları topladım, makul fiyata onarılabileceği görüldü. Ufak meydanın etrafındaki beş on evi de birkaç kişi birleşip alsak, bir cemaat alanı oluştursak, aşağı meydandaki harap büyük taş binayı da derslik yapsak gibi fikirler kafamda cirit atmaya başladı. Can çıkar huy çıkmaz.

*
Pagondas cennet gibi bir küçük vadiye yamaçtan bakıyor. Aşağısı baştan aşağı bağlık, zeytinlik, incirlik: dünyada olabilecek en güzel yerlerden biri herhalde. Daha aşağısı, derenin düze indiği yerler hayıtlık ve sazlık. Hera tapınağının tek duran kolonu orada. Deniz köyden 6 km, havaalanı 8 km.
Önceki gün birden ayılıp sordum, bu derenin adı ne diye. İmbrasios deresiymiş. Tanrıça Hera buradaki hayıtların arasında doğmuş. Anası Rhea, yavrularını yiyen (pedofaj) babası Kronos’tan kızını sakınmak için burada nöbet tutmuş.

*

Sami tanrılarıyla işimiz olmaz, ama Antik Yunan tanrıları gerçekten varlar sanırım.

Göçebelik değildir mesele, devlettir

$
0
0
Bildiğin terane: Atalarımız göçebeydi o yüzden... bina yapamıyoruz/sokağa çöp atıyoruz/kırmızıda durmuyoruz/Kezban’ı dövüyoruz vs. vs.

Yok öyle bir şey. Bir kere atan göçebe filan değildi. Yüzde elliden epey fazlası Rum ya da Ermeniden dönmeydi. Kalanın büyük kısmı da Rum diyarı İslam eline düşünce “fırsat kapısı açıldı” deyip buraya akın eden şehirli Acem ve Araptı. İkincisi, tarihe (gören gözle) baktığında olayların hiç o yöne işaret etmediğini görürsün. Güzel bina yapmayı öğrenemedikleri için böyle olmamış. Biliyorlarmış pekalâ, unutmuşlar. Unutmalarının sebebi kötü yönetim ve memleketin canına okuyan kötü bir devlettir.

Anadolu’nun tarihinde, 1945’te başlayan bu son dalgadan önce iki büyük şehirleşme dalgası gözüne çarpar. İlki İskender fethinden hemen sonra, MÖ 300’de başlayıp Roma imparatorluğunun ilk yüzyılına kadar süren dalgadır. İkincisi Türklerin gelişinden hemen sonra başlayıp galiba 1500’lerin başına kadar süren dalgadır. Anadolu’da kent ve kasaba namına bugün ne varsa, ezici çoğunluğu bu iki dönemde kurulmuştur. İmar ve umran adına ciddi ve kalıcı ne yapılmışsa, onlar da bu iki dönemin eseridir. (İstisnaları biliyorum, açıklayabilirim istersen.)

13. ve 14. yy’lar Anadolu’da (ve genelde İslam aleminde) şehirliliğin ve şehir kültürünün zirve yaptığı bir çağdır. Bu konuda en önemli kaynak İbn Battuta seyahatnamesi, 1330-40’lar. Beni çok etkileyen iki başka eser 1430 küsur tarihli Kâbusnameçevirisi, ve yine aynı tarihlere ait Ferec ba’deş-şidde adlı (Türkçe) macera öyküleri derlemesi. Anadolu’ya ilişkin olmasa da Saadi’nin Gülistan ile Bostan’ını (1250-80) bunlara ekle. Mevlana’yı da unutma, aynı yılların mahsulü. Bunların anlattığı, olağanüstü “şehirli” (sivil) ve olağanüstü kozmopolit bir dünyadır. Son derece rafine bir elit kültürü, tüm anlatıların ortak konusunu teşkil eder. İnsanlar ticaretle uğraşır, dünyada eşi görülmemiş sanat eserleri yaratmak için yarışırlar, ünlü alimlerin sohbetinden istifade etmek için dünyanın öbür ucuna seyahat ederler, iyi şairleri servet ve devletle ödüllendirirler, şaşırtıcı hızla sınıf değiştirirler, dinmez bir macera aşkıyla Mağrip’ten Şiraz’a, Mısır’dan Hindistan’a seyahat ederler, her gittikleri yerde aynı kültürü paylaşan ve aynı elit dillerini (Arapça ve Farsça) konuşan bir üst sınıfla tanışır ve kolayca kaynaşırlar. Kadınlar Boccaccio’nun karakterlerine taş çıkartacak derecede hırslı, entrikacı ve seks düşkünüdür. Köylüler yoktur, ya da komedi unsuru olarak marjdadır. (Buna karşılık köleler çokça vardır, talihin umulmadık oyunlarına gebedirler.) Temel karakterler çağdaş Avrupa’nınkiyle aynıdır: gezgin tüccar, gezgin medrese/üniversite talebesi, gezgin derviş/keşiş, gezgin gazi/şövalye.

Anadolu’nun en az yüz kent ve kasabasında o devirde inşa edilmiş bini aşkın cami, medrese, köprü, han, hamam, kale, kervansaray, imaret, bimarhane biliyorum; çoğunu gördüm. Hepsi de kale alınır eserlerdir, Sultanbeyli’nin gecekondu apartmanlarına hiç benzemezler. Sırf bizim kıytırık Selçuk’ta o devirden kalan altı mı yedi mi hamam var. Dıştan bakınca harabe yığını dersin, dikkatle okursan nefes kesecek ölçüde özgüvenli ve uçarı sanatkâr elini fark edersin.

İşin enteresanı o ki, o devirde (1071-1450) Bizans’ın elinde olan Batı Anadolu’da bunların hiç biri yok. Tek bir tane yeni kasaba türememiş. Var olanlarda, belki İznik ve Trabzon hariç, akılda kalıcı bir tek kamu binası yapılmamış. Köhne Bizans, sanki sönmüş, tükenmiş, mukadder akıbetini beklemiş. [En en son yıllarında, Kariye kilisesinde, Mistra’da, Girit’te, Selanik’te biraz silkinir gibi olmuş ama, geçmiş ola.]

Apaçık olan bir şey var. Anadolu’nun 1071 ile 1450 arası İslamlaşması, bir şehirleşme hadisesidir. E hani göçebe kültürüydü?

*
Anadolu’ya Türkler göçebe olarak gelmediler, asker ve yönetici olarak geldiler. Onların “açtığı” kapıdan (fetih Arapça “açmak” demek), çoğu son derece şehirli olan bir İslam kalabalığı memlekete doldu. Yerlilerden yeterince şanslı veya yeterince fırsatçı olanlar onlara katıldı. Türkmen ve Oğuz aşiretlerinin o akıntıya kapılıp ülkeye gelmesi 13. yy başlarında olmuş görünüyor. Ülkedeki Müslüman çoğunluk tarafından sosyal felaket olarak algılanmış bir olaydır; 13. yy sonlarında ülkede siyasi düzenin bir süre çökmesine yol açmıştır. Bugüne dek çok fazla asimile edilebildiğini sanmıyorum. Halen Akdeniz ve İç Ege’de “Yörük” ve “Türkmen” adıyla ayrı varlığını sürdüren bir unsurdur. Üstelik – hayret edersin – mesela Laz müteahhitlere ya da Bodrum’lu Beyaz Türklere oranla, bir hayli terbiyeli bir toplumdur. Köylerine bakarsan hiç de öyle “vay göçebe dölleri” dedirtecek yerler değildir.

21. yy başında ülkede “kentli” kültürü neden bu kadar zayıf diye soruyorsan cevabı başka yerde arayacaksın benim fikrimce. Sor mesela: devlet dediğin şeyin ülkenin başına çöreklenmiş berbat bir çapulcu çetesi olduğu bir diyarda kim neden toprağa ya da binaya yatırım yapsın? Neden maddi çevresini ıslah etmeyi dert edinsin? Tapunun beş para etmediği bir düzende neden evine kişiliğinin damgasını vurmaya çalışsın, ya da kırk kuşak sonra insanların hayran olacağı eserler tasarlasın? İki kuşakta bir müktesebatı olan herkesi biçmenin adet olduğu bir toplumda neden çocuğuna – hap yap para kap sanatı öğrenmek, ya da “iş idaresi” dışında – doğru dürüst bir eğitim vermek istesin?


Göçebelik değildir işin püf noktası. Zulümdür. Kötü yönetimdir. Türk devletidir.

Osman Kavala

$
0
0
Osman Kavala 1974-1984 arası, yani on sekizimden yirmi sekize dek, en yakın arkadaşımdı. Commodore 64’ü Türkiye’ye getiren Teleteknik firmasını beraber kurduk. Sonra “arkadaşla iş yapılmaz” düsturu gereğince aramıza (kara olmasa da) gri kedi girdi. Halâ görüşürüz. Zorda olduğum zamanlar gözünü kırpmadan yardımıma koşmuştur.

Orijinal ve zor bir adamdır. Gençliğinde, benden çok daha radikal bir şekilde devrimciydi. Türkiye’nin en büyük iş imparatorluklarından birinin başına geçtikten sonra da solculuğunu ve devrimciliğini korudu. 1983’ten bu yana Türkiye’de akıl ve özgürlük yolunda yapılmış olan her güzel işin (ve bir sürü saçma işin) arkasında, açık veya kapalı, mutlaka Osman Kavala’nın imzası vardır. İletişim Yayınları. Yeni Gündem dergisi. BirGün gazetesi. TESEV. Anadolu Kültür. Daha bildiğim ve bilmediğim neler neler.

Bir süreden beri gözaltına alınmayı bekliyordu. Almışlar. Şaşacak bir şey yok, çünkü memleketi yöneten köpeklerin temsil ettiği her şeyin taban tabana zıddı olan bir insandır. Onu almayıp da kimi alacaklar?

Niyetleri belli. Ülkede aklı, kültürü, özgürlük sevgisini, evrenselliği temsil eden hiç kimseyi yaşatmamaya kararlı görünüyorlar. Kaçırtabildiklerini kaçırtacaklar, gerisini günü geldiğinde 1915 muamelesine tabi tutacaklar. Dünyanın başına bela olacak kanlı ve vahşi bir diktatörlük adım adım kuruldu, kuruluyor.

Osman er veya geç çıkacaktır. Umarım er olur, geç olmaz. Çıktığında umarım rotayı Almanya’ya kırmaz. Burada daha yapacak çok işimiz var.

Sevan Nişanyan, Osman Kavala - 1974 yazı

Akıl oyunları

$
0
0
Andaç Menemen cezaevinde olduğum bir yıl boyunca hiç aksatmadan her hafta beni ziyaret etti. Felsefeden, tarihten, siyasetten ve güneşin altındaki diğer konulardan sohbet ettik. Zeki bir insan olduğu ve leb demeden leblebiyi çıkarabildiği için bana iyi geldi.

Görüşmeyeli o sohbetleri özlemiş, topa belki girerim diye bana pas vermiş.

*
Soru 1-Merakın ve bilme isteğinin kaynağı nedir? Bir güdüyle mi yoksa iradi bir tercihle mi "bilmek" için çaba harcarız?

Soru 2-Her türlü gündelik ve pratik kaygıdan uzak, hiçbir! fayda gözetmeksizin aşkın bir "bilme" isteği/faaliyeti var mıdır?

İki soru aynı değil mi?

Kaynağını bilmem, ama bilgi ve hakikat arayışının olağanüstü ZEVKLİ bir uğraş olduğu muhakkak. Keşif büyüsü: baş döndürücü bir duygu. Belki de ben’in zindanını aşma hırsı. Her çağda ve her toplumda belirdiğine göre, insan psikolojisinde derin kökü olmalı.

Nietzsche iktidar hırsıdır diyor, haklı olabilir. İnsanoğlu son derece radikal bir anlamda sosyal varlıktır. Duygularını ancak dille ifade edebilir, dil ise başka insanlarla iletişim (ve etkileşim) demektir. Senin bilgiden aldığın zevk, fiilen veya zımnen başkalarına iletilebildiği ölçüde vardır. O iletişimden ayrı düşünülemez. Ama böyle olması bir şey değiştirir mi? Sanmam. Zevk var mı, var. Bitti.

Bilginin pratik faydası ikincildir. Paranın veya devletin kölesi olmuş toplumlarda, karşılıksız bilim aşkını meşrulaştırmak ya da mazur göstermek için uydurulmuş bir bahanedir daha ziyade. “Evladımız Jüpiter’i keşfetti ama mazur görün hakim bey, bundan da para kazanacak.” Ne sefil bir kılıf!

3-Düşünceler tarihi ilerlemeci bir mekanik mi barındırır, yoksa bir etkileşime açık olmakla birlikte "özgün düşünceler tarihi" mi demeliyiz?

“Bilgi birikir mi” demek istemiş galiba yazar. Evet birikir. Doğa bilimlerinde kesin birikir, teknoloji bunun kanıtıdır. İnsan organizasyonunun gitgide kompleksleşmesi ve çapının genişlemesi anlamında, sosyal bilimlerde de birikir. O genişleyen ağ içinde birbiriyle haberleşen insanların sayısının ve kalitesinin artması sebebiyle, edebi ve simgesel alanlarda da (galiba) birikir.

4-Rasyonel düşüncenin tarihi nerede başlar? İyonya ise, Mezopotamya ve Mısır birikiminin etkisi nedir? Doğuysa neden?

Rasyonel düşüncenin tarihi insanla başlar: “oku şuradan atsam geyiği vurur”. AYNI ZAMANDA, sosyal birliğin ve dayanışmanın gereği olan simgesel anlatımlar, sürekli olarak rasyonel düşünceyi baltalar: “hazretin okuyup üflediği oku atsam daha iyi vurur”. Zaman zaman simgesel anlatım, rasyonel düşünceyi boğacak ölçüde hakim olur. Bir süre sonra birileri “e yeter artık” deyip rönesans ve reform yaparlar. Öyle öyle devam eder.

Antik çağın şafağında İyonya’da gerçekleşen şey son derece etkileyici bir rasyonelleşme hamlesidir. Ayırıcı özelliği sanırım doğa olaylarını açıklamak için, ilk kez, ya da ilk kez geniş ölçekte, a) yazıdan, b) matematikten yararlanması. Neden Mısır değil de İyonya? Çünkü siyasi otorite zayıf, ya da parçalı. Siyasi otoritenin zayıf olduğu bir yerde, insanlar birbirini ancak akıl (ya da safsata, ya da münazara) yoluyla ikna edebilir. Elinde sopan yoksa akıllı olmak zorundasın.

5-Tarihin belirli bir kesiminde belirli bir uygarlığın rasyonel düşünme yöntemini geliştirebilmesinin sebepleri nelerdir? Neden diğerleri değil de onlar?

Antik Yunan’ı, İtalyan Rönesansını, İngiliz-Fransız Aydınlanmasını al ele. Üçünde de geleneksel dini-siyasi otorite zayıflamış. Üçünde de alttan, son derece zengin ve özgüveni tam, buna karşılık siyasi otoriteye sahip olmayan veya otoritesi parçalı bir zümre türemiş. Akıl silahını onlar bilemişler. Mesela Osmanlı’nın son demlerinde gayrimüslimlerin, özellikle Ermenilerin bir akıl patlaması yaşamasının nedeni de böyle bir şey olmalı. Ama hep böyle midir, illa böyle midir, bilmiyorum. Düşünmedim.


Stalin, Zeki Velidi Togan

$
0
0

Mayıs 2016’da Menemen Cezaevinden yazılmış bir mektuptan.


Hitler bitti, 900 sayfalık bir Stalin biyografisi okudum [Robert Conquest, Stalin: The Early Years]. Kırk yılda okuduğum dördüncü Stalin biyografisi yanılmıyorsam, ama en iyisi buydu. İlk kez adamı gerçekten anladığım hissine kapıldım. Hitler’in aksine psikopat değil, kişilik ve kültür bakımından bize yakın biri. Kahvehanede rastlasan tanıdık geleceğinden eminim. (Ermenice iyi bilirmiş. Babası Ermeni ustanın yanında kunduracılık yapmış. En yakın yoldaşlarından birkaçı – Spandaryan, Şahumyan, Mikoyan – Ermeni.) Zalim bir devlet gücüne karşı mücadelenin yöntemlerini, yaşayarak öğrenmiş. Sonra otoritenin tamamen çöktüğü bir anarşi ortamında, içgüdüsel bir ustalıkla, hayatta kalmanın ve iktidarını pekiştirmenin tekniklerini mükemmelleştirmiş.

En ilginç unsur Gürcülüğü. Gençliğinde okuldaki Rus baskısına karşı Gürcü milliyetçiliği ile başlamış. Otuz yaşına kadar sadece Gürcüce yazmış. Sonra Gürcü ayrılıkçılığının şahlandığı bir dönemde bir tercih yapmak zorunda kalmış. 

Söke Cezaevindeyken Zeki Velidi Togan’ın Hatıralarını okumuştum, orada da bu hadise beni çarptı. Rus emperyal kimliği ilginç ve çok etkileyici bir mahluk, ne Anglo-Amerikan, ne Türk-İslam emperyalizmine benziyor. Zeki Velidof bir yandan Başkırt milliyetçisi, Türk-İslam hareketi lideri, bir yandan da ciddi ve derin bir düzlemde Rus kültürüne ve aslına bakarsan Rusya birliği fikrine bağlı. Bir yandan Duma’da özerk Tataristan mücadelesi verirken bir yandan da Petersburg Bilimler Akademisine bilimsel makaleler sunuyor, opera sanatçısı F. Şalyapin’le arkadaşlığıyla övünüyor. 1917 olaylarında Sosyal-Devrimci ve bazı Bolşevik liderlerin yakın dostu ve müttefiki. Stalin de öyle: Asla Rus değil, ama Rus emperyal idea’sına aşkla bağlı. Bu tuhaf ikiliği anlamadan 20. yy Rus tarihini anlamak zor.

(Velidof biliyorsun sonradan Türkiye’ye geldi. İstanbul Üniversitesi Türkoloji kürsüsünün kurucusu ve otuz sene boyunca belirleyici otoritesi oldu. Atatürk’le çatıştı. Alpaslan Türkeş’in ve MHP hareketinin kurucusu değil ama fikir babalarından biri oldu. Ben bu adamı yaramaz biri diye bilirdim. Anılarını etkileyici buldum. Ciddi bir entelektüel, orijinal ve karmaşık bir kişilik, sosyalist, devrimci, kozmopolit. Türk standartlarının çok dışında biriymiş.)

5 yorum:

  1. Sevan bey bilgilendirici bir yazı olmuş ama yazının benim açımdan esas yerine de açıklama getirirseniz sevinirim.
    Rus emperyal kimliği hangi açıdan Anglo-Amerikan ve Türk-İslam emperyal kimliğinden ayrılıyor?
    Yanıtla
  2. Halka seslenmediği zamanlar, Rusça'yı, Gürcü aksanıyla konuşuyormuş zaten. Yanlız Holomodor katliamı gibi olaylar var ve Türkiye'deki Komünistler bunun Batı'nın ve Kapitalistlerin propagandası olduğunu iddia ediyorlar. Fakat tarihsel, nesilden aktarılan hafıza da var. Yurtta kalırken de, Ukraynalı öğrenciler Rus öğrencilerle pek sıcak değillerdi.
    Yanıtla
  3. Bizdeki Şemseddin Sami de biraz öyle değil midir? Hem Arnavut milliyetçisi hem Türk milliyetçisi...

    Robert Conquest'in eserini okumadım fakat meşhur İngiliz-Yahudi tarihçi Simon Sebag-Montefiore'nin Stalin: The Court of the Red Tsar ve Young Stalin kitaplarını okumuştum. İlki, 2004 British Book Awards'ta History Book of the Year ödülünü almıştı, Britanya ve K. Amerika'da bayağı sükse yapmıştı. Young Stalin de bilhassa gayet iyi yazılmış bir kitaptı, arşiv materyallerinden çokça istifade edilmiş. 2011/12'de Türkçeye de tercüme edildi bu kitaplar. Bunlardan başka, Türkiye'de son on senede yazar Nazlı Eray'ın bir Stalin kitabı var, Stalin ve Yagoda ilişkisini ele almış. Ben okuyamadım ama güzelmiş diyorlar.
    Yanıtla
  4. Stalin için "Gürcü" demek bana pek doğru gelmiyor
    her ne kadar pek hoşlanmasak da kızı Svetlana Iosifovna kaleme aldığı anılarında "O'nun kadar Rus olan her şeyi seveni görmedim" sözleriyle Stalin'in "tamamen Ruslaştığı"nı da ifade ediyor
    Stalin'in zafer şerefine 24 Mayıs 1945'te Kremlin'de Kızıl Ordu birlik komutanlarının onuruna verdiği kabul esnasındaki konuşması da bu iddiayı destekliyor
    "Yoldaşlar,kadeh kaldırmadan önce son birkaç söz daha söylememe izin verin.
    Kadehimi Sovyet halkımızın ve öncelikle de Rus halkının şerefine kaldırmak istiyorum.
    Öncelikle Rus halkının sağlığına içiyorum,çünkü o,Sovyetler Birliği'ne dâhil olan uluslar arasında en mükemmelidir.
    Öncelikle Rus halkının sağlığına kadeh kaldırıyorum,çünkü o,bu savaşta,ülkemizin tüm halkları arasında,Sovyetler Birliği'nin önde gelen gücü olarak genel takdiri hak etmiştir.
    Rus halkının sağlığına kadeh kaldırmamın nedeni,onun yalnızca önde gelen halk olması değildir,bilakis duru bir anlayışa,sağlam bir karaktere ve sabıra da sahip olmasıdır.
    Hükümetimiz az hata yapmadı,1941-1942 yıllarında,ordumuz başka çare olmadığı için gerilerken ve Ukrayna,Belarus,Moldova,Leningrad bölgesi,Baltık ülkeleri ve Kareli-Fin Cumhuriyeti'nin,bizim için sevgili ve değerli köy ve kentlerini terkederken,ümitsiz bir durumun anlarını yaşadık.Başka bir halk hükümetine şöyle diyebilirdi:'Beklentilerimizi yerine getirmediniz,çekip gidin,Almanya'yla barış imzalayıp,bize dinginlik garantileyecek olan başka bir hükümeti göreve getireceğiz.' Fakat Rus halkı böyle davranmadı,çünkü hükümetlerinin politikasının doğru olduğuna inanıyorlardı ve Almanya'nın yenilgiye uğratılmasını sağlamak için özveride bulundular.Ve Rus halkının Sovyet hükümetine olan bu güveni,insanlığın düşmanı üzerinde,faşizm üzerinde tarihi zaferi garantileyen belirleyici faktör oldu.
    Bu güven için Rus halkına teşekkürler!
    Rus halkının şerefine!.."*Iosif Vissarionovich Stalin,24 Mayıs 1945;Iosif V. Stalin'in,Sovyetler Birliği'nin Büyük Anavatan Savaşı Üzerine'sinden,Berlin,Dietz Verlag,1951,s.226-227;Iosif V. Stalin,Eserler,(çev.) Saliha N. Kaya,1. bs.,İstanbul,İnter Yayınları,1994,cilt 16.
    http://www.st-cyprus.co.uk/stalin/Stalin-Eserler-Cilt-16-Mayis_1945-Aralik%201952.pdf
    ***
    aynı kabulde toplu fotoğraf çekimi esnasında komutanlardan birinin sorusunu yanıtlarken "Gürcü değilim.Gürcü kökenli Rus'um" dediği de anlatılmaktadır ki bir Rus filminde de bu konuşmaya yer verilmiştir
    saygılar
    Yanıtla
  5. nisanyan hocam,
    hapisten kacmissiniz. ziyadesiyle sevindim.
    sizlere gecmis olsun, bizlere hayirli olsun.
    selamlar, sevgiler.
    Yanıtla

Dillere dair bir not

$
0
0
Kime sorarsan sor, “dil iletişim aracıdır” diyecektir. Oysa bu, işin yarısı. Öbür yarısını mesela Tevrat yazarı gayet net kavramış, dil konusunu ilk önce Babil Kulesi ile birlikte anmış. Allah insanlara dili niye verdi? Birbirleriyle konuşamasınlar diye verdi.

Anadilin senin yakın çevrendeki insanlarla anlaşma aracındır. Aynı zamanda, insanlar aleminin yüzde doksan dokuz küsuruyla anlaşamama aracındır. Meksika kedileri Çin kedileriyle iyi kötü anlaşırlar, ama Meksika insanları Çin insanlarıyla anlaşamazlar, çünkü arada dil engeli vardır. Dilin bu ikili işlevini anlamadan dilin yapısı ve evrimi hakkında doğru dürüst bir fikir edinemezsin, Wittgenstein Abi gibi bir sürü boş laf arasında dolanır durursun. 

Düşün mesela, Türkçedeki ses uyumu gibi, dili ufakken öğrenenlerin dünyanın en doğal şeyiymiş gibi benimsediği, ama 20-25 yaşından sonra öğrenenlerin hayat boyu asla alışamadıkları bir sistem niye var? Almancada neden isimler dişi, erkek ve nötr, ve neden her birinin artikeli ayrı telden çalar? Swahili dilinde neden 18 isim kategorisi var ve her biri ayrı tip çoğul yapar? Tek maksat iletişim olsa böyle olur muydu? Asıl amaç yabancıyı dışlamak (ya da kolayca teşhis etmek) olmasın sakın?

Her dil, olağanüstü karmaşık ve çok katmanlı bir kodlar sistemi barındırır. Misal: ip ipi, sap sapı, çöp çöpü, ama kap kabı. İstersen kusursuza yakın konuş, bunda hata yaptın mı dili bilmediğine hükmedilir. Kalın k’yı damağın fazla arkasından söylersen cahil olduğun ya da Adanalı olduğun anlaşılır, ama fazla önden söylersen bu sefer TRT özentisi monşer olmakla suçlanabilirsin. Havalı kızlar şu kelimeyi öyle değil böyle söyler, söylemeyene çok pis gülerler. (Her zaman öyleymiş: Catullus, carmen 83, /k/ yerine /kh/ diyen Suriye valisini atası köle diye aşağılar: chommoda dicebat, si quando commoda uellet.)

Bu yüzden Esperanto gibi “rasyonel” bir yapay dil oluşturma çabaları her zaman hüsranla sonuçlanmıştır. Bu yüzden doğal diller sürekli olarak değişir/evrilir, çünkü o dili konuşan her sosyal grup, sürekli olarak, taklidi zor birtakım dil kodları ve alt-kodları oluşturmakla meşguldür. Bu yüzden bir emperyal dil kazara dünyaya hakim olsa bile, o dilin lehçeleri ve şubeleri kısa zamanda apayrı diller gibi birbirinden ayrışacaktır.



On Dördüncü Lui ile tanışmamız eskidir

$
0
0
Kütüphanede kitap okuma fikriyle Orta 3’te tanıştım – belki de Orta 2’ydi, şimdi emin olamadım. Işık Lisesi’nin kütüphanesini bol pencereli, aydınlık, ferah bir yer diye hatırlıyorum. Benden başka pek kimse olmazdı. İlk keşfettiğimde Ahmet Vefik Paşa’nın Molière çevirileriyle başladım, ama pek tadına varamadım (şimdi olsa keyiften dört köşe olurdum herhalde). Ardından Voltaire’in 14. Louis Asrı’nı, Milli Eğitim Bakanlığı’nın yanılmıyorsam Hasan Ali Yücel dizisinden çıkan iki ciltlik çevirisinden okudum. Birkaç hafta Kardinal Mazarin’le, Condé düküyle, Colbert’in maliye politikalarıyla yatıp kalktım. Hepsini, halâ, neredeyse sayfasına kadar hatırlarım. Kütüphane memuru mendebur bir kadındı. Sebebini hatırlamıyorum, defalarca beni oradan kovmaya kalktı. Ders saatlerinde ve öğle yemeklerinde kütüphaneyi kullanamayacağıma hükmetti. Memurlara olan dinmez nefretim sanırım o günlerde başlamış olmalı.

Orta üç olmalı. Çünkü aynı yıl Louis tarihinin uyandırdığı ilgiyle sömestr tatilinde (evde) Albert Soboul’un Fransız İhtilali Tarihi’ni okudum, ki bin küsur sayfalık tuğla gibi kitaptır. Sonra dönem ödevi olarak ihtilalin kronolojisini yazdım, daktiloyla aralıksız otuz küsur sayfa. Hepsi olmasa da onun da çoğu aklımdadır, Valmy muharebesini, Ventôse kararnamelerini, 9 Thermidor darbesini, Yıl III anayasasını sorun, bilirim. Neredeyse kırk yedi yıl olmuş, bazı şeyler akılda kalıyor demek ki.

Liseye geçtiğim yaz bir yandan deli danalar gibi İngilizce çalışırken, bir yandan da bir sürü kitap okudum. Troçki cinayetine dair yazarını hatırlamadığım bir kitap, Huxley’in (Cesur) Yeni Dünya’sı, Anatole France’ın Penguenler Adası onlardandır. Sonuncusu üstü kapalı bir Fransa tarihi parodisidir, hemen bütün referansları anladığım için kendimle gurur duymuştum.

Lise 1’in son günlerinde ilk kez ders dışında bir İngilizce kitap okumaya cesaret ettim. İlk okuduğum kitap Maurice Ravel’in biyografisiydi. Ravel’in eşcinsel olduğunu öğrendiğimde gözümden perdeler düştü; eşcinselliğin iyi bir şey olduğuna ve kötüdür diyenlerin iflah etmez birer eşek olduğuna kanaat getirdim. (Ama hiç denemedim, Elif Şafak beklemeyin benden.)

Ömer Hayyam’ın Rubaiyat’ını Fitzgerald’ın İngilizce çevirisinden okumam o günlerde (Mayıs 1972) olmalı. Çünkü yaz gelince edebi okumaların hepsi bir yana bırakıldı, Sartre’ın L’être et le Néant’ını Türkçeye çevirmek gibi deli saçması bir işe girişildi. İki üç ay boyunca adadaki evin arka terasında, komşu Semih Bey’in opera plakları eşliğinde o işle uğraştım. Ağustosta bir gün “yeter lan” deyip hepsini çöpe attım.

Semih Bey Hürriyet’te gazeteciydi, ayrıca çok sayıda detektif romanı çevirmişti. Soyadı Türker’di galiba. Ressam İhap Hulusi’nin üst kat kiracısıydı. 1976 veya 77 olmalı, Bodrum’da vefat etti.

*
Demek ki neymiş? “Okumaya nereden başlayım hocam” diye sormayacakmışsın. Ne bulursan oku. Mümkünse kendi önyargılarına ve içinde yaşadığın mahallenin hazırlop kalıplarına en uzak konuları seç. Ne bileyim, Çin Budizminin tarihini oku, Sri Lanka’nın flora ve faunasını oku, Kuantum teorisinin kurucularının hayat hikâyesini oku. Önünde kapılar açılır. O kapılardan geçebildiğini gördükçe cesaretin gelir, önceden tahayyül bile edemediğin başka kapıları zorlamaya başlarsın.

*
Nereden geldi aklına bunlar diye soracak olursan, dün İris’le internette seyredecek film ararken, 14. Louis’nin Ölümü diye bir şeye denk geldik. Ben oradaki olayları ay, gün, isim, künye okuyarak anlattıkça kızım usanç getirip “ya babiş neden bilir bir insan bunları” diye sordu. O vesileyle anlattım.

Biraz sıkıcı film gerçi, ama Hollywood klişeleri dışında bir şey arıyorsan iyi gelebilir. İktidar, yaşlılık, ölüm ve gücün acze dönüşmesine dair bir deneme. Atatürk’ün son günlerini, Abdülhamit’i, hatta biraz şimdikini anımsattı bana. (yesmovies.com 'da İngilizce altyazılısı var.)

Siyaset yaz dediler, işte yazdım

$
0
0
Israrla söylüyorum ki belanın başı Tayyip değildir, TC devletinin kanserleşmiş yapısıdır. Tayyip, namus ve vicdan sahibi her insanın yapacağını yapıp o yapıyla mücadele etmeye çalıştı. Başaramadı. Başaramayacağını anlayınca, namuslu insanların hicap duyacağı (fakat belki başka çare kalmayınca mecburen sergileyeceği) bir kıvraklıkla, düşmanın elini sıkıp ona iltihak etti. Hatta görünüşe göre kendi liderliğini ona kabul ettirdi. Gerçekten ettirdi mi, bakın ondan emin değilim. Yeniçeriyi kendi iradesine ram edecek kadar usta bir oyuncu mudur? Yoksa, imkânsız bir siyasi pozisyonda kendini tüketmesini bekliyorlar, zamanı gelince yılanın gömleğini atması gibi buruşturup bir kenara mı atacaklar? Yaşayan görecek.

Darbe mekaniği

Türkiye 1990’lardan 2009/2010 yılına dek ciddi bir darbe hazırlığının ve darbe tehdidinin gölgesinde yaşadı. “Darbe” derken 15 Temmuz gibi bir operet darbesi düşünmeyin lütfen (gece vakti helikopterden on adam iner, TRT’yi işgal edip spiker kızı rehin alırlar, Malatya komutanı telefonda yanlış kişiden emir alır vb.). Kalıcı bir şekilde iktidarı ele geçirmeye kararlı, bu uğurda güç kullanmaktan ve oluk oluk kan akıtmaktan çekinmeyecek organize bir yapı düşünün.

Failleri devletin güvenlik organları içinde çöreklenmiş, vatan-millet ve atam-yatam edebiyatıyla beyni pelteleşmiş bir zümreydi. Değişen dünyada iktidarlarını ve sosyal ayrıcalıklarını kaybetme korkusu içindeydiler. Bu korkularında haksız da değildiler. Varlıklarına yönelik en büyük tehditler Batı kaynaklıydı. Avrupa Birliği projesi onlar için ölümcül tehlikeydi; ABD’nin özellikle Clinton ve Obama dönemlerinde benimsediği liberal söylem, iktidarları için çürütücü asitti. Bir müddet için Batı’nın yerel müttefiki ve sözcüsü rolünü üstlenen Erdoğan hükümetlerini, bu nedenle, iblisin yeryüzündeki temsilcisi olarak gördüler. Önderlerini asmayı, kazığa oturtmayı, cesetlerini köpeklere yedirmeyi düşlediler. Kürt, Ermeni, Kıbrıs meselelerindeki açılımlarını baltalamak için ellerinden geleni yaptılar.

ABD yönetiminin belki bir kanadının, akıl almaz bir basiretsizlikle, Türkiye’deki yapısal dönüşümün taşeronluğunu saçma sapan bir tarikate yüklemeye teşebbüs etmesi darbecilerin ABD’ye yönelik nefretinin bir nebze olsa meşruluk kazanmasına yardımcı oldu. Batı’ya sırtlarını dönmelerinde, Batı dünyasının gerileyiş ve çöküşüne ilişkin birtakım rasyonel ya da yarı-rasyonel hesaplar da rol oynamış mıdır? Kestiremiyorum. 1945 sonrasında kurulan ABD-merkezli dünya düzeninin yirmi yıl içinde altüst olacağını hesaplıyorsan Türkiye gemisinin rotasını nereye kırarsın? Düşünmek lazım.

Her halükârda amaçları, Türkiye’nin yüz seksen yıllık Batı macerasına son vermekti. Bu uğurda, bunca yılın düşmanı Rusya’ya yönelmekten çekinmediler. Çin’e, İran’a dair fanteziler kurdular. Kayda değer bir üretimi ve doğal kaynakları olmayan, kalifiye kadrolarının tamamı ilk fırsatta yurt dışına kaçmaya hazır, ordusu son üç yüz yılda girdiği hemen her savaşı kaybetmiş bir ülkenin tek başına dünyaya meydan okuyabileceğine kendilerini inandırdılar. Bürokratik alemin ucuz hamaseti ve ahlaki yozlaşmışlığı dışında herhangi bir entelektüel donanımları yoktu. Vatan mevzubahis ise hakikatin, bilginin, tutarlılığın teferruat olduğa inanıyorlardı. Çok cahildiler.

Batılılığın ülkedeki psikolojik temellerini tahrip etmek için, Türk milletinin genetik koduna işlemiş olan gâvur nefretini ustaca kaşıdılar. Türkiye’yi, kısa zamanda, Amerika ve Avrupa düşmanlığının bütün dünyada en yoğun biçimde kamuoyuna yansıdığı ülke haline getirmeyi başardılar. Batı düşmandı. Karanlık komploların ve gizli emellerin diyarıydı. İblis-savar olarak dağlara, tepelere ve meydanlara kazık gibi bayraklar diktiler. Zavallı Atatürk’ü, kâfir Batı’ya karşı açtıkları kutsal cihadın ikonası ve muskası olarak kullandılar.

O cihadın ateşi içinde, kanlı ve bozkurtlu bir tür İslami hamasetin memleketin hastalıklı muhayyilesini ele geçirmesi sizce şaşırtıcı olmuş mudur?

Yetmedi, ama evet

Bunlara karşı girdiği mücadelede ben Erdoğan’ın en azından bir noktaya kadar samimi olduğuna inanıyorum. Baştan beri onların adamı mıydı? Hiç tahmin etmediğiniz bir yönde mi yaptı takiyeyi? Sanmam. Gerçek dünyada hiç kimse o kadar şeytani planlar yapamaz, yapsa da sürdüremez. Her halükârda o habislere karşı Batı ittifakının temsilcisi olarak öne çıktığı sürece desteklenmesi doğruydu ve gerekliydi. Ben destekledim, oyumu da verdim. Saati 2007’ye yahut 2009’a çevirirsen gene aynı şeyi yaparım. Memlekette uygarlık (= Batılılık) davasını ciddiye alan aklı başında insanların ezici çoğunluğu da benim gibi düşündü.

Risklerin farkında değil miydik? Elbette farkındaydık. Zihinsel donanımı yetersizdi, öbürlerinin milli ve hamasi önyargılarından arınmış değildi. İyi bir taktikçiydi fakat uzun vadeli vizyonu yoktu. Kadrosu üçüncü sınıf kasaba politikacılarından ve vurkaççı çakallardan (ve Davutoğlu gibi boş kafalı zevzeklerden) ibaretti. Avrupa Birliği politikasında samimi miydi bilmiyorum. Fakat Kürt, Kıbrıs ve Ermeni meselelerini çözmek için samimi bir çaba harcadığından eminim. Ta 2014’ün ilk aylarına dek, Kürt diyarına barışı getiren adam olarak tarihe geçmeyi hayal ettiğini biliyorum. Hayalini gerçekleştirecek ufku, cesareti, kadrosu ve gücü yoktu yazık ki.

Tarihi rövaşata

Devletin içinde çöreklenmiş olan kanserli yapıyı almak için 2007’den itibaren büyük bir kavgaya girişti. Yapamadı. Neden yapamadı? Belki iradesi yetersizdi. Belki kanserli yapının ameliyat kabul etmeyecek kadar bünyeyi sarmış olduğunu anladı. Belki müttefiklerine güvenemedi, kendisine ihanet edeceklerini gördü. Dönüm noktası sanırım Eylül 2010 referandumunun hemen sonrasıydı. Yaklaşık o günlerde Tayyip Erdoğan’ın ölüm uçuşu başladı.

Darbeyi Kemal muskalılardan beklerken, ilk darbe teşebbüsü Şubat 2012’de kendi müttefiklerinden geldi. Mayıs-Haziran 2013’te, muhtemelen spontane olarak gelişen, ama hükümet cephesinde büyük paniğe yol açan ve hükümetin siyasi geleceğinin pamuk ipliğine bağlı olduğu inancını besleyen bir kalkışma yaşandı. Aralık 2013’te ve onu izleyen kasetler savaşında, normal olarak hiçbir demokratik hükümetin sağ kurtulamayacağı bir yaylım ateşi açıldı.

Aklı başında herkesin “bu oyun burada biter” dediği andı. Ben şahsen üç ay içinde düşeceğine dair kaç kişiyle bahse girdim. Ve kaybettim. Erdoğan pes etmedi. Futbol tarihinde eşine ender rastlanır bir rövaşata ile topu yüz seksen derece çevirdi; daha düne kadar kendisini ve ailesini yağlı kazığa oturtmayı düşleyenlerin kampına gitti ve onlara katıldı. Ergenekoncu generaller salıverildi. Hayatının projesi olan Kürt barışı terk edildi. Şehit ve vatan haini imalatına hız verildi, memleket sathı kan ve bayrakla donatıldı. Avrupa ile uzlaşmanın kilidi olan Kıbrıs barışı çıkmaz ayın son gününe ertelendi. Avrupa ve ardından Amerika düşman ilan edildi. En önemlisi, askeriyenin Fethullahçıları kökten tasfiye etme projesine yeşil ışık yakıldı. Karşılığında? Karşılığında Tayyip Erdoğan’ın iktidarını – ve muhtemelen yaşamını – sürdürmesine izin verildi.

Yapılan iş kepazeliktir. Ahlaki rezalettir. Siyasi bir intihar hamlesidir. Aynı zamanda siyasi deha eseridir. Nefesimiz kesilerek izliyoruz.

Yazının ilk bölümünde tarif ettiğimiz darbe bugün gerçekleşmiştir. Kadroları ve ideolojisi iktidardadır. Yıllardan beri tasarladığı kanlı tasfiye adım adım gerçekleşmiştir ve gerçekleştirilmektedir. Türkiye’nin uygar dünya ile ilişkileri, kuşaklar boyu bir daha düzelemeyecek şekilde tahrip edilmiştir. Kırk yıldan beri Türkiye’de uygarlığın ve Batılılığın sözcüsü konumunda olan herkes korkutulup kaçırılmış ya da zindana atılmıştır (ki bununla yetineceklerini de maalesef sanmıyorum). 2007-2008-2009’da darbe tehlikesine karşı halkı ve hükümeti uyaran fikir önderlerinin hepsi bugün müebbetle yargılanmaktadır. Devlet çetesinin ellerini bir nebze bağlayan tüm kurumsal ve hukuki bağlar çözülmüştür; sınırsız yağmanın ve katliamın kapıları ardına kadar açılmıştır.

Beklenmedik olan bir tek şey var: O darbenin hedefi ve kurbanı olması beklenen kişi, bugün darbenin lideri pozisyonundadır! Ve internetteki birtakım TC havhavlarının bannerlerini, Atatürk’le Tayyip Erdoğan (ve Osmanoğlu 2. Mehmed) yan yana süslemektedir.

Ufukta 1918

Bu gidişin sonu iyi görünmüyor. Tarihte benzer maceralara giren zorbaların hemen hepsi er veya geç savaşa sürüklenmişlerdir. Bunların da sonuçta o noktaya gelmesi kaçınılmazdır. Türkiye o savaşı kazanamaz. Hitler de kazanamazdı. Saddam da kazanamazdı. Enver de kazanamazdı. 1683’te can havliyle Viyana’ya saldıran Köprülüler rejimi de kazanamazdı. Yıkılmaya yüz tutunca Prusya’ya sataşan 3. Napolyon da kazanamazdı. Ülkeyi yönetemeyeceklerini anladıkları gün son ve canhıraş bir umutla savaşa girdiler. Kendileriyle beraber, ülkelerini yıkıma sürüklediler.

Maalesef ufukta yine aynı şeyler görünüyor. 

Türk ve İslam tarihinden sayfalar

$
0
0
Osmanlı devleti 1640’lardan itibaren bir kargaşa dönemine girmiş ve fiilen dağılmanın eşiğine gelmiştir. 1656’de Köprülü Mehmed Paşa olağanüstü yetkilerle donatılarak sadrazam tayin edilir. Terör rejimi kurar. Anadolu valilerini Halep’te toplayıp idam ettirir. “Üsküdar’dan Arabistan hududuna kadar” siyasi tercihleri şüpheli görülen on - on iki bin kişinin kellesini aldırır.

Ölünce yerine oğlu geçer. Rejim konsolide edildiği ve direnecek kimse kalmadığı için daha sakin bir dönem olur. İktidarı 15 yıl sürer. Oysa önceki altmış yılın sadrazamlık süresi ortalaması bir yıldan kısadır.

O ölünce Mehmed Paşanın evlatlığı ve damadı olan Kara Mustafa Paşa sadrazam olur. O da yedi yıl yönetir. Böylece hanedanın toplam yönetim süresi 27 yılı bulur. (Karş. Abdülhamid 33 yıl, Kemal+İsmet 28 veya 31 yıl.) Osmanlı tarihinde eşi görülmemiş bir servet biriktirir. Duymuş muydunuz bilmem, Köprülüzade Kara Mustafa Paşa Vakfı halen, bugün, yani 2017’de, Türkiye Cumhuriyetinin en büyük mal varlıklarından biridir.

Sosyolojinin altın yasalarından biridir: servet, bir noktadan sonra devlete dönüşür. Yani bireysel hırs meselesi olmaktan çıkar, kalıcı bir siyasi iktidarın altyapısı haline gelir. Nitekim birtakım mel’unlar “paşanın saltanat makamına göz diktiğine dair birtakım vesikalar uydurarak padişahı zehirlemeğe” kalkışırlar. Padişah 4. Mehmed bu esnada otuz yıla yakın süreyle siyasi iktidarın odağından uzakta, Edirne’de ikamet eder; avla vakit geçirir. Dikkat buyurun: Türk ve İslam tarihinde en kabadayı hanedan bilemedin dört veya beş kuşak saltanat sürmüş, sonra yerine vezirin yahut kumandanın hanedanı geçmiştir. Osmanlı’nın rekoruna yaklaşan bile yoktur.

Köprülü politikasının püf noktası aralıksız savaştır. 1660’tan başlayarak önce Avusturya, ardından Girit-Venedik, ardından Lehistan, Rusya, gene Lehistan, Orta Macaristan seferleri yapılır. Bu seferlerin hepsine Evliya Çelebi katılmıştır. Ekonomik detayları mal bulmuş mağribînin coşkusu ve saflığıyla defterine kaydeder. Yağma seferleridir. Katılan herkes sebeplenir, evine beygir yüküyle mal, para, cariye ve köleyle döner; Devleti Aliyeye ve padişaha ve onun vezirlerine hayır duaları eder.

Kara Mustafa'nın idamı
Sürekli savaş politikası sonunda belasına çatar. Avusturya ile Lehistan, ardından Rusya ve Venedik Osmanlı’ya karşı birleşirler. Akil adamlar (mesela Budin valisi İbrahim Paşa) Mustafa Paşa’ya aman duralım, barışalım diye telkin ederler; padişah da onlara meyleder. Oysa Paşa, bu noktada durmanın kendisi ve hanedanı için ölüm olacağını bilir. 1683’te Viyana’ya yürür. Hezimete uğrar. Fırsat bu fırsat deyip ertesi hafta idam ettirirler. İzleyen beş on yıl içinde bütün Macaristan ve peşinden bütün Balkan yarımadası elden çıkar. Allahü Teala’nın inayetiyle o sırada Fransa “bu Habsburglar bu kadar büyürse canımıza okur” deyip Avusturya’ya savaş açtığından harbin dengesi döner, Karlofça ve onu izleyen antlaşmalarla Belgrad’dan berisi daha iki yüz yıllığına Darülislam’ın koruyucu ve şefkatli kanatları altında kalır.

Not edin bunları bir yere. Sevan anlattıydı dersiniz.

On Kasım tezleri

$
0
0
I.
Laiklik şarttır ve hayati önemdedir. Bin yıl öncenin hurafelerini kamu yönetiminden dışlamadan, gençleri o zararlı iptiladan az ya da çok kurtaracak tedbirleri almadan, sağlıklı ve uygar bir toplum yönünde adım atılamaz.

Türkiye laiklik yönündeki en ciddi adımlarını 1850-60’larda ve tekrar 1908’i izleyen yıllarda attı. Ülkede Müslüman olmayan herkesi ve her şeyi imha ettikten sonra Cumhuriyet rejiminin benimsediği “laiklik” politikası sahtekârlıktan ibarettir. Görüntüsü modernleştirilmiş, fakat İslam dininin en çirkin boyutları – kâfir nefreti, milleti hakime kibri, fetih hırsı – korunup pekiştirilmiş bir Devlet İslamı yaratma teşebbüsüdür. Hüsranla sonuçlanmıştır.

II.
Cumhuriyetin kurucusu, kelimenin klasik anlamıyla “Büyük” bir adamdır. Olağanüstü siyasi zekâya ve iradeye sahip, büyük riskler almış ve büyük hatalar yapmış, etkileyici bir liderdir. Günümüzde Türk Faşizminin simgesi ve ikonu haline gelmemiş olsaydı, yaşam öyküsünün bir büyük dram veya siyasi destan olarak ele alınmasını savunabilir, hatta o göreve kendimiz talip olabilirdik.

Ne yazık ki mutlak iktidarın kaçınılmaz olarak getirdiği mutlak cinnetten, en azından selefi Abdülhamit kadar, ve en azından halefi olan bugünkü örnekler kadar, nasibini almıştır. 1920’lerin sonlarından veya 1930’ların başlarından itibaren, ruhsal dengesini normal insanlara özgü ölçüler içinde değerlendirmek mümkün değildir. Mutlak gücün kanlı, paranoyak, akıl ve hukuk dışı üslubu iktidarının son on yılına damgasını basmış; ülkeye, etkileri günümüze dek hissedilen hasar vermiştir.

III.
Bugün memleketin ufkunu saran kara kargaların akla ve bilgiye saldırılarına tanık oldukça “Atatürk’ün Türkiye’si böyle mi olacaktı” diye iç geçiren iyi niyetli insanlar, önce 1930’lu yıllarda Atatürk’ün şahsi gözetimi altında toplanan Türk Dil ve Türk Tarih Kongrelerinin tutanaklarını incelemelidirler. Türkiye’de entelektüel ahlaksızlığın ve iktidara yaranma hırsının ulaşabileceği seviyeler hakkında yeterli bilgi sahibi olduktan sonra, günümüz hakkında daha sağlıklı bir eleştiri mümkün olabilir.

IV.
En geç 1960’tan bu yana, sağ ve sol çeşitli kılıklara bürünen Kemalcilik, Türk Faşizminin kod adıdır. “Ulusal bağımsızlık” kisvesi altında, Batı dünyası ile her türlü ittifakın ve yakınlaşmanın asli düşmanıdır. “Anti-emperyalizm” görüntüsü altında, Türk milletinin genetik kodunda var olan gâvur düşmanlığını durmaksızın kışkırtır. Tarih anlatısı, gerek Cumhuriyetin gerek Osmanlı’nın temel ekonomik gerçeği olan gayrimüslim soygununu meşrulaştırmaktan başka amaca hizmet etmez. Bireysel girişime ve bireysel özgürlüklere karşı daima Devlet’in kahredici gücünden yanadır. Demokrasiyi kendi varlığına ve ideolojik egemenliğine yönelik ölümcül bir tehlike olarak algılar. Tüm totaliter ideolojiler gibi, müktesep hak ve hukuk kavramlarından yoksundur; hakkı ve hukuku, kendi egemenliğinin işine geldiği ölçüde ve işine geldiği sürece bahşedilecek bir ihsan olarak görür. “Vatan” olarak tanımladığı kendi iktidarı mevzubahis ise hukukun ve bireyin, aklın ve vicdanın, terbiyenin ve uygarlığın kolayca harcanacak teferruat olduğuna inanır.

Dünyanın çeşitli ülkelerinde 1930’larda cinnet halini alan ve günümüzde yeniden yükselişte olan milliyetçi dikta ideolojilerinden içerik açısından ciddi bir farkı yoktur. Dört kuşaktan beri sürdürülen endoktrinasyonla toplumun beynine kazındığı için, ve son dönemde “sol” söylemle aşılanıp olası bir gerçek muhalefet hareketine karşı bağışıklık kazandığı için, dünyanın başka bucaklarındaki Faşist hareketlerin pek çoğundan daha tehlikelidir.

V.
Son yıllarda ülkeyi saran İslami azgınlık, Kemalci hegemonyanın doğal ürünü ve doğal tepkisidir.

Doğal ürünüdür, çünkü doksan yıldan beri sürdürülen “Milli” Eğitim programları, doğal olarak, dünyadan habersiz, yabancı dil bilmeyen, Batı’yı ancak Haçlı Seferi/Viyana Muhasarası/Denize dökülen düşman/Misyoner komplosu olarak algılayan, dünyaya ve medeniyete düşman bir kitle yaratmıştır. 1930’lar veya 1960’lar usulü Türk ırkçılığı bugün fikren yetersiz kaldığı için, o kitle, yakın coğrafyadaki “kardeş” kavimleri de kapsayan bir tür İslami milliyetçiliği dar anlamda Türkçülükten daha doğal ve daha inandırıcı bulmaktadır.

İslamcı dönüşüm aynı zamanda Kemalist hegemonyaya bir tepkidir, çünkü Faşist-Devletçi ideolojinin dayattığı mutlak ahlaki kofluk ("vatan mevzubahisse...") insanlarda doğal olarak bir ahlaki dayanak arayışına yol açmış, ve cumhuriyet eğitiminin bıraktığı entelektüel boşlukta insanlar aradıkları dayanağı dededen kalma birtakım hurafelerde bulabileceklerine kendilerini inandırmışlardır.

O yüzden diyoruz ki bunlar Kemal’in gayrimeşru çocuklarıdır. Ve o yüzden diyoruz ki Kemalci tümör temizlenmeden bu ülke dikiş tutmaz.


Bilim neymiş?

$
0
0
“Bilim: Gözlem ve deneye dayanan öğrenme metodu.” Dedikleri bu.

Beğenmedim tanımı. Asri turşuculuk da gözlem ve deneye dayanan bir öğrenme sürecidir ama “bilim” sayılmaz. Keza marangozluk, terzilik, siyasi parti ayakçılığı, uyuşturucu satıcılığı, koğuş ağalığı, zurnacılık vb.

Bir kere hiçbir öğrenme metodu sadece gözlem ve deneye dayanamaz, aktarım da gerekir. Lavoisier’nin her deneyini baştan yapamazsın, herkesi Beagle’la dünya turuna çıkaramazsın. Kitapta yazan şeylere yahut hocanın söylediklerine inanmak zorundasın. Dolayısıyla bir süre sonra bilgi aktarım zincirinin normları (güvenilirlik kriterleri) bilimsel disiplinin önemli bir konusu, hatta başlıca konusu haline gelecektir. Can alıcı soru şu: tamamen aktarım üzerine kurulu disiplinler, ya da ampirik temeli küçük veya önemsiz olan aktarım zincirleri, mesela tarihçilik, mesela paleografi, teoloji, mesela İslam fıkhındaki hadis yahut tabakat ve sıkat ilmi “bilim” sayılır mı? Sayılmaz ise sınırı nerede çizersin? 

Baştan alalım. Bir bilgiler manzumesinin “bilim” adını alabilmesi için ilk şart sanırım yazılı bir aktarım disiplinine ve o disiplin çerçevesinde üretilmiş bir bilgi korpus’una (müktesebata) sahip olmasıdır. Bir konuda bir sürü insan kitap ve makale yazmış, bunlardan hangilerinin muteber hangilerinin çöp olduğuna dair birtakım normlar oluşmuşsa elindeki bilimdir; değilse değildir. Tanıma buradan başlayınca turşuculuğu, ağalığı vb. baştan elemiş oluyoruz. Onların da kitapları yazılsın, o kitapları cerh veya şerh eden başka kitaplar yazılsın, ilmi dergilerde eleştirileri çıksın, namlı hocalar bu yüzden birbirine küssün, onların hiziplerine dair ağır analizler yapılsın, seminerler sempozyumlar toplansın, doktora tezleri yazılıp bozulsun, onlar da bilim olur. Nitekim buyur, oenoloji – şarabiyat ilmi – bilimdir diyorlar, oysa şarap dediğin şey üzümün turşusu değil mi bir çeşit?

Daha ileri gidelim, “bilim” dediğin üniversitede bir departmandır diyelim mi? Üniversite kurumunun bir fonksiyonudur. Departman ve kürsü var, bilim var; onlar yok, bilim yok. Batıda scientia, Doğuda onunla eş anlamlıˁilm kavramları ancak Orta Çağda, üniversite/medrese kurumu bünyesinde doğmuş ve tasnif edilmişler. Bin yıldan beri de üniversite/medrese kurumundan ayrı olarak düşünül(e)memişler. [Çin’de nasıldır, bak onu bilemedim.]

Skolastik disiplini lütfen küçümsemeyiniz, insan evladının tarihteki müthiş keşiflerinden biridir. Akla ve zekâya geniş kapılar açar. Belirli tartışma normlarına uymak şartıyla, yaratıcılığa ve orijinaliteye mecra verir. Bilginin kuşaklar ve yüzyıllar boyunca birikmesini sağlayan mekanizmalara sahiptir. Pratik dünyada işe yarar veya yaramaz ayrı mevzu, ama yarayıp yaramaması kimin umurunda? İnsan zekâsının en uyanık olduğu yaşlarda yıllar boyu sabah akşam tartışıp tüketemeyebiliyor musun? Yeter.

*
Her skolastik yapı kendi yıkımını içinde taşır. Aktarım metodu ve müktesebat biriktikçe, midye kaplamış iskele babaları gibi kabarır ve çekirdeğindeki hakikat cevherini gözden kaybetmeye yüz tutar. Dogmalar ve törenler oluşur; otorite katmerlenir; aktarımla uğraşanların tercihleri ve saplantıları bilimin başlıca konusu olmaya yüz tutar. Disiplin kemikleşir, yaratıcılığı boğmaya – ya da marjinal ve verimsiz kanallara kaçırmaya – meyleder.

Orta Çağ sonlarında mesela öyle olmuş. Üniversitenin ve medresenin ana damarını oluşturan Aristocu bilim anlayışı 15. yy sonlarına doğru hem Batıda hem Doğuda şiddetle eleştirilmiş. Köhne! Dogmatik! Eski kafalı!

Kurumsal otoriteden bağımsız – hocaların kozuna koz basacak – bir bilimsel hakikat kriteri var mıdır diye Marsilio Ficino’dan Nicolas Cusanus’a, Francis Bacon’a, Descartes ile Pascal’a kadar bir sürü insan kafa yormuşlar. [Doğuda da var eşdeğerleri, biliyorum, başta İbn Haldun, ama şimdi gerisini arayıp bulmaya üşendim.] Floransa’daki Akademi’den dünyaya yayılan yeni Platoncu modelde verimli bir çıkış yolu bulmuşlar. Bu yeni modelde bilim, gözlem ve deneyle başlamaz. Matematiksel bir modelle başlar. Önce kalemi kâğıdı alıp modeli kurarsın. Sonra sen ve tüm meslektaşların ve düşmanların gözlem ve deneyler yapıp modelini yalanlamaya çalışırlar. Başaramazlarsa kazandın. Üniversite hocalarını yendin.

Bu model önce astronomide muazzam sonuçlar verdi. [Doğu’nun yarıştan kopması tam o noktadadır: bir Copernicus çıkaramadılar.] Fiziğin diğer dallarında (mekanikte, optikte, hidrolikte, sonra elektrikte) yepyeni ufuklar açtı. Yüz küsur yıl sonra, 18. yy sonlarında, kimyada büyük bir devrime imza attı. Bana sorarsanız 19. yy başında Grimm ile Bopp’un dilbilimde başlattıkları devrimin de onlardan aşağı kalır yanı yoktur. Biyoloji daha zahmetli bir alandı; ancak 1850’lerde Darwin’le birlikte, gözlem ve tasnife dayalı Aristocu köklerini aşıp yeni anlamıyla bir bilimsel temele oturmayı başardı. Peşinden Freud ve çağdaşları psikolojiyi bunlara benzer bir aksiyomatik temele oturtmayı denediler ve bence fena çuvalladılar. 20. yüzyılda Amerikalılar antropolojiden siyaset bilimine kadar akla gelen her şeyi uyduruk bir matematiksel kılıfa sokmayı marifet edindiler. Lakin o cılız çabalardan da 21. yy’a çok az iz kaldı.

[Bitmemiş doktora tezimin birinci bölümü, 20. yy’ın dominant Amerikan PoliSci modeline karşı dehşetli bir polemikti, Lasswell, S. M. Lipset, Huntington ve saireyi acımadan harcayıp metotta yeni bir çağı insanlar alemine muştulayan. Hocalarım, başta Sartori, kaşını kaldırıp sırıtmıştı. Şimdi biri bana getirse ben de sırıtırım.]

*
Toplayalım. “Bilim” bir Orta Çağ kavramıdır. Skolastik disiplin demektir. BAZI bilimler Rönesanstan itibaren matematiksel bir modele oturtularak müthiş verimli sonuçlar almışlardır. Diğer bilimlerin çoğu bu modele uymamış ya da uydurulamamıştır. Matematiksel modelden beslenen bilimler de zaman içinde skolastik disiplinin cazibelerine ve risklerine maruzdur. Aktarım metodolojisinin sonsuz labirentlerinde uzun zaman konfor ve keyifle barınabilirler. Bu da iyi midir, kötü müdür bilmiyorum. Bilginin tek yolu matematik diye bir şey yok: insan aklı yaratıcıdır, başka yollar da bulabilir eminim.

Doğrusunu istersen çok da fazla bildiğim bir konu değil. Bilim tarihi ve bilim felsefesine dair en son Yenipazar’dayken iki üç kitap okudum, yarıdan çoğu aklımda kalmadı, hatta hiç girmedi. Mesela tıp veya zooloji hangi anlamda “pozitif” bilimlerdendir, düşündükçe kafam karışıyor. Bilen olup da aydınlatırsa sevinirim.

Yanlış Kutup

$
0
0
[Aralık 2014'te Yenipazar Cezaevinden bir arkadaşa yazdığım mektup. 7 Mayıs 2017'de Foça Cezaevinde iken temize çekip bu blogda yayınladım. Sonra beni benden fazla düşünen arkadaşlarımın ricalarını kıramayıp kaldırılmasını istedim. O hengâmede eldeki tüm dijital kopyalar silinmiş, ben kuş olup uçtuktan sonra da bir türlü bulunup yerine konamadı. 

Meğer şurada burada birtakım sitelerde kopyası varmış. Bugün arkadaşlar hatırlattı, sağolsunlar, yeniden yayınlama fırsatı buldum.]


Sevgili xxx,

Gönderdiğin kitapları dikkatle okudum. [Seyyid Kutup, Yoldaki İşaretler; Ebüla'lâ Mevdudi, İslam’a Göre Dört Terim] Teşekkür ederim. İlaç tedavisi gibiydi, mide bulandırıcı ama faydalı.

İslamın – genelde dini fanatizmin – herhangi bir türüne tahammülüm hiç kalmadı sanıyorum. İnsanlığa hakaret ve medeniyete tehdit görüyorum sadece.  “İyi niyetli” olduğu söylenen biçimlerinin dahi mantıki varsayımları ve sonuçları o kadar belirgin ki, bunlara müsamaha göstermenin bile bile ladesten farkı yok.

*
Temel mesele, benim Aslanlı Yol’da (özellikle önsözünde) değindiğim konudur. İnsanlar beş kıtada, binlerce yıldır, bir şekilde bu hayata bir anlam yüklemeye çalışıyorlar. Kimi inanç ve töreleriyle, kimi siyasi mücadeleyle, sanatla, emekle, felsefe ve hukukla, kimi sevgiyle, kimi inatla, kimi meydan okuyarak, savaşarak ya da kaçarak, kimi cinayetle ve eroinle.

Bu adamların ideolojisi bu sonsuz çeşitliliğin – ve onların ardındaki emeğin ve insan ruhunun – topyekûn inkârı üzerine kurulu. Bir cehalet ve nefret ideolojisi. Cehalet, yani kendi ufacık doğrularının dışında kalan insanlar alemini bilmeme, tanımama, bilmek istememe. Nefret, yani kendi o ufacık pencerelerine sığmayan insan yaşamlarını yok etme arzusu.

Silahlı ve muktedir olmadıkları sürece o nefret, teorik-folklorik bir motif gibi görünebilir. İktidara kavuştuklarında ve/veya köşeye sıkıştıklarında, o nefretin üretebileceği şerden Allah korusun.

*
Burada bahsettiğim şey “derin” cehalet. Mesela, mühendislik eğitimi için ABD’ye gönderilen Mısırlı bir gencin, orada çektiği yabancılık ve ezilmişlik sonunda, insanları ve kültürü algılama, iletişim kurma yeteneğini kaybedip toptan reddiyeye girmesi anlamında cehalet.

Bir de daha yüzeysel, göze daha kolay batan bir cehalet düzeyi var. Basit doğrular diye ortaya koyduğu safsataların yüzlerce yıldan beri tekrar tekrar çürütülmüş mantık hatalarıyla delik deşik olduğunu bilmeme anlamında cehalet. Kültür yoksunluğu anlamında cehalet. “İki kere iki beş eder” deyip bunun üzerine tez kurarken, bunun böyle olmadığına dair kaç tane kanıt olduğundan haberdar olmama hali.

*
İslamın temel ilkesi “la ilahe illallah”tır diyor. İlkokul bir seviyesinden başlayalım. İslamın temel ilkesi bu değildir, iki tanedir. İkincisi “Muhammedun resulullah”tır. İkisi birbiriyle temelden çelişkilidir. Sadece birine yüklenip öbürünü gözden saklamakla bir yere varamazsın. Sadece çelişkiyle yüzleşeceğin günü ertelemiş olursun, o kadar.

İslam sadece mutlak ve soyut bir ilahi iradeye boyun eğmeyi emretmemiş. Aynı zamanda, tarihi gerçeklik içinde varolan somut bir insana, 7. yy’daki bir Arap politikacısına, onun başlattığı siyasi akıma ve onun tanımladığı siyasi topluluğa boyun eğmeyi emretmiş. Bunu ahlakın, hukukun ve insanlığın temel şartı olarak vazetmiş. Allaha inanmak ve iradeni onunkine teslim etmek yetmiyor. Aynı zamanda belli bir tarihi geleneğe ve onun temsil ettiği siyasi kolektiviteye boyun eğmen gerekiyor. Peki ikisi çeliştiği zaman ne olacak? Ümmet pisliğe battığında sadakatin hangi yönde olacak? Ya ümmet ilk günden beri, Abdullah b. Cahş eliyle ilk Mekke kervanını vurduğu günden beri pisliğe batmışsa ne olacak?

Hatırlar mısın, bir İsveç sorusu sormuştum. İsveçliler mesela ahlaki temizlik açısından Müslümanlardan daha Müslümansa, Müslümanlar ne yapacak diye. Cevap: hiçbir şey yapmayacak. Çünkü Müslümanlık sadece bir ilke yahut ihlâs meselesi değildir. Bir tarihi cemaate itaat meselesidir. Müslümanlığın şiarı sadece “la ilahe” değildir, Muhammed'e mensup olmaktır. Bu anlamda Müslümanlık, doğası gereği bir tür milliyetçiliktir. Filistinliler haklı da olsa haksız da olsa Müslümanlar, iman gereği, Filistinlileri tutmak zorundadır.

Filistin yerine AKP’yi koy, “Türkiye”yi koy, Selefileri koy, gönlüne o an uyan aidiyet düzlemi hangisiyse onu koy, farketmez. Bir yaşam felsefesinin temeline cemaat mensubiyetini koydun mu konu kapanmıştır. Partizanlık, tarafgirlik, ilkenin ve etik kaygının önüne geçmiştir. Böyle bir insanın gerçek anlamda “ahlaklı” olmasına imkân yoktur. İslam ve ahlak, bağdaşmaz.

*

İslam, insanın insana kulluğunu reddeder diyor. Temel tezi bu, argümanın en çürük noktası da bu. Çünkü bunların Allahı aciz bir Allah. Kendi düzenini kuracak güçten ve iradeden yoksun. Dünyanın her yerinde sürekli olarak küfre ve putlara yenik düşme halinde. Allahın iradesini yorumlayıp icra etmek, birtakım kişilerin yetkisi ve görevi olmuş. Bu kişilerin başka kişilerden tek farkı, “Allah” namına söz söylüyor olmaları. E, papazlar da onu iddia ediyorlar. Hitler “Alman ulusunun ruhu” adına, Stalin “proletaryanın bilimsel çıkarı” adına konuştuğunu söylüyor. Farkı ne?

Üstelik bu Allah vekilleri, Allahın kendisinden bir hayli daha iddialılar. Gariban Allah, kendi bileceği nedenlerle, egemenliğini bunca bin yıldır dünyaya empoze etmemiş ya da edememiş. Bunlar ise tüm dünyaya boyun eğdirmeyi hak ve hedef olarak görüyorlar.

Sf. 75: “İslamın amacı kendi iradesini zorla benimsetmek değildir… İnsanların akıllarına ve ruhlarına kendi davetini sunduktan sonra, kendi özgür iradeleriyle imanı seçip seçmeme konusunda onları serbest bırakır.”

Ve lakin aynı sayfada: “Ancak bu, onların heva ve heveslerini tanrı edinmeleri anlamına gelmez. Onlara kula kul olmayı seçme hakkını da vermez.”

Demek ki neymiş? Bu sözde özgür kişiler kula değil Allaha boyun eğmeliymiş. Allah kim? Suya sabuna karışmayan bir aciz ihtiyar, neyi isteyip neyi istemediğine bizim arkadaşlar karar veriyor. Sıkıysa kula kul olmayı seçme bakalım.

*

Bunlarınki, kelimenin en radikal anlamıyla şirktir. Kendilerini Allahın vekili yerine koyuyorlar. Allahın yapmadığını yapma davasındalar.

Evet, mutedil orta yolcu Müslümanlara oranla bunların İslamın orijinal iddiasına ve orijinal üslubuna daha yakın olduklarını düşünüyorum. İslamın yayılmacı, tahakkümcü ve saldırgan bir öğreti olduğunu savunuyorlar, ki tarihi sicil de bu görüşü destekler yöndedir. M. de ilk baştaki mütevazı maskesini çıkardıktan sonra, Allahın iradesinin eli silahlı temsilcisi olarak, kan dökmekten, rakiplerini imha etmekten, kervan soymaktan, ahdini bozmaktan, esir ve cariye ticareti yapmaktan geri durmamıştı.

Hem la ilahe illallah hem Muhammedun Resulallah olmaz. Hem iman hem siyaset olmaz. O iki kıta arasında fay hattı vardır. O fay hattı köprü tutmaz. Köprü kurduğunu sanırsın. Suriye’de bir ufak sarsıntı olur, köprü yıkılır.

*

Dünyevi otoriteye karşı bir isyan çağrısı yapıyorlar. Bugün dini ve cemaati temsil eden kurumlar tükenmiştir, Şeytanın aracı olmuştur, dinin saf mesajını temsil eden biz Vekil’lere kulak verin diyorlar. Orijinal metinlere dönmeyi öneriyorlar.

16.yy Protestanlarına şaşılacak kadar benzeyen bir yönleri var. Luther ve Calvin de, aşağı yukarı aynı fanatizm ve aynı nefretle, var olan kurumların tümüne karşı cihat açmış, İncil’den ve İsa’nın yaşamından başka hiçbir otorite tanımadıklarına ilan etmişlerdi.

Saf bir entelektüel muhalefetin temsilcisi oldukları sürece, evet, bu davette cazip olan bir şey var. İmanı sarsılmış, güveni zedelenmiş olan kitleleri cezbedici bir yön var.

Ama o kitleler “peki biz geldik” dedikleri zaman ne olacak? İnsan yaşamının çıkmazlarını basit bir iman formülüyle çözebileceklerini iddia edenler ya cahildir ya dolandırıcı. Allahın krallığını bu dünyada kurmaya kalktığın zaman, bugüne dek krallık kurma hevesine kapılan herkesin geçtiği yollardan geçmek zorundasın. Allah bile yapamamış, sen nereden buldun anahtarı?

Bir seçenek Luther’inkidir. İsyanını ilan ettikten üç sene geçmeden yerleşik otoriteyle uzlaşmış, kralların danışmanı olmuş, Saksonya dükü ile Brandenburg elektörünün Papa’ya karşı siyasi mücadelesinde taraf olmuş, Anabaptistleri ve köylü isyancılarını ve benzeri “teröristleri” en katı yöntemlerle bastırmak için politika üretmiş.

Diğer seçenek Calvin’inkidir. Calvin kraliyet kurumuna karşı radikal eleştirisinden geri adım atmamış. Cenevre’de radikal bir cumhuriyet (CİD?) kurmuş. Beş seneye varmadan, en yakın ideolojik müttefiki ve anti-kralcı ideolojinin baş filozofu olan Michel Sevetius’u – Allahın otoritesine karşı gelmekten – idam etmek zorunda kalmış. İngiliz Kalvinistleri, ülke tarihinin en yobaz ve ideolojik ihtilâlini çıkartıp ülkeye hakim olmuşlar, 12 sene boyunca terör estirmişler. 12 senenin sonunda bir de ne görsünler? Devirdikleri rejimin tıpkısının aynısı olan bir rejim oluşmamış mı? “E ne anladık böyle cumhuriyetten, bari eski rejimde cumhura baş seçimi daha kolay oluyordu” deyip, eski kralın oğlunu tahta çağırmayı uygun bulmuşlar.

En radikal (ve mantıklı) denemeyi yine İngiliz Kalvinistlerin bir kolu olan Püritenler yapmış. Eski dünyada pisliğe ve kavgaya bulaşmadan Tanrının cumhuriyetini kurmak imkânsız bari dünyanın öbür ucunda boş bir yer bulup oraya kaçalım demişler. Gidip Massachussetts’e yerleşmişler. Yeryüzünde ideolojik cehenneme en çok yaklaşan rejimi kurmuşlar. İki üç kuşak sonra “aman, aman” deyip vazgeçmişler. New England Kalvinistleri, hâlâ laf düzeyinde Allahçılıktan vazgeçmezler. Ama dini din yapan unsurlarda – töre, itikat, iman, taassup – onlar kadar dinsiz dünyada ve Amerika’da kimse yoktur.

Özetle: Allahla ülke yönetimi arasında sonsuz bir uçurum vardır. Köprü kuramazsın. Kurduğun köprü ilk esintide devrilir.

*
Bu cehalet ve nefret ideolojisinin en çirkin tezahürü, şüphesiz, aile ve cinsiyet meselesindeki riyakârlığıdır. Neolitik çağda oluşmuş ve bugün çökmeye yüz tutmuş bir aile düzenini ahlakın temel direği haline getiriyor. O dönüşümün sancılarını çeken, el yordamıyla yeni düzenin anlamını çözmeye ve ahlakını kurmaya çalışan milyonlarca insanı, iğrenç bir taassupla “heva ve heves" = hayvani arzu kurbanı ilan ediyor.

Heva ve heves, insanın varoluşunun değişmez bir unsurudur. Müslümanların heva ve hevesten arınmış olduklarını sanmıyorum. Nüfus artış hızları daha yüksek olduğuna göre, tersi olmalı. İnsan olan her insan, heva ile heves gerçeğini bir ahlaki çerçeve içinde anlamaya ve zaptetmeye gayret eder; hayatının büyük kısmı bu mücadele ile geçer. Gayrimüslim Batıda bu çabanın daha derin, daha dürüst ve ahlakın daha ciddi olduğunu görmek için üç tane ucuz Hollywood filmi seyretmek yeter sanırım, insanların fiilen ne yaptıklarını değil, yaşamlarını nasıl algıladıklarını ve neyi önemsediklerini görmek için. Bunu ahlaksızlık sayıp sırıtanlar, üç günlüğüne Batı ile tanıştıklarında gazetelerin sadece magazin ve seks sayfalarını okuyup, Avrupa’nın kerhanelerinde müşteri rekorları kıran dini bütün Müslümanlardır.

Neden değişiyor cinsel roller ve aile yapıları? Basit ve karşı konulmaz nedenlerle değişiyor. Ev ve çocuk bakımı artık birinin full time fiziksel emeğini gerektirmediği için değişiyor. Ekonomik koşullar her iki eşin çalışmasını zorunlu kıldığı için değişiyor. Eğitimin yaygınlaşması tüm bireylerin daha fazla özgürlük ve saygı talebine yol açtığı için değişiyor. Doğum kontrol yöntemleri, denetimsiz cinsel ilişkiyi eskisi kadar ölümcül tehlike olmaktan çıkardığı için değişiyor. Elbette sancılı bir süreçtir. Arkada tarım toplumunun icadıyla başlayan, on - on iki bin yıllık bir alışkanlık var. Dürüst ve cesur insanlar, yeni koşulların ahlakını formüle etmeye çalışır. (Sadakat nedir? Sevginin sınırları nelerdir? Sorumluluk nereye kadar taşınır?…) Bugünün gerçeğini yok sayıp, Neolitik insanın ev düzenini tek ve mutlak tanrının değişmez iradesine yamamaya çalışanlar ise ahlaksızın ta kendisiymiş gibi geliyor bana.

Kaldı ki Kuran’da ima edilen aile düzeni hiç de o yücelttikleri tarımsal toplum idealine benzemez. Daha çok, avcı-toplayıcı aşiret düzeninden tarım düzenine yeni geçen toplumların izini taşır: kadınlar savaşır, düşmanın ciğerini yer; evlilikler çoklu ve hayli akışkandır. Bırak yüzlerini, bazılarının memelerini dahi örttüğü şüphelidir. Daha çok bugünkü Maasai’leri, ya da onların 30-40 yıl önceki halini hatırlatıyorlar bana.

*
İnsanların neden böyle bir cehalet ve nefret ideolojisine kapıldıkları muamma değil. Kırık, yalnız ve çaresiz insanlar Allah hayali görmeye başlar. “Benim babam polis, biliyon mu” sendromudur. Hitap ettiği kesim de belli: tüm tutamakları tükenmiş, inançları ve töreleri zedelenmiş insanlar. “Sağlam zannettiğin tüm değerler boştur, Mutlak Doğru bendedir, bana gel” diyor.

Nasır da buna benzer bir şey söylemişti. Benzer ihtiyaçlardan doğan bir İslami ideolojiydi o da. İslam dünyası asırlık bir perişanlık içindeyken bir meydan okuma ihtiyacından doğdu. Duygusal içeriğini demagojik bir Batı-Hıristiyan düşmanlığından (“antiemperyalizm” dedikleri), ve onun daha ucuz ve kolay sonuç getirecek zannettikleri alt kolu olan Yahudi düşmanlığından aldı. Kemalizm de, daha az popülist söylemle, benzeri bir denemedir. Kendi çağının koşullarında bir İslami reaksiyon hareketidir.

Nasır ve Kemal denemelerinde başarısızlığa yol açan şey, halkın psikolojisini yeterince tatmin etmeyen ikircikli söylemdi. Batıya düşmanız ama bir yandan ona öykünüyoruz; Müslümanız ama Müslümanlığı yenilemek lazım; cihatçıyız ama cihadımız sadece savunmaya yönelik, Batılı dostlarımızı kırmak istemeyiz…

Bu içten pazarlıklı ideolojiye karşı, retoriği tam gaza alan alternatifleri elbette daha cazipti. Düşman isek tam düşmanız! Nitekim halkın kolektif hafızasındaki İslam tarihinin verilerie de böylesi daha uygundu. İslamı toplumsal heyecanın ekseni yaparsan, daha İslamcı olan elbette kazanır.

“Sadece Allah ilah ve rabbdır, başkasına kanma” derken kastettikleri budur. “Kafanı karıştırma” diyor, “hakikatin çok yönlülüğüne aldanma, gerçek sorularla yalnız başına cebelleşmen gerekmiyor.” Siyahla beyazın net hatlarla ayrıldığı bir dünya vaat ediyor. Hakikatle bağı yokmuş, ne gam? Kitleleri tatmin eder mi, sen ona bak!

Hitler de tastamam aynı vaatle gelmişti, Lenin de öyle. Zor ikilemlere dolu olan ve basit çözümleri olmayan hayatı tek boyuta indirgeyebildiklerini iddia ettiler. Dünyanın içine sıçıp gittiler.

*
Siyasi İslamın her türlüsünü, bu çağda insanlığın önündeki en ciddi tehlike olarak görüyorum. Sanırım böyle düşünenlerin sayısı tüm dünyada (hem Paris’te, hem Nijerya ve Hindistan’da) epey arttı.

Olay bir düşünce özgürlüğü meselesi olmaktan çıktı, örgütlü bir saldırı niteliğine dönüştü. İnsanların inançlarına, özgürlüklerine, yaşam tarzlarına, saygınlıklarına karşı örgütlü ve bilinçli bir tecavüz var ortada. Buna karşı sessiz kalmamak gerekiyor.

Siyasi İslamı çıkarırsan geriye İslam namına ne kalır? Bir şey kalır mı? Emin değilim. İki sorunun cevabına bağlı bu. Bir, Müslümanlar Hıristiyanların son iki yüzyılda yapabildiğini yapıp, Kuran-Hadis anlatısını tarihi gerçek değil bir tür yüceltici mit, bir manevi terbiye metodu olarak okuyabilecekler mi? İki, başka insanları doğru yola getirme isterisinden kurtulup, ilahi emri bir kişisel ve manevi kurtuluş rehberi olarak görebilecekler mi?

Kendi manevi selameti uğruna içki içmeyene yahut oruç tutana saygı duyulur. Başkasının içkisine veya orucuna karışan kuduz köpektir. İtlaftan başka çare görünmüyor.

Hapse ve özgürlüğe dair

$
0
0
2015 ilkbaharında, bugün yarın çıkarım beklentisine girdiğim günlerde hayalim bisikletime atlayıp Santiago de Compostela’yı ziyaret etmekti. Fransa’da bir yerden, ya da belki İtalya’dan başlanır, Chaucer'in hacılarının izinde, bir bir buçuk ay içinde İspanya’nın kuzeybatı ucuna varılır. Hatta Etyen’e de bir not yazdım, o yazıları yazmayı artık bırak, ruhunu taksiratından arıtmak için gel yolun hiç olmazsa bir kısmında bana katıl diye. Olmadı tabii, çıkışıma üç beş gün kala altı yıl ek cezayı çaktılar. Ertesi sene bir de ne görelim? Kızım İris Barselona’dan çıkıp yürüyerek Santiago’ya gitmeye karar vermiş. “Kopya çektin mızıkçı” dedim. Yemin etti ki benle hiç böyle bir muhabbet geçmemiş, benim niyetimi bilmiyormuş, tamamen kendi kararıymış, Coelho’nun kitabını okuyunca aklına girmiş.

Evladın yapınca peşinden gitmek olmaz, taklit olur. O yüzden o proje yattı, ya da ertelendi.

Compostela’da umre farizasını ifa ettikten sonra güneye saparım diye düşündüm. Para az, hatta o günlerde bazı nedenlerle hiç yok görünüyor. O zaman, altmış senedir hayalini kurduğun şeyi nihayet yap, Marakeş’e git, altı ay, bir yıl, beş yıl, gücün ne kadar yeterse, Büyük Meydan’da dilen. Onca insan yapabiliyor, sen niye yapamayasın? Yapamıyorsan acizsin demektir, güç ve beceri gösterilerin palavradır, alışkanlıklarının esirisin, konforlarının müptelasısın. Ötekiler gibi bir kölesin. Yuh!

Birkaç hafta boyunca kesin kararlıydım, kendimi manen yeni kariyerime hazırladım. Beni tek düşündüren şuydu: tek bir yaşama, tek bir kimliğe hapsolmak beni bunaltır. Kafesteki maymun gibi hissederim. Gündüz dilenciysem gece software yazmam ya da yatırım danışmanı olmam lazım, yoksa fıttırırım. Dilencilik de böyle bir çeşitliliğe izin veren bir yaşam değil muhtemelen.

Peki, öyleyse bir dener, olmazsa güneye devam ederiz. Mali’de esir tüccarlığı? İşte hayallerimin mesleği! Esir tüccarlığı olmaz, yapamam, ama mülteci ve göçmen nakliyeciliği pekala olur, Mali de o sektörün önde gelen ülkelerinden biri. Bir sürü makale getirtip okudum, o işte iyi para olduğu kanısına vardım. Haftada bir beraber spora çıktığım koğuşta göçmen işinden yatan birkaç kişi vardı. Onlardan tüyo aldım, işin püf noktalarını anlamaya çalıştım. Gözüme makul göründü. İyi kazanırsam parayı alır çıkar mıyım? Yoksa milis kuvveti kurup... Bekle, zaman gösterir.

Arthur Rimbaud, gençken Fransızcanın en uçuk şairi, sonra Endonezya’da paralı asker, inşaatlarda ustabaşı. Otuz yaşındayken Habeşistan’ın Harar kentine yerleşip kahve ve silah ticareti yaptı. Etiyopya’dayken sırf onun evini görmek için Harar’a gitmeye niyetlenmiştim. Kuzeydeki manastırlarda uzun süre takılınca vakit yetmedi.

Gine denilen ülkede altın madeni işine girmiş bir teyzeoğlu var, bir keresinde rehin alıp bir yıl bir sefil otel odasına hapsettiler, buna rağmen orada kaldı. Belki onun yanına uğrarım. Ama yok, çenesi çekilmez.

*
Alışkanlıklar insanın hapishanesidir. İnsanı bir kimliğe ve bir yaşama hapseder, ufkunu daraltır, ihtimallerini kısar, ruhunu küçültür, omuzlarını çökertir. Onlarsız yaşayamazsın: çıldırır ve kaybolursun. Onlarla da yaşayamazsın: solar ve ölürsün.

Cezaevi garip bir deneyim. “Normal” yaşamınla – yani alışkanlıklarınla – bağını tak diye kesiyorlar. İki seçenek var önünde. Ya “ah alışkanlıklarım, vah alışkanlıklarım (işim, eşim, aşım vb.)” diyerek aylar ve yıllar boyu ağlayacaksın. Ya uykundan uyanacaksın ve fark edeceksin ki, a aa, eski alışkanlıkların olmadan da yaşanıyormuş. Korkunç derecede tehlikeli bir uyanıştır bu. Rulman dağıtabilirsin. Seri katil veya sanatçı da olabilirsin. Seri katil dediğin ne ki? Alışkanlıklarını aşmış bir adam.

O yüzden gerçek ve uzun soluklu cezaevi deneyimi olan insanlar o deneyimi anlatmayı pek sevmezler. Cezaevi heyulasını sıradan korkular ve abartılmış üzüntülerle anan dostları belli belirsiz bir gülümsemeyle dinlerler.

Alışkanlıkları aşmak demek sevdiğin ve değer verdiğin ve önemsediğin şeyleri terk etmek demektir. Dünya ile arana mesafe koymaktır. Yalnızlaşmaktır. Belki bir ölçüde bencilliktir. Aynı zamanda özgürleşmektir. Desem ki cezaevi özgürlüktür, biraz abartıyorum belki, ya da bir epigram uğruna hakikati azıcık deforme ediyorum, ama düşünürsen çok acayip bir gerçek payı var orada.

1986’da askeri mahkemede 42 yıl hapis istemiyle tutuklandığım gün, yıllardan beri şehvetle içtiğim sigarayı pat diye bırakmıştım. Bu sefer neleri nereye kadar terk ettim henüz bilmek için erken, ama geldiğimden beri dört aydır bir gün bile Şirince’yi düşünmemiş olmam acaba bir işaret midir?

*
Sonuçta ne kadar atarsan at, bazı ipler seni hala tutmaya devam ediyor. Sözlüğe aylar ve yıllar boyu emek verdim, azıcık işi vardı, yarım bırakamazdım. Yumuldum, ha bugün ha yarın derken üç ay onunla uğraştım. O üç aylık çaba birtakım alışkanlık ağlarını ince ipliklerle yeniden ördü. Birçok insanlar geldi, hocam şu konuyu da anlatsan, patron şu işi de halletsen, oğlum şunu eksik bırakmışsın bırakmasan dediler. E, nazik bir adamım aslında, kimseye kolay hayır diyemem, etrafımda yavaş yavaş bir yükümlülükler ağı oluşmaya başladı. Ev lazımdı. Ev ararken eski huylar depreşti, ev bana yetmez köy lazım noktasına geldim. Hoş geldiniz Sevan Bey.

Bunların hepsi özgürlükten kaçıştır, biliyorsunuz. İnsanoğlu alışkanlıklarından kolay kurtulamıyor. Başından attığın her şey bir süre sonra geri geliyor. İyi de ediyor sanki. İnsanın alışkanlıkları konforlu şeyler, eski bir pijama gibi yumuşak ve ılık. Onlarsız yaşamak da, doğrusunu istersen, çekilir iş değil.


Domuz tabusunun işlevi ve simgesel anlamı

$
0
0
Domuzu daha önce yazmış mıydım hatırlamıyorum. Tekrara düşersem affedin, bir yaştan sonra oluyor böyle.

Neolitik devrimden sonra Eski Dünya’da iki çeşit toplum türedi. Bir, toprağı ekip biçen, dolayısıyla bir köye bağlı yaşayanlar. İki, hayvancılık yapan, dolayısıyla mera peşinde durmadan gezenler. İkisi birbirini sevmezler. Eski destan literatürü baştan aşağı o kavgayla doludur. Köylü göçebeyi eşkiya ve zorba olarak görür; göçebe yerliyi pis koktuğu için, bokuyla iç içe yaşadığı için, cılız ve hastalıklı olduğu için hor görür. Unutma ki o zaman daha kanalizasyon yok, belediyenin çöp kamyonu da yok.

İnsanoğlunun kadim çağlarda evcilleştirdiği hayvanları düşün: köpek, keçi, koyun, sığır, deve, eşek, at, tavuk, kedi. Hepsi göçebe hayata ayak uydurur. Yürü dersin yürürler, ya da tavuk ve kedi gibi taşınabilirler. Bir tek domuz yürümez, elli metre götürsen yeri göğü birbirine katar. O yüzden domuz, sadece yerleşik tarım toplumlarının baş edebileceği bir hayvandır. O yüzden göçebe toplumlar köylüden tiksindikleri gibi domuzdan tiksinir, onu köylü mundarlığının simgesi ve taşıyıcısı olarak görürler. Tarımın egemen olduğu antik Yunan ve Anadolu’da, İtalya’da, Balkanlarda, Çin’de, Güney Hindistan’da, Yeni Gine’nin dağlık kısmında domuz baş tacı edilmiş. Hayvancılığın – daha doğrusu hayvancı elitlerin – egemen olduğu Yahud diyarında, Arabistan’da, Orta Asya’da, Kuzey Hindistan’da iğrenç mahluk ilan edilmiş.

Yani hayvancağızı yasaklama fikri evrenlerin rabbi olan Allahın değil, o da Araplarla Yahudilere aldanmış olmalı.

Bu tür simgesel davranışlar tabii zamanla ikincil (sekonder) işlevsellik kazanabiliyor. Mesela konuyla alakası pek dolaylı bir millet olan Türkler, şu veya bu nedenle domuz tabusunu ulusal kimliğin tanımlayıcı bir ögesi olarak benimseyebiliyor, ondan sonra o toplum tarımcıymış, göçebeymiş, büroda dokuz beş çalışırmış, fark etmeyebiliyor. Hiç düşündünüz mü bilmem, bugünkü Türk ulusal kimliğinin en belirgin, en vazgeçilmez unsurlarından biridir hatta başlıcasıdır domuz tabusu. Bıyığını kesen Türk çok, koka kolayı ayrana tercih eden Türk çok, Atatürk’ü iplemeyen Türk bile var, ama git bir yabancı ülkede restorana gör ki Türk’ü tanımlayan en tipik davranış özelliği hangisiymiş. İmanım gevredi buradaki garsonlara, yok, anladım, problem yok, tamam, getirebilirsin diye laf anlatmaktan.

Dinle açıklayamazsın bunu, çünkü Kuran mesela şarabı da yasaklamış, üstelik daha net ve kesin bir dille ve gerekçeli olarak yasaklamış, buna rağman elhamdülillahlı cümleler kuran Türklerin çok büyük bir bölümü şaraptan pek o kadar tiksinmez. Faiz mevzuuna, zinaya ve saireye girmiyorum bile.


Yazsa ya birisi bir doktora tezi, İslamı Benimseme Sürecinde Türklerde Domuz Tabusunun İşlevi ve Simgesel Anlamı diye?

Türkçe tarihi 1: İngilizce sözcüklerin yazımı

$
0
0
Türkçe'nin Tarihine İlişkin Notlarönce sözlüğe önsöz olarak düşünüldü, daha sonra şişip bağımsız bir kitap projesine evrildi. 2014 sonu ile 2015'in ilk aylarında Yenipazar'da, 2015 sonu ile 2016 Ocak ayında Söke Cezaevinde epeyce çalıştım. Toplasan yüz elli sayfa kadar yazmışım.

Gerçekçi olmak gerekirse o kitap çıkmaz ayın son Çarşambasından önce bitmez. O gün geldiğinde de bu yazdıklarımı beğenmem, baştan yazarım.  

O yüzden, bari yazılanlar bir işe yarasın diye içlerinden derli toplu birkaç pasajı burada sizinle paylaşayım diyorum. Önümüzdeki birkaç gün bunlarla geçecek. 

*
İmla duvarının sarsılması

1980’li yılların ortalarında Türkçe yazımda henüz yeterince farkına varılmayan, ancak uzun vadede çarpıcı sonuçları olabilecek bir yeni eğilim belirdi. İngilizceden alıntılanan sözcüklerde Türkçe fonetik yazım kuralı terk edildi.

Batı dillerinden alınan kelimelerin Türkçe fonetik imlaya göre yazılması eski yazıdan kalma bir alışkanlıktı. Arapça ve Farsçadan alınmış olan sözcükler, Türkçe telaffuzu ne olursa olsun, eski yazıda orijinal dilin imlasına uygun olarak yazılırken, Arap alfabesi kullanmayan dillerden, örneğin Rumca, İtalyanca ve Fransızcadan alınan sözcüklerin fonetik olarak Arap alfabesine çevrilmesi teknik bir zorunluluk idi. Latin alfabesine geçildikten sonra da, teknik zorunluluk ortadan kalktığı halde, Batıdan alınan kelimelerin fonetik olarak aktarımı elli yıla yakın süreyle norm kabul edildi. Fransızcadan alınan üç bini aşkın sözcüğün tamamı Türkçeleştirilmiş fonetik yazımla benimsendi (elektrik, pano, sistem, kordonblö, kürdan, kruvaze, anket, enstrüman, jandarma, şömine, şofben, pötibör vb.). Aynı şekilde İngilizceden alınanlar da, tramvay (tramway), istimbot(steamboat), cazbant (jazz-band), dretnot (dreadnought), vinç (winch), ofsayt (offside), taç (touch), nakavt(knockout), blucin (blue jeans) gibi, Türkçe fonetik imlaya adapte edildi.

İngilizceden alınan sözcüklerde izlenen yöntemin, 1982 ila 1985 yıllarına isabet eden bir tarihte, sessiz ve muhtemelen bilinçsiz bir kolektif kararla, tersine döndüğünü görüyoruz. Bu tarihten sonra Türkçe kullanıma giren İngilizce kökenli kelimelerde genel kural, İngilizce imlanın korunmasıdır. Email, fast-food, network, off-road, piercing, wireless, workshop, showroom, delete etmek, upgrade etmek ve benzerleri normdur. İmeyl, festfut, netvörk, ofrot, pirsink, vayrles, vörkşop, şovrum, dilit, apgreyt… kullanılmaz, veya kullanıldıkları takdirde “yanlış” olarak algılanırlar.

Tercih edilen yazım, sözcüğün hangi tarihte Türkçe genel kullanıma nüfuz ettiğine ilişkin bilgi verir. Kamyon çeşidi olan treyler 1950’li yıllardan beri kullanımdadır; “film fragmanı” anlamına gelen trailer Türk basınında ilk kez 1995’te görülmüştür. Aynı İngilizce sözcük 20. yy başlarında futbol terimi olarak aut veya avut, 1980’li yılların ikinci yarısında moda terimi olarak outşeklinde Türkçeye girmiştir. Türkçede 1930’lardan beri kullanılan kovboy v ile, 1980’lerde yaygınlaşan western w ile yazılır; Türkçe metinde cowboy yazımı yadırgandığı gibi, vestern yazımı da yadırganır. 

İngilizce imla ile yazılan sözcükleri diğerlerinden daha az “Türkçe” saymak için tutarlı herhangi bir neden gösterilemez. Maç (match) ya da mayın (mine) “Türkçe” sayılarak sözlüklerde yer alırken, Türkçe metinlerde onlarla yaklaşık aynı sıklıkta veya daha sık kullanılan email veya web sözcüklerinin “yabancı” sayılması için makul bir neden yoktur. “Top auta gitti” cümlesindeki aut Türkçe sözlüklerde yer alırken “dar yakalar bu sene out” cümlesindeki out’un dışarıda bırakılması herhangi bir tutarlı gerekçeyle savunulamaz.

Türkçe tarihi 2: Öztürkçenin sonu

$
0
0
Eski Türk Dil Kurumu’nun 12 Eylül rejimince 1982’de tasfiyesiyle birlikte, belki bundan kısa bir süre önce, “Yeni Türkçe” adını verdiğimiz sözcük üretme metodolojisi üretkenliğini kaybetti.

Nişanyan Sözlük’te “Yeni Türkçe” olarak işaretlediğimiz 724 adet maddebaşı veya madde altında ilk yazılı örneği belgelenmiş sözcük bulunuyor. Bunların tümü, kanımca, güncel Türkçe kelime hazinesine mal olmuş ve genel kullanımda benimsenmiş olan sözcüklerdir. 353 adedi 1934 ile 1939 yılları arasında, 244 adedi 1940’larda, 41'i 1950’lerde, 39'u 1960’larda ve 43'ü 1970’lerde ilk kez yazılı kullanımda tespit edilmiştir.
  
1980’li yıllara ait olan 12 Yeni Türkçe sözcük bulabiliyoruz. Bunlardan sadece dördü (dolayım, kayaç, özüt, üstlenici) 1983'ten geçtir; onların da bir veya ikisinin daha eski olup en erken örneklerini henüz tespit edemediklerimizden olması güçlü olasılıktır. 1990’larda ötekileştirme, çalıştay ve yapısöküm, 2000’lerde ön izleme, çevrimiçi, çözünürlük“Yeni Türkçe” akımının morfolojik özelliklerini sergileyen örneklerdir. Başkası yoktur veya bir elin parmakları kadardır. Bulunabilecek olası örnekler, dar bir akademik veya edebi çevre dışında kullanım alanı bulamamış denemeler olsa gerekir.

Bu verilerden hareketle, 1932’de resmen başlatılan “Dil Devrimi” sürecinin, elli yıllık bir serüvenin sonunda, 1982 dolayında sona erdiği sonucunu çıkarabiliriz.

Bu tespitten, “Türkçenin üretkenliğini yitirdiği” gibi bir çıkarıma atlamak mümkün görünmüyor. Yeni dönemde, yapım ekleriyle yeni leksikal birimler üretme yöntemi büyük ölçüde terk edilmiş olabilir. Buna karşılık belki Türkçenin alışkanlıklarına daha uygun düşecek bir şekilde, kalıp deyimler üretimine ağırlık verilmiştir.

Aşağıdaki deyimler 24 Kasım 2014 tarihli bir gazetenin sadece ilk beş sayfasında tesadüf ettiğimiz, tümü 1980 veya 1990’lı yıllardan sonrasına ait olan deyimlerden birkaçıdır.

atölye çalışmaları, bilgi işlem merkezi, boşanma süreci, büyüme hedefleri, canlı yayın, dağıtım kanalları, dereceye girmek, destek vermek, dönem başkanlığı, gelişmekte olan ülkeler, haber sitesi, ihtiyaç kredisi, insan kaynakları, işlem hacmi, katılım payı, marka yüzü, müşteri odaklı, ön izleme, pazar payı, performans sergilemek, performans verileri, politika faizi, sahne almak, servis etmek, sıcak bakmak, sıfır noktası, siber saldırı, son çeyrek, soruşturmayı derinleştirmek, ticari araç, ürün ailesi, yapımcılığını üstlenmek (31)

Listelenenlerin tümü, belirgin bir kavramı ifade eden ve kullanımda varyasyona izin vermeyen kalıp ifadelerdir. Bu anlamda, bağımsız birer leksikal birim olarak kabul edilmeleri doğrudur. Atölye çalışmaları yerine mesela işlik çalışmaları veya atölye işlemleri/etkinlikleri/emeği/egzersizleri, bilgi işlem merkezi yerine bilgi işleme merkezi, malumat işlem merkezi,info-operasyon merkezi, bilgi işlem odağıvb. ifadeleri kullanılamaz; kullanıldığı takdirde “yanlış” olarak algılanır. Dolayısıyla bu deyimler, herhangi bir sözcük kadar Türkçe leksikonun parçasıdır.

Öte yandan, aynı kavramlar şayet 2000’lerde değil 1930 veya 1960’larda Türkçeye gelmiş olsa bunlara monoleksemik karşılıklar bulunmaya çalışılacağı, örneğin atölye çalışmaları yerine belkiçalışka, bilgi işlem merkezi yerine bilgütay, boşanma süreci yerine boşanılsama, büyüme hedefleri yerine ereksellikler, canlı yayın yerine dirigörüt, dağıtım kanalları yerine dağıtağlar, dereceye girmek yerineödülgemek, destek vermek yerine yardamak, dönem başkanlığı yerine kısıtbaşlık… gibi sözcüklerin ya da benzerlerinin denenmiş olacağını tahmin edebiliriz. Bu tür “Öztürkçe” kelimeler yaratma alışkanlığının 1980’lerden sonra bırakılmış olması, Türkçenin üretkenliğini yitirdiğini göstermez, sadece üretim yöntemini değiştirdiğini gösterir.

Yeni yöntemin eskisine oranla a) sözlü Türkçenin alışkanlıklarına daha uygun, b) daha esnek, c) daha verimli, d) daha demokratik ve e) dünya trendlerine daha uygun bir yöntem olduğu kanısındayım. Türkçenin alışkanlıklarına daha uygundur, çünkü

[Gerisi eksik. “Ekşi Sözlük, Zaytung örnek ver, Murat Menteş, Pucca” diye not almışım. “... kalıp deyimlerden kurulu bir ağın ustaca manipüle ve yer yer ihlal edilmesine dayalı bir espri anlayışı...” diyerek post-milenyal Türk edebiyatının değerlendirmesine girişmişim, ama toparlayamamışım. Perihan Mağden’i de mutlaka sokardım araya. 

Bitiş cümlesi: “Kabul etmek gerekir ki bu denli cüretkâr ve başarılı cümlelere 20. yüzyıl Türk edebiyatının tutuk dilinde pek sık rastlanmaz.]

*

Başka bir yerde YTü kategorisini şöyle tarif etmişim:

"YTü: 1935 ile 1983 yılları arasında TDK tarafından önerilen veya onaylanan Yeni Türkçe sözcükler. Belirgin özelliği, Türkçe yazı dilinde var olan Batı kökenli (çoğu Fransızca) ve/veya Osmanlıca sözcüklerin çevirisi olmalarıdır. Söz konusu “çeviri tadı”, YTü kelime hazinesinin tanımlayıcı özelliğidir. YTü sözcüklerin Fransızca ve/veya Osmanlıca karşılığını kolayca hatırlayabiliriz, ve hatırladığımız zaman (eğer bu iki dile az da olsa vakıf isek) sözcüğü “daha iyi anladığımız” duygusuna kapılırız. Örnek: ikilem > dilemma, ilke > prensip, ilgeç > edat, imgelem > tahayyül, imleç > cursor, istenç > irade, izlek > tema, izlenim > impression, intıba, kent > şehir, kentsoylu > burjuva... "Haa, anladım".

Yine 1920’lerden sonra beliren ve Türkçe köklerden üretilmiş olan aşağıdaki sözcükleri ele alalım. Bunlarda “çeviri tadı” yoktur – hatta çoğunun başka bir dilde karşılığını bulmakta zorlanırız. TDK tarafından üretilmemişlerdir. Bu nedenle, birçoğu YTü sözcükler kadar "yeni" oldukları halde, YTü olarak etiketlenemezler.
açma [bir tür hamur işi], akbil, asmolen, atmasyon, aymaz, bıçkın, daral gel-, dokunmatik, gerzek, hababam, içerlek, kıytırık, küçümen, örtbas et-, soydaş, taklavat..."

Türkçe tarihi 3: Terimler Sözlüğü

$
0
0
Bir başka son derece önemli dönüm noktası Antuan Tıngır ile Krikor Sinapyan’ın 1891 ve 1892’de iki cilt olarak yayımladıkları Fransızcadan Türkçeye Istılahat Lugati’dir. (İstanbul, Bağdadlian Matbaası). Tıngır ve Sinapyan sözlüğü, idari bilimler, mimarlık, astronomi, bankacılık, kimya, ticaret, diplomasi, gastronomi, coğrafya, finans, matbaacılık, matematik, tıp, madencilik, eczacılık, felsefe, zooloji gibi türlü bilim ve sanat dallarında kullanılan kırk bin dolayında Fransızca teknik terime Türkçe karşılıklar vermek gibi devasa bir işe soyunur. Söz konusu terimlerin ezici çoğunluğu, sözlüğün yayımlandığı tarihten kısa bir süre öncesine dek Türkiye’de duyulmamış olan kavramlara ve nesnelere ilişkindir. Adeta yeni bir kıta keşfedilmiş, ve bu kıtayı oluşturan birimlerin Türkçe adlandırılması ve anlamlandırılması işine girişilmiştir.

Yazarların önsözüne göre,

Son yıllarda Türkiye’de sanatlar ve bilimler dikkate değer bir gelişme göstermişlerdir. Her gün yeni kitaplar, bilimsel ve edebi mevkuteler yayımlanmaktadır. Siyasi gazeteler dahi sıklıkla bilimsel, ekonomik ve edebi bahislere dair uzun makalelere yer vermektedir. Yeni kavram ve nesneleri ifade etmek için alimlerimiz ve yazarlarımız yeni kelimeler yaratmak zorunda kalmakta, ya da dünyanın en parlak medeniyetlerinden birine vasıta olan Arap dilinin hazinesinden buldukları unutulmuş terimleri gün yüzüne çıkarmaktadırlar.

Yazarlar yeni kelime yaratma hakkını kendilerinde görmezler. Sözlükte yer verdikleri kelimelerin tümünü var olan Türkçe metinlerden derlediklerini belirtirler.

Bu eserde yer verdiğimiz Türkçe terimlerin tümü, efkâr-ı umumiyenin tanıdığı ve değer verdiği yazarların ve alimlerin eserlerinden alınmıştır. Kelime icat etme hakkını asla kendimizde görmedik. Fransızca bir terimin karşılığını bulamadığımız zaman, birkaç sözcükle anlamını açıklamakla yetindik.

Sözlük, Fransızca sözcüklerin aynen Türkçeye aktarılması konusunda oldukça temkinlidir. Örneğin oksijen yerine müvelledül humuziye, hidrojen yerine müvelledül ma, otomobil yerine müteharrik binnefs, radikal yerine cezrî, depo yerine ardiye, kritik yerine tenkidat ve münekkid, fokal yerine ihtirakîve mihrakî karşılıklarını tercih eder. Sonuç olarak Fransızcadan aynen aktarılan sözcüklerin sayısı beş yüz dolayında kalır:

albinos, alüminyom, diyapazon, dosya, elektrik, espanyolet, furgon, gardenya, gliserin, gotik, iskelet, kinin, kloroform, maroken, merinos, mimoza, nikotin, obua, ozon, ökaliptüs, prostat, protein, ray, rokoko, sonda, stronsiyom, üniversite, üre, valf, virüs...

Sözlükte yer alan terimlerin takriben üçte biri kadarına, Türkçenin yerleşik sözcük hazinesinden az ya da çok tatmin edici karşılıklar bulunmuştur:

şeker illeti (diabet), katran ruhu (kreozot), ahenk miyarı (diyapazon), kanlı ishal (dizanteri), çetme veya gedme (dantela), ayaklık (pedal), taban ağacı (demiryolu traversi), turşu ve reçel (konserve), tulumba kasırgası (siklon), eşref saat (horoskop)...

Binlerce terim, o dönemde az ya da çok yaygın kullanıma girmiş olduğu anlaşılan deyimler ya da dolaylı (perifrastik) ifadelerle karşılanmışlardır.

külliyat-ı ulûm ve fünûn (ansiklopedi), emtia kaimesi (fatura), maraz-ı asabî (nevroz), cünun-ı ğulmet (nemfomani), cinnet-i harikiye (piromani), ahcar-ı semaviye (gök taşı, meteorit), mikyasül gazat (gazölçer, manometre), mukavelat muharriri (noter), levzül mide (pankreas), tahvil-i terkib (metabolizma), fart-ı enaniyet (egoizm), heyet-i sarrafiye (banker sendikası), kemâkân (status quo ante), darülfünun (üniversite)

Bunların ötesinde, sayıları yine binleri bulan yeni tabirin, 1930’ların Yeni Türkçecilerini aratmayacak bir cüret ve yaratıcılıkla Arapça (ve daha ender olmak üzere Farsça) köklerden uydurulduğunu görüyoruz. Özellikle tıp ve kimya alanında tam bir terminoloji sistemi oluşturacak nitelikte olan bu ‘Yeni Osmanlıca’ terimlerin, belki Encümen-i Daniş veya Tıbbiye Mektebi bünyesinde sistemli ve örgütlü bir şekilde üretilmiş olduklarını varsayabiliriz.

dur-nüvis (telgraf), hurde-şinû (mikrofon), kehrübaiye ve seyyale-i berkiye (elektrik), lifîn (gluten), hulvîn (gliserin, Ar hulv = Yun glykos = tatlı), duhanîn (nikotin, Ar duhan = tütün), lülüîn (margarin, Ar lülü = Yun margaron = inci), madde-i demağiye veya demağîn (lesitin), intan (enfeksiyon), teşelşül (duş), zevahıf (sürüngenler), mihrak (fokus), irtisam ve intıba (empresyon), isticvab ve mülâkat (interview), müsteşrik (oryantalist), mezabe-i bürkâniye (lava), ekalliyet (parlamentoda minorite), işrakiye (panteizm), mihaze (reseptör), tahtelbahir (sous-marin, denizaltı), müberrid (frigorifik), hüvamî (entomolojik), muğeym (nebülöz)

Yukarıdaki neo-Osmanlıca yeni sözlerden sadece iki üçünün (intiba, müsteşrik, belki ekalliyet) hayata tutunmuş ve diğerlerinin tamamen günümüzde unutulmuş olması dikkat çekicidir.

Sözlüğün üçte birini aşkın bir bölümünde, Fransızca tabirin kullanışlı bir karşılığı bulunamadığı için tanım ve tasvirle yetinilmiştir:

Pingouin: Tuyur-i mütekeffifetür recüli ğavvase [insana benzer dalgıç kuşlar] fırkasından sebtariyye fasilesinin nümunesi bulunan ve bahr-i müncemid-i cenubiyyeye [Güney kutup denizine] mahsus olan bir nevi balıkçın kuşu.

Vandalisme: Ulûm ve fünûndan nefret etme mezhebi.


(Penguen sözcüğü Türkçe metinlerde 1910’larda, vandalizm1920’lerde boy gösterecektir.)

Beytüşşebap

$
0
0
Beytüşşebap’la ilgili şu sonuçlara varıyoruz.

İlçeye (yani idari bölgeye) adını veren “eski” Beytşebab veya Bethşebab veya Bêşebôbugünkü kasaba değil, onun yaklaşık 6 km güney-güneybatısında şimdiki resmi adı Hisarkapı olan tepe üzerindeki kasır/hisar. Buna halen Qesrik/Kasrikadı da veriliyor. Bu kelime Ermenice “kalecik” demektir, belki Farsça ve Kürtçede de aynı anlama gelebilir, bilmiyorum.

Kasrın eski hali yandaki minyatür veya temsili resimde görülüyor. Bir arkadaşımızın verdiği bilgiye göre adıyla da bilinirmiş, Hekari beyliği şehzadelerinin ikametgâhı imiş. Hekarili Pertew Beg’in (1777-1841) şiirlerinde geçermiş. Bê Arapçası beyt, Asuricesi beth olan sözcüğün yerel telaffuzudur, bölgede sayısız yer adında geçer, “hane, konak” demektir. Böyle olunca Beyt Şebab “gençler evi” anlam kazanıyor.

Arkadaşımız “Ermenilerle Süryanilerle alakası yoktur” demiş, ki bir bakıma haklı. Fakat unutmamalı ki Hekkari beyliği 15. yy’da Pinyaniş aşiretinden Kürt beglerinin yerel Nasturi/Asuri toplumunun desteğiyle onlar üzerinde kurmuş oldukları egemenliğin adıdır; 19. yy’a (1840’lara) dek kuvvetli bir Asuri alt damarı taşır.

Halen kasrın yerinde yeller esiyor. Google Earth 43° 7' 9'' D, 37° 32' 42'' K noktasında görüldüğü kadarıyla hemen dibine modern bir yerleşke, muhtemelen askeri garnizon yapılmış.

Şimdi ilçe merkezi olan kasabanın öz adı Elık, tamlama hali Elki yahut Elkê. 2011’de kısaca ziyaret etmiştim.

*
Bir başka arkadaşımızın sorguladığı Qesrigo Kantarvaz veya buna benzer bir adı olan yer orası değil görünüyor mamafih. 1950’lere dek Van iline bağlıymış ve gayrimüslim nüfusu ve/veya mülkiyet iddiaları varmış. Bu durumda, Beytüşşebap ilçe merkezinin kuzeydoğusundaki Faraşin veya resmi adıyla Yeşilözbölgesini düşünmek lazım. Burası vahşi dağlarla çevrili olağanüstü izole bir vadi. Yüzölçümü bakımından Türkiye’nin en büyük köylerinden biri, çünkü vaktiyle bir değil yirmi pare köy veya mezraymış, şimdi hepsi terk edilmiş. Esasen Beytüşşebap’tan çok kuzeyindeki eski Norduz ilçesine/diyarına ait olan bir yer. Sanırım Beytüşşebap’ın aksine burası yakın tarihe kadar asimile edilememiş ve bilahare temizlenmiş bir gayrimüslim yurduymuş. Bir dönem çok merak etmiş ve görmek istemiştim, nasip olmadı. Yirmi köyün adlarını da hiçbir kaynaktan bulamadım. Bilen ve paylaşmak isteyen varsa makbule geçer.

Yıllar önce Karaköy’deki Türk-Ortodoks kiliselerinden birinde bakıcı aileyle ayak üstü sohbet etmiştim. Kürt müsünüz diye sordum. Yok haşa, Beytüşşebaplıyız, Protestanız dediler. Sanırım burada “Protestan”, Protestan kilisesine mensup Ermeni veya Asuri demek olmalı. Kürtçeden başka dil bilmiyorlardı.

TC o bölgede, ya da en azından o bölgede diyelim, hoyrat ve zalim bir askeri işgal rejiminin adıdır. Bunu görmek lazım.
Viewing all 680 articles
Browse latest View live