Quantcast
Channel: Sevan Nişanyan / En son yazıları
Viewing all 680 articles
Browse latest View live

Kürt sorunu yoktur, Türk sorunu vardır

$
0
0
Bu yazıyı iki yıl önce [yani 2009'da] "Kürt Sorunu" hakkındaki derleme bir kitap için yazmıştım. Basında çıkmadı. Aradan geçen sürede hiç eskimediğini sanıyorum.

Dünyada halen başka bir ulusun siyasi egemenliği altında yaşamaya devam eden en büyük homojen ulusal topluluk Türkiye Kürtleridir sanırım. Sovyetler Birliği ve Yugoslavya, egemenlikleri altındaki ulusal topluluklara hükmedemeyerek dağıldılar. Çin’de Uygurlar ve Tibetliler kendi ülkelerinde küçük bir azınlık durumundalar; hiçbir coğrafi alanda homojen bir çoğunluğa sahip değiller. Başka bir ilginç örnek olan Etiyopya’da egemen Amhari ulusunun üstünlüğü 1991 devriminden sonra sona erdi, gevşek bir federal yapı benimsendi. Sudan devleti, Arap olmayan bölgeler üzerindeki hakimiyetini kaybetti. Nüfusu 10 milyonu aşan başka örnek düşünemiyorum.

Dünyadaki başarılı görünen çok uluslu devletlerde iki ayrı model göze çarpıyor. İsviçre ve Hindistan’da devlet, bir ulusal toplulukla özdeşleşmiş değildir. İsviçre’de dört, Hindistan’da ise 18 kadar etnik topluluk, ayrı ayrı egemenliğe sahip birimler olarak yaklaşık eşit haklarla bir araya gelmiş ve ortak bir devlet kurmuşlardır. Bu devletler, egemenlikleri altındaki ulusal topluluklardan herhangi biri ile özel bir bağı olmayan birer siyasi üstyapıdır. Çekoslovakya’da bu model yürümedi. Belçika’da da, ayrı iki topluma dayanan devlet modelinin çözülmeye yüz tuttuğu görülüyor.

Bu modelin Türkiye için geçerli olmadığı muhakkaktır.

Diğer model, İngiliz egemenliği altında geniş haklara, özgürlüklere ve yerel idari yapılara sahip olan ve güçlü bir ulusal kimliği koruyan İskoçya ve Galler Ülkesi modelidir. Buna benzer bir model İspanya’nın Katalan ve Bask ülkelerinde büyük mücadelelerden sonra kurulabildi. Kanada’daki yapı teorik olarak İsviçre’ye benzer bir federasyon ise de pratikte daha çok İngiltere ve İspanya modeline yakındır.

Türkiye’de eğer Kürt Sorununa barışçı bir çözüm bulunabilecekse, İngitere ve İspanya modelinden farklı bir seçenek mevcut veya mümkün görünmüyor.

Zaman Kürtlerden yana
----------------------------
Türkiye’de mevcut yapının daha fazla sürdürülemeyeceği apaçık ortadadır. Öngörü sahibi siyasi yorumcular bu gerçeği daha 1960 ve 70’lerde algılamışlardı.

Türk devletinin, sayıca bu kadar büyük ve coğrafi anlamda homojen bir topluluğu askeri kontrol ve propaganda yoluyla ilelebet elde tutmaya yetecek maddi güce ve basirete sahip olduğu şüphelidir. Kaldı ki Sovyetler örneği, öyle bir güç ve basiret olsa bile, günümüz dünyasında bunun ulusal toplulukları yönetmeye yetmediğini kanıtladı.

Zaman Kürtlerden yana işlemiştir. Türkiye’nin Doğu bölgesinde Cumhuriyet’ten önce varolan sosyal ve etnik denge Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Kürtler lehine radikal bir şekilde değişti. Türk yönetici, Ermeni köylü ve esnaf, Arap tüccar ve din adamı ile Kürt aşiretten oluşan eski çokuluslu yapı, Ermenilerin tasfiyesiyle dengesini kaybetti. Eskiden Diyarbakır, Van, Bitlis gibi kentlerde kent nüfusunun önemli bir unsurunu oluşturan Türk yönetici sınıfı 1925-60 yılları arasında bölgeyi terkederek yerel egemenliği Kürtlere bıraktı. Bölgede bugün devlet memurları ile aileleri dışında yerleşik Türk unsuru kalmamış gibidir.

1960-70’lerde Kürt gençliğinin lise ve üniversite eğitimine katılmasıyla birlikte eski sosyal hiyerarşi altüst oldu. Eğitilmiş kuşağın, kendi ülkesinde aşağılanan bir “ikinci sınıf” vatandaşlığa razı olmayacağı ve yönetim pozisyonlarını talep edeceği aşikârdı. Nitekim 1970’lerdeki ilk Kürt milliyetçi hareketlerinin hemen tümüyle üniversite gençliği arasında ortaya çıkmış olması anlamlıdır.¹

1990’larda boşaltılan köylerden kentlere akan nüfus, bölgede Kürt kültürel egemenliğinin pekişmesine zemin hazırladı. Bölgede önemli bir nüfus oluşturan Zazalar (Siverek gibi birkaç örnek hariç) ya Kürtlüğe asimile edildi, ya da siyasi bakımdan Kürt hareketi içinde yer aldılar. Yakın tarihe kadar Arap çoğunluğun bulunduğu Mardin ve Urfa kentleri ile kısmen Siirt’te bugün Kürtler egemen unsurdur.

Ayrıca nüfus artış hızı bakımından Kürtler, Türklere karşı bariz bir üstünlüğe sahiptir.

Bu koşullarda Türkiye’nin, “üniter ve milli devlet” retoriğine ve askeri üstünlüğe dayanarak Fırat’ın doğusunda egemenliği uzun süre elde tutabileceğini farzetmek hayaldir.

Baskı ters tepti
-------------------
Belirginleşen Kürt “tehlikesine” karşı Türk devleti, 1980 yılından bu yana sistemli bir askeri baskı ve yıldırma politikası izledi. Rasyonel görünmeyen bu politikanın ısrarla sürdürülmesi, a) ideolojik körlük, b) basiretsizlik, ve c) belki süregiden çatışmanın doğurduğu birtakım kurumsal ve ekonomik çıkarlarla izah edilebilir. Öte yandan baskı politikasının ters teptiği ve Kürt ulusal bilinçliliğini körüklemekten başka sonuç doğurmadığı ortadadır. Günümüzde Kürtler arasında 1980’ler ile kıyaslanmayacak boyutta bir ulusal irade ve kararlılık görülüyor. “Zulme uğrama” duygusu, yalnız Kürtlerde değil tüm insanlarda ve her çağda, eyleme geçme kararlılığının en önemli itici gücünü teşkil eder.

Türk devletinin görünürdeki irrasyonel baskı politikasının yanısıra, Kürt hareketini bölmek veya birtakım marjinal örgütler yoluyla asli çizgisinden saptırmak veya kamuoyu nezdinde itibarını zedelemek yolunda birtakım çalışmaları da olmuş olabilir.² Ancak böyle çalışmalar eğer varsa bunlar da ters tepmiştir. PKK hareketi, kamuoyu nezdindeki tüm sorunlarına rağmen, Kürt ulusal iradesini güçlendirmek yönünde etkili olmuştur.

Hain emeller
--------------
Yabancı devletler Kürt mücadelesinin oluşumuna katkıda bulundular mı? Bunu bilemem. Ancak 29 yıldır süregelen propaganda çabasına rağmen Türk devletinin bu yönde inandırıcı bir delil ortaya koymamış olması, sanırım yeterince anlamlı bir olgudur. Her halükârda Batılı devletlerin, önemli bir NATO müttefiki olan Türkiye’yi bölmek ya da zayıflatmak veya istikrarsızlığa düşürmekte ne gibi bir çıkarı olabileceğini anlamaktan acizim. Belki Kürt hareketini teşvik etmekten ziyade, önüne geçilmesi imkânsız görülen bir olguyu bir ölçüde denetim altında tutmaya yönelik müdahaleler olmuş olabilir.

Öte yandan Rusya’nın olaylardaki muhtemel rolü üzerinde hiç durulmamış olması ilgi çekicidir. Acaba Rusya, Türkiye’nin Ortadoğuya yönelik (ABD güdümlü) askeri potansiyelini baltalamak veya Türk hükümetlerinin Kafkasya’da giriştiği birtakım maceralara misilleme yapmak amacıyla Kürt hareketine destek sağlamış olabilir mi? Bu konuda da ele gelir bir bilgiye sahip değilim.

Her halde dış faktörlerin, eğer varsa, olaylarda marjinal bir rol oynadığı muhakkaktır. Kürt hareketinin sosyolojik nedenleri yeterince açık ve güçlüdür. Başka ülkeler hiçbir şey yapmasa da son 29 yılın olaylarının aşağı yukarı aynı şekilde gelişeceği öngörülebilirdi.

Türk sorunu çözülmeden Kürt sorunu çözülmez
--------------------------------------------------------
Türk siyasi hayatındaki esas çıkmazın Kürt Sorunu değil “Türk Sorunu” olduğunu anlamak gerekiyor. Çözüme yönelik düşünmek için bence ilk ve en önemli adım budur.

Türkiye Cumhuriyetine kuruluşundan beri egemen olan ırkçı, hakaretamiz ve hayalperest bakış açısı, salim akılla kolayca çözülebilecek en basit sorunları bile çıkmaza sokmakta eşsiz bir rol oynamıştır. “Atalarımız” eğer Ortaasyadan geldiyse, Türkiye’de yaşayan herkes eğer “Türk” olmak zorundaysa, “Türk” olmayan hiç kimsenin ve hiçbir şeyin (binlerce yıllık köy adları dahil) bu vatanda hakkı yoksa, en temel vatandaşlık hakları ulusal ideolojiye biat koşuluna bağlanmışsa, rasyonel bir çözüm doğal olarak yoktur, olamaz, ve olmayacaktır. “Türk Sorunu” çözülmediği müddetçe, Kürt Sorununun kanlı ve korkunç bir sona doğru ilerlemesi bana kaçınılmaz görünüyor.

Türkiye’nin iç barışını ve toprak bütünlüğünü koruması, hatta belki komşu bazı ülke ve bölgeleri kapsayacak şekilde etkinlik alanını genişletmesi, bu ülkede yaşayan herkesin ortak çıkarıdır. Bu hedefe varmanın ilk adımı Kürt Sorununu çözmek değildir. Bunun ilk adımı, Türk Sorununu çözmektir. Türk yönetici sınıfı ve Türk kamuoyu, bu devletin “Türklere” veya onlar adına ahkâm kesenlere değil bu ülkede yaşayan herkese ait olduğunu, herkesin insan ve vatandaş olmaktan ileri gelen doğal haklara sahip olduğunu, her vatandaşın etnik kökeninden, tercih ettiği yahut etmediği dinden ve savunduğu siyasi görüşten bağımsız olarak saygıya mazhar olduğunu kavradığı gün, Kürt sorunu dahil bu ülkeyi 80 küsur yıldan beri hasta eden pek çok sorun kendiliğinden çözülmüş olacaktır.

O zaman oturup, Kürtler hangi yasal ve idari düzenlemelerle memnun olur, hangi haklar nasıl korunur, sağduyuyla tartışmak mümkün olur. Bask modeli mi, Kanada modeli mi, başka bir şey mi, salim akılla konuşulabilir.

Dipnotlar
 (1) Bedirhan kardeşleri, Hoybun Cemiyetini, Şeyh Ubeydullah vs. yi biliyorum, merak buyurmayınız. "Kürt Hareketi 60'larda başlamadı zındık herif" diye öfke dolu mailler atmayınız.

(2) Bu cümle ilk bakışta farzettiğinizden başka bir şey söylemektedir. İki cümle sonra anlaşılıyor. Beni Pekekecilikle suçlayan saçma yorumlar yazmayınız.
  1. yazdığınız her şey baştan aşağı doğru. sorun bunu algılayacak insan kapasitemizin henüz yetersiz oluşu ve bu da bu ülkenin başlangıcından beri süren bir cendereden çıkmasını önlüyor.
    Yanıtla
  2. Sayın Sevan Nişanyan bana göre Kürt halkının homojen olarak güneydoğuda yaşadıkları tesbitiniz gerçeği yansıtmıyor. Her bölgeye yayılmış durumda bulunan Kürt halkı ekonomik açıdan da Türk girişimcileriyle rekabet edebilecek duruma gelmişlerdir. TC 90yıldır onlara baskı uygulamış bireysel haklarını gerçekleştirmelerine set çekmiş olsaydı bu duruma gelebilirllermiydi. Size objektif olmak yakışırdı;bu derece etkileyici yazılarınızı objektiflikle taçlandırmalıydınız. TC devletinin uyguladığı politikalar yüzünden Kürt halkı şiddete yönelmiştir ifadesi de gerçeği yansıtmaktan uzaktır. Bir başka yazınızla da çelişiyor. Devlete karşı silah kullanmanın karşılığı ne olmalıydı? Tabii ki savaşacaktı;bu süreçte barışın değerli olduğu birden bire mi hatırlandı biçimindeki yazınızda şiddet uygulamanın karşılığı şiddetin demiştiniz. Şiddeti Kürt halkı değil PKK başlanmıştır Kürt halkının temsilciliğine soyunmuştur. Kürt halkıyla bir tutmanız zincirleme hata yapmanıza neden olmuştur.
    Yanıtla

Bana Kemalistler cinayet işledi dedirtemezsin, Nalan

$
0
0
“Memleketteki her kötülüğün sebebi Kemalistler mi yani” diye itiraz ediyorlar bazen. Kötü arıyorsan daha faşistler var, dinciler var, Cemaat var, MİT var, CIA var, o var, bu var. “Bir bebekten katil yaratan karanlığı” sadece Kemalistlere yüklemek reva mı? Kaç senedir iktidarda bile değil garibanlar!

Bu arkadaşlar belli ki başka ülkede yaşıyorlar. Hayatlarında TC'nin bir devlet dairesine gitmemişler. Ortaokul müdürünün bayrak töreninde ağzından tükürük saça saça yaptığı konuşmayı dinlememişler. Herhangi bir valiliğin cehalet ve arsızlıkla dolup taşan web sitesinde gezinmemişler. Askerde “gece eğitimi” adı altında verilen alçaklık derslerine denk gelmemişler. Adli yıl açılış töreni görmemişler. Ondokuz Mayıslarda çocukların yaptığı Nazi özentisi figürleri spor zannetmişler. “Türkiye Türklerindir” gazetesinin başlığına dikkatle bakmamışlar. Ardahan’ın Kurtuluşu töreninde en önde taşıdıkları şeyi fark etmemişler. 12 Eylül anayasasını okumamışlar. Ogün Samast’ın o meşhur bayraklı pozunda, jandarma temsilcisinin kafasının arkasından sırıtan imzayı görmemişler. Geçen gün paylaştığım o Nevruz fotoğrafındaki zevatın – ve onların kardeşlerinin – yakasındaki rozet ilgilerini çekmemiş.

Yoksa memleketin ruhuna sinmiş olan karanlığı tanımamazlık etmezlerdi.

*
Saydıklarımın hepsinde ortak bir unsur var, farkındasınız değil mi? Bir tür ikonadır, kutsal işarettir. Sergiledikleri ritüel vahşete, ritüel cehalete, ritüel yalancılığa kutsallık kazandıran simgedir. O ikonanın gölgesine sığındığın zaman hiç tanımadığın birtakım insanları vatan haini soysuz düşman diye damgalayabilirsin, “terk et benim ülkemi” diye babalanabilirsin. Oysa ikonanın huzurunda değilken muhtemelen mülayim bir adamsındır, bir yerde kürtle yahut ermeniyle yahut Cemaatçiyle tanışsan az buçuk utanarak arkadaş olmaya çalışırsın. İkonanın işaret ettiği yolda, tarihe ve dünyaya dair kör cehaletin bir gurur vesilesine dönüşür. Dünyaya bedel olan Türkler ve Horasandan gelme atalar hakkında atıp tutarsın, aksini söyleyeni kahretme gücünü kendinde görürsün. İkonanın mevzubahis olduğu yerde hakikat teferruattır, vicdan teferruattır, hakkaniyet ve dürüstlük teferruattır, espri yoktur, alçakgönüllülük yoktur, kuşku ve merak yoktur. İnsanlığını paranteze alırsın.

Şimdi elinizi kalbinize koyup beş dakika düşünün. Devlet dairesindeki Atatürk portresinin ANLAMI nedir? Sadist ortaokul müdürü sabah içtimasında neden Atatürk diye haykırır? Hürriyet gazetesinin başlığında neden Atatürk silueti vardır? Ardahan’da temsilî Ermenileri süngülerken neden Atatürk büstü taşırlar? Vatan sevgisi filan diye saçmalamayın allahaşkına. Sebebini gayet iyi biliyorsunuz. “Ben şimdi kötülük yapacağım, şimdi yalan konuşacağım, şimdi saçmalayacağım, ama arkamda YÜCE GÜÇ var” der o resim, “kabahat benim değil, beni sakın ayıplamayın!” Aslında kalbinin yarısıyla kendi de bilir ahlaksızlığını, yalancılığını. Ama riya dünyasında yaşamaya alışmıştır. Kalbindeki yarayı Atatürkle örter.

Bu memlekette gerçekten alçakça olan, insanı burada yaşamaktan tiksindiren şeyleri listeleyin kafanızda. Milliyetçi isteri. Yalnız ve farklı olanı ezme hırsı. Hürriyet gazetesi. Yargıtay. 6-7 Eylül. Göt gibi konuşan genelkurmay başkanları. Bürokratik hayasızlık. Kürt düşmanlığı. Soykırım inkârcılığı. Ogün Samast. Devlet Bahçeli. Türk Tarih Kurumu. Uzat uzatabildiğin kadar. Hepsinin, ama HEPSİNİN referansı aynı kutsal figürdür. Cinayet ruhsatnamesi gibi bir şey mübarek.

Kutsal ikonanın boy göstermediği sahalara bakarsanız, halbuki, başka bir tablo görürsünüz. Evlere bak. Köylere, manava, meyhaneye, plaja, aerobik kulübüne, oto sanayi sitesine, modern sektörün büyük şirketlerine bak. Bir arada yaşamakla ciddi bir sorunu olmayan, biraz ürkek, biraz cahil, mütevazı, başka memleketlere kıyasla hayli terbiyeli, “ayıp” duygusu kuvvetli, Devlet söylemini kişisel yaşamına bulaştırmamaya çalışan 75 milyon normal insan!

*
Cumhuriyetin kurucusu böyle bir kaderi hak etmiş midir, bakın o ayrı mevzu. Karikatürleştirilmiş ikonasından çok farklı bir insandı şüphesiz; bu anlamda, başına gelen şey trajiktir. Ama bence gene de o sonucu hak etmiştir. Sebeplerini başka zaman konuşalım.

“Kemalizm” denilen şeyle alıp veremediğim işte budur. O ikona devrilmeden bu memlekete medeniyet gelmez derken kastettiğim de budur.

Yoksa Cumhuriyet Gazetesinde yazan üç beş bunağı yahut İzmir’in Gündoğdu meydanında dekolte göstermeye çıkan cici kızları memleketin en ciddi meselesi zannetmeyecek kadar aklım başımda çok şükür.
  1. çok güzel bir yazı. gözlerim kemalizm'in yarattığı nefretle beslenmiş rövanşist muhalif odakları aradı yazıda. bugünkü uzlaşmasızlık ve husumet kamplarını hukukun veya birlikte yaşama iradesinin teferruatlaştırılmasına bağlamak güç değil. ötekileştirilenler elbette iktidar alanındaki ağırlıklarını arttırdıkça kemalist söylemin pratiklerine başvuracaklardır. ve biz kemalizmin karşısında kemalist yöntemlere başvuran reformistlerle baş başa kalacağız. umarım senin iyimserliğinde okuduğum gibi akıl bir gün galip gelir. kendi gibi olmayana hayat hakkı tanımak sadece küçük zümrelerin entelektüel söylemlerine hapis olmaz.
  2. Nişanyan, beynine ve yüreğine sağlık.Meftun Sayılı.
  3. Kişi kültleri asla bir devlet için sağlam temeller değildir. Çünkü daha sonra gelen devlet yöneticileriyle kültü oluşturulan eski yöneticinin görüşleri uyuşmayabilir ya da kültü oluşturulan eski yönetici daha sonraki yöneticilerin iktidarı için tehdit teşkil edebilir. Bir de bunlara günümüz dünyasının demokratik trendini eklediğimizde kişi kültlerinin artık orta ve uzun vadede hiçbir şansı kalmamıştır. Türkiye'de devlet sağlam temeller üzerine oturtulmak isteniyorsa kişi kültünden (ki bu Türkiye için Atatürk kültü) derhal vazgeçilmeli ve Batı devletlerindeki gibi demokratik, özgürlükçü ve çoğulcu temeller üzerinde devlet yeni baştan inşa edilmelidir.

    Dünyaya bedel olan Türkler ve Horasandan gelme atalar hakkında atıp tutarsın

    Horasan'dan gelme mitine ilgili bölgelerin tarihinden anlayan kimse itibar etmiyor. Anadolu'ya Türkmenler Horasan'dan (ki bugün Türkmenistan olan toprakları da kapsar) değil, bugün Kazakistan olan topraklardan gelmiştir. Horasan Anadolu'ya gelirken üzerinden geçtikleri topraklardan herhangi biriydi sadece. Zaten o yüzyıllarda Horasan'dan gelse gelse ancak İrani diller konuşan halklara mensup insanlar gelebilirdi, zira o sıralar Horasan'da hemen hemen sadece İrani dil konuşanlar yaşıyordu. Bu arada, Anadolu ve civarına gelen Türkmenler o dönemlerdeki eserlerinde Horasan'dan değil Turan'dan geldiklerini söylerler. Bugün Türkmenistan olan topraklar Turan'a dahil değildir. Turan bugün Kazakistan olan topraklarla Orta Asya'nın doğu kısmından oluşur.
  4. Tebrikler. Yazdığınız her cümlenin altını imzalayabilirim. Hatta bir adım daha ileri gitmek isterim. İnsanlığa karşı işlenen her suç bireysel bir suçtur.
  5. Sevan Bey, memleketin bütün meyhanelerinde de Atatürk resmi asılı ama bir ferah bir letafet var içinde.

    Ben de hastası değilim ve saydığınız törenlerden, büroktatik eziyetlerden hakkıma düşeni çekiyorum. Ama sizin kemalizm altına topladığınız fenalıklara baktığımda kemalistten çok daha başka sıfatlar görüyorum. Bunu derken kemalizmin çok güzel bir şey olduğunu savunmuyorum. Ama saydığınız fenalıkların çoğu kemalizmden çook önce de vardı, Atatürk'ün bütün büstleri yıkılsa da olacak. Belki de daha kötü olur.

    Samastın arkasındaki duvardaki imzaya gelene kadar, yanındakilerin kafasına bir bakmak lazım. Orada kemal mi daha ağır çeker beton mu? Ya da bunları terfi ettirenler de mi kemalist?

    Bizdeki fenalıkların esas ve tek sebebi kemalizm değildir. Ayrıca, bizdeki hoşluklara hiçbir katkısı olmayan, en cenabet akım da değildir. Çok abartıyorsunuz bence.
  6. Baba büyüksün o mübarek ellerinden öpüyorum.. Viyanadan selamlar
  7. sevan bey,
    bahsettiğiniz olumsuzlukların sebebi kemalizm mi yoksa, bizatihi siyaset etme biçimi mi?
    bu gün bahsettiğiniz usullerin aynısını bu kez kemalizm nefretiyle bilenmiş yeniler yapmıyor mu?
    saydığınız o isimlerin, kurumların ya da derneklerin (misal Hürriyet yerine Zaman'ı, Bugünü ve hatta Taraf'ı?.. ya da deniz baykal'dan bin beter bir figür olan idris naim şahin'i?) yazamaz mıyız? isterseniz bir deneyin ne değişiyor?
    ayrıca ortaokulların müdür yardımcıları aynı üslupla ama bu kez başka bir ikon adına açıkça konuşmasa da (yeterli özgüven geldiğinde o da olacak inşallah) eyliyor, merak etmeyin...
  8. Üstadım müthiş bir yazı. Teşekkür ederiz.

    Peki niye bu konuda yorum yapanlar eğitim sistemine vurgu yapmıyor acaba? Kemalizm başlı başına bir akıl tutulması ama onu yaratan şey de eğitim. 15-20 yaşında gencecik lise ve üniversite öğrencilerinin görmediği bir insanı özlemekten bahsetmesi, "Atam bugün kalksan da görsen memleketin halini" vs demesi bu akıl tutulmasının yani eğitimin bir sonucu. Bugünkü iktidar da niyetli değil o eğitim sistemini değiştirmeye. Kitaplardan Atatürk resimlerini bile kaldıramıyorlar.

    Tarih kitaplarındaki ideolojik çarpıtmalar sonucu (bu çarpıtmaların neler olduğunu iyi biliyoruz) bir liderlik kültü yaratıldı. Kitaplar yetmedi; büstler, resimler, şiirler ve şarkılarla zenginleştirildi bu kült.

    Ben son derece karamsarım ve bu ülkede hiçbir şeyin hiçbir zaman düzelmeyeceğine inanıyorum. Kemalizm'in milliyetçi/otoriter öğelerini AKP iktidarı da kullanıyor, hangi iktidar gelse kullanacak. AKP Kemalist ideolojiyi temizle(ye)miyorsa (artık kendisini durdurabilecek ordu da yok, darbe tehdidi de yok) hiçbir iktidar temizleyemez.

    İttihat ve Terakki ile başlayan ve Kemalizm'le nihayete eren jakoben, totaliter, tahammülsüz yaklaşım bu ülkenin en büyük sorunudur. Bundan sonra da hiçbir zaman bu sorun düzelmeyecektir.
  9. Keyifle okudum, titreyerek onayladım, üzülerek yaşadım...
  10. Son paragrafa çok güldüm...:)
    (Not: Adım var benim; Nihat)
  11. Muhammed denen kaçık hiç olmazsa kendini peygamber ilan etmiş. Bu adam kendini tanrı ilan etmiş.
  12. kemalistim demekten gurur duyuyorum, bu konuda bir yigin makale okudum kemalizm'i elestiren, kimi hakli kimi haksiz, ama tum kimligimi birakip sana bu soruyu soruyorum, egerki kurtulus mucadelesi olmasaydi ve m.kemal komutasindaki ordumuz ulkemizin su anki sinirlarini olusturmasaydi, bu sayede de manda altinda olmamizdan kurtarmasaydi, sen su anda oturdugun yerde bu yaziyi yazip kahveni yudumluyor olabilecek miydin onu bir dusun, sadece turkiye'de anlatilmayanlara bakip onlarin daha dogru olduguna inaniyorsun, biraz sorgula, ben M.Kemal'in kotu yanlarini da cok iyi biliyorum, ama o zaman ile simdiyi ayni dusunemezsiniz, dersim olaylari, tam katliam, bunun farkindayim, zaten kabul etmeyenler "lalaaallaalalal duymuyorum" yapanlardir, bu soykirimin tum ataturk imajini kirlettigine inanmiyorum, genele de bakin, 1920'ten beri yaptigi seylerden sadece 1-2 tanesi bu katagoriye girebilir, ataturk'un en sevmedigim olaylarindan biri dersim, 40.000 kisiye biraz gec olsada allahtan rahmet diliyorum (kayitlarda olmayanlar daha fazla)
  13. Murat AYGEN2 Temmuz 2017 22:11

    Doğru tarafta onursal yerini almak isteyen birinin illâ Sn.ERDOĞAN'a biât etmesi gerekmemektedir. Şu Marx-bilimsel gerçekliğin tam idrâki içinde İSMET İNÖNÜ'ye biât etmesi de yeterlidir: Neo-Tanzimatçılık yolunu 1946 yılında İnönü açmıştır. Yola bilahare Menderes ve Ecevit'in döktükleri molozlar da KEMAL DERViŞ buldozeri ile kaldırılmıştır. Sn.Derviş Pembeköşk Sitesi'nde ikamet ederdi. Sn.ERDOĞAN'ın yürümekte olduğu nurlu-füruğlu yol İNÖNÜ yoludur.


Balyozuna sağlık

$
0
0
Adam amiral olmuş. Deniz Kuvvetleri Komutanı olmuş. Kişiliğiyle, vakarıyla çoluk çocuğa örnek olması gereken bir mevkie getirilmiş.

Bilmemkaç bin sayfalık günceleri gazetede yayımlanıyor. Bir sürü rezilliği açığa çıkıyor. Adam kopya çekerken yakalanan ortaokul çocuğu gibi hepsini inkâr ediyor. İnkâr etmekle kalmayıp, yalan ve iftira davası açıyor. “Hayatta günce tutmadım” diye yalan söylüyor; oysa birkaç sene önce yazdığı makalede genç subaylara günce tutmalarını tavsiye etmiş. Güncenin kendisine ait olduğu tartışma götürmeyecek kanıtlarla kanıtlanıyor. Adam harakiri mi yapıyor? Çocuklarından özür mü diliyor? Yüzüne kül sürüp Tibet’te bir manastıra mı kapanıyor? Hayır, hiç biri. “Kahraman Türk ordusu, onur, şeref, vatan, zart, zurt” diye ötmeye devam ediyor.

Yüzsüzlük, bunlarda bir hayat tarzı haline gelmiş.

Başka ülkelerin hukukunu o kadar iyi bilmiyorum, ama Amerika’da bu adamın işlediği suçaperjury adı verilir. Bu mevkideki birinin perjury suçu vahim suç sayılır. Federal mahkemede 20 ila 25 yıl verirler sanırım, bizdekinin aksine hepsini yatırırlar da.

İşlediği öteki suçlar cabası.

*
Yüzsüzlük, bir insanın başına gelebilecek en kötü karakter deformasyonlarından biridir. Ben bu adamların doğuştan yüzsüz olduğuna inanmıyorum. Kendilerine, kurumsal olarak, yüzsüzlük imkânı bahşedildi. Denetimsiz güç verildi. Mensup olduğunuz kurum ve vatanın çıkarı mevzubahis olduğunda her türlü yalanı yüzünüz kızarmadan söyleyebilirsiniz dendi. Bile bile ve göstere göstere yalan konuşmayı öğrendiler. Yalanlarını yemeyenlerin potansiyel hain ve düşman olduğuna inandılar. Yalan konuşmayı, bir yerden sonra, profesyonel görev olarak algılamaya başladılar. O görevi yerine getiremeyecek kadar onur ve vicdan sahibi olan herkesi düşük rütbedeyken ayıkladılar. Geriye sadece en yüzsüzlerini, ar duygusundan en yoksun olanları bıraktılar. Sadakatin ölçüsü yalana sorgusuz boyun eğmekse eğer, yalan konuşmayan adam hainle sadığı nasıl ayırt edecek?

Yüzsüzlüğü tescilli amirale sahip çıkan adamların başka hangi sözüne güvenebilirsin? Hangi masumluk iddiasını ciddiye alabilirsin?

*
Balyoz davasında benim de adım geçti. Mahkeme belgelerine göre, suikaste uğraması planlanan 20 küsur kişilik listede (Hrant Dink, Etyen Mahcupyan ve Mesrob Sırpazan ile birlikte) benim adım da vardı. Proje için assubay görevlendirmişler, yerinde keşif yapmışlar, adıyla sanıyla dosyada mevcut. Bu olay yüzünden 2008’de Selçuk Emniyeti ile jandarma bölüğü paniklere kapıldı, haftalarca etrafımda silahlı adamlardan bir hale ile dolaştım. Gerçekten inandım mı? Emin değilim. Nasıl bir tezgâhtı bilmiyorum. Bilmeden kimin oyununda piyon oldum, kestiremiyorum. Umursadığım da söylenemez.

Ama şunu biliyorum. Bunca senedir devlet hiyerarşisinin her kademesinde, beni güle oynaya öldürecek, bundan ötürü manevi tatmin ve haklılık duygusu yaşayacak olan yüzlerce köpeğe rast geldim. Polisinden vergi memuruna, kaymakamından tapu müdürüne, albayından daire başkanına kadar hepsi, o kan dondurucu nefreti saklamaya gerek duymayacak kadar gücünden ve makamından emindi. Arkalarına malum portreyi almış, onun verdiği dokunulmazlık halesine bürünmüş, alçaklığı hak ve görev bilen bir arsızlık mertebesine ulaşmışlardı.

O arsızlık zinciri nereye kadar uzanır bilmiyorum. Üst kademeleri yeterince tanımıyorum. Ama gazetelerde gördüğüm resimler bana çok tanıdık geliyor. Arsızlıklarını tanıyorum. Yalancılıklarını tanıyorum. Nefretlerini tanıyorum. Alt kademedekiler korkaktır, cinayeti hayal eder ama işleyemez. Üsttekilerin çekineceğini hiç sanmıyorum.

*
Balyoz davasıyla başka bir ilgim daha var, itiraf edeyim. Orgeneralin damadı olan Dani Rodrik benim liseden sınıf arkadaşımdı. Aklına ve vicdanına güveneceğim bir insandır. Eşi olan paşanın kızını da, şahsen değil ama dolaylı olarak tanırım. Aklı başında biri olduğu şüphesiz.

Babalarına canhıraş bir şekilde sahip çıkmalarında, duygusal nedenler sanırım akıl ve vicdandan daha öne çıkmış olmalı.

*
Nihayet şunu da söyleyeyim, içimde kalmasın. Hrant Dink cinayetinde emirleri vermiş olan veya olabilecek general rütbelilerin – biri hariç – hepsinin şu anda hapiste olduğunu ve muhtemelen yaşamını hapiste tamamlayacağını görüyorum. Bundan ötürü sevinçliyim. Çeşitli yönleriyle eleştirdiğim Tayyip Erdoğan hükümetinin, bu konudaki basiretli ve kararlı tavrından ötürü övgüyü hak ettiğini düşünüyorum.

Suçları açıkça yüzlerine karşı okunabilseydi adalet açısından daha iyi olurdu şüphesiz. Ama eğer durum bunu gerektiriyor idiyse, buna da razı olmak lazım.

Yasin Hayal vesairenin salınacak olması da küçük düşünenler dışında kimseyi üzmez bence. Piyonlardan kime ne? 


42 yorum:
  1. Herhangi bir nedenle bu ülkenin daha çok sahibi olduğu zannına kapılan ve bu uğurda her türlü suçu işlemeyi hak bilen zihniyetin keşke sadece askeriyede olduğunu bilsek.
    Bu ülkenin sahipliğini isimlere endeksleme hastalığından kurtulduğumuzda, bu ülkenin Atatürk'ün veya Erdoğan'ın veya Türklerin değil bu ülke halklarının ortak aidiyeti olduğunu çaktığımızda , bu içimizi kanatan olaylar bir son bulacaktır diye umuyorum.
    Bugün verilen cezanın ağırlığından bahseden insanları dikkate almak için bir neden olabilirdi, bir zamanlar verilmiş başka cezalar için de söylenmiş sözleri olsaydı...
    Ama olmadı. Hiç olmadı.
    Yanıtla
  2. dani ile pınar'ın alper görmüş'le giriştikleri polemikler ve delil karartma çabaları da etkili olamadı hayret :) zaten 2003 yılından beri genelkurmayın,mit'in ve hükümetin haberi olan bir darbe girişimiydi.hala suçsuzuz diyorlar ya.adamlardaki yüzsüzlük gerçekten hayret verici! boşuna dememişler türkiye'de herşey olabilirsin ama rezil olamazsın.
    Yanıtla
  3. Eline, agzina, kafana, kalemine saglik, Sevancim :-)
    --Neylan
  4. "İnkâr etmekle kalmayıp, yalan ve iftira davası açıyor."

    Oldu mu ama şimdi? -ıp, -ip ekinden sonra virgül gelir mi üstad?
  5. Bu yazıyı şeyinizle mi yazdınız?
    Yanıtlar
    1. Neyiyle yazmış bilemem ama güzel yazmış!
  6. RTE hükümetini övmek için bu kadar acele etmeseydiniz! Yargıtay faslını bekleyin derken RTE ne demek istedi? "Te'dip faslı bitti" anlamına geliyor olmasın sakın! Artık kendisine bi'at edenlere nankörlük edeceğini sanmam..
  7.         Adsız23 Eylül 2012 15:05
  8. Elinize sağlık, umarım bu konudaki yazılarınız devam eder..
  9. Unuttum yazayım; Sevan İsrail-İran savaşı çıksa sende AKP'liler gibi İsrail taraftarı olur musun?
    Yanıtlar
    1. Samimiyetimiz nereden geliyor bilmiyorum. Ayrıca "sen de"nin de'si ayrı yazılır, lütfen dikkat edin.

      Genel olarak İsrail'in varoluş hakkını destekliyorum. Bu uğurda 65 senedir sürdürdükleri - neredeyse ümitsiz - mücadeleye saygım var. İran konusundaki politikalarını anlamaktan acizim. Şu an savaş çıkarırlarsa muhtemelen karşı çıkarım.

      Refleks halindeki Müslüman dayanışmasının, her türlü beyinsiz partizanlık gibi zararlı ve tehlikeli olduğuna inanıyorum.

      İran rejiminin düşürülmesi gerektiğini düşünüyorum. Ama şu anda İsrail-ABD cephesinin izler gözüktüğü stratejinin akılsızca olduğunu sanıyorum. Rejimi düşürmek uğruna ülke mahvetmenin (Irak'ta olduğu gibi) hem alçakça hem de aptalca olduğu kanısındayım.
    2. Sevan abi tamam İsrail devletini sevsek de sevmesek de orada Yahudi inancına mensup kendini İsrailli sayan bir topluluk var. Bu adamları ciddiye alıp seçilmiş otoriteleriyle konuşmak, onları tanımak gerekiyor. Bir de - kendi uğradıkları haksızlığın acısını Filistinlilerden çıkarma yanlışına kapılmış olsalar da - kendilerine ait bağımsız bir devlete şiddetli bir açlık duymalarını gerektirecek bir sürü şey yaşadıkları, sadece Hitler'in elinden değil, İslam dünyasında da, kuşkusuz. Tamam da Türkiye gibi, İsrail gibi vb. ulus devletlerin Allah'ın mülkünü parselleyip üzerinde yaşayan kullarının analarından emdiklerini burunlarından getirmeleri üzerinde de cidden durmak gerekiyor.
  10. Yukarıda yazan AKP yalakalarına neden Türkçe öğretmiyorsun len :)
    Yanıtlar
    1. o "yalakalar" senin kadar lumpen bir dil kullanmıyorlar da ondan belki :) 
  11. "Bu davadan adli anlamda bir sey cikmaz." diyordun. Simde de "Icim rahat, hapiste curuyecekler." diyorsun. Sandigin kadar akilli degilmissin.
  12. Sevan Bey, genel olarak görüşlerinize katılıyorum, malum portreyi ve askeriyeyi günahım kadar sevmem. Ama Dani Rodrik ve Pınar Doğan bloglarında duygusallıktan uzak gayet somut bir takım deliller öne sürdüler ve bunlara makul bir cevap veren çıkmadı. Herkes "eh tabii babaları, duygusal davranıyorlar, normal" minvalinde şeyler söylüyor. Ben aslında onların öne sürdükleri çelişkileri aynı somut dilde cevaplayacak bir yazı beklerdim ama hiç okuyamadım. Ne Alper Görmüş, ne Ahmet Altan'ın cevapları tatmin edici değildi. Elbette askerlerin yargılanması başarı ama işin doğrusu bütün mesele ağzımda acı bir tat bıraktı, Türk yargısının bunu da yüzüne gözüne bulaştırdığını düşünüyorum.
  13. Alper Görmüş'ün her fırsatta atıf yaptığı hayatının haberi meşhur "Darbe Günlükleri" sadece bir Microsoft Word dosyası. Yani bildiğimiz ciltli deftere elyazısıyla yazılmış bir günlük falan değil. Orada burada "darbe günlükleri" diye okuyup yanlış anlamayın. O word dosyasını da Özden Örnek tarafından yazıldığı ispatlanmış değil (çeşitli kaynaklarda yine Alper Görmüş'ün beyanına istinaden "ispatlandı" diye geçiyor ama Görmüş bir ropörtajda sorulduğu zaman ilgili raporu görmediğini ve tam olarak ne tesbit edildiğini bilmediğini söylüyor) Günlük olayının balyoz davasıyla benzerliği de burada, Alper Görmüş balyoz davasını tartışırken bir yandan kendi haberinin çürük temellerini savunmuş oluyor.

    Sevan bey, bilgisayar kullanım bilgisi seviyenizi bilmiyorum ama elektronik bir dosyanın suçlamaya delil oluşturması için bazı şartlar vardır (örneğin elektronik kriptolu imza olması). Ben size sabaha karşı bir çöp e-posta göndersem, ekinde de suç oluşturacak bir word dosyası koysam, bir saat sonra da polis baskın yapıp spam klasöründe bu belge bulunsa, bilgisayarınızda örgüt belgesi bulundu diye Zaman gazetesinde çarşaf çarşaf yayınlanıp 3 sene tutuklu yargılanabilirsiniz. Bu olay hayali değil, yapılmışı var (bkz OdaTV davası).
    Yanıtlar
    1. peki ses kayıtları ne? onlar da montaj mı? :) aytaç yalman ve hilmi özkök'ün tanıklıkları ne? yalan mı söylüyorlar?
      mit'in "1. ordu'da hazırlıklar var" demesi nedir? balbay günlüklerinde var. ee tabi o günlükleri de cemaat oturdu yazdı.peki mit neden inkar etmedi şimdiye kadar? bırakın bu işleri. türk ordusunun geleneklerini, çetin doğan'ın hırsını ve ultra-laikçiliğini bilen kimse şaşırmaz balyoz darbesine.28 şubat'ı hatırlayan herkes bilir ki bunlar akp'ye iktidarı vermek istemediler.
    2. bunlar balyoz davasinda suclamada kullanilmadi. iddianamede suc olarak gosterilen seyler tamamen dijital dosyalar.

      sunu anlamiyorsunuz (veya anlamak istemiyorsunuz): ordudaki darbeci gelenek, falanca generalin karakter analizi gibi seylerle yargilama olmaz. mahkemede "su gun surada sunu yaptin, su kanuna gore bu suctur" denir, iddia ve deliller incelenir.
    3. Vay canına, hangi ülkedeymiş o iddia ve delilleri inceledikleri yargılamalar? Hep beraber oraya göçelim derim.
    4. sevan hocam göçebilsek gidecez bu berbat ülkeden de :) üstteki adsız arkadaş sen asıl anlamıyorsun:türkiye'de adalet yok! işine geldiğin zaman adaleti savunuyorsun :) taş gibi aytaç yalman'ın tanıklığı var ortada.hilmi özkök'ün söyledikleri var.adamlar hatta darbeyi yok ben önledim sen önlemedin kavgası yapıyorlar şu sıralar.ama senin gibiler için darbenin olup olmaması önemli değil ki.önemli olan teknik bir takım boşlukları kullanarak,delil toplamadaki yanlışlıklara filan oynayarak beraat beklemek.bu adamlar bir kere kamu vicdanında suçludur.darbeyi de mit,başbakan,genelkurmay biliyordu ta 2003'ten beri.asıl noktayı kaçırıyorsun:darbe planı yapıldı.
    5. sevan bey ben yazdığınızdaki ironiyi anlamadım, ne diyorsunuz aptala anlatır gibi yazarsanız belki anlarım. başka ülkelerde mahkemeler kanıt olmadan, kanaatler ve birilerine ders vermek gözünü korkutup caydırmak amacıyla ceza mı veriyor?
      bana bildik ezberleri (vicdan, kamuoyu vb söylemler ve ardında somut hiçbirşey olmayan atıflar) yineleyip cevap veren adsız arkadaş sen nereden biliyorsun darbe planı yapıldığını, orada mıydın? dayanaklarını söyle teker teker konuşalım istersen.

      olmuş darbeyi (12 eylül, 28 şubat)yapanları elbette cezalandırsınlar. ama fabrikasyon delillerle darbe "girişimi" uydurup orduda istenmeyen subaylar tasfiye edilince akla başka şeyler geliyor.
    6. bildik ezberler dediğin şey yani vicdan insandaki en önemli mekanizmadır onu hayvandan ayıran,doğru ile yanlışı gösteren.bak sana bir örnek vereyim.9 mart cuntası diye birşey vardı türkiye'de.mit bunu izledi bundan başbakanın,cumhurbaşkanının ve diğerlerinin haberi vardı bu kesin.mahir kaynak cuntanın içine sızan ajan olarak olanları kaydetti bantlara.ama anayasa mahkemesi cunta yoktur,deliller geçersiz diye karar verdi.çünkü o zamanki şartlar bunu gerektiriyordu.sonra ne mi oldu? cuntanın içindeki hasan cemal yıllar sonra bir kitap yazdı ve cuntayı itiraf etti.şimdi neredeyse herkes 9 mart cuntası var diyor.ama o zamanlar bütün sol cephe cunta yoktur diye diklenmişti.yani bir şeyin mahkemede kanıtlanması veya kabul edilmemesi onun varlığını veya yokluğunu ne kadar kanıtlar? bir de bir darbenin olmasını mı bekleyeceğiz ve sonra yargılayacağız? :) ha gelsinler tankla,herkesi fişlesinler,anasını bellesinler sonra yargılarız ortam müsait olursa.senin küçümsediğin bu kamu vicdanıdır asıl şimdi darbecilerin önündeki en büyük engel.yoksa türk yargısı filan hikaye.konjonktür değişir o da değişir.
    7. ha gelelim balyoza.somut şeyler mi dedin? darbe planı yapıldığını bilmek için illa orada bulunmak mı lazım? :) yani sence mahkeme önünde hiç bir somut delil yokken bu insanlara ceza verdi? çünkü tayyip böyle istedi.bence çok ideolojik bir okuma yapıyorsun.imzasız word belgesi deniyor.yok efendim öyle imzasız şey makama sunulmaz tsk'da.alper görmüş kanıtladı sunulduğunu.bir oku istersen.yok dediler 2005'teki ilk defa ortaya çıkan bir takım kuruluşlar balyoz dosyalarında var.tamam da bu cuntanın aktif olduğunu ve güncelleme yaptığını çürütmez ki.ha tanıklıklara girmiyorum.ya da ses dosyalarına.senin için ne önemli? darbe planının yapılıp yapılmaması mı? yoksa savcı iddianamesindeki yanlışlıklar ve mahkemenin yaptığı hatalar mı? bir suçun varlığı mı daha mühim yoksa onun kanıtlanabilmesi mi?küçümsediğin vicdanın hala çalışıyorsa bunları kendine sor.
    8. Benim için önemli olan darbe girişimi yapıldığının kanıtlanması.
      Güncelleme teorisi saçma çünkü bu davada bir bilgisayar dosyasının kaydedilme tarihine göre o tarihte komutan olan kişi yargılanıyor, teoriye göre sonradan bir asker "darbe planı"ndaki word dosyasını açıp şirket isimleri vs. bilgileri güncelliyor, emekli olan komutanın adını değiştirmiyor, ve nedense bilgisayar tarihini geri alarak dosyayı kaydediyor. ayrıca cd üzerindeki bir dosya açıp güncellenip tekrar kaydedilemez, yazılabilir cd tek kullanımlık bir medyadır.
      Baransu'ya verilen cd'nin sanıklarla bağlantısı kurulamadığından sonradan bir birlikte (buraya dikkat arşivde değil, dolapta çekmecede kasada değil) yükseltilmiş döşemenin altında bir harddisk ve emekli bir subayın evinde yapılan aramada çocuğunun elbise çekmecesinde bir flaşdisk "bulundu".
      suçun varlığı sanık hakkındaki kanaatiniz veya sanığın önceki sabıkalarıyla, söyledikleriyle vs. ispatlanmaz, delillerle ispatlanır.
      Alper Görmüş dediğim gibi kendi çürük tabanlı haberlerini dolaylı yoldan savunmak için balyoz tartışmasını yürüten birisi. Bugün yine zorlama bağlantılarla bu belgeler gerçektir sonucunu kendince ispatlamış. balyozdavasivegercekler.com'da "alper görmüş" araması yapın ciddi maddi hatalarını göreceksiniz. (aslında hata değil ama öyle diyelim)
      Bir de yine ardı boş atıflara devam ediyorsun, aslında çok kanıt varmış da konuşmaya gerek yokmuş gibi, istersen tanıklıklara, ses dosyalarına falan gir, onları da tartışırız.
    9. anlaşıldı sana göre suçun varlığı değil onun mahkemede kanıtlanması önemli.sen öze değil şekle takılmışsın.ortadaki darbe suçu değil de mesela toplu katliam olsa yine de bu adamların ceza almadan çıkmasını savunur muydun? birtakım zamanlama çelişkilerine takılmışsın.peki bunun cuntanın bir önlemi olmadığını nereden biliyorsun? sana aihm'nin çetin doğan'la ilgili kararını okumanı tavsiye ediyorum.ve ayrıca mehmet baransu ve alper görmüş'ün balyozla ilgili yazılarını da bir daha ideolojik gözlüklerini çıkararak oku.vicdanını da hepten boşlama bence :) insan olmanın gereğidir.balbay günlüklerine de bir göz at balyozla ilgili birşeyler var orda da.ha yok efendim mahkeme ses dosyalarını delil saymadı yok hilmi ile aytaç'ı çağırmadı deme sakın.bu mahkemenin eksikliği.yoksa ses kasetlerinde her şey gün gibi ortada.hilmi ile aytaç da darbeyi kimin önlediğinin kavgasını yapıyorlar şu sıralar.ayrıca sen her mahkeme kararı için bu kadar hassas mı davranıyorsun?yoksa balyoza özel bir ilgin mi var?türk yargısının hal-i pür melalini bilmiyor musun?londra'da mı yaşıyorsun sen?
    10. Tam aksine benim için suçun varlığı önemli. Bunun için orada mıydın, nereden biliyorsun nasıl emin oluyorsun diye sordum. Herkesin bilmediği bir şey mi biliyorsun? Savcının sunduğu temel kanıtlar fabrikasyon (üretilmiş) ise neden sanıkların suçlu olduklarını savunuyorsun, kanaatlerden başka?
      Asıl önyargı gözlükleriyle "asker kesin darbe girişimi yapmıştır" bakışına sahip olan sensin.
      Yine şuraya bak buraya bak diye ardı boş atıflarla doldurmuşsun göster tam olarak nerede ne var tırnak içinde yaz konuşalım.
      Uydurma bir şey hacimli olunca veya çok yerde çok defa yazılınca gerçek haline gelmez.
      AİHM ile ilgili Dinci-Liberal ittifakının değil orada yargıçlık yapmış birinin açıklamasını okuyabilirsin:
      http://getir.net/492o
      Bir de klasik "falancaya tepki göstermeyenin buna itiraz etmeye hakkı yok" argümanına da başvurmuşsun. Balyoz davası tertibini konuşmak için hukuk profesörü veya yargı konusunda aktivist geçmişe sahip olmak gerekmiyor.
  14. Darbecileri hapsa tıkalım mı? Elbette. Bu yargılananlar darbeci mi? Büyük bir olasılıkla en azından bir kısmı darbeci. Davada bu adil bir şekilde kanıtlandı mı? Kesinlikle hayır. Türk adaletinin yerlerde sürünen standartlarına göre bile şaka gibi bir davaydı bu. Bu davanın sonuçlarını alkışlamak için AKP devrimine iman etmek gerkiyor. Benim inancım tam olmadığı için alkışlayamıyorum. Bu istiklal mahekemelerine benziyor. Delil pek yok, kurunun yanında yaş da yanar ama bizim kanaatimiz budur. Sevan Bey daha iyi bilir ama herhalde onlar sahte belge yaratmakla falan bu kadar uğraşmıyorlardı, doğrudan bizde bu kanaat oluştu asalım diyorlardı.
  15. Biraz konu dışı bir yorum yazacağım ama Sevan abi, az önce facebook'ta gördüğüm Etyen Mahcupyan'ın Zaman'daki "Liberallerin Demokratlığı" başlıklı yazısına düştüğün şerh hakkında yorum yapmak istiyorum, çünkü nedense facebook'ta yorum yazamıyorum, belki senin sayfana sadece abone olduğumdandır. Neyse, önce o şerhi aşağıya almalıyım galiba: "Hayır, Etyen'in bu görüşlerine katılmıyorum. Katılmadığım gibi, tehlikeli bir teslimiyetçiliğe götürdüklerini düşünüyorum. "Özgürlüğün yegâne sınırı başkalarının özgürlüğüdür" ilkesini, insan medeniyetinin en önemli kazanımlarından biri olarak görüyorum. (Başkalarının "duyarlığı" ya da "alınganlığı" değil, özgürlüğü!) Bundan geri adım atmanın, barbarlığa ve şirretliğe taviz vermek olduğunu düşünüyorum. Cemaati ve kimlikleri veri kabul eden anlayışı ahlaken utanç verici buluyorum. İnsanları dar cemaat kimliklerinden kurtarmaya çalışmayı insani ve ahlaki bir görev kabul ediyorum. Önyargılarından, hurafelerinden ve taassuplarından dolayı insanlara "saygı" göstermeyi esasen insana - bireye, bireyin sonsuz potansiyeline - saygısızlığın dik alası olarak görüyorum. Olayın "modernizmle" alakası olmadığını düşünüyorum. Esas problem, Pipes'ın da değindiği gibi, globalizmdir. Farklı aşiret kimliklerinin büyük bir potada yanyana gelip kaynaştığı her ortamda bu çatışmalar görülmüştür. Aşiret kimliklerini savunanlarla yeni ve global insani idealleri savunanlar her zaman çarpışmıştır. Sanırım Muhammed zamanında da tam aynı şey olmuştur, ve Muhammed kesin bir şekilde aşiret taassubuna karşı globalizmden yana tavır koymuştur. Mekke'deki putları kırması, sanırım Etyen görüşünde olanların çok şiddetli tepkisini çekerdi. Hani nerede inançlara saygı? Hani nerede bize benzemeyenle bir arada yaşama iradesi? *** (Evet 7. yüzyılda Arabistan'da yaşamış olsaydım ben de Muhammedci olurdum sanıyorum, itiraf edeyim. Allahtan o zamanda yaşamıyorum ama.)" Evet, itiraf etmeliyim ki; bu şerhi görünce "sonunda biri söyledi söylenmesi gerekeni" dedim kendi kendime. Ukalalık etmek istemem ama öncelikle evet "insan medeniyeti"; Batı değil, İslam değil, Doğu değil. Biz Batı'ya, İslam'a irade sahibi bilinçli bir varlık veya yekpare bir bütün muamelesi yapılmasından çok zarar gördük ve hala görüyoruz. Oysa öyle bir şey yok, Batı, Doğu sadece ve sadece yön belirten coğrafi birer terim, İslam da yalnızca bir geleneğin adı, yanılıyorsam nerede yanıldığımı söyleyin lütfen. İkincisi, geçen Taraf'ta Andrew Finkel'in yazısında okudum, bizimkilerin tepkilerindeki abartıyı eleştirirken mealen "ırkçılığın, nefret söyleminin toplumsal alana herhangi bir süzgeçten geçmeksizin dolmasına izin veremeyiz ama..." diye devam eden birşeyler yazmış. Oysa ifade özgürlüğü aynı zamanda Finkel'in sözünü ettiği süzgecin ta kendisidir de. Yani eskiler ifade özgürlüğünü bireyi korumanın yanısıra "söz meydanı"nın hiçbir zaman boş kalmamasını temin etmek için de icad etmişler. İfade edilip kamusal alana ulaşan her söz onun karşısına konulan birbaşka söz ile sınanabilsin, sınanmadan öyle elini kolunu sallayarak toplumun kılcal damarlarına ulaşamasın diye. 1933 Almanya seçimleri sırasında Alman halkının karşı karşıya kaldığı sıkıntı buydu okuduğum kadarıyla. Ortada sadece bir sözün dolaşmasına müsaade etmişlerdi Alman İlker Başbuğları, Çetin Doğanları vb. 29 ekonomik buhranı ve ulus devletin altın çağı üstüste binince nurtopu gibi bir Hitleri oldu dünyanın. Ayrıca mesela karikatürlerin yansıttığı algı ve hissiyatı zaten paylaşanlardan gayri hiçkimse İslam hakkında sadece karikatürlere bakarak hüküm vermez, bir de döner şehrindeki Müslümanlara bakar, o karikatürlerin karşısına konulan söze bakar ve hükmünü öyle verir. Berikiler içinse yorulmaya hiç gerek yok.
  16. Diğer bir örnek de Türkiye'den; ben Sünni, epey dindar bir aileden geliyorum, ama aklımızı da peynir ekmekle yemedik çok şükür ve Aleviler hakkındaki mumsöndü saçmalığına hayatımın hiçbir döneminde itibar etmedim, bu yüzden kendi çevremde birçok insanla tartıştığımı da hatırlıyorum. Diğer yandan bu mumsöndü lafının gerçekliği olan bir Alevi uygulamasının çarpıtılması yoluyla icad edildiğini tahmin ediyordum ama o uygulamanın tam olarak ne olduğunu bilmiyordum. Bu yüzden çevremdeki insanların "ateş olmayan yerden duman çıkmaz, madem böyle bir şey yok bu muhabbet nereden çıkmış o zaman" sorusuna diyecek bir şey bulamazdım. Aleviler mumsöndü iması yapanları (Güner Ümit vb.) protesto ederlerdi, dava falan açılırdı ama bu, insanların bilgisini değiştirmez, sadece "her doğru her yerde söylenmez" anlayışıyla davranılırdı (belki hâlâ öyle). Ben ancak yakın bir zamanda bir yerde bir Alevi dedesiyle yapılan bir röportajda okudum ki, meğer Mustafa Kemal efendi'nin zamanında Aleviler cem ayinlerini geceleri bir evde toplanarak yaparlarmış jandarma baskını olur korkusuyla ve evin perdelerini indirip mumları söndürerek. Bizde de aynı dönemde Kur'an'ın çocuklara bodrumlarda öğretildiğini söylerler. TC işte (bu arada TC ile Mısır'ın ortaçağdaki Memluk askerî kastı, daha doğrusu Memluk olma hali - Ortaçağ'dakilerin Memluk olmayı kendilerinin seçmemiş olmaları haricinde - arasında bir ilişki kuruyor musunuz siz de?). Demek istediğim nefret içeren sözlere kavga dövüşle veya dava ile değil de, sözle tepki verilse belki bu muhabbet çoktan unutulurdu ki; bugün hala yaygın bir kanaattir Sünniler arasında. Kimse istemez kötü söz duymayı kendisinin değerleri veya kimliği hakkında ama cennette de yaşamıyoruz nihayetinde. En fazla yapabileceğimiz telafisi gayrimümkün (bkz. Demirel, Süleyman, "mümkünü gayrimümkün, gayrimümkünü mümkün kılmak gayrimümkündür":)) olanı engelleyebilmek için telafisi mümkün olana sabretmek.
  17. Üçüncüsü, Hz. Muhammed ile ilgili bir şeyler de söylemek istiyorum. Hz. Muhammed Yemen üzerinden Çin ve Hind ile, Şam üzerinden Roma ve Acem ile ticaret yapan, ilişki kuran (siz Habeşleri de eklemişsiniz ki, ben de katılıyorum) bir halkın mensubuydu. Hicaz'ın Atinası veya Roması, hiç olmazsa Novgorod'u (eğer yanılmıyorsam Novgorod da İpekyolu üzerindeki bu türden bir kentti) olan bir kentin burjuvasıydı. Kısacası hem kentliydi, hem de dünyadan haberdardı bütün hemşehrileri gibi. İki problem vardı önünde ancak. Birinci olarak, uzun seyahatlerden kentine dönüp geldiğinde kentin her klanın ayrı mahallesinin olduğu, hayatın klanlar arası bitip tükenmez bir sidik yarışının kısır döngüsüne hapsolduğu, yani muhtemelen kentin henüz yeni yeni kent olmaya başladığı için kentliliğin henüz tam olarak olgunlaşmadığı berbat derecede insanı bıktıran bir ortamda buluyordu kendini. Bu bir insanın bir saray inşa edip, sonra da eski alışkanlığından kurtulamadığı için sarayının bahçesine kurduğu çadırda yatıp kalkmasına benziyor sanki. Çadır halkından biri illa ki, isyan edecekti bu saçmalığa "manyak mıyız biz, sarayın odaları dururken neden çadırda yaşıyoruz?" diyerek. Adı Muhammed olmaz da başka birşey olur, önemli değil. İkinci olarak, bir defasında Halil Berktay hocanın da yazdığı gibi, Arap ellerinde herkesin herkesle kesintisiz (dört haram ay sanki dinlenme ve yaraları sarmak için bulunmuş bir çözüm) savaş halinde olduğu, savaş lordlarının yağma ve talan çılgınlığından dolayı kimsenin güvende (özellikle de ticaret kervanlarının) olmadığı bir ortam hakimdi. Halil Hoca bundan söz ettiği yazısında Pax Dei/Crusade olgusuyla karşılaştırmıştı bunu. Burada Halil hocanın sözünü etmediği, muhtemelen sizin de bildiğiniz bir sahih hadis rivayetini (Habbab bin el Erett'den rivayet) hatırlatmak istiyorum: Habbab mealen diyor ki, "Kureyş'in baskısı altında tükendiğimiz bir gündü. Peygamber'e gittim, Hicr'de (Mescid-i Haram'da bir mekan) uzanmış dinleniyordu. Dedim ki, "Ey Allah'ın Elçisi, ya bize kendimizi Kureyş'e karşı savunmak için kılıç kullanma izni ver, ya da bizim için Allah'a dua et, bize yaptıklarından dolayı Kureyş'i helak etsin". Yattığı yerden doğruldu, öfkeden yüzü kıpkırmızıydı. Buyurdu ki, "... Öyle birgün gelecek ki, San'a'dan yola çıkan bir kimse Hadramut'a kadar devesiyle tek başına seyahat edecek de Allah'tan gayri hiçkimseden korkmayacak. Fakat siz acele ediyorsunuz"..." Hadis metnini hatırladığım kadarıyla aktardım. Sevan abi öyle sanıyorum ki, Hz. Muhammed en azından başlangıçta tıpkı bugünkü AB gibi birbirinden farklı topluluk ve kentlerin ortak birtakım medeni ilkeler etrafında birbirlerine zulmetmeden birlikte yaşamalarını mümkün kılacak birşeyler yapmaya çalışıyordu. Ama diğer yandan hepimiz insanız. Başka hiçkimsenin cesaret edemediği bir işe girmiş ve yanımızda hiçkimse yokken onyıl emek vermişsek, bu işin merkezinde de biz olmak isteriz. Kontrolümüzden çıkmasını istemeyiz (Eğer birgün Hz. Muhammed'in peygamberliğini 610 yılında (yalnızca bir metafor olarak Tanrı'dan haber getirdiğini söylemiş olabilir ilk elde - hepimiz Allah'ın göndermesini bir metafor olarak kullanırız, "seni Allah gönderdi" deyişinde olduğu gibi) değil de, 620-21'de o ünlü Mir'ac hadisesi ile ilan ettiğini öğrenirsem hiç şaşırmam). Bunun bizim hakkımız olduğunu düşünürüz.
  18. Murat Belge ile Halil Berktay arasındaki sosyalizm tartışmasını takip etmişsinizdir. Murat Hoca ilgili yazılarından birinde Sosyalizm'e neden hâlâ inandığını anlatırken - affınıza sığınarak yine mealen diyeceğim - "adalet, özgürlük, eşitlik vb. kimsenin umurunda değilken yalnızca sosyalistler bu idealleri savunuyordu" diye yazmıştı 19. asrı kastederek. Demek istediğim şimdi ve geçmişte Müslümanların da (daha doğrusu bizim demeliyim) biraz da, tıpkı Murat Hocanın (kendisine bütün kalbimle saygı ve sevgi duyuyorum - ondan çok şey öğrendim) da sanıyorum biraz farkında olmadan açığa vurduğu psikolojiyle, Hz. Muhammed'in o başlangıçtaki yalnız başına verdiği mücadelenin etkisiyle gerçeklik hakkındaki bilgilerini mutlak gerçek, önerdiği çözümleri mutlak doğru ve kendilerini her durumda mutlak haklı, dolayısıyla da Müslüman olmayanlar karşısında İslam şerefiyle üstün, alemlere rahmet olarak gönderilmiş bir ümmet olarak gördüklerini, geçmişteki ve günümüzdeki ayrımcılıkların (dolayısıyla şiddetin) epey bir kısmının buradan kaynaklandığını, şimdi ilaveten bu ahlaki üstünlük makamını - eğer kendinden menkul bir makam derseniz çok itiraz etmem - epey bir zamandır yitirmiş olmanın verdiği şiddetli bir travmanın iyice tuz biber ektiğini düşünüyorum. Eski Millet-i Hakime, yeni asli unsur da buradan kaynaklı bence. Aynı anlayışın izlerini üstelik de - herhangi biri değil - Murat Hoca gibi gerçekten çokça değerli bir insanda da görmek ilginçti (Açıkçası o yüzden Allah her ikisine de sağlık, uzun ve hayır dolu bir ömür versin ama özellikle Halil Berktay hocanın benim gibi biri için bile çok değerli bir iş yapmakta olduğunu düşünüyorum).
  19. Bu arada İslam'ın Dar'ul-İslam/Cihad ve Papalığın Pax Dei/crusade siyasetine, Ortaasya'dan da din üzerinden değil de siyaset üzerinden Cengiz Han'ın siyasetini de ekleyebilir miyiz? Ne dersiniz? Bir yerlerde Cengiz Han'ın "Cuci Ulusuna atlarının ayaklarını bastıkları her yeri fethetme" izni (emir değil, izin) verdiğini okumuştum. Sanki gidin herkesi benim önümde diz çöktürün değil de, "alın size izin, ne yapacaksanız gidip başka yerlerde yapın, burada değil" gibisinden bir tutum. Sanki Cengiz Han'ın yükselişi de böyle bir derdin eseriydi gibi geliyor bana. Sonra yine bir yerlerde Cengiz'in generali Kurtcebe Noyan'ın Küçlük Han'ı ortadan kaldırıp Kaşgar veya Balasagun'u alışı ile ilgili birşeyler okumuştum. Şimdi bir türlü bulamıyorum. Hani tabiri caizse "Kaşgar/Balasagun'a özgürlük operasyonu" gibi birşey anlatılıyordu. Şehrin çoğunluğu Müslüman olan halkının Küçlük'ün zulmünden illallah edip önce Harezm Şaha müracaat ettikleri, ondan somut bir cevap alamayınca bu kez Cengiz Han'a heyet gönderdikleri, Cengiz Han'ın bunun üzerine Kurtcebe'yi Küçlük üstüne gönderdiğini okumuştum. Hatta ilginçtir, şehir Küçlük elindeyken halk Dar'ül-Harp (genel kabullerin aksine bence bu İslam'ın bir tür olağanüstü hal veya savaş hali hukuku) sayıp Cuma namazı (güvenlik ve meşru kamu otoritesi bu ibadetin sıhhat şartlerındandır) kılmadıkları, Kurtcebe şehri alınca Dar'ul-Harp statüsüne son verip Cuma namazı kıldıkları, Kurtcebe'nin şehre özellikle ezan okunurken girdiği, şehre girerken herkesin inancında, örfünde özgür olduğunun, Cengiz Han'ın koruması altında olduklarının ilan edildiği ve Cuma hutbesinin Cengiz Han adına okunduğu gibi birşeyler okuduğumu hatırlıyorum ama nerede okuduğumu birtürlü bulamıyorum. Bu yazdıklarım, eğer yanlışlık yoksa, bana Ortaasya'da Cengiz'in yükselişi hakkında da Ortadoğu ve Avrupa'nın o dönemlerdeki hikayesi ile ilişkili çok ilginç şeyler anlatıyor. Yani temel mesele sanki dünyanın medeniyet öncesi halden medeniyete geçişi gibi birşey.
  20. Sevano lawo,
    Tu ne dîn î , tu ji aqlê xwe jî ne kêm î; tu ne ji wan koçerên li vî welatî bê war û bê bingeh î ku ez li te şîretan bikim. Lawo, bav û kalên te hezar sal e, tu bi xwe şêst sal e di nav me de dijî... Tu çima wek me zana û zanyarên navmisilmanên “dil bi kerb û bi tofan lê, dîsa jî bo kerîkî nan serê xwe dikin ber xwe ditelînin nakî” ? Çima wek me rebenên li ber diwaran dev li alîkî qûn li alîkî durutyan nakî? M a tu Rustemê Zal î; an Dawûdê Sasunî yî? 
  21. Yazmayı sevdiğiniz kadar okumayı da seversiniz eminim... buyrun okuyun eğer gerçekten yazarsanız.Bu sadece size örnek gösterebileceğim kısım içerde 300 küsur kişi var.

    http://senolcandan.blogspot.com/
  22. Hrant Dink cinayetinde amir konumunda olanların bildiğim kadarıyla hemen hiçbiri bu cinayet sebebiyle içeride değiller. Tek suçları bu olsaydı kesinlikle içeri atılmazlardı. Hrant Dink cinayeti ne yazık ki ne AKP ne cemaat ne de herhangi bir Müslüman-Türk için yeteri kadar önemli.
  23. Ben 1999 senesinde ki 30 yaşında iken askerliğimi Çetin Doğan'ın Komutanı olduğu Ege Ordusunda yaptım.
    Bizzat şahit olduğum hadiseler yüzünden Balyoz iddianamesine kesinlikle inanıyorum.
  24. Çocuklara dini egitim, indoktrinasyon, beyin yıkama vb girişimlerinin tıpkı çocuk pornosu, pedofili, çocuk emegi sömürüsü gibi bir çocuk istismarı olarak tanımlanması gerekir. Onsekizini geçtikten sonra ne yaparsa yapsın. Ama ailenin ve geniş olarak toplumun hayale ve masallara dayanan bir "egitim" verme hakkını insanlık reddetmeli

Kahramanmaraşlı Nestor'un mezhebi

$
0
0
Geçen gün Face’teki tartışmada Nestorculuk bahsi açılınca aklıma geldi. Kuran'daki tuhaf İsa öğretisi acep Nestorcu Hıristiyanlıktan iktibas mıdır demiştik. [Dipnotları okumazlık etmeyin. Asıl inciler orada.]

 *
Nestorios Kahramanmaraş’ta – o zamanki adıyla Germanikia’da[1] – doğmuş. Antakya’da okuyup papaz olmuş. Zamanın büyük ilahiyatçısı Mopsuestialı Theodor’un[2] etkisi altında kalmış. Spekülatif yeteneğini sergileyen vaazlarıyla tanınmış. 428’de İstanbul patriği seçilmiş. Lakin, devrin büyük yobazı olan İskenderiye patriği Kyrillos ile giriştiği tartışmada fena hırpalanmış. 431’de Efes’te toplanan kiliseler konsili, Hazreti Meryem’in theotókos(“tanrı-doğuran”) sıfatını reddetti diye galeyana gelip Nestor’u aforoz etmiş. İmparatorun emriyle hoca Mısır çölündeki bir manastıra sürülmüş. Bir süre sonra, kimliği meçhul birtakım eşkiyanın saldırısı sonucu hayatını kaybetmiş.

Kyrillos’un Efes konsilinde Nestor’a karşı ilan ettiği oniki anathema halen hem Katolik ve Ortodoks kiliselerince hem Ermeni, Süryani, Kıpti vs. gibi Doğu kiliselerince kanonik sayılır (“bağlayıcı” diyelim, anlaşılsın). Kyrillos’un anathemaları ile Nestor’un karşı-anathemalarının İngilizcesini şu sayfa ve devamında bulabilirsiniz: http://www.ccel.org/ccel/schaff/npnf214.x.ix.i.html.[3] Metafiziğin dibine vurmuş şahane metinlerdir. Nestor’un esas teorik eseri binbeşyüz sene boyunca – en azından Batı dünyası için – kayıpmış. 19. yüzyıl sonlarında Amerikalının biri Hakkari yakınındaki Kuçanis[4]köyündeki Nasturi patrikliğinin kütüphanesinde Süryanice nüshasını bulmuş. Arzu ederseniz onun da İngilizce tercümesi şurada: http://www.tertullian.org/fathers/nestorius_bazaar_0_intro.htm.[5]

Özetle diyor ki, İsa’nın tanrı kimliği ile insan kimliği iki ayrı prosopon’dur,[6] maddenin tanrılaşması sözkonusu olamaz, sonlu olan sonsuz olamaz, dolayısıyla Meryem’e “tanrı-doğuran” demek yanlıştır; İsa, tanrı kimliğiyle çarmıha gerildi ve öldü diyemeyiz; acı çeken ve ölen, tanrısal kimliğin bir tür yansıması veya yanılsaması olan bedensel varlıktır.

Bu görüşe Diyofizitizm (iki-kimlikçilik) adı veriliyor ve zındık sayılıyor. İşin fenası, bunun zıddı olan Monofizitizm (tek-kimlikçilik) de Ortodoks ve Katolik kiliselerince zındık sayılıyor. Süryani Kadim ve Ermeni kiliseleri bu ikinci tip zındıklardandır. Ayrı hikâye, onu karıştırmayalım şimdi.

*
Nestor öğretisi, o devirde entelektüel odağı Antakya ve Urfa’da olan Süryani aleminde destek görmüş. Urfa medresesinde hoca olan Kyrrhos’lu Theodoret[7] daha mutedil bir Nestorist formülasyonla durumu kurtarmaya çalışmış. Urfa piskoposu İbas[8] 448 yılında Nestorculuk yaptığı iddiasıyla mahkemeye çıkarılmış, paçayı zor kurtarmış. Nihayet 489’da imparator Zenon[9] Urfa Okulunu kapatınca Rum diyarında Nestorculuğun sonu gelmiş.

Rum ülkesinde Nestorculuk ezilirken, devrin diğer süpergücü olan komşu imparatorlukta olaylar farklı rota izlemiş. Sasani başkenti olan Ktesifon’daki[10] İran Hıristiyan kilisesi, Patrik Dadişo eyyamında (421-456) Nestorcu öğretiyi benimsemiş. Böylece Nestorculuk, Zerdüşti İran’da bir tür “resmî azınlık dini” olan Hıristiyanlığın resmî mezhebi niteliğini kazanmış.[11] İslamöncesi devirde, Kerkük-Erbil, Tebriz, Deyleman ve Horasan başta olmak üzere İran’ın tüm vilayetlerinde Nestorcu-Hıristiyan cemaatler oluşmuş.[12] Erken İslam egemenliği dönemde Nestorcu Şark Kilisesinin etkinliği daha da artmış. Asya'ya yayılmışlar. 770 civarında Çin’in o zamanki başkenti Xian’da güçlü bir Nestorcu piskoposluk tesis edilmiş. Uygur Türkleri aynı tarihlerde topluca Nestorcu Hıristiyanlığı benimsemiş.[13]Hindistan’ın güneyinde Nestorcu kilise örgütlenmiş.[14]

Kültür tarihi açısından daha ilginç olan olay, zamanın en önemli entelektüel merkezlerinden biri olan Urfa Okulunun, Nestorculara yönelik baskılar nedeniyle darmadağın olması; hocalarının İran'a iltica edip, sınırın hemen öte yanında bulunan[15]Nusaybin’e taşınması.[16] En geç 489’da Urfa Okulunun kapanmasıyla Nusaybin, Ortadoğunun başlıca skolastik merkezi olarak öne çıkmış. Bu statüsünü Kahire’de el-Ezher’in ve 11. yüzyılda Bağdad’da Nizamiye Medresesinin kuruluşuna kadar korumuş. Daha sonra İslami skolastiğin esaslarını oluşturan kıraat, tefsir, aktarım (hadis), mantık, gramer, iştikak ve nücum ilimlerinin temelleri bu okulda atıldı demek yanlış olmaz.

*

Uygurları saymazsak, tarihte Nestorist mezhebi benimseyen tek kayda değer devlet, Lahmî Arap devleti. Bunlar 3. yüzyılda Irak’ın güneyindeki Hire’de egemenlik kurmuşlar. Kuveyt ve Bahreyn’e uzanan alanda hüküm sürmüşler. Kimi kaynaklara göre İmrül Kays bin Amr[17]zamanında, kimilerine göre 6. yüzyılda Hıristiyan olmuşlar. Sasani siyasi-kültürel etkisine (ve Ktesifon patrikliğine) tabi oldukları için, doğal olarak Nestorcu çizgiyi takip etmişler. 602 senesinde İran Şahı Husrev Pervîz son bağımsız Hire kralı Numan bin Munzir’ı öldürüp Lahmi hanedanına son vermiş. Ama birkaç sene sonra bilumum Arap aşiretleri Lahmîlerin intikamı için birleşip, Sasani devletini Zikar (ذي قار) harbinde perişan etmişler. Sene 609 dolayı, Muhammed’in peygamberlik ilanından hemen önce.

Acaba Muhammed’in başlattığı siyasi hareketin bu olaylarla ilgisi nedir? Lahmilerin müttefiki olan Arap aşiretleri arasında Nasturi-Hıristiyan oranı neydi? Öteden beri anti-Rum kampına mensup olan bu zümre, bu sefer İran’la bozuşunca üçüncü bir yol arayışına girmiş olabilirler mi? Müthiş konular bunlar, araştırmak lazım.

Bir zamanlar Arap şairlerinin öve öve bitiremediği Hire kenti Lahmîlerden sonra yıkılıp terk edilmiş. İslam fütuhatından sonra bunun taşlarıyla, hemen yakında Kûfe kentini inşa etmişler.

*
770 küsur tarihinde Bağdat kurulunca Nasturi patrikliği Arapların Medayin adını verdiği Ktesifon’dan bu kente taşınmış. Abbasi halifeliğinin parlak döneminde serpilip palazlanmış. Sonra talihi dönmüş, 13. yüzyıldaki Moğol istilasını izleyen devirde zulüm ve kahır görmüş. 1318-1328’de patrik olan Erbil’li Timotheos devrinde Bağdad’ı terk edip, Hakkâri dağlarında ulaşılmaz bir yerde bulunan Kuçanis’e sığınmışlar.

1550 civarında Nasturilerin bir zümresi Rabban Sulaka d’Bêth Ballo[18] önderliğinde Roma’daki Papanın elini öpüp Kuçanis’ten bağını koparmış. Keldanî adı verilen bu zümre, Bağdat, Musul, Kerkük, Erbil, Siirt, Nusaybin gibi kent merkezlerinde açık ara galebe çalmış. Ancak Hakkari ile Erbil arasında yaşayan dağ ahalisi Kuçanis’e sadık kalmış. Cizre beyi Bedrxan ile Hakkari Beyi Nurullah’ın 1839 ve 1846’da giriştikleri katliamlara dek Hakkari, Şemdinan ve İmadiye nüfusunun muhtemelen yarı yarıya Nasturi olduğu anlaşılıyor[19]. Bir kısmı müstakil aşiret, bir kısmı Kürt aşiretlerine bağlı mevali imiş. Aramice/Süryanicenin doğu lehçesi olan anadillerine[20] ek olarak hepsi Kürtçe bilirmiş. Barzani ailesinin Nasturi’den dönme olduğu rivayet edilir. İsmet İnönü’nün dedesinin de, 1846 katliamının ana sahnelerinden biri olan Tiyari vadisinden[21] Bitlis’e mülteci gittiğini Avni Özgürel bir keresinde yazmıştı; ne kadar doğrudur bilmem.

Enteresan olan bir detay da şu. 1915 öncesinde Nasturi ve Keldani nüfusun yoğun olarak yaşadığı alanın doğu sınırı – Batman-Nusaybin-Musul'un hemen doğusundan geçen hat – 5. yüzyıldaki Bizans-Sasani sınırını birebir yansıtıyor. Hayret etmemek elde değil.

*
1915’te Türk ordusu Hakkari ve civarındaki bütün Nasturi nüfusu tehcir etmiş. Üç yıl boyunca İran tarafında, Urmiye ve Salmas yakınındaki mülteci kamplarında yaşamışlar. 1918’de patrik 21. Şimun, İttihatçıların adamı olan Kürt lideri Simko tarafından Salmas’ta öldürülmüş. Harpten sonra bir kısmı yurtlarına geri dönmeye teşebbüs etmişler. TC Silahlı Kuvvetlerinin 12-28 Eylül 1924 tarihlerinde giriştiği Oramar[22] Tedip Harekâtı sonunda imha edilmişler.

Resmi bildiri imha diyor. Bir tarihte Genelkurmay belgelerinden okuduğumdan eminim. Şimdi kaynağı bulamadım.

1. Dünya Harbinden sonra patrik hazretleri “can kıymetli” deyip San Fransisco’ya göçmüş. 1976’da seçilen son patrik orasını sevmediğinden şimdi patrikhane makamı Illinois’nin Morton Grove kasabasındaymış. Google Earth’ten baktım. Birch Avenue üzerinde, önde iki arabalık park yeri olan orta karar bir suburb evi.




[1] Anadolu’da iki Germanikeia vardır, ikincisi hâlâ aynı adı taşıyan Ermenek’tir. Caligula lakabıyla tanınan üçüncü imparator Gaius Germanicus (M 37-41) zamanında adlandırılmışlardır. Caligula, babasının Germenlere (yani Almanlara) karşı kazandığı zafer dolayısıyla bu soyadını taşır.
[2] Mopsuestia-Misis şimdi Adana’nın Yakapınar ilçesidir. Mopsuestia’lı Theodoros (ölümü M 428) meşhur Urfa Okulunun fikrî önderi ve kurucusu sayılır.
[3] Her maddeye ekli notlarda Jezüit ilahiyatçılardan Dionysius Petavius’un (Denys Pétau, 17. yy) yorumları ile 5. yy ilahiyatçılarından Kilisli Theodoret’in (Theodoret of Cyrrhus) itirazlarına cevapları verilmiştir.
[4] Şimdiki adı Konaklı. 14. yy’dan 1915’e dek Nasturi patrikliğinin makamı idi. 1993’te köy boşaltıldı ve kısmen tahrip edildi. Tüyler ürpertici bir yerdir. 2005'te gittim.
[5] Süryanice aslını 1910 senesinde bizim Mıhitaryan rahiplerinden Peder Paul Bedian Viyana’da yayımlamış.
[6] İsa’nın tanrılığını reddeden bir görüş erken Hıristiyanlık bünyesinde işitilmemiştir. İskenderiyeli Arios (ölümü M 336) Oğul’un tanrılığını reddetmez, ancak Baba’ya tabi ve ikincil sayar. 325 yılındaki İznik konsilinde reddedilen bu görüş Şarkta çok az taraftar bulmuş, ancak Batıda barbar Germen kavimleri arasında yaygınlık kazanarak 7. yüzyıla dek etkisini sürdürmüştür.
[7] Kyrrhos harabeleri Kilis’in 13 km batısında, Suriye sınırının hemen öte tarafındadır. 1150 civarına kadar bölgesel merkez olmuş, daha sonra bu işlevi bugünkü Kilis devralmıştır. Kilis adı muhtemelen Kyrrhos sözcüğünden bozmadır. R > L evrimi Farsça, Arapça ve Türkçede tipiktir.
[8] Yunanca İbas şeklinde aktarılan adın Süryanicesi İbô (veya Hibô) olarak geçer. Şaka değil.
[9] 474-491 yıllarında imparator olan Zenon, Ermenek yakınındaki bir kasabada doğmuştu. Onun onuruna Zenonopolis adı verilen bu kasaba, bir görüşe göre Ermenek’e bağlı İznebol (şimdi Elmayurdu) köyü, diğer görüşe göre Sarıveliler ilçesine bağlı Uğurlu köyü yakınındaki Körüstan harabesidir.
[10] Bugünkü Irak’ta, Bağdad’ın banliyösü olan Medain kentidir. MÖ 3. ila MS 7. yüzyıllarda bin yıl süreyle İran'ın başkenti idi.
[11] İran’da Hıristiyan dini I. Yezdgerd zamanında 409 veya 411 senesinde resmen serbest bırakılmış ve Ktesifon piskoposluğu bu tarihte tesis edilmiş idi. İslam hukukunun azınlık dinleri hakkındaki düzenlemelerinin bir bölümü hiç şüphesiz Sasani devletinin bu tecrübesine dayanır.
[12] Ktesifon’a bağlı tarihî piskoposlukların listesi için bkz. http://www.nestorian.org/location_of_nestorian_bishops.html
[13] Daha sonra İslami bir anlam yüklenecek olan namaz, oruc, Çalab gibi bazı dinî terimlerin Orta Asya Türkçesine bu tarihte Nestorcu-Hıristiyan gelenekten alınmış olması muhtemeldir.
[14] Hindistan’ın güneyinde Nestorcu-Süryani geleneğinin bugün bölünmüş olduğu çeşitli mezheplere mensup yaklaşık 10 milyon Hıristiyan nüfus varmış. Doğu ve Batı Süryani mezhebi ile çeşitli Uniat kiliselere mensup Hıristiyanlar Kerala eyalet nüfusunun %19’unu oluşturuyor.
[15] 4. yüzyıldan İslamın gelişine dek Roma-İran sınırı, Rize-Çayeli, Erzurum, Silvan ve Mardin-Dara Rum tarafında kalmak üzere Kuzey-Güney doğrultusunda uzanan bir hat idi.
[16] Bazı kaynaklara göre Nusaybin Okulu daha 4. yüzyılda Mor Efrem tarafından kurulmuştu. Yahudi Talmud literatüründe de Nusaybin Okulu sıkça zikredildiği için, bir tek okuldan ziyade (eski Oxford ve Cambridge gibi), çeşitli kurumların bir arada bulunduğu bir entelektüel merkez düşünmek gerekir. Halen Nusaybin merkezinde bulunan Mor Yakub manastır ve kilisesinin “Nusaybin Okulunun binası” diye gösterilmesi popüler bir yanılgı sayılmalıdır.
[17] Bu İmrul Kays, İslam öncesi Arap şairlerinin en büyüğü sayılan İmrul Kays bin Hucr ile karıştırılmamalıdır. Necd’de hüküm süren Kindî hanedanına mensup olan bu İmrul Kays da muhtemelen (Nasturi) Hıristiyandır. Taht hakkını kaybettikten sonra Rum imparatoruyla görüşmek için M 560 dolayında İstanbul’a gelmiş, dönüşte Ankara’da vefat etmiştir. Ankara’daki türbesinin halen Hıdırlık adı verilen yer olduğu söylenir.
[18] Bêth Ballo adı verilen yer muhtemelen bugün Adıyaman Gerger’e bağlı olan Bîbol(Konacık) köyüdür.
[19] Michel Chevalier, Les montagnards chrétiens du Hakkâri et du Kurdistan septentrional(Paris 1985) ayrıntılı tasvir ve harita verir. Birkaç sene önce Mollafenari’deki Kubbealtı Fotokopi’de hasbelkader bulmuştum.

[20] Bu dilin Türkiye’de konuşulduğu son yer Pervari’ye bağlı Hertvin (şimdi Ekindüzü) köyü idi. Köy halkının 1960 ve 70’lerde İsveç’e göçünden sonra, bu ülkede birkaç yüz kişinin halen “Hertvince” adı verilen bu Aramice lehçesini konuşabildiği belirtiliyor.

[21] Tiyari vadisi Çukurca’nın batısındadır. Aşita (Çığlı) ve Keletan (Taşbaşı) köyleri sırasıyla Aşağı Tiyari ve Yukarı Tiyari nahiyelerinin merkez yerleşimleridir. Daha doğudaki Txuma vadisi (merkezi Zawita – Hişet köyü) ile birlikte bu bu yerler, 1846 öncesinde bölgedeki en güçlü “bağımsız” Nasturi aşiretlerinin yurdu idi.
[22] Oramar, şimdi Yüksekova’ya bağlı Dağlıca bucağı. Türkiye’nin en güzel yerlerinden biridir. Kürt nüfus 1924’ten sonra yerleşmiştir.
  1. Hayret, Islamla ilgili yazilariniza hicbir yorum getiremese bile en azindan kufretmeden gecmeyen kitle bu yaziniza hic yorum birakmamis. Algilarini ve ogrenme arzularini diger tum inanislara kapatmalarindan mi kaynaklaniyor bu durum acaba?
    Yanıtla
  2. teşekkürler hocam. çok faydalı bir yazı. eline emeğine sağlık.
    Yanıtla
  3. Selamlar, çok güzel bir yazı olmuş Sevan bey,
    teşekkürler. Aklıma takılan bir kaç konu var Nestorilerle ilgili. Birincisi kendilerini Asuri olarak adlandırmaları ve kökenlerini Asur devletiyle ilişkilendirmeleri. Yanlış hatırlamıyorsam Ninova hafiri Sir Layard'da aynı görüşteydi. Bahsini ettiğiniz lehçeleri Akkadca'nın bir türevi olabilir mi?

    İkincisi patriklik makamının amca-yiğen silsilesi ile devam etmesi. Diğer hristiyan mezheplerin de ve ya zerdüştlerde bu gelenek var mı?

    Bir de şu Simko'nun ittahatçılığı meselesi var tabi. Türkiyeli ve ya Osmanlı değil bu adam. İran meskunu Kürtlerden, meselesi de İranlılarla. Gerçi ailesi o öldürüldükten sonra Türkiye'ye sığınmış ya orası ayrı mesele. İttahatçılığı ile ilgili fikriniz neye dayanıyor acaba?
    Muhammed'in peygamberliğinden önceki 5 yıl konusundaki sarsıcı tespitiniz muhteşem. Alın size doktora konusu. Tabi yönetecek yeterlilikte Türkiyeli İlahiyatçı var mı? Ya da Arap tarihçisi?
    Yanıtla
  4. Nasturi/Keldanilerin "Asuri" olarak adlandırılması daha ziyade coğrafi bir adlandırma sanırım (Kuzey Iraklı anlamında). Eski Asur devletinin resmi dili olan Asurice (yani Kuzey Akkadca) MÖ 1000 dolaylarında direkt mirasçı bırakmadan söndü. Suriye kökenli olan Aramice, Mezopotamya ve Asur'un günlük konuşma dili - ve daha sonra yazılı kültür dili - oldu.

    Birinci Dünya Savaşı sırasında Teşkilat-ı Mahsusa öncülüğünde Türk askeri birlikleri Batı İran'ı iki kez işgal etti. Simko'nun o olaylar esnasında Türklerin adamı olduğunu Ervand Aprahamian'ın Modern İran Tarihi kitabında okudum (A History of Modern Iran, Cambridge 2008). Mayısta İran'a gittiğimde kitabı orada birine verdiğimden şimdi sayfa referansı veremiyorum.
  5. Yazı ve bilgiler güzel teşekkürler.

    Sevan bey,

    İnsan İsa tezini Nestorilerden aldığı fikri akla yatkın olmakla birlikte, Muhammed açısından daha pratik bir nokta yok mu?
    İsa'nın doğrudan Tanrının bir parçası olarak görülmesi, Muhammed'in peygamberlik iddiasını zayıflatmaz mı?
    Yani o dönemki insanlar bir yanda yeryüzüne gelmiş Tanrı ile insan özlü bir peygamber arasında ister istemez hiyerarşi kurarlardı. Bu durumda da İslam'ı ayrı bir kimlik/din olarak kurumsallaştırmak zor olmaz mıydı?

    Yani Muhammed açısından İsa'nın tanrılık iddiasını reddetmek başlı başına mantıklı değil mi?
    Yanıtla
  6. ağbi bi sürü bilgi vermişsinde ben götümü kıstım gittim.çok karışık konuşuyon kendimi bulamadım. sade ol lüften
    Yanıtla
  7. Kurandaki tuhaf isa öğretisi derken kastettiğiniz nedir? tam anlamadım. bence tuhaf olan hristiyanlığın isa öğretisi.ne de olsa tek tanrıcılıktan (bir nevi)çok tanrıcılığa geri dönüş ihtiva ediyor.
    gerçekten de karşılaştırmalı bir islamdaki isa , hristiyanlıktaki isa yazısı yazsanız ne iyi olur.
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. tuhaf derken sanirim su: o gunku dunyada isadan peygamber/elci diye bahsedip iman edenler arasinda, "isa tanri degildir / tanrinin oglu degildir" diyen birisi yok. (aslinda nestor da dememis oyle, sadece meryem'in dogurdugu tanri degildir, demis, meryem'i putlastirmamak amaciyla)
    2. Kuran'a göre İsa çarmıhta acı çekip can vermemiş, sadece öyle "gibi görünmüş". Nisa 157: "Meryem'e büyük bir iftirada bulundular ve: 'Meryem oğlu İsa Mesih'i, Allah'ın elçisini öldürdük' dediler. Oysa onu öldürmediler ve asmadılar, fakat onlara öyle göründü. Ayrılığa düştükleri şeyde doğrusu şüphededirler, bu husustaki bilgileri ancak sanıya uymaktan ibarettir, kesin olarak onu öldürmediler, bilakis Allah onu kendi katına yükseltti."
  8. Arianism ile Islamin Isa yorumu ile ne kadar benzestigini dikkate alirsak, Arianismin pek ortadan kalkmis oldugunu dusunemiyorum.

    Dahasi, su anda malesef ilgili kaynaklari tekrar bulamadim, Arianismin Arap yarimadasinda Islamin ortaya cikisindan hemen oncesine kadar var oldugunu da soyluyorlar.

    Bence daha da ilginc olan, sanki misyonunu devretmiscesine, Islamin ortaya cikisindan yaklasik 50-75 sene once yer acip yere girmis gibi ortaliktan cekilmis olmalaridir.
    Yanıtla
  9. "İsa’nın tanrılığını reddeden bir görüş erken Hıristiyanlık bünyesinde işitilmemiştir. İskenderiyeli Arios (ölümü M 336) Oğul’un tanrılığını reddetmez, ancak Baba’ya tabi ve ikincil sayar."

    Bazı Aşırı-Ariosçuların Oğul'un tanrılığını tamamen reddettiğini okumuştum. Bu yüzden diğer Ariosçularla da çatışmışlar.
    Yanıtla

Bizim ecdadımız hem savaşır hem sevişirdi

$
0
0
Birbuçuk sene önce icap etmiş, şöyle bir şey yazmışım. Dünkü harita üzerine bir sürü Urartu sorusu gelince aklıma geldi, paylaşayım dedim.

Hayır, Urartuların Ermeni olduğunu iddia etmiyorum. Sadece Urartuların Ermeni OLMADIĞINA dair yeterli delil yok diyorum. İkisi aynı şey değil. 


Peki çok umurumda mı? Yok canım. Spor olsun.

*
Urartu bir devlet adıdır. Dolayısıyla ülke adıdır. Ama “Urartular” diye bir halkın olup olmadığını bilmiyoruz. Misal: Osmanlı da bir devlet, hatta -- bir bakıma -- ülkedir. Ama Osmanlılar diye bir millet yoktur.
Urartu yazıtlarında Xald’lar diye bir şey geçer (yani sert h ile Hald). Kimilerine göre Urartu devletinin esas halkı bunlardır. Ama aslına bakarsanız Xaldlar diye bir kavim gerçekten var mı, varsa kimdir, bunları da bilen yoktur. Yazılanların büyük bölümü tahmin ve spekülasyondan ibarettir. Mesela eskiden Gümüşhane ve Of bölgesine de Xaldia (Haldiya) adı verilirdi. Bu Hald ile o Hald aynı mıdır? Yoksa Anglosaksonca Welsh sözcüğü gibi "yabancı" yahut "kıro" anlamına gelen genel bir tabir midir? Bilmiyorum. Çok merak ettiyseniz, buyur konu, doktora tezi yazın.

Yabancıların Urartu adını verdiği devlet MÖ 890 civarında ortaya çıkmış. Van kalesini makam edinmiş. Bir kısmı bugüne kalan, teknik açıdan çok şaşırtıcı saraylar ve kaleler inşa etmiş. MÖ 590 dolayında batmış.

Kraliyet yazıtlarının çoğu, tarihçilerin “Urartuca” adını verdiği, doğru dürüst çözülememiş bir dildedir; bir kısmı da Asurcadır. Yani Ermenice DEĞİLDİR. Ama bundan Urartu devletini kurup yöneten vatandaşların Ermeni olmadığı sonucu ÇIKMAZ. Zira Ermeniler başka dilde yazı yazmaz diye bir kural yoktur. Urartuca yazıyorsa anadan doğma Urartuludur, başkası olamaz da diyemeyiz.

Eski zaman devletlerinin pek çoğunda resmi yazı diliyle konuşma dili ayrıdır. Misal: eski Pers imparatorluğunun yazıtlarının çoğu Elamca denilen apayrı bir dildedir; Persçe değildir. Sasaniler çağında İran halkı çoklukla Farsça konuşmuş ama resmi yazışmalar Aramice yapılmıştır. Macar krallığının bütün belgeleri 19. yüzyıla dek Latincedir; Macarca yazı yazmak kimsenin aklına gelmemiştir. Göktürk Kağanlığının ilk dönemdeki yazıtları Türkçe değil Soğdca adı verilen İrani dildedir. Anadolu Selçukluları da aşağı yukarı 1300 yılına dek 230 sene boyunca ilaç için tek kelime Türkçe yazı yazmamıştır. Bundan Selçukluların yahut Göktürklerin Türk olmadığı, ya da Macarların Macar olmadığı sonucu çıkmaz. Urartuca yazıt yazan adamların Ermeni olmadığı sonucu da çıkmaz.

Ermenilerin Ortaçağda kaleme aldığı tarih kitaplarında Urartu kralları milli tarihin başlangıcı olarak anlatılır. Bunlara Urartu yahut [aynı kelimenin Aramicesi olan] Ararat adı verilmez, Hay adı verilir. Ermeni milletinin atası sayılan efsanevi kral Hayk, bariz bir Urartu şahsiyetidir. Yurdu Van’ın az güneyindeki Gürpınar vadisidir. [Bu vadinin adı Ortaçağ Ermeni kaynaklarında Hayots Tsor, yani Hayk Deresi, son devir Osmanlı resmi kayıtlarında ise Hayasor’dur. Günümüzde Kürtler arasında Havasor diye geçer.] Bugün Çavuştepe adı verilen köydeki antik Urartu kalesi Hayk Sarayı olarak bilinir. Ortaçağ başlarına dek Malazgirt, Erciş ve Pasinler/Hasankale’de hüküm süren üç Ermeni bey sülalesi, Horenli Movses'in aktardığı Mar Abas Katina vekâyinamesine göre Hayk’ın üç torunundan türemiştir. Hayrettir, üç yerde de Urartu'dan kalma arkeolojik kalıntılar var. Yani Ermeni milletinin atası sayılan adamla torunları Urartu binaları yapmışlar.

Tarihi kayıtlardaki Urartu kralları 300 sene boyunca sabah akşam Asur'la savaşmışlar. Efsanelerdeki ilk Ermeni kralları da, aynı şekilde, hiç durmadan Asur'la cedelleşmiş. En ünlüsü, destanlara konu olan güzel yüzlü Ara'dır. Bir çatışmada Asur kraliçesi Şamiram’ın (Yunancası Semiramis'in) askerlerince öldürülür. Ama kraliçe çocukluktan tanıdığı Ara’ya feci surette aşıktır. Sinir krizleri geçirir, bağrını paralar. Ara'nın cesedini Aralezk tepesine taşıtıp orada – belki canlanır ümidiyle – kutsal köpeklere yalatır. Hatta 500 sene sonra Eflatun'un Devlet kitabında aktardığına göre, başarır da. Aralezk şimdi Van kenti sınırları içinde kalan Kalecik’tir; Urartu’dan kalma kalesi vardır.

Urartu adı Asurcadır; yani eksonimdir, yabancıların verdiği isimdir. Aynı adın Tevrat'ta geçen İbranice [ve Aramice, Süryanice] karşılığı Ararat’tır. Ermeniler Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra Kutsal Kitap’ta geçen bu adı kendi ülkelerinin adı olarak benimsemişler ve Ararat ülkesinin en yüksek dağı olan Ararat Dağı’nı bir tür ulusal simge saymışlardır.

Bunlardan Urartuların Ermeni olduğu sonucu çıkar mı? Çıkmaz.  Ama a) Ermenilerin Urartu krallarını kendi ataları saydığı, b) bey sülalelerini Urartu’dan türettiği ve c) Urartu krallığını kendi ilk devletleri kabul ettiği sonucu çıkar. Ki bir şekilde bir doğruluk payı olmalı.


  1. urartu halkını oluşturan unsurları tabi ki bilmek mümkün değil. içlerinde bugünkü ermenilerin ataları da olabilir başkaca unsurlarla beraber.veya sadece ermeniler bile olabilir. ancak urartu (resmi) dilinin ermeni dilinden farklılığı en azından kraliyet ailesinin ve yönetici sınıfın ermenilerle bağı olmadığına delalet eder sanırım. zira farklı (resmi)dil kullanan ülkelere,devletlere verdiğiniz tüm örnekler, üst kültür dilini kullanan devletlere ilişkindir. macarlar latinceyi, latinleri çok sevdiği için değil, üst kültür dili olarak kabul ettikleri için kullandılar ya da selçuklular farsçayı.. tek sorunlu görünen perslerin elamcayı kullanması ki; orada da her yazışma değil, bir kısım yazışma elamca olduğuna göre kapsam dışına alabiliriz.
    dolayısıyla urartuların yaşadığı zamanda iddia edildiği gibi çeçen dili nasıl bir uygarlık diliydi ki urartular bu dili benimsesinler.
    saçma. eşyanın tabiatına aykırı. düşük ihtimal,yönetici sınıf kafkas kökenliydi. büyük ihtimal urartu halkının içinde ermeni unsurlar yoktu veya çok azdı. ermenilerin kendilerini urartulara bağlamasının açıklaması ise çok daha basit. kendini daha alt kategoride gören bir halk(aslında elit tabaka) daha üst bir birimle bağlantı kurmak istemiş ve urartuları sahiplenmiştir tıpkı bir serdengeçtinin soyundan gelip devlet kurunca köksüzlüğünü kayı boyuna bağlanmak suretiyle ortadan kaldırmaya çalışanlar birileri gibi.
    ne dersiniz?
  2. Bu topraklarda kurulan ve tarihe malolan krallıkların, beyliklerin, ülkelerin halklarının çoğunluğu gökten inmedi, dışardan gelmedi ve her yeni devletle birlikte yok olup kaybolmadı.

    Din değiştirdi, dil değiştirdi, yeni örf ve adetler öğrendi, geliştirdi, belki adını değiştirdi ama yok olmadı.

    Acem oldu, arab oldu, hay oldu, rum oldu, kürt oldu, türk oldu. Gün gelecek belki başka bir isim alacak. Önemli mi? Bence kesinlikle hayır.

    Her doğan çocuk yeni bir dünya, yeni bir ülkedir, eskisinde ne payı var? Adem ile Havva hangi millettendi diye sormayacağım. Onu soracak yeterince ahmak var zaten.

    Emeğinize saygı duyuyor, teşekkür ediyorum.
  3. Eldeki malumatlar ışığında, eğer tahminim doğruysa, Urartu krallığı başlıca dört kavimden mürekkepti: Urartular (=Haldinler), Ermeniler (=Haylar), güneyde Karduhlar (=Proto-Kürtler?) ve en güneyde Sami gruplar. Resmi dil Urartuca olduğu için krallar muhtemelen Urartu yani Haldindi.

    Bu arada, şu hususu belirtmekte fayda var: Urartuca Hurri diliyle akrabadır ve dolayısıyla Urartular muhtemelen Hurrilerin devamıdır.

    Urartu kavmi muhtemelen Urartu krallığından sonra kurulan Ermeni krallıkları devrinde Ermeniliğe asimile oldu. Ermeni krallıkları tam da bu esnada Urartu krallığının tarihini sahiplenmiş olabilir. Tarihte bunun başka misalleri de var. Mesela, Yahuda krallığı MÖ 720'de İsrail krallığının yıkılmasından sonra İsrail kavminin bir kısmının Yahuda krallığına göçmesinden sonra İsrail krallığının tarihini sahiplendi ve hatta bir zamanlar birleşik bir İsrail krallığı olduğu masalını uydurmak suretiyle iki krallığın ve kavmin tarihini birbirine bağladı.
    Yanıtlar
    1. Doğru olabilir belki; olmayabilir de. Buradaki akılyürütmenin temelindeki varsayımın sakat olduğunu söylüyorum sadece. Resmi dilin "Urartuca" olması, NE a) bunu kullanan kişilerin anadilinin "Urartuca" olduğunu, NE DE b) "Urartuca"nın o tarihte herhangi birileri tarafından konuşulan bir dil olduğunu gösterir.

      Kral isimleri Ermenice değil Urartuca imiş derseniz, size Keykubad, Keyhusrev, Keykâvus derim.
    2. Dikkat ederseniz, malum sebeplerden dolayı mutlak ifadeler kullanmaktan mümkün olduğunca imtina ettim.
    3. "Urartuca Hurri diliyle akrabadır ve DOLAYISIYLA Urartular muhtemelen Hurrilerin devamıdır." Varsayım.

      "URARTU KAVMİ muhtemelen ... Ermeniliğe asimile oldu." Varsayım.

      Şimdi bu cümlelerin içine "Latince" ve "Macarlar" koyup okuyun.

      "Macarlar İtalya'daki Latin kavminin devamıdır..."

      "Latinler Macarlığa asimile oldu..."

      Ne kadar absürd bir varsayım olduğunu görüyor musunuz? "Urartular" diye bir kavim olduğu kanısına nasıl vardınız? Urartucanın konuşulan bir dil olduğu, yani sadece resmi ve törensel işlerde kullanılan arkaik bir yazı dili olmadığı sonucuna nasıl vardınız?

      Sizce Keykubad ve Keykâvus gibi eski Pers krallarının adını taşıyan Konya sultanları "muhtemelen Perslerin devamı" mıydı?

      Sizce 200 sene boyunca sadece Soğdca yazı yazıp sonra Türkçeye merak salan Göktürk hakanları "Türklüğe asimile" mi oldular?

      Urartular Ermeni mi değil mi vallahi umurumda değil. Hiç değil. Orada feci bir mantık hatası var, ona işaret ediyorum sadece.
    4. Tekrar gibi olacak ama, dikkat ederseniz, varsayım olarak bahsettiğiniz iddialarımda hep "muhtemelen" kelimesini kullandım. Yani ortada kati bir iddia yok. Ama aksi yönde varsayımlara göre daha çok ihtimal verme hali var. Burada da Occam'ın usturası prensibini kıstas aldım.
  4. Resmi tarihte Hunlar Turklerin atasi diye gosteriliyorsa, Urartular Almanlarin bile atasi olabilir.
  5. üstad, herodot tarihinde sadece bir cümle içinde, ermenilerin doğuda bulunan frig kolonlarının devamı olduğunu söyler. ve konusu neyse devam edip geçer. diğer ulusların soyları hakkında detaylı bilgiler vermesine rağmen ermenilerin asılları hakkında bundan başka da bilgi vermez.
    bu hiç dikkatinizi çekti mi? ne düşünürsünüz?
    Yanıtlar
    1. Herodot bu konularda aşağı yukarı Evliya Çelebi kadar güvenilir bir kaynaktır.

      Frig dili yeterince çözümlenmiş değil. Ama az miktarda bilindiği kadarıyla Ermeniceyle yakınlığı görülmüyor.
    2. Evet, Frigce Ermeniceye yakın değildir. Frigcenin en yakın olduğu mevcut dil Yunancadır.
  6. Ararat sis(küçük agrî) ve masis (büyük agri) bölgesine verilen ad degilmi?
  7. Sevan hocam, bakın Recep Maraşlı kitabında bunu nasıl anlatmış,: ...Haralez adı verilen yaratıkların cesedi yakalayıp onu dirilteceklerine inanmaktadır. Bu beklentisi de gerçekleşmeyen Semiramis tutkulu bir aşkla bağlandığı Ara'nın ülkesinden ayrılmak istemez. Yazlarını geçirmek üzere Van gölü kenarına kendi adıyla bir kent inşa ettirir: Şamiramakert[ bir başka çözümleme Gök Tanrı Mihran a izafeten 'Şah-Mihra-Kert '. Olasılıkla bugün ki Edremit kasabası olmalıdır. Bazı tarihçiler Şamiramakert'in Urartularca Tuşpa olarak adlandırılan bugünki Van kenti olduğunu öne sürüyorlar. Şemsettin Sami, Ertemid olarak andığı bu yerleşim için "Bunun Asur melikesi Samiramis tarafından kurulduğu söylenir, herhalde pek kadim bir kasabadır."(c.II, s.283) demektedir. Ş.Sami; "Kamus ül Alim(Adlar Sözlüğü=Umar), Sahib ve naşiri Mihran Matbaası, Istanbul 1306(1890) ] Urartu krallarında Menva'nın yaptırdığı su kanallarının "Şamram suyu" olarak adlandırılması bu efsaneyle bağlantılı olsa gerektir.
  8. Tamamen ilgisiz bir akıl yürütme örneği. Şimdi Antik Yunan'a ait yazıtlar-belgeler Helence yazıldı diye o medeniyeti yaratan insanların aslında Helen olmadığını mı iddia edeceğiz ?

    Ermeniler kadar millî kimliği sıkıntılı çıkarım ve manipülasyonlar üzerine oturtmuş bir halk yoktur sanırım.Kardeşim Urartuca, Hurri dilinin direk devamcısıtır. Hurri sprachbund'u Hurriler yıkıldıktan sonra devam etmiş Urartularda vücut bulmuştur.

    Zamanında Urartuca çözümlenirken bazı Ermenice sözcüklerde bu dilin kalıntıları tespit edilmiştir. Hint-Avrupacılar bunu Proto-Hayeren adlandırmıştır. Tıpkı ilk dönem Sümerologların bazı söz benzerliklerinden Sümerceyle Türkçe arasında ilgi kurmaları gibi. Sonra TEK EDİLMİŞTİR BU SAVLAR.Muasır müellifler suret-i kat'iyyede Urartucayı Aloridyen (Hurrice-Urartuca-Vaynahça -Çeçence) ile irintilendirir.Bu da TEZdir.

    Urartulara ait tek gerçekliğimiz Hurricenin devamı bir dili konuşan halk olarak ortaya çıktıklarıdır. Zorlama benzerliklerle çıkarım yapılmaz (Xaldi-Hay gibi ya da daha absürt örneği Hayaşa-Hay v.b.)

    Hititler yıkıldıktan sonra Anadoluyu yurt eden Ermeniler muhtemelen Urartuların son dönemlerinde Doğu Anadolu'ya gelmişlerdir ve Urartularla karışarak yaşamışlardır Hıristiyanlıkla birlikte Mesrop Maşdotz'un yazılı hâle getirdiği Hayeren'i benimseyerek tarih sahnesine "Ermeni" olarak çıkmışlardır.

    Ermeniler Hint-Avrupalı bir halk olmalarına rağmen R1a, R1b hablogruplarından çok Yakındoğulu J ve etnik Kafkas g hablogrubunu ( bunu Ermenileşmiş Albanlardan alacaklardır) taşımaktadırlar. Bu da Ermeniler içinde süreç içinde eriyen Urartularım mevcudiyetini bilimsel olarak kanıtlar.
    Yanıtlar
    1. Eski Yunan örneği talihsiz. Sophokles'inden Pindaros'una, Herodotos'undan Hippokrates'ine, Solon'undan Platon'una, zibilyon tane epigrafyasına her şey orada Yunanca 'konuşan' bir insan topluluğuna işaret ediyor, etnik kimliğini bilmem. Burada ise halkın Urartuca konuştuğu yargısına varmamız için daha, çok daha fazla arkeolojik bulguya ihtiyacımız var.

      Urartuca-Ermenice bağı konusunda verdiğin tarihsel bilgiler değerli, ancak Nişanyan'ın bu konuda en ufak bir akrabalık iddiası yok zaten.

      İrfan Boztaş'ın önceki üst kültür dili vurgusu güçlü. Kanımca karşı argümandaki en önemli moment. Bu durumda Hurri dilinin ya/ya da ona akraba olan bir dilin - ki bu durumda Urartu dilinin- çevre topluluklarca bir üst kültür dili olarak benimsenmesinin tarihsel koşulları üzerinde araştırma yapılabilir. Düşük bir olasılık olmakla birlikte kestirip atamayız, ki bu atamadığımız durum Nişanyan'ın açık kapı bıraktığı olasılıktır.
  9. ben daha çok şöyle bir kurgu çerçevesinde anlıyorum meseleyi: bir zamanlar muhtemelen halkı, dili ve siyasal yapısı ile yaygın/egemen olan bir kültür (hurri), ilerki bir aşamada giderek daha kuzeye kayarak iki farklı şekilde ortaya çıkıyor: (urartu)da kültür ve devlet dili olarak, ki bundan bu devletin egemen sınıfının hurri kökenli olduğu ne çıkar ne çıkmaz, ikincisi ise kuzey kafkas/çeçen'de bugün hala halk dili. linguistik devamlılığın güneyden kuzeye bir göç veya daha geniş bir alandan dağlık bir çekirdek alana geri çekilme ('SHRINK') biçiminde anlaşılabileceği görülüyor. ermenicenin coğrafyya yayılmasının / ya da zaten varolduğu bir coğrafyada görünürlük kazanmasının ise, bu hurri-urartu-çeçen linguistik geleneğinin coğrafi ricati ile paralel gittiği kuşkusuz. sorun bu dilsel hikayenin icine etnik boyutu yerlestirmekte. sevanın a. diller ve b. bunları konuşan halklar ve c. yazan egemenler e ilişkin daha ayrıntılı analizlere ihtiyaç olduğu, burda basit indirgemecilik yapılamayacağı tespitine katılıyorum.
    Yanıtla
  10. sevan nişanyan ilk defa bi argümanda bu kadar zayıf kaldı :)
    yorumlarda yazılanlar gayet makul ve mantıklı...
    ermenilerin urartuları sahiplenmesi pek te sağlam temellere oturmuyor gibi görünüyor.
  11. Xaldia (Haldiya) ile ilgini not: Dogu Karadeniz civarinda bu kelime 'Halt' olarak soylenir ve genelde Gumushane yoresi insanini tanimlamakta kullanilir. Haltlarin yasadigi yere de 'Haltlik' denir. Deniz kenarinda yasayan insanlar genelde yuksek daglarda yasayan bu insanlari Halt diye kucumsemislerdir.

Feministlere dair bir röportaj

$
0
0
Bulut Öncü sordu, ben cevapladım.

- Geçtiğimiz hafta üniversiteye gelmeni çeşitli gerekçelerle istemeyen feminist ve LGBT gruplar tarafından ODTÜ’de bir protesto gerçekleşti. Medyada bu olay ile ilgili birçok şey yazıldı, söylendi. Peki, senin pencerenden bakacak olursak bu olaylar nasıl gelişti? 
 

Beş sene önce olmuş bir olay ve yine o tarihte söylenmiş bir söz bahane edilerek, küçük bir grup tarafından, saldırgan ve terbiyesizce bir eylem gerçekleştirildi. Sabahki oturumda sözde “Protestolarını” dile getirerek sahneyi işgal ettiler. Gülümseyerek karşıladım, hatta protestocularla birlikte kameralara poz verdim. Öğlen arasında protestocu grup dışarıda etrafımı sardı. Grupla birlikte olan erkeklerden biri alaycı bir tavırla “Bir daha ODTÜ’ye gelmezsin herhalde” şeklinde laf atınca, yine gülerek “Sike sike gelirim, merak etme” cevabını verdim. Bu esnada sanırım toplantıyı organize eden grupla protestocular arasında, benim tanık olmadığım bir arbede yaşanmış. Öğleden sonraki oturumda protestocular sahneyi işgal ederek “Sevan Nişanyan’ı ODTÜ’de konuşturmayacaklarını” bildirdi. Bir saate yakın sürekli gürültü çıkararak Edip Yüksel’le tanrının varlığı ve yokluğuna dair yapacağımız münazarayı engellemeyi başardılar.

Protesto için ileri sürülen gerekçenin göstermelik olduğunu düşünüyorum. Son zamanlarda Türkiye’de “Otorite”yi temsil eden çeşitli kesimleri rahatsız eden şeyler söyledim. Sanırım “Feminist” kisvesi altında girişilecek bir saldırının, mesela “İslami” kılıklı veya doğrudan devlet güçlerince girişilecek bir eylemden daha etkili olacağını hesapladılar.


- Protesto eden feminist grubun şöyle bir açıklaması var: ‘’Sevan Nişanyan'ın gelmesini şu nedenlerle istemiyorduk: Eski eşine şiddet uygulaması ve bu şiddeti "Sembolik bir jest" olarak tanımlarken ufacık bir pişmanlık göstermek bir yana eylemini sevimli ve haklı göstermeye çalışması, yaşanan süreçte (Ethen Mahçupyan'ın da üstün çabalarıyla) bir kadın gazetecinin Agos'tan istifa etmek zorunda kalması ve son olarak şiddete maruz bıraktığı kadına destek olan kadınları hedef göstererek yaptığı "Feminizmin çirkin bir nefret ideolojisi olduğunu düşünüyorum. Aynen bu beklenirdi onlardan, kendilerinden bekleneni yaptılar. Çirkin bir ırkçılıktır feminizm, başka bir şey değildir" açıklamasıdır.’’ Bu açıklamanın seni, düşüncelerini ve geçmiş yıllarda yaşananları tam olarak yansıttığını düşünüyor musun?


İlk önce, insanlar arası şiddeti a priori reddeden bir bakış açısının ahlaken geçerli olamayacağını düşünüyorum. Belirli sınırlar içinde kalmak şartıyla şiddet, doğal ve bazen ahlaken zorunlu bir davranış biçimidir. İkincisi, bir kadınla erkek arasında geçen her kavgada kadını otomatikman mağdur, erkeği otomatikman zorba veya haksız gören bakış açısını aptalca ve ahlaksızca buluyorum. Küçük burjuva vizyonunun dar sınırları dışında kalan gerçek dünyada, cinsler arası ilişkide şiddet de vardır ve hiçbir zaman tek taraflı değildir.

Feminizme ilişkin söylediğim sözler, o dönemde “Feminist” olduğunu söyleyen birtakım isterik ve saldırgan kişilere verilmiş bir cevaptı. Belki biraz duygusal ve abartılıydı. Fakat önemli bir doğruluk payı da içerdiğini düşünüyorum. Toplumun herhangi bir zümresini ötekileştirme, şeytanlaştırma, peşin hükümle reddetme üzerine kurulu her ideolojinin çirkin ve tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Erkeklerin her kavgada haksız ve saldırgan olduğunu varsayan düşünce tarzıyla, mesela Yahudilerin her kavgada haksız ve zorba olduğunu kabul eden düşünce tarzı arasında bir fark göremiyorum.  “Irkçılık” tabirini de bu anlamda kullandım. Yoksa merak buyurmayın, “Ermeniyim o yüzden saldırıyorlar” gibi bir şey geçmedi aklımdan.

- Eski eşin Müjde ile dostluğun hala devam ederken yıllar önce yaşanan ve sürekli karşına çıkan söz konusu olaydan dolayı pişmanlık duyuyor musun? Bu konuda söylemediğin veya yüksek sesle söylemediğin bir şey kaldı mı?


Konunun benden ve Müjde’den başka hiç kimseyi ilgilendirmediği kanısındayım.

- Agos'tan istifa etmek zorunda kalan kadın gazeteci ile daha sonra konuşma fırsatı bulabildin mi? 


Konuştum. Pişman olduğunu, gaza geldiğini söyledi, benden af diledi. Ayrıca “İstifa etmek zorunda” filan kalmadı. Kendi isteğiyle istifa etmişti.

- Feminizm hakkındaki açıklamaların gerçekten inandığın düşüncelerin mi yoksa bir anlık gerginlikle ağzından çıkan cümleler mi? 

Az önce buna cevap verdim. Daha diplomatik söylemeliydim belki ama özü doğrudur.

- Ülke gündemi hakkındaki düşüncelerini yumuşak bir üslupla açıklayan Sevan, konu ‘’Kadın ve Feminizm’’ olunca kendini neden farklı biçimlerde ifade etmeyi tercih ediyor ve geriliyor? Ya da öyle mi görülüyor?


‘’Kadın ve feminizm” arasındaki alaka olsa olsa “Türk ve Türkçü” arasındaki kadardır. “Nazileri sevmem” demek ne zamandan beri Almanları taciz etmek anlamına geliyor? Kadınlar hakkında olumsuz veya yaralayıcı olan hangi sözü söylemişim? Bu konuda Aslanlı Yol’da bakış açımı özetleyen epeyce malzeme vardır. Bir bakın bakalım, “gerilmiş” miyim?


- İfade özgürlüğünün bir tezahürü olan protesto hakkını kullanan gruplara karşı söylediğin ‘’ "S*ke s*ke ODTÜ'ye geleceğim" sözünü hala doğru buluyor musun? Bu hakkın senin ifade hürriyetini kısıtlayacak şekilde kullanıldığını düşünüyor musun?


Göt gibi konuşana böyle cevap verilir.

- Kendi siyasi düşüncen içerisinde kadının özgürleşmesini nasıl kurguluyorsun? 


Türk toplumunda kadınların aşağılanmasına ve ezilmesine yol açan iki önemli faktör görüyorum. Birincisi geleneksel İslami dünya görüşü ve söylemlerdir. Bunlarla mücadele edilmesi gerektiğini düşünüyorum. İkincisi köyden kente göçün doğurduğu, kırsal alanda geçerli cinsler arası dengelerin kent yaşamına uyum sağlayamamasından doğan ciddi problemlerdir. Bu ikincisinin, sosyolojik süreçte zaman içinde aşılacak bir hadise olduğuna inanıyorum.

- Son olarak seni protesto eden feministlere ve LGBTlere söylemek istediğin bir şey var mı?

İki kelime: Dolmuşa binmeyin.
  1. "Dolmuşa binmeyin."

    Buradaki espiriyi anlayamadım ben yahu. Açıklayabilecek olan var mı?
    Yanıtla
  2. "Dolduruşa gelmeyin" deyiminin afili abiler dilindeki şeklidir.
    Yanıtla
  3. Protesto olayının şahidi ve mağduruyum. Özellikle Sevan beyi dinlemeye geldim. Sağolsun kendisi elinden geleni yaptı. Ama bu "lezbo+top"luluğu insanlık dışı faşist eylemle fikir özgürlüğüne engel olmaya çalıştı.
    Yanıtla
  4. Hay agzina bin saglik Sevan abi. Ben de bir eski ODTÜ'lü ve sosyal bilimci olarak az cekmedim o cevreden. Ama en günahim kadar bile sevmedigim tip ise, feminist cevrenin yanciligini yapan erkeklerdi. Zaten onlarin hal ve tavirlarinda, her zaman kibarlik maskesinin altindaki ikiyüzlülügü gördüm baska bir sey degil. Sanki o kadar tugla gibi kitaplari yalayip yutunca, eger kadin bir denyoluk yaparsa, buna ses cikarmamamiz gerekiyormus gibi. Yok efendim tarih erkek tarafindan yazilmis da his-tory olmus da, onu bir de her-tory tarafindan 'okumak' gerekirmis. Yok 'baykus' seksistmis de yok kilmis, yünmüs ve bunun gibi bir yigin zirva. Benim bildigim gerizekalilik gerizekaliliktir, bunun kadinligi erkekligi olmaz. Yapilan eylemde de en ufak bir yaraticilik ve zeka piriltisina rastlasam, yine bir sey demiyecegim. Tamam cehalet cok ise yarar, bir cok kapiyi acar, ama entelektüel kapital destekli burnu büyüklükle birlestiginde, gercekten kadin olsun erkek olsun bunun ayrimini yapmadan, ne diyeyim, cekilmez katlanilmaz oluyor.
    Yanıtla
  5. bu iş karışık, benim başımda da benzer deneyimler var, ne kadar zor olduğunu bilirim ama yine de "bana karşı" yapılıyor bile olsa, çok kızmama, hiddetlenmeme rağmen, bir miktar hak vermiyor da değilim. Burası çok su götürür, fazla girmek istemiyorum ancak yine de aşağıdakilerle alakalı;

    Söyleşinin başında olayı bir örgütlü provokasyona dahil etmeye çalışıyorsun fakat konuşma söyleyişiyi yapanın o yöne doğru gitmemesiyle de konuya tam olarak giremiyorsun ama bitirirken iki kelime diyerek aynı düşünceyle noktalıyorsun.

    Bence bu tip bir "savunma" o kadar akıllıca değil.
    Karadenize giden bdplilerin yaklaşımı gibi olmuş. Oraya toplananların gerçekten öyle olduklarını, toplandıkları gibi olduklarını ve rol yapmadıklarını görememişler, "oyundur, gladyodur" diye tahlillerde bulunmuşlar.

    Aynı hataya sen de düşüyorsun, Kafanı kuma görüyorsun.
    Başa çıkamadığın için de ağır ithamla karalıyorsun.

    Ayrıca istanbul'da büyüdüğüm,hemen her yerine dolmuşların kalktığı zamanlarda bir gençlik yaşadığım, kahve önünde az afili abi nasihatları dinlemediğim halde, şu dolmuşa binme lafını duyuduğumu hatırlamıyorum.

    Hadi elim değmişken;
    şirince de dağlara yövmiyesini verip taş mezar oydurmanı da saçmalık olarak görüyorum. Neresinden baksan saçmalık, binlerce yıl sonra bakanlar bile saçmalık diyecek inan.
    Yanıtla
  6. Daha söyleşinin başında, size soru yönelten kişinin 'kulak tırmalayan' ikinci tekil şahıs zamiri kullanması sizi de rahatsız ediyor mu?
    Yanıtla
  7. Top hakları - kadın hakları bahane Odtü değilmi kesin sevan hocaya karşı ırkçılık peşindeydiler insanın aklına buda gelmiyor değil.sevanı konuşturmak bile istemediler.Odtü kemalist bir yerdir.ee sevan hocamda atatürkle ilgili vede tc sistemi ile ilgili eleştirileri olan biri hatta yanlış cumhuriyet kitabınında sahibiya gerisini siz düşünün.Kesin sevan hocaya yapılan odtü provakasyonunun arkasında odtüdeki kemalist akademisyenlerde mevcuttur. Top faşistlerin gazabından menata uzzaya lata sığınırım.
    Yanıtla
  8. Mert Acarsoy ve 24 Şubat 2013 05:34 tarihli Adsız'ın yorumlarındaki eşcinsellik karşıtı söylem iğrenç durmuş, off-topic gibi görünse de belirtmek isterim.

    Eşcinselliği "top" gibi erkek egemen dilin tezahürü bir kelimeden ibaret tanımlayabilen insanların fikir özgürlüğü hakkında fikir beyan ettiklerini görmek ironik olmuş.
    Yanıtla
  9. Protestocular, tepki göstermek için boyadıkları hitler bıyıklarının altında resmen ezildiler, gözlerimle saniye saniye gördüm bunu. Sevan Nişanyan'ı konuşturmamak bahane arıyorlardı, Olcay Yılmaz ve salondaki bir kaç densiz onlara bu fırsatı verdiler. Yılların verdiği ezilmişlik ve ödtü lü olmanın verdiği özgüvenle faşizm ile ifade özgürlüğü arasındaki çizgiyi ayırt edemediler. Doğru her zaman azınlıktan yanadır, burası bizim yaşam alanımız gibi tam anlamı ile absürd sloganlar atarak, bagırarak, konuşmayı engellemeye calıstılar, istediklerini de başardılar.
    Yanıtla
  10. Feminazilerden nefret ederim; heteroseksüelim de, yazıya da hak veriyorum lakin ve lakin altında yazılanlara katılmıyorum. Tek seksüel oryantasyon heteroseksüellik değil, insan insandır. Kimsenin yatak odası sizi ilgilendirmez. Mahalle baskısı yapılmıyorsa, isteyen istediği gibi giyinsin, isteyen istediği ile birlikte olsun.

    Bir insanı yargılamak için, onun yatak odasında ne yaptığı değil, insani değerlere nasıl yaklaştığı bilinmelidir.
    Yanıtla
  11. Şunu "protestocu" arkadaşlara anlatamadık: Siz başkasını susturursanız, başka güçler de gelir ve sizi susturur, sizin hiçbir meşru zemininiz de kalmaz. Bu kadar basit bir hakkı bile engellediğinizde, sizin devletin zorbalığından nasıl bir farkınız kalabilir?

    Nişanyan'ın odada kalıp, direnmesi doğru ve güven tazeleyen bir tavırdı.

    Orada kaybeden Nişanyan değil maalesef "sol" oldu. Bir sonraki başbakan kalkışmasında, ne dediğim anlaşılacak - taban ve meşruiyet olmadan bir hiç olduklarını anlamıyorlar kendileri. Hayat gösterecek.
    Yanıtla
  12. ODTÜ tartışmanızın videosunu izledim ve çok hoşuma gitti. devamı gelecek mi? bence gelmeli ve hoşgörülü din tartışmaları yapılmalı. bir tür dinde reform ve aydınlanma dönemi başlamalı. dinsel taassub yıkılmalı.
    Yanıtla
  13. Kemalistlere atatürkün diktatör olduğunu,özgürlükçü gençliğe otdü nün faşist olduğunu,dincilerede tanrının olmadığını,Sevan hocamada bu yeni site görünümünün bizlere ters olduğunu maalesef anlatamıyoruz.dilimizde bırak tüy bitmesini zığapur ağacı bitti yani.
    Yanıtla
  14. Şiddetin ne olduğunu ve neden olduğunu anlayamayan bir zihniyetin "şiddet karşıtı eylemler"imi kurtaracak türkiye insanını? Çok üzülüyorum. Ezici çoğunluğa karşı azınlığın çoğulcu sesi olan kimlik siyasetinin yarattığı fil adam olmak ya da nefret ettiğim yalnızlığa gömülüp önümdeki oyuncaklarla oynamaktan başka ne yapabilirim?
    Yanıtla
  15. Bizde anlatamadik Anonymous 9 Mart 2013 01:51'e : Eger halk koyunsa(1920 Turkiye de yasayan tum halklar) gudecek birinin gerektigini(ornegin bu Ataturk olabilir) veya 1900'lerin Rusyasi icin (Lenin olabilir v.b.) ve ODTU'nun fasist olmadigini (Sevan Nisanyan'i elestirmenin dogal ve demokratik bir hak oldugunu) ve Dincilere (tanrinin olabilecegini ama Muhammed'in veya Isa'nin bir masal oldugunu...) Ve Fakat Sevan Nisanyan'a(Sevgili) Sevan Nisanyan'in yeni site gorunumun bize UZHAS(berbat) oldugunu... Sevgiler tum bu sitenin izleyenlerine:) Imza. COYOTE.
    Yanıtla

Yedi Uyurlar ve bişey bişey

$
0
0
Kuran’ın Kehf suresi 9. ayette Eshab-ı Kehf (yedi uyurlar) hikâyesini sunuş babında şöyle bir ifade geçiyor.

أَمْ حَسِبْتَ أَنَّ أَصْحَابَ الْكَهْفِ وَالرَّقِيمِ كَانُوا مِنْ آيَاتِنَا عَجَبًا
“Yoksa sen Eshab-ı kehf ve rakîmi bizim mucizelerimizden (delillerimizden) biri mi sandın?”

Buradaki rakîm رقيم sözcüğü problem. Çünkü Arapçada böyle bir kelime yok. Olsa belki RQM kökünden “kitabe, yazıt” gibi bir anlamı olabilir, ama onu da buradaki bağlama oturtmak kolay değil.

Nitekim 1400 yıl boyunca, tefsir ve tevil ehli kıvranmışlar. Peygamberin amcaoğlu ve tefsir ilminin piri sayılan İbn Abbas, rakîm mağaranın bulunduğun dağın, ya da vadinin, ya da yedi gencin yaşadığı kentin, ya da oradaki binanın adıdır diyen rivayetleri aktarmış. İkrime’nin aktarımına göre İbn Abbas, “kitap veya kitabe midir, yoksa bir bina adı mıdır” diyerek şüphesini belirtmiş. Kamus adlı klasik sözlük, “eshab-ı kehf’in veya onların atalarının veya onların hikâyesinin veya öğretisinin yazılı olduğu kurşundan levhanın adıdır” dedikten sonra, altı veya yedi ayrı yoruma yer vermiş; “yedi uyurların köpeğinin adıdır” veya “üzerine kitabenin konduğu yüksekçe bir taş yığınının adıdır” görüşleri bunlara dahil. Tacül Arus sözlüğü kelimenin Arapça olmayıp Yunan dilinden alınma olduğunu bildiren bir rivayeti aktarmış.

Modern Türkçe Kuran mealleri genellikle kitabeden gitmiş. Dİyanet İşlerinin yeni çevirisi risk almaktan kaçınmış, rakim deyip bırakmış. Edip Yüksel elbette sayısal yorumu uygun bulmuş.

Elmalılı: Ashab-ı Kehf'i ve Rakim'i (isimlerinin yazılı bulunduğu taş kitabeyi)…
Diyanet eski: Mağara ve Kitap ehlini…
Diyanet yeni: Ashab-ı Kehf ve Ashab-ı Rakîm’i …
Ahmet Tekin: Eshâb-ı Kehf (mağara arkadaşları) ve Eshâb-ı Rakım’in (Rakımli, üzerlerine yazılı anıt dikilenlerin)…
Yaşan Nuri Öztürk: Ashab-ı Kehf'i, mağara ve kitabe yâranını…
Edip Yüksel: Mağaradakilerin ve onlarla ilgili rakamların…

*
Hikâye malum, Kuran’dan önce de biliniyor.

Olay Efes’te geçer (ama burada geçen Ephesos’un bizim Selçuk’taki meşhur Ephesos mu, yoksa Maraş Afşin’deki öteki Ephesos mu olduğuna dair rivayet muhtelif)[1]. İmparator Decius zamanında (249-251) Hıristiyanlara yönelik zulümden kaçan yedi Hıristiyan genç bir mağaraya sığınır. Burada takdir-i ilahinin bir tecellisiyle yüzlerce yıl uyurlar. Uyanınca, aradan o kadar zaman geçtiğini bilmeden, aralarından birini erzak almaya şehre gönderirler. Çocuk Decius zamanının parasıyla ödeme yapınca olay anlaşılır. Yedi Uyurlar aziz ilan edilirler. Allahın hikmeti bir kez daha idrak edilir.

Eldeki en erken yazılı örnek, Süryani azizlerinden Suruc’lu Mor Yakub’un (Jacob of Sarug, 450-521) bir vaazında geçiyor.[2] Aynı döneme ait başka Süryani kaynaklarında da varmış. Bazı versiyonlarda yedi değil sekiz uyurdan söz edilmiş. Batıda hikâye en erken Tours’lu Aziz Gregorius’un (Gregory of Tours, 538-594) De Gloria Martyrum’unda aktarılmış.[3]Gregorius hikâyeyi bir Suriyeliden öğrendiğini belirtmiş. Avrupa ortaçağına ait “azizlerin yaşamı” derlemelerin birçoğunda “İmparator Decius Zamanında Yedi Aziz Uyurların Hikâyesi” mevcut.

Batılı kaynaklarda gençlerin adları Yunanca ve Latince karışık olmak üzere Dionysius, Maximinianus, Malchus, Martinianus, Serapion, Constantinius olarak geçiyor. Bu isimler Süryanice kaynaktan alınmış diye okudum, ama Süryanice orijinal yazım şeklini tespit edemedim. Bu mühim halbuki. Orijinal adlar Yunanca dahi olsa, ilk metin eğer Süryanice ise isimlerin de “Süryanileşmiş” biçimleriyle kaydedilmiş olması gerekir.

Decius adının Süryanice yazımıyla “rakîm” sözcüğü arasındaki görsel benzerliğe sanırım ilk önce ünlü şarkiyatçılardan Josef Horovitz işaret etmiş.[4] Horovitz’in “zayıf olasılık” diyerek geçiştirdiği tezi 1933’te Amerikalı Torrey daha ayrıntılı olarak değerlendirmiş.[5]

Süryani yazısında Decius (Deqyus) ve rakîm şöyle yazılıyor:
ܖܩܝܤ  dqys
ܪܩܝܡ  rqym
R üstündeki nokta, birbirine çok benzeyen d ve r harflerini ayırmak için modern Süryanicede icat edilmiş bir işaret. 6. yüzyılda henüz nokta yok.

Aynı alfabenin Yahudilerce (ve muhtemelen o dönemde Araplarca) kullanılan biçiminde benzerlik daha belirgin.
דקיס    dqys
רקים    rqym

Yok hayır, Kuran yazarı kimse, Allah veya Cebrail veya Muhammed “Süryanice metni yanlış okumuş” gibi bir sonuca varmıyoruz hemen. Ama Süryaniceyi yarım yamalak okuyan, veya bozuk ya da silik bir elyazması üzerinden bilgilenen birinin, Kuran yazarına yanlış bilgiyi sözlü olarak aktarmaması için bir sebep yok ki?

*
Muteber sayılan İslami kaynaklarda yedi gencin adları Yemliha, MekselinaMislina, Mernuş, Debernuş, Şazenuş, Kefeştatayyuş diye anılıyor. Bu biçimlerin nihai kaynağını araştıramadım; dolayısıyla bozulmanın hangi aşamada gerçekleştiğini bilemeyeceğim.

Lakin, Arapça el yazısında birbiriyle kolayca karışan f yerine n koyup iki tane daha n ekleyince Kefeştetayyuş قفشططيوش  o kadar kolay Konştantiniyyuş قنشطنطنيوش  oluyor ki, hayret etmemek mümkün değil. Serabiyus ile Sazenuş’un farkı da öyle, topu topu iki nokta.

*********
10 Eylül ilave:

Bizans Ortaçağının en ünlü azizler derlemesi olan Symeon Metaphrastes'in “Azizlerin Hayatı”nda (11. yy başı) Uyurların adı biraz farklı zikredilmiş: Maksimiliyanos, Iamblichos, Martinos, Yoannes, Dionysos, Eksakostodianós ve Antoninos.[6]  Benim yukarıda aktardığım liste, Tours’lu Gregorius’un Süryani kaynaklarına atfen aktardığı liste imiş.

Iamblichos ilgimi çekti. Besbelli bizdeki Yemliha’nın orijinali olacak. Neo-platonik felsefenin kurucularından biri sayılan bir tane meşhur Chalkis’li Iamblichos vardır, sene MS 240 küsur ila 320 küsur. Yunanca yazmasına rağmen meğer Süryani imiş, Halep yakınındaki Khalkis = Kınnesrin kentinde doğmuş. Adı da tabii ki Süryanice MLK kökünden yamlika veya yamlixa ܝܡܠܟܐ  “hükmeder, egemen” anlamında. Uyuyan Yemliha tabii ayrı kişi, ama belli ki geç antik devirde Süryanilerde kullanılan bir isimmiş.





[1] Her iki kentte, İslamöncesi dönemden beri “yedi uyurlar” adıyla hürmet gören mağaralar vardır. Yunanca Ephesos adı akkuzatif biçiminden Türkçeleştiğinde, doğal ses evrimiyle Efson, Efşon veya Afşun halini alır. Kasabaya adını verdiği rivayet edilen “Selçuklu komutanı Afşin”in gerçek bir kişi mi, yoksa toponimik bir lakap mı olduğu araştırılmaya değer konudur.

[2] İnternette Süryanice orijinali var (Land, Anecdota Syriaca, Leiden 1862, III.87-99), ama okumaya teşebbüs etmedim. Bilgi için Ortiz, Patrologia Syriaca, Roma 1958, s. 189. Urfa’nın Suruc ilçesinin Süryanice adı olan Serug Miladi birinci yüzyıldan beri kaydedilmiştir.

[4] Horovitz, Koranische Untersuchungen (1926) s. 95.

[5] Torrey, The Jewish Foundations of Islam (1933), http://www.truthnet.org/islam/Jewish/.


  1. Kuran'ın ilk halinde değil de çoğaltılması sırasında oluşmuş deformasyonlar olma ihtimali de var aslında.

    Günümüzdeki Kuran kopyaları ile tıpatıp aynı olan en eski Kuran kopyası kaç yılından, biliyor musunuz?
    Yanıtlar
    1. Yok o ihtimal, dikkatli düşün. Dqys > rqym deformasyonu Arapçada sözkonusu değil, Süryanice/Aramicede mümkün.

      Bugünküne uyan en eski ayetlerin Mescid-i Aksa kubbesindeki yazıtlar olduğu ve M 705 yılına ait oldukları söylenir. Ancak Mescid-i Aksa'nın defalarca yıkılıp 754, 780 ve 1033 yıllarında restore edildiği malum. Dolayısıyla sözkonusu yazıtların hangi tarihe ait olduğu açık değil.

      Sana elyazmasının 7. yüzyıla ait olduğu görüşü temelsizdir. Abbasi döneminden eski güvenilir bir Kuran elyazması mevcut değil.
    2. tanrı 1500 yıl daha bekleyebilirdi, kopya ve korsanla mücadele de teknolojinin nimetlerinden faydalanmak için...
    3. Merhabalar,

      Dqsy>Rqym dönüsümü ilginç gercekten.

      Ama Adsiz'in söyledigi ihtimali destekleyen görüsler de var.

      J. A. Bellamy ashab er-ruqud (رقود) olarak [raqid (راقد) uyuyan erkek, ruqud çogulu] cogulu olarak okumak gerektigini söylüyor.

      Buna duzeltme olarak su oneri var: Esasinda ashab er-riqad (رقاد) idi. (riqad, baska bir cogul, yine uyuyan erkekler anlaminda). Uzun elif, elif olarak degil, ortadaki ye harfinin noktasizi seklinde yaziya gecirildi --> رقيد (ye harfini noktasiz dusunun)
      Bu daha sonra yazili metin üzerinden 'riqad' yerine 'raqid' (رقيد) olarak okunmaya baslandi. 'Raqid' kelimesi Arapçada herhangi bir anlam vermedigi icin, sondaki 'del' harfini 'mim' seklinde algılayarak 'raqim'رقيم olarak okunmaya baslandi. Sondaki 'del' ve sondaki 're' dönüsümleri zaten sik rastlanabilcek bir hata. Eski Kufi yazida sondaki 'mim' harfinin 're' veya 'del' harfine benzeyen formlari da var. Örnegin oldukça erken bir codex olan Semerkand Codex'inde meryem -mRyM kelimesinin harflerine bakinca Re harfi ile M harfinin benzestigi görülüyor.

      Bunu Luxenberg soyluyor. Ama Luxenberg'in 'Raqim' kelimesi ile alakali esas tezi bu degil. Daha ayrintili bakmak isterseniz:
      Cristoph Luxenberg. The Syro-Aramaic reading of the Koran ss. 80-83

      http://libgen.net/view.php?id=804474

      Tubingen'den selamlar...
    4. Selam Sevan, ben Naze....
      Bence eger varsa deformasyonun Arapcada olmus olmasi da imkansiz degil. q ve y zaten sabit. d ve r benzerligi Suryanicede daha belirgin ama Arapcada da Aramicedeki kadar benzerlik var. s ve m yalnizca Aramicede benziyor; Suryanicede de Arapcadaki kadar farkli gorunuyor. Her uc alfabede de deformasyon olmus olabilir. Benim esas sorum su: raqim kelimesinin acaba Suryanice ya da Aramicede de Arapcadakine benzer bir anlami var miydi? Ya da herhangi bir anlami var miydi? Eger varsa deformasyonun bu alfabelerden ve bu dillerden okuma sirasinda olmus olma ihtimali guclenir. Eger yoksa cok zayiflar. Aramicede anlami olmayan bir kelimeyi Aramice metinde okudugunu sanmak mantiksiz olmaz miydi? 
    5. > Bugünküne uyan en eski ayetlerin Mescid-i Aksa kubbesindeki yazıtlar olduğu
      > ve M 705 yılına ait oldukları söylenir. Ancak Mescid-i Aksa'nın defalarca
      > yıkılıp 754, 780 ve 1033 yıllarında restore edildiği malum. Dolayısıyla
      > sözkonusu yazıtların hangi tarihe ait olduğu açık değil.

      > Sana elyazmasının 7. yüzyıla ait olduğu görüşü temelsizdir.
      > Abbasi döneminden eski güvenilir bir Kuran elyazması mevcut değil.

      Bunlar teknik tarihleme meselesi:

      Behnam Sadeghi and Mohsen Goudarzi
      Ṣan‘ā’ 1 and the Origins of the Qur’ān
      Der Islam Bd. 87, S. 1–129

      DOI 10.1515/islam-2011-0025

      Paleopgrafik ve C14 taraihlemeler birbirlerini destekliyorlar:

      <<

      The lower writing, on paleographic and art-historical grounds, is almost certainly from the seventh century AD, and probably not from the latter part of that century. More precision may be obtained by radiocarbon dating, which assigns the parchment, and hence the lower codex, to the period before AD 671 with a probability of 99% (before 661 with the probability of 95.5%, and before 646 with a probability of 75%).15 This makes it significantly earlier than the few other Qur’āns that have been
      radiocarbon-dated.

      >>


      Bir de:

      The Codex of a Companion of the Prophet and the Qurʾān of the Prophet
      Behnam Sadeghi and Uwe Bergmann

      Arabica 57 (2010) 343-436

      DOI: 10.1163/157005810X504518

      Kubbetussahra için:

      'Abd Al-Malik's Inscription in the Dome of the Rock: A Reconsideration
      Author(s): Christel Kessler
      Source: Journal of the Royal Asiatic Society of Great Britain and Ireland, No. 1 (1970), pp. 2-14
      Published by: Cambridge University Press
      Stable URL: http://www.jstor.org/stable/25203167

      Above the Ceiling of the Outer Ambulatory in the Dome of the Rock in Jerusalem
      Author(s): Christel Kessler
      Source: Journal of the Royal Asiatic Society of Great Britain and Ireland, No. 3/4 (Oct., 1964),pp. 84-94, 83
      Published by: Cambridge University Press
      Stable URL: http://www.jstor.org/stable/25202759 .

      Paleografik tedkik kitabenin kurcalanmadığını gösterir.

      Bunlar akademik çevrelerde çoğunlukça kabul edilen görüşlerdir.

      İslam ve Kur'an tarhi için (İngilizce):

      http://vimeo.com/58607035

      Muhtelif görüşleri mukayese eder. Sevan gibi hoş sohbet değil, son derecede sıkıcı, kötü bir tarzda aktarılmış, ancak muhtevası bakımından çok tavsiye ederim. 21:50 dakika civarındaki söze dikkat. 
  2. http://www.studyquran.org/LaneLexicon/Volume3/00000305.pdf

    Kryptik bir şekilde işaretlenmiş bir kitabe ve o söylenerek etrafındaki hikayenin kastedilmesi olarak tercüme ettim ben. Ama الْكَهْفِ وَالرَّقِيمِ ifadesi hem Decius'u hem kryptik bir tableti çağrıştırıyor olma imkanı 'dil ve mânâ' cihetiyle enfes geldi bana.
  3. Sevan Selam,

    Bu kelimenin kökünden türeyen 3 adet geçiş vardır Quran'da. 83:9, 83:20 ve 18:9.

    The triliteral root rā qāf mīm (ر ق م) occurs three times in the Quran, in two derived forms:
    •once as the noun raqīm (رَّقِيم)
    •twice as the passive participle marqūm (مَّرْقُوم)

    83:9, 83:20 ve 18:9 ayetlerinde geçer. Diğer iki ayete nasıl meal verirdiniz onu da söylerseniz kelime anlamı açısından bağlantı kurabiliriz. 
  4. Üstadım, yine müthiş bir yazı kaleme almışsınız ellerinize sağlık, ancak ona gelene kadar çok şaibeli bir "mirac" yolculuğu var, peygamber kanatları olan yani uçan bir "araca" bindirilerek her yerde olması gereken Allah'ın "yanına" gidiyor. Bindiği aracı tarif edişi bile bir garip.
  5. Yahu, raqama (işaretledi, yazdı) fiilinden raqîm (kitabe, yazılı levha) mantıken olmayacak bir çıkarım değil. Mümkün. Ama hikâye bağlamında "Mağara Ehli ve Tablet" rasyonel bir anlam ifade etmiyor. E nitekim dinibütün Müslüman alimleri de tak ilk günden beri bu noktada tatmin edici bir yorum bulmakta zorlanmışlar mı? Zorlanmışlar.

    Buna karşılık "Mağara Ehli ve Zalim Dekyus" gayet anlamlı bir başlık. Hikâye, Süryaniler arasında en az 150 seneden beri yaygın ve popüler bir anlatı. Aklıselim çerçevesinden bakarsan Süryaniceden aktarılmış olması son derece olası. Süryanice yazılı metinde Dekyus kelimesinin Rakîm diye okunması da çok kolay.

    Üstelik bakıyorsun abilerin isimleri Yunanca, ama muhtemelen Yunancanın Süryanice okunuşundan Arapçaya alınmış. Kurandaki anlatımda (köpeğin adı dışında) yeni bir boyut veya detay yok. Üstelik Kuran anlatıcısı "kaç kişiydiler herkes ayrı bişey söylüyor, kaç yıl uyudukları da pek belli değil, doğrusunu Allah bilir" diyerek a) hikâyenin bu anlatımdan ÖNCE ve bağımsız bir mevcudiyeti olduğunu, ve b) kendisinin hikâyeyi tam bilmediğini itiraf ediyor.

    İmdi, mümin adam bütün bu delillere rağmen "işin aslını kimse bilemez, Allah kimbilir ne esrarlı anlamlar yükledi" savunma hattına çekilebilir. Kabul. Bu savunmanın rasyonel bir cevabı olmadığını da biliyorum.

    Velakin bu savunma hattına çekilen kişinin, aynı savunmanın HER ŞEY için de yapılabileceğini, binaenaleyh Allahın fikri ve zikri konusunda pozitif HİÇBİR ŞEY söyleyemeyeceğini de kabul etmesi gerekir. Bu da bana yeter. Hakkında pozitif HİÇBİR ŞEY bilemeyeceğin Allah fikrinde ben rahatsız edici hiçbir şey göremiyorum. "Allah hakkında konuşan herkes yalancıdır" demekle eşdeğer bir önermedir. Tüm yüreğimle katılırım. 
    Yanıtlar
    1. RaQiM'i Dacius olarak çevirirse, Kitabun meRQuM'u "deciuslalmış kitap" olarak mı çevirecek. :)Aynı kökten gelen rakam kelimesi Arapçadan Turkçe'ye de geçmiş halbuki...
    2. İyi de Sevan, yazdı RaQaMe değil, KeTeBe'dir. Kitabun mektub yazılmış kitaptır, Kitabun merqum (83:9-20) ise rakamlanmış kitaptır.
    3. Hayır, raqama "yazdı, işaretledi, sembol çizdi, damga veya mühür vurdu" demek. Sayı anlamına gelen raqam ise esasen "sembol, işaret".
    4. > Buna karşılık "Mağara Ehli ve Zalim Dekyus" gayet anlamlı bir başlık.

      Bu manayı edinmek için mevcut kıraatı yani harekelendirmeyi değiştirmek lazım. Mümkün değil demiyorum. Ayet bu: Kehf 18:9

      أَمْ حَسِبْتَ أَنَّ أَصْحَابَ الْكَهْفِ وَالرَّقِيمِ كَانُوا مِنْ آيَاتِنَا عَجَبًا

      'am ḥasibta 'anna 'aṣḥāba~l-kahfi wa~r-raqīmi kānū min 'āyātinā 3acaban

      (burada a/e gibi yansesleri göstermiyorum).

      “Yoksa sen Ashâb-ı kehf ve rakîmi bizim mucizelerimizden (delillerimizden) biri mi sandın?”

      Dikkat edilmelidir ki "Ashâb-ı kehf ve rakîmi" doğru, ama "Ashâb-ı kehfi ve rakîmi" yanlış.

      Bunlar daha açık:

      Diyanet eski: Mağara ve Kitap ehlini…

      Diyanet yeni: Ashab-ı Kehf ve Ashab-ı Rakîm’i …

      Ahmet Tekin: Eshâb-ı Kehf (mağara arkadaşları) ve Eshâb-ı Rakım’in (Rakımli, üzerlerine yazılı anıt dikilenlerin)…

      Yani: raqīm jenitif, iyelik halinde, mecrur, sonda -/i/ alır. 'aṣḥāb ile isim tamlaması yapar.

      Eğer "Mağara Ehli ve Zalim Dekyus" manası çıkartırılacaksa raqīm'in 'aṣḥāb ile aynı isim halini alması lazım, bu ayette sonda -/a/ alması lazım yani 'aṣḥāb gibi burada aküzatif, mansub olması lazım.


      Kıraatlerde ihtilaf olabilr, kabul edilen kıraatlerden gayri bir sürü kabul edilmeyen kıraatlerden de zikredilmiştir. Ama bazen kabul edilen kıraat şaşılacak arkaizmalar gösterir. Benim çok dikkatimi çeken Kâfirûn 109:6 لَكُمۡ دِينُكُمۡ وَلِىَ دِينِ lakum dīnukum wa-liya dīni “Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.” Burada دِينِي dīnī (sonda uzun, ī ile, ye var) "dinim" yerine دِينِ dīni (sondaki -i kısa, ye yok) "dinim" resimde muhafaza edilen bir arkaizmadır. Ama herkesin bildiği Klasik Arapça لِي lī "bana" yerine etimolojik olan Eski Arapça لِيَ liya "bana" için resim (harekesiz metin) aynıdır. Yani Kur'an son derecede itinalı muhafaza edilmiştir.
  6. O zamanın kitap ehli bu kelimeyi rakiym olarak yorumlamışlar belli ki, zaten açıklamanıza göre Kuran'dan önce var olan bu hikeye muhtemelen Muhammed'e sorulup duruyordu. Ve Decius'a Rakiym diyordu arap yarımadasındaki kitap ehli, bence bu Allah'ın değil kitap ehlinin hatasıydı ve gerçekten de isminin ne olduğu önemli olmadığı için Tanrı da meşhur ashabı kehf ve rakiym mevzusunu o zamanki algıyla açıkladı. Bunu düşünmek zor değil.
    Yanıtlar
    1. tanrının işi de zor... hem kıyamete değin hükmü sürecek kitap gönderecek hem de "o zamanki algıyla" kendini kısıtlayacak.

      algı bir yanlış üzerine kuruluysa, tanrı o dönemki insanlara seslenebilmek için yanlışı tekrar mı edecek? eğer ederse o dönemki insanlar vahyi daha rahat kabul edecek fakat zaman geçip gerçekte ortaya çıkınca bu seferde kendisi yanlış çıkacak.

      vahiy göndermekte zor iş valla...
    2. Haklılık payın var, açıkçası kesin bir yorum getirebilecek kadar düşünmedik, mevzu taze. Bakalım zaman gösterir her şeyi.
  7. Bir çoğu muhatapları tarafından efsaneleşmiş haliyle de olsa bilinen bu kıssa ve mesellere vahyin katkısı, onlar hakkındaki tarihsel malumatı düzeltmeye indirgenemez.

    Vahyin asıl katkısı, bu kıssa ve mesellerin hangi ebedi gerçeğe ve değişmez hakikate atıf olduğunu, yani kıssadan alınacak "hisseyi" göstermektir.

    Bu suretle Kur'anın bütün kıssa ve mesellerini anlamaktaki asıl amacın tarihi bilgi vermekten çok öte, ahlaki ders çıkarmak ve ibret almak olduğu açıktır.

    Mustafa İslamoğlu - Hayat Kitabı Kur'an Gerekçeli Meal Tefsir
    Yanıtlar
    1. kuranda geçen kıssalara, evliya menkıbesi muamelesi çekmek bence dindar bir insan açısından sakıncalı.

      vahiy kendisine inanç bağı ister. tanrı yalan yanlış tarihsel verilerle kıssa anlatıp sonra da bizi inanmakla nasıl yükümlü tutacak?

      o tanrı nasıl adil olur?
    2. Mehmet Demir:

      <<

      Vahyin asıl katkısı, bu kıssa ve mesellerin hangi ebedi gerçeğe ve değişmez hakikate atıf olduğunu, yani kıssadan alınacak "hisseyi" göstermektir.

      >>

      Evet, biraz paçayı kurtarma, kulp bulma olsa bile, bu modern mü'minlerin görüşüdür. Fazlasıyla teferruata kaçan, bir tarih kitabı iddiasında olan Ahd-i Atik'in aksine Kur'an'ın uslubu bu tefsire müsaittir. Mesela din tarihçisi müslüman müstaşrık İran asıllı Reza (Rıza) Aslan geçenlerde Al Jazeera America'daki bir mülakatta böyle dedi.

      Ayrıca Âl-i İmran 3:7



      https://groups.google.com/forum/?hl=en#!searchin/soc.religion.islam/Re$3A$20Key$20Koranic$20verse$203$3A7./soc.religion.islam/Pu9lwoR0q3w/uB9nA6vA8gYJ

      http://tinyurl.com/qauly39
  8. Bu hikayeden burnuma pis kokular geliyor. yedi uyur degil de yedi uyanik olmasin bunlar. Tedavulden kalkmis parayi esnafa kaktirmaya calistiklarina gore isin icinde uyuma degil de uyutmaya calisma var gibi. nacizane yorumum budur.
  9. Ya Sevan, şimdi düşünüyorum da aslında Ashab-ı Kehf ve Rakiym bizim delillerimizdendir diyor ya ayette. Ama rakiym'lik bir olay anlatmıyor ya orada Allah. Bu durumda rakiym'in neresi delil diye sorarsak, delil diyerek şu zamanda keşfedilen Rakiym'in hatalı olduğunu işaret ediyor bize net olarak o zaman. Rakiym hatalıdır bak diyor yani. Bu da bizim için bir delil oluyor tabi, ileriye dönük bir atıf yapıyor açık açık Kuran.
    Yanıtlar
    1. tanrı ileriye dönük atıf yapabilir mi?

      tanrı ileriye dönük atıf yapacaksa, vahyin muhatabı olan o dönemki yaşayanlar kendileri için "anlamı henüz oluşmamış" bir metne iman ile yükümlü olacaklar... kendileri için anlamı henüz oluşmamış vahye iman etmezlerse cezalandırılacaklar.

      bu adil midir?

      yahut abes bir durum değil midir?
    2. Eskiler için bir anlamı var dedim ya, decius anlamında rakim diye yanlış kelime kullanıyorlarmış herhalde falan dedim bir başka yorumda. Her neyse belki de hiç bir şey anlamamışlardır kelimeden. Metin olarak anlamı henüz oluşmamış bir şey yok ortada, neden demogoji yapıyorsunki kendi aklına? Bana bile değil, kendi aklına yapıyorsun bunu. Bazı kelimeleri ya da sembolleri anlamamak imanı zayıflatmaz, üstüne çok kafa yormazsın olur biter, bilim bile böyledir, anlamadığın şeyi düşünmezsin hesap yaparken, bu bir. İkincisi sen muhakemende samimiysen iman etmedin diye seni cezalandırmaz Allah. Ama böyle demogoji yaparsan bunun adı, Allah fikrine sıcak bakmamak olur ki bu apayrı bir mevzu. Sorduğun iki soru da bu çerçevede anlamsız kalıyor zaten.
    3. ne diyim haklısın.

      iman farklı bir haldir. doğru diyorsun; bazı kelimeleri ya da sembolleri anlamamak imanı zayıflatmaz, üstüne çok kafa yormazsın olur biter... ya da dersin ki ben bildiklerimle amel ederim, yaratıcı da bana bilmediklerimi öğretir.

      ama haklı olmadığın bir şey var; bilim böyle değildir. üstüne kafa yormayıp oldu bitti bilim olmaz.

      şimdi ister demegoji deyin, ister allah fikrine sıcak bakmıyor deyin. benim dediklerim açık bir şekilde ortadadır.
    4. Oldu bitti bilim olmaz tabi, ama mesela kuantum fiziğinde süperpozisyon ilkesi, var olduğu bilinen ama pek gizemli, açıklaması zor bir olgudur. Yada görelilik teorisinin iddia ettiği lokallik (yani ışık hızının geçilemez olduğu)kabulünü al aşağı eden Bell Teoremi vardır. Şimdi görelilik teorisinin bir istisnasının olması Göreliliğin olmadığını göstermez. Bilim bal gibi böyle çalışır. Çünkü bilim de insanoğlu gibi modeller üzerinde hareket eder. Mesela sevan da iddialarını belli hayali tablolar, modeller üreterek ispatlamaya çalışır. Bu vardır ve çoğu zaman işe yarar. Seni tanımam etmem, düzeyli birisi olduğun için hakkında kötü konuşmak istemiyorum. Var yolunu tut sen de ne diyeyim, ama açık şekilde ortada falan deme, yemem...
    5. Yoo, bence söyledikleriniz demagoji değil! İman-bilim mukayesinizde kısmen mutabıkız! Ancak, şunu siz de kabul edersiniz ki bilim her şeyi açıklayamaz!

      Örneğin, şunu: Rakıym âyeti 1400 yaşındadır. Dünyada 33 Ashabı Kehf mağarası listelenmiştir. 1963'de Ürdün'de, Philedelphia-Abu Alenda-Racıyb Village'da arkeolojik bir keşifle bir mağara ortaya çıkmıştır. Kesin biçimde anlaşılmıştır ki bu gerçek KEHF'dir; diğerleri yakıştırmadır! Yine anlaşılmıştır ki KEHF'in bulunduğu karyenin tarihi kayıtlardaki adı RAKIYM'dir!

      Şimdi, başka hiç bir kutsal metinde yer almayan ASHABI KEHF+RAKIYM terkîbinin nasıl olup da Kurân'da yer aldığını, Hz. Muhammed'in mağara koordinatını 33 farklı yere değil, bir tek Rakıym'a nasıl bağladığını BİLİM bize izah edebilir mi?!

      İmanı beğenmekte güçlük çekenlerin, bilimi ve aklı KUTSAL saymalarını anlayamıyorum!

      Mr. Semazen
    6. said jarah ve Mr. Semazen,

      otomatik cevap veriyorsunuz. son dönem müslümanlarının kullandığı bana çok ilginç gelen bir mantığınız var.

      said,

      seninle tartışmak an itibariyle kısır bir noktada. çünkü artık kelime oynu oynar bir vaziyetteyiz. "ileriye atıf""üstüne kafa yormazsın" sözleri filan bariz hatalardır. kutsal metni yorumlarken o metnin sürekli canlı olduğunu düşünmek zorundasın. o günün insanları ve bugünün insanları açısından. sonuçta kıyamete değin hak olduğunu iddia eden bir din bu. bu açıdan müslümanların işi çok zordur. kuranı anlamı sürekli canlı bir metin olarak görmezsen imanın açısından iyi olmaz. ama kuranı sürekli canlı tutmakta sı-kın-tı-lı-dır. ayeti yorumlarken ilk o ayetin muhatabı olup yorumlayan insanların değerlendirmeleri ile de çelişmemen lazım.

      siz ise bunun zorluğuyla yüzleşmekten ziyade kuantum teorileri üzerinden yine kalkıp bir önceki mesajındaki gaf olarak söylediğin;

      "Bazı kelimeleri ya da sembolleri anlamamak imanı zayıflatmaz, üstüne çok kafa yormazsın olur biter, bilim bile böyledir" sözünü biraz eğip büküp "bilim bal gibi böyle çalışır" diyerek erkekliğe halel getirmez bir noktadan cevap veriyorsun. ayıptır. o müslüman olmayan teorilerin sahipleri kafa yorup bu teorileri ortaya koyuyorlar. müslümanlarda kendi kitapları hakkında kafa yorarlar. adına tefekkür filan derler...

      şimdi ister ye ister yeme, ama açık bir gerçek var; eğer kuantum teorileri bağlamında kuranı değerlendirmeye kalkarsan bu işin sonu daha kötüdür. bak, bana cevap vermek adına birkaç konuda kuantum teorisi kullanmak tehlikeli bir kapıyı aralamak demektir. bu sefer sana kuantum teorisi etrafında diğer ayetleri ve islam konularını tartışmaya açtırırlar.

      sistemli bir akıl işletmiyorsunuz, sadece cevap vermek adına eklektik bir zihinsel dünya kuruyorsunuz. bu şekilde kendinizi anlık olarak rahatlatırsınız. ama sonra daha büyük sorunlarla uğraşmak zorunda kalırsınız. demedi deme.

      Mr. Semazen,

      demişsin ki; "...başka hiç bir kutsal metinde yer almayan ASHABI KEHF+RAKIYM terkîbinin nasıl olup da Kurân'da yer aldığını..."

      güzel kardeşim, zaten ashabı keyf hikayesi isadan sonradır. isadan sonra kutsal olduğunu iddia eden kitap ise kurandır. kurandan başka hangi kitapta geçecekti ki!

      bir de şu bilimi ve aklı kutsal sayma hikayesi çok otomatik bir cevap. sıkıldık artık bu laftan. bilim herşeyi açıklamaz. he açıklamaz. ama açıkladığı şeyler var ve bu senin dinin açından pek hayırlı değil!

      ürdün hikayesine gelince... dilerim kaptan cousteau nun müslüman olma hikayesine dönmez. gerçi sevanın ilgilendiği alanlar bunlar. belki o bizi aydınlatır. kimbilir belki ikimize de bu vesileyle hidayet nasip olur. kısmet...

      Not: Cevap verenlerin mahlası var, hadi benimde olsun dedim. ama ben mahlas olarak şiir seçtim. bundan sonra mesaj yazarsam alta hep şu mısraları ekleyecem:)

      "hamdolsun
      altınbaş kadehe
      yağ gibi dolsun"
    7. Son dönem müslümanlarını mukayese edebileceğin eski dönem müslüman veri tabanın var senin heralde. Bu konuları bilen eskiden de böyle bilirdi şimdi de böyle. Olaydaki traji komiklik senin bilgiye çabuk ulaşmanda. Yani internet olmasa sen bizim gibi son dönem diye tanımladığın müslümanları da bilemezdin onu da çakmamışsın heralde.

      Kelime oyunu oyanayan sensin ama bence kendin de pek farkında değilsin bunun. Kuranın bir bütünlüğü, bütüncül bir bağlamı vardır, kimin neyi nasıl analiz etmek zorunda olduğuna sen karar veremezsin, ön kabullerini dayatıp duruyorsun.

      Şu cümleye bakalım bir:

      kutsal metni yorumlarken o metnin sürekli canlı olduğunu düşünmek zorundasın. o günün insanları ve bugünün insanları açısından. sonuçta kıyamete değin hak olduğunu iddia eden bir din bu. bu açıdan müslümanların işi çok zordur.

      Sen burada çarpıtma yapıyorsun canım kardeşim. Sürekli canlı ve hak olmadığını söylüyorsun kuranın. Dayandığın şey de yorumlamakta ihtilafa düştüğümüz bir kelime ve buna benzer şeyler.

      diğer cümle:

      kuranı anlamı sürekli canlı bir metin olarak görmezsen imanın açısından iyi olmaz.

      Bak hele iman dersi vermeye başladın. Kuranın anlamı derken neyi kastediyorsun? bilmem kaç yüz sayfalık bir kitaptan söz ediyoruz ve şurdaki bir kelimenin durumuna bakıp Kuran'da anlam genellemesi yapıyorsun utanmadan. Bu kelime Kuranın mesajıyla çelişiyor mu? Ya da anlamsız mı kılıyor kuranı? Ne konuştuğundan haberdar mısın aceba?

      devam ediyoruz:

      ama kuranı sürekli canlı tutmakta sı-kın-tı-lı-dır. ayeti yorumlarken ilk o ayetin muhatabı olup yorumlayan insanların değerlendirmeleri ile de çelişmemen lazım.

      Hala aynı mantıkla saçma konuşuyorsun, bu kadar diretmen gerçekten art niyetli. Çelişen bir şey yok kardeş, hello? Bilinmez değerler var ve bu değerler anlam götürmüyor, anlam bozmuyor, çelişki yaratmıyor. Bunlar kendi içinde belli bir hesaplamanın hata payı olarak nitelendirilen bir ek düşünceyi gerektiriyor. Bilimde yok mu bu?

      şunu da dedin:

      o müslüman olmayan teorilerin sahipleri kafa yorup bu teorileri ortaya koyuyorlar. müslümanlarda kendi kitapları hakkında kafa yorarlar. adına tefekkür filan derler...

      Bunun aksini iddia ettiysem namerdim, mantıksız bir noktadan mantıklı bir sava çıkış yapıyorsun. Ben o teorilerin sallama olduğunu düşünseydim o örnekleri vermezdim zaten, bu kadar mı çalışmıyor anlayışın. Ben nerdeyim sen nerde hey? Bilimi, gücünden dolayı örnek veriyorum adam bana ne diyor lan.

      şimdi ister ye ister yeme, ama açık bir gerçek var; eğer kuantum teorileri bağlamında kuranı değerlendirmeye kalkarsan bu işin sonu daha kötüdür. bak, bana cevap vermek adına birkaç konuda kuantum teorisi kullanmak tehlikeli bir kapıyı aralamak demektir. bu sefer sana kuantum teorisi etrafında diğer ayetleri ve islam konularını tartışmaya açtırırlar.

      Burada da heralde kuantum teorilerinden az biraz çakmam zoruna gitti ondan böyle konuşuyorsun. Yoluna bak kardeşim sen, benim iyiliğimi düşünmek sana mı kaldı alla alla...
    8. Ayrıca açıkça Hristiyan olduğunu neden söylemiyorsun adsız kardeş? Yazılarını bi genel okuyunca hristiyan olduğunu çözdüm. Ayrıca sürekli müslüman, islam, kuran kelimelerini kullanıyorsun zaten. İncilin ya da tevratın tartışması yapılıyor mu hiç bak? Zaten topu dikmiş durumda bu kitaplar... bak istersen incilden bir dökerim çelişkileri, aklın şaşar. Kuran hakkında da böyle saman altından itibarsızlaştırma yapman, onun çelişkisizliğini ortaya koyuyor. Kuran gibi bir kitap yeryüzüne hiç inmedi. Samimiyim.
    9. Sn. Altınbaş Kadeh (AK),

      Söz uzamasın diye size ait satırlar sonrasında görüşümü yazacağım...

      AK:
      güzel kardeşim, zaten ashabı keyf hikayesi isadan sonradır. isadan sonra kutsal olduğunu iddia eden kitap ise kurandır. kurandan başka hangi kitapta geçecekti ki!

      SEMAZEN: Bu hikâyenin İsa'dan sonra olduğunu nereden biliyorsunuz?! Orada mıydınız?! Kurân'dan bu olayın Hz. İsa'dan önce mi, sonra mı gerçekleştiğini öğrenemiyoruz...

      Ben ne demiştim: “Şimdi, başka hiç bir KUTSAL METİNDE yer almayan ASHABI KEHF+RAKIYM terkîbinin nasıl olup da Kurân'da yer aldığını… “ Yani, KUTSAL KİTAPLAR dahil dînî hiçbir metinde!

      Nişanyan ne demiş: “ELDEKİ EN ERKEN YAZILI ÖRNEK, Süryani azizlerinden Suruc’lu Mor Yakub’un (Jacob of Sarug, 450-521) bir VAAZINDA geçiyor.”

      Okurken, lütfen biraz ihtimam! Lüzumsuz itiraza izah getirmek zorunda kalmayalım!

      AK: bir de şu bilimi ve aklı kutsal sayma hikayesi çok otomatik bir cevap. sıkıldık artık bu laftan. bilim herşeyi açıklamaz. he açıklamaz. ama açıkladığı şeyler var ve bu senin dinin açından pek hayırlı değil!

      SEMAZEN: Bizim de ateistlerin akıllara ziyan sayısız önermesinden sıkıldığımızı düşünürseniz; size verdiğimiz sıkıntı için özür dilemeyeceğimizi takdir edersiniz?! BİLİM ile İslâm Dîni arasında ömrü boyunca bir defa bile kalmamış bir insan olarak, ilmî gelişmelerin ve keşiflerin Kurân'a hizmet ettiğini düşünüyor; biliyor ve görüyorum! Müsterih olun; sorun yok! Bilimden yana o kadar rahatız ki, bu rahatlığın bir benzeri ancak cennette!

      AK: ürdün hikayesine gelince... dilerim kaptan cousteau nun müslüman olma hikayesine dönmez. gerçi sevanın ilgilendiği alanlar bunlar. belki o bizi aydınlatır. kimbilir belki ikimize de bu vesileyle hidayet nasip olur. kısmet...

      SEMAZEN: Ürdün'deki KEHF hikâye değildir! Ben de hikâyeden biri değilim! 1963 tarihli keşfin ortaya çıkardığı mağara, sizin kutsalınız BİLİM açısından 2x2=4 gibi RAKIYM'in sırrını KURÂN lehine kesinleştirmiştir! Lamı cimi yoktur!

      Soru şudur! 50 senelik geçmişi olan bu arkeolojik keşif ve sonucu nasıl olmuş da AFŞİN kadar bilinir olmamıştır! Acaba, bir KARARTMA mı vardır?!

      Mr. Semazen
    10. said,

      seninle olan tartışmadan sanırım çekilmem lazım. çok fazla kişilik üzerinden tartışmaya başladık sanki. bu bir nevi sevanın sayfasında "gürültü"çıkartmak gibi oldu. dilerim sevan beni bağışlar.

      yanlış çözümlemişsin, hristiyan değilim. isa efendimizin sevgi mesajına hiç kafam basmadı, ben kılıçarslanın cephesinden yaklaşıyorum bu dine:) aile soyağacımda da hristiyan birisi tanımadım, duymadım. zaten mesajlarımdan dindarken (basit formülü benim için beş vakit namaz kılmaktır-10 yıl kadar)dinden dönmüş bir insan olduğumu anlaman lazımdı.

      benim tedirginliğim hristiyan kökenli bir ateistin sitesinde bu tartışmaya girmekten dolayı bir hristiyan olarak algılanmam. bu bizi tüm hristiyanlara karşı bir ön yargıya götürür. kendi kutsalına yönelik bir eleştiriye kızarken, hristiyan kutsallarına yönelik söylem tarzın şık değil.

      saygıyı sadece kurana mı bekliyorsun. ben bulunduğum pozisyon sebebiyle (agnostik ama ibrahimi dinlerin tanrı anlayışına karşı birisi olarak) tabi ki eleştirilerde bulunacağım. bundan dolayı sizden izin alacak değilim. söylemlerimde hakaret değil eleştiridir. arada kinayeli bir şekilde laf attığımda aşikardır.

      ama sizin üslubunuz kinaye-eleştiri değil eleştiri-hakaret sınırlarında dolaşmaktadır.

      biraz sakin olun, kuranda önceki kitapların incil ve tevrat olduğu belirtilir ve sizin rabbiniz incille tevratın tahrif edilmesine mani olmamıştır. bu bana enteresan geliyor. kuranı ise koruyor bu ilah. neden?

      benim aklım daha çok bunlara şaşıyor güzel kardeşim.

      "hamdolsun,
      altınbaş kadehe
      yağ gibi dolsun":)
    11. Mr Semazen'in yorumu her zamanki gibi yarı yalan, yarı desteksiz atış. Kehf Arapça mağaradır, belli bir yerdeki mağaranın adı değildir. Ürdündeki sözde mağaranın bulunduğu köyün adı Raqîm değil Racîb'dir. Mağara dedikleri şey de erken Bizans dönemine ait alelade bir mezar hücresi.
    12. Ben senin, benim yazdığım hiçbir şeye cevap verdiğini düşünmüyorum kardeşim, hakaret falan da etmedim. Hristiyan olmayı ayıp birşey olarak da görmüyorum. Günümüzde müslüman neyse, hristiyan da o benim için. Bence asıl ukalaca ve hakaretamiz konuşan sendin, belli bir konu üzerinden bile tartışamadın, kah şunu dedin kah bunu dedin. Seni hristiyan olarak algılamamın sevanla da zerre alakası yok. Kafanda birşey kuruyor sonra onunla insanları suçluyorsun. Kurana saygı falan da beklemiyorum, hep uyduruyorsun benim adıma, iftira atar hale geldin neredeyse kardeşim, allahtan yazılanlar burada açıkça belli. Kendin çalıyor kendin oynuyorsun demeyim de ne diyim ama yahu. Öfkem yok ama bunları demezsem nasıl hakkını vereceğim yani. Ben hala hristiyan olduğunu ya da bununla bir ilişkin olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum. Mesela şu cümlen yakayı ele veriyor,

      o müslüman olmayan teorilerin sahipleri kafa yorup bu teorileri ortaya koyuyorlar. müslümanlarda kendi kitapları hakkında kafa yorarlar. adına tefekkür filan derler...

      Bu cümleyi okuduktan sonra ne düşünebilirim ki başka? Hristiyanlığı islama karşı övmek değil mi bu? Faşist bir hristiyan olduğunu açıça düşündüm. Bilemiyorum, önemli de değil. Hristiyan alemi de benim yorumlarımdan etkilenmez korkma :) Defalarca dedim yine diyeyim, sen kafanda çok kuruyorsun. Benden de bu kadar. Sevan'ın bunlardan rahatsız olduğunu da sanmıyorum, tartışmadır bir yere kadar her şey olur. Sevan Nişanyan'ın asla düşmanı olmadım, olmam. Selametle.
  10. Torrey'in bir diger metni:

    http://books.google.com/books?id=1HthAAAAMAAJ&pg=PA457&lpg=PA457&dq=decius+raqim&source=bl&ots=sK5nI_56wL&sig=OjaI5XPVquofkZMyLwivOmrHIYY&hl=en&sa=X&ei=Y0MtUq8GqZyMAsilgbAD&ved=0CD4Q6AEwAw#v=onepage&q=decius%20raqim&f=false

    Doktora teziymis: A Volume of Oriental Studies, 1922, Sayfa 457
  11. Bir harfi irdelemek sizemi kaldi ateistler,haddiniz degil!!!
  12. 1-) 7 Uyurların yanındaki köpeğin ismi:Kıtmir .
    2-) Rakİm ; Yükseklik anlamına gelebilir mi?.Hani şehirlerin girişlerndeki tabelalarda : nufus :7000 ... Rakım ;yani şehrin denizden yükseklği 7 ( metre )...Gibi.
    3-)“Yoksa sen Eshab-ı kehf ve rakîmi bizim mucizelerimizden (delillerimizden) biri mi sandın?” Ayetin tümü... Ve Ya Ayetin tümünün, Türkçe'ye tercümesi,biraz problemli gibi.7 insanın ve bir köpeğin,asırlarca uyuması çok sıradan bir hadise mi ki ?...''Mucizelerimizden biri mi sandın ? '' Diyor .Tabii ki buna mucize denir.
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. ''Uçuk'' yorumlara müsaade varsa;Yukarıdaki yazıma eklemek isterim.
      1-) Rakim ;Yükseklik anlamına gelirse eğer ;Ayetteki ''Rakim'' LEVİTASYON anlamına gelebilir .
      Levitasyon ;para-normal yetenekleri olan insanların;yerçekimi kanununu yenip;kendilerini havada asılı tutmalarıdır.Sürekli yatan insanların vücutlarında yara oluşur.Gerçi bu duruma karşı Kur'an-ı Kerim söz konusu ayetlerde:/
      ---Allah mağara ehlini uykularında sağa -sola döndürüyordu.
      Diyor ;...Ama.
      Asırlarca yatan insanlar ve köpek sağa-sola döndürülse bile ;vücutlarında yara-bere oluşur.
      Bu duruma karşı mağara ehli sık-sık Rakim'a yani Levitasyona tabii tutulmuş olabilir.
      2-)Rakim yükseklik anlamına geliyorsa ;ve bu yükseklik mücizlerden biri ise ;burdan şöyle bir fikir yürütebiliriz.Bu dağdaki mağara, insanların yaşayamayacağı bir yükseklik olabilir .
      Selçuktaki;Efes'de de ...Afşinde'ki Efes'de de,insanların yaşayamayacağı yükseklikte dağlar yok .
      Böylesi yüksek dağlar Himalayalarda var.
      Buradan da şöyle fikir yürütebiliriz.Ashab-ı kehf efsanesinin kökleri ;Himalayalara uzanabilir.
    2. > 2-) Rakİm ; Yükseklik anlamına gelebilir mi?.Hani şehirlerin girişlerndeki tabelalarda :
      > nufus :7000 ... Rakım ;yani şehrin denizden yükseklği 7 ( metre )...Gibi.

      ve

      > 1-) Rakim ;Yükseklik anlamına gelirse eğer ;Ayetteki ''Rakim'' LEVİTASYON
      > anlamına gelebilir .
      > Levitasyon ;para-normal yetenekleri olan insanların;yerçekimi kanununu
      > yenip;kendilerini havada asılı tutmalarıdır.Sürekli yatan insanların vücutlarında
      > yara oluşur.Gerçi bu duruma karşı Kur'an-ı Kerim söz konusu ayetlerde:/
      > ---Allah mağara ehlini uykularında sağa -sola döndürüyordu.
      > Diyor ;...Ama.
      > Asırlarca yatan insanlar ve köpek sağa-sola döndürülse bile ;vücutlarında
      > yara-bere oluşur.
      > Bu duruma karşı mağara ehli sık-sık Rakim'a yani Levitasyona tabii tutulmuş olabilir.


      HA, HA! LOL!

      Faux amis!

      İrtifa, yükseklik manasına râkım (*rāqim) Arapçada geçmez, hele 7. yy. Arapçasında. Arapça esaslı Osmanlı Türkçesidir.

      Aman, iyi bir bakım programında olmadan yüzyıllar uyumayın! Damardan besleniyorlar mıydı? Sigorta?

      Faux amis ("sahte arkadaşlar") İngilizcede olan ama Fransızcada değişik kullanılan veya kullanılmayan Fransızca esaslı kelimelerdir.
    3. Yanılmışım. Yedi Uyurlara iyi bir ilâhî bakım planı tatbik edilmiş, "Obamacare"leri tükenmemiş. Yara bere olmasınlar diye sağa sola çevrilmişler, ancak levitasyona ihtiyaç kalmamış!



      وَتَحۡسَبُہُمۡ أَيۡقَاظً۬ا وَهُمۡ رُقُودٌ۬‌ۚ وَنُقَلِّبُهُمۡ ذَاتَ ٱلۡيَمِينِ وَذَاتَ ٱلشِّمَالِ‌ۖ وَكَلۡبُهُم بَـٰسِطٌ۬ ذِرَاعَيۡهِ بِٱلۡوَصِيدِ‌ۚ لَوِ ٱطَّلَعۡتَ عَلَيۡہِمۡ لَوَلَّيۡتَ مِنۡهُمۡ فِرَارً۬ا وَلَمُلِئۡتَ مِنۡہُمۡ رُعۡبً۬ا

      http://www.enfal.de/melmalili/kehf.htm


      18 - Bir de onları mağarada görseydin uyanık sanırdın. Halbuki onlar uykudadırlar. Biz onları sağa sola çevirirdik. Köpekleri de girişte ön ayaklarını ileri doğru uzatmıştı. Eğer onları görseydin, arkana bakmadan kaçardın ve için korku ile dolardı.
  13. R-Q-M koku sadece 18:9'da geçmiyor ki. 83:9 ve 20. ayerlerde de geçiyor. Sn.Nişanyan bu kelimeleri hiç kaale almamış. Bu kelime Turkçe'ye de geçmiş, RaQaM demek. 83, surede iki yerde meRQuM olarak geçiyor. RaQaMkanmış demek. Örneğin; SaTıR bildiğimiz satır denek. meSTuR ise satırlanmış demek. 83:9-20 ayetlerinde gecen Kitabun meRQuM rakamlanmış kitap demektir. 18:9 ayetinde ise ashab- keyf ( mağara arkadaşlarının) rakamlarına bir gındene yaptığı aşikardır.
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Arapçada rqm, merqum, raqam vb. yok demedik ki? a) Raqîm diye bir türev duyulmamış, b) duyulmuş olsa da burada "kitabe, yazı, kitap" anlamında bir sözcüğün yeri yok dedik.

      Anlaşılması güç bir sözcüğü, kafası çalışan bir detektif bin türlü yorumlayabilir. Lakin, o bin türlü yorum arasında aklı selim sahibi bir insanın duyar duymaz "hım, en mantıklısı bu" diyeceği yorum besbelli Deqyus yerine okuma hatası olması.
  14. 300 sene uyumuşlar, bunlar helen kökenli gençler,saraylı hepside,olay efesde geçiyor,tarsusda olabilir.İranlıların çektiği 1998 yapımı uzun dizide 7 genç jönün isimleri batılı kaynaklarda zikredilen isimleri ile geçiyor. İşin özeti nenemle,papanın hikayeleri bunlar, boşa kafa yormak iyi değil,Keçimin dişleri vb. korku masalı gibi bi şey işte.Spiker sorar: Dört büyük meleği soruyoruz bugün? Hanımlar cevaplar:Dört büyük melek kimmiş...biz hiç tanımıyoruz biz buraların yabancısıyız...Burda oturmuyoruz.
    Yanıtla
  15. işte sizden böyle yazılar bekliyoruz.
    Yanıtla
  16. Müslümanlara entelektüel olarak bir şey anlatılmaz.
    Zorlandıklarında elleri bıçağa giden insanlar.
    Dağ Muhammede gidemiyorsa, Muhammed dağa gider.
    Kuran mantığa uymuyorsa, uymadığını söyleyen mantıklar bıçakla düzeltilir.
    Yanıtla
  17. Küçük bir ayrıntı
    Afşin:
    Kürtçe Avaşin/Avşin denir. Yani "mavi su" anlamındadır.
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. 1) Afşin ve civarında Kürtçe yer adı yok, 2) Afşin adı 13. yy'dan beri kayıtlıdır, Türkiye'de o kadar eskiye dayanan Kürtçe yer adı yok; 3) Türkiye'de beylik/hanedan adı veya bölge adı taşıyan üç dört kasaba dışında Kürtçe kasaba adı yok.

      Amazon da, biliyorsunuz, Türkçe "amma uzun"dan gelir diyorlar.
  18. Güzel hikaye hocam takdir ettim. Ateistlerin hayal gücüne hep hayran olmuşumdur zaten. Neyse konuya dönelim.

    Kehf 9da ileride anlatılacak olan kişilerin iki ortak özelliği veriliyor. Yani mağara ve rakim diye bahsedilen iki farkli grup değil. Ćünku hikaye bağlamından bunu çıkarıyoruz. Bu kişileri iki ortak noktası mağara ve rakim. Burda sorun rakim. Kitabe,yazıt,yazı anlamı taşıdığını siz de söylediniz zaten. Ki müfessirler de buna yormuş genelde.

    Fakat rakim'in kitabe oluşunu uygunsuz bulmuşsunuz. Oysa 21.ayetle beraber okuduğumuzda gayet de hikaye bağlamına uyuyor. Çünkü 21.ayette o kişiler adına bir kitabe dikilmesinden bahsediliyor. Bu bağlamda bence rakim yerine oturuyor.

    Açıkçası sizin hikayeyi de beğenmedim değil.Fakat Muhammed çok zeki olmasına rağmen bu karışık hikayeye neden girdi belli değil dimi ? Oysa hiç karıştırmasa bu konuları ne olurdu..Yok ama ille girecek.


    Ayrıca yukarıda bi arkadaş değinmiş siz de sacmalama falan diyerek geçistirmissiniz şu Rabim köyünü ve mağarasını.

    Mustafa İslamoğlu gerekçeli mealinde Suruçlu Jamesin eserinden hareketle şöyle demiş: "..Mağaradakilerin uyanışî II.Teodisos(408-450) dönemine denk gelir.Amman yakınlarında 1963 yılında bulunan başka bir mağara daha vardır.Bir oda büyüklügünde 7+1 adet mezar vardır. Burası önce Bizans Kilisesi yapılmış, bölgenin fethinden sonra da Kilisenin kalıntıları üzerine mescid inşa edilmiştir.Kazı sırasında bulunan Bizans dönemi sikkeleri ve mağaradakilere ait bazı eşyalar ile cesetlerin kalıntıları orada sergilenmektedir.Duvarlarına Latince yazılar ve kırmızı boyalı bir köpek resmi de hakkedilmiştir.Ayrıntılı olarak inceleme fırsatı bulduğumuz iki mağaradan Kuran'ın tasvirine en uygun olanı kadim Rabim köyündeki bu mağaradır.Çağdaş müfessir Hüseyin Tabatabi'nin görüşü de budur.Ona göre bu olat Sezar Trajan'ın(98-117) İsevileri hain ilan edip görüldükleri yerde öldürülmeleri fermanını yayınlamasıbüzerine gerçekleşmiştir.
    Yanıtlar
    1. bir mağaradır gitti...

      bu arada işin ilginç tarafı tanrıya inananlar ateistlerin hayal güçleriyle kafa buluyor:)

      yapmayın etmeyin n'olur, cennet-cehennem-melekler-cinler vs. hayal gücünden bahsetmeyin lütfen.

      şimdi sevanın kaynakları imparator decius zamanına atıf yapıyor, siz ise sezar trajana atıf yapıyorsunuz.

      e kolay değil arada 300-309 sene olmalı:)

      yazılı kaynak olarak eldeki bulunan en eski metin ms 450-521 arasında yaşayan birine ait. imp. decius 249-251 arasında hüküm sürmüş. sizin sezar trajan 98-117 arasında.

      sevan bu arada sizin mağaranın erken bizans dönemine ait olduğunu söylüyor. bak bu önemli. erken bizans dönemi denen tarih aralığı nedir? bunu araştırmak lazım:)

      şimdi siz erken bizans dönemi bir mağara bulmalısınız. bu mağara imp. decius un hüküm sürdüğü tarihten önce var olmalıdır (249-251)...

      ya da imp. trajan ın döneminde erken bizans dönemi mağara bulmanız gerekiyor. bak bu daha iyi bir araştırma konusu.

      çünkü ayetlerde geçen 300-309 sene aralığını bir yere oturtmanız lazım.

      yapmanız gerekenler şudur,

      bahsi geçen mağara, içindekiler vs. hangi yüzyıla aittir?

      sevanın söylediği gibi erken bizans dönemi mi? yoksa daha "eski" mi?

      eski ise bir ihtimal...

      bu arada türkiyede bence en zeki eklektik müslüman mustafa islamoğlu'dur. yabancısı değiliz izliyoruz merak etmeyin.

      altınbaş:) 
    2. M.İslamoğlu gerekçeli mealinde deciustan bahsediyor zaten. Ben o bolumu yazmadım. Sadece tabatabi'nin görüşünü de ekliyor.

      Hayalgücü konusunda ise şunu söyleyeyim. Melek,cin tarafından olaya bakarsanız zaten olayı kendi lehinize çevirebilirsiniz. Fakat bakışınız yanlış. Bunların dayanak noktası Allah. Eğer Allah varsa -ki var- bunların olması sıradandır. Bu sebeple sizin bizi itham edebileceğiniz tek konu Allahtır. Allah hayalgücü diyebilirsiniz sadece. Bunun dışındaki tüm şeyler Allahın varlığı ya da yokluğuyla ilgilidir. Komik olmayalım n'olur.
    3. sayın Kaaria,

      aslında bir açıdan hakikati söylüyorsunuz. bir yaratıcıya inandıktan sonra diğer herşeye inanmak daha kabul edilebilir bir durum. bana yönelik bu eleştirinizde sizi haksız bulmuyorum.

      sizi haksız bulduğum şey inançlı insanların cennet, cehennem, melekler ve cinler gibi deneyimleyemeyeceğimiz ve ispatı yapılamayacak şeylerin varlığını kabul edip ateistlerin hayal gücüyle dalga geçmesi...olmuyor işte, olmaz. azcık ayıp be yaw:)

      bunlar dayanak noktası ile birlikte kendileri de ispat konusu olmayan inanca dair ön kabullerdir. bunlara inanırken bari bizimle dalga geçmeyin. lütfen...

      bence kilit cevabınız "Eğer Allah varsa -ki var- bunların olması sıradandır" demenizdir. sıradan olarak kabul ettiğiniz şeyler deneyim-ölçü konusu dışında ve çok fazlalar ve bunlar deneyim-ölçüye de dayalı olan hayatımıza yönelik olarak çok etkili. yanlışlama dışı hepsi.

      tanrı fikri bir elma fikrinden çok çok çok daha etkilidir. tüm yaşantımızı düşüncelerimizi hissiyatımızı etkiler yön verir. siz bizim hiçbir şekilde yanlışlayamayacağımız denli soyut bir alanda bir evren yaratıyorsunuz sonra kalkıp bunu ciddi ciddi tartışmamızı değerlendirmemizi filan istiyorsunuz ve en önemlisi yaşamımızı yargılıyorsunuz. biz sizi eleştirdiğimizde "inançtır-imandır" deyip işin içinden çıkıyorsunuz.

      ne dilim ne de entellektüel kapasitem yetmiyor derdimi anlatmaya ama umarım "hissettirebilmişimdir".

      decius a gelince... decius burada kritik bir nokta. her ne kadar belirsizlikte olsa bir 300-309 sene aralığı var. decius u kabul 300-309 sene aralığına uymaz. bulunan şimdiki ilk yazılı kaynak buna mani oluyor. tabatabi belki bu kaygı ile imp. trajana gidiyor olabilir.

      burada kabul etmek gerekir ki ayetler ilginç bir şekilde hem diğer kuran ayetleri ile karşılaştırıldığında belirsiz ibareler hem de net tarih aralıkları veriyor.

      mesela ayetlerde ashabı kehfin sayısı da belirsizdir. ama siz illa ki 7 + kıtmir olanı kabulle bu mağaraya işaret eden meal-tefsirleri baz aldınız. kıssanın anlattığını maddileştirmek istediniz. biz ise maddileştirmenize dayanak olan noktalara saldırdık.

      yoksa ben kıssayı çok severim özellikle de kıtmir kısmını:)

      sonuç olarak; kusura bakmayın ama soyut olan kalenizden çıkıp niye inançlarınızı maddileştirmeye çalışıyorsunuz? bu çabayı sarfeden her mümin bir kafirle imtihan olur bunu bilmiyor musunuz?

      altınbaş:)
    4. Hala cin,melek diyorsunuz. Materyalist bireylerin bu gerçekliği görünene indirgemesi nasıl bir rahatsızlık şimdi daha iyi kavrıyorum.

      Kusura bakmayin sizle dalga gecmemek çok zor. Aklı boyunduruğunuza almîş tavırlarınız buradan çok acınası ve komik görünüyor.

      Tanrı fikri ciddi değil tarzındaki kücümseyici sözler ise heralde yine bu materyalist aklın kendisini bu denli kutsamasından kaynaklanıyor.

      Yanlışlama konusuna gelince.Tanrı O kadar da soyut bir kavram değil.Gerçi Sizin zihniniz gerçekliği görünür olmaya, soyutluğu da görünmez olana indirgediği için kızamıyorum.

      Klasik ateist felsefe gittikçe yanlışlanıyor. Aksine teist felsefe 20.yyın ortalarından bu yana daha da saglamlasıyor. Tabi ki tanrıyı labarotuvarlarda ispatlayamazsınız ya da yanlışlayamazsiniz ancak bilimsel ve felsefi açıdan tanrı fikrinin irrasyonelliğini ortaya koyabilirsiniz. Fakat dediğim gibi bunlar özellikle son yy'da iyice tersine gidiyor.

      Neyse bu tartışmaların yeri burası değil. Bana özelden ulasirsaniz tartisabiliriz.

      Ha son söz; bizim kalemiz ne salt soyut, ne de salt somut. Çok şükür ki böyle. Yoksa ya akla tapardık ya metafiziğe. Fakat "biz sadece Allah'a kul oluruz ve ancak ondan yardım bekleriz"(fatiha/4)
    5. hep aynı durum gerçekleşiyor.

      inançlı insanlar önce verilerle karşı argüman geliştiriyor. bu çok güzel.

      sonra inançlı insanların verilere dayalı argümanlarına karşı o verilerin sıhhati ya da diğer verilerle karşı çıkıyoruz. (bu tartışmada imp. trajan, decius 300-309 sene aralıkları vs. gibi)

      buna karşı benim gibi inançsızların cümlelerinden sözlerinden bir iki ifadeye dayalı olarak kah komplo türetme (daha önce hristiyan olduğum iddiası, şu ürdündeki mağara hakkındaki bilgilerin üstünün örtülmesi gibi) kah akla tapıyorsunuz, bilimi kutsal sayıyorsunuz gibi bir acayip mırıldanmalar dünyasının içine giriyoruz.

      bu tuhaf bir psikolojidir. yurdumun ortalama müslüman psikolojisi üzerine çalışmamız lazım. bu halinizi anlayamıyorum ve şaşkınım.

      bakın başından beridir "eklektik" olduğunuzu söylüyorum. kastım bize cevap vermek adına oradan buradan herşeyi toplayıp tartışmada galip gelmek istiyorsunuz. önce cemil meriç gibi diyeyim, bu tartışmalarda haksız çıkarsam bilmediğim bir şeyi öğrenmiş olurum.

      oradan buradan cevap vermek adına birşeyler toplamak sakıncalıdır. bir temel üzerinden sistemli bir düşünce yapısı inşa edin ve cevap verin.

      müslümanların islamı öğrenmesi lazım. tanrı ile tanrı fikrini ayırmak bir müslümanın işi değildir. islam açısından sakıncalıdır. evrensel ve kıyamete değin sürecek bir iman yükümlülüğü kurar peygamberiniz. bu sebeple tanrıya iman noktasında henüz "mesaj" ulaşmamış insanlara da tanrının varlığı ya da yokluğu noktasında bir inanç belirlemesini istersiniz. tanrı fikrinin irrasyonelliğini ortaya koyabilirsiniz demeniz sizin dininizin inanç dünyasında yoktur. mesaj ulaşmamış kişilerin tanrı fikrinin irrasyonelliğini ispat etmeleri üzerine tanrıya iman etmelerini beklemek olmaz. tanrı fikrinin irrasyonelliğinin ispatını mümkün görmemeniz gerekir.

      ilgili cümleyi yazdığınız paragrafın tamamı çeviri kitap cümlelerinden (hristiyan yahudi ilahiyatı ile agnostikler ve ateistlerin arasında geçen tartışmalar) ibarettir. günümüz müslümanları bunu okumuş ve oradan kendi uygun gördükleri kısımları monteleyerek sizlere bizlere karşı tartışmalarda hazır cevaplar öğretmişlerdir. bunu tekrar etmekten başka birşey yapmıyorsunuz.

      ayrıca son yy da iyice tersine giden nedir kuzum? verisiz konuşma. sallıyorsunuz. ya komplo teorisi kuruyorsunuz (sen kurmadın) ya da desteksiz sallıyorsunuz.

      şu ayetli son paragrafında bir cevap değildir. mağara tartışmamızda ayetlerin 300-309 sene aralığını bir yere yerleştir önce. ondan sonra fatihadan başlayarak diğer surelerden ayetler bulup cevap ver. oldu mu?

      altınbaş:)
    6. Sn. Altınbaş,

      En başından beri sizin sizin üslûbunuzda itidal seziyorum. Bu benim hoşuma gidiyor! Çünkü, genelde karşıma militan ateistler çıkıyor... Bize, ne müslümanın ne de ateistin militanı yaramaz!

      Tek tek, cümle cümle size karşılık vermiyorum bu defa... Sadece, Rakıym konusunda eldeki verilerin (bende mahfuz) Kurân'a ait sayısız mucizeden birini daha teyit ettiğinin altını çizmek için buradayım!

      Meraklısı, benim yaptığım gibi yapar, bu verileri araştırır ve bulur... Bu konuda müstakil bir makale yazma niyeti taşımıyorum! Selsebil hakkında yaptığımı Rakıym için yapacak değilim!

      Sözü kısa tutabilmek maksadıyla şu noktaya -benim mümin sizin ateist olduğunuzu unutarak- konsantre olmanızı rica ediyorum!

      Bu başlık altında ben ve daha sonra Karia 1963 tarihli arkeolojik keşiften bahis açmış olmasaydık, sizler hâlen Afşin dolaylarında seyrediyor olacaktınız!

      Bu durum, Nişanyan başta hepiniz için BÜYÜK eksikliktir!

      Başka şeyleri bir kenara bırakın lütfen! Lütfen, bu hususa konsantre olun! Rakıym'in hakikatte ne olduğunu da bir kenara bırakın lütfen! Lütfen, Ürdün'deki arkelojik keşiften habersizliğini değerlendirin!!!

      Bu keşfin -benim iddia ettiğim gibi- Kurân'ı desteleyip desteklemediği sonraki mevzu!!

      Mr. Semazen
      https://twitter.com/MrSemazen
    7. iyi de Mr. Semazen sana cevap verildi.

      sevan sana o bahsettiğin mağara erken bizans dönemi dedi. bu aslında "ağır" bir cevaptır. elde erken bizans dönemi bir mağara var, 451-520 yılları arasında yaşamış ve bu kıssaya dair ilk yazılı metni yazmış biri var, kuranda geçen 300-309 sene aralığı var.

      bu işin içinden sizin çıkmanız lazım.

      sen daha önceki bir mesajında dedin ki "SEMAZEN: Bu hikâyenin İsa'dan sonra olduğunu nereden biliyorsunuz?! Orada mıydınız?! Kurân'dan bu olayın Hz. İsa'dan önce mi, sonra mı gerçekleştiğini öğrenemiyoruz... "

      hem ürdündeki erken bizans dönemi mağaraya dayanacan, hem isadan önce mi sonra mı gerçekleştiği hususunu bilemiyecen...

      benim itidal devrelerimi yakıyorsunuz, n'olursunuz?..

      bu cevabında sadece sevandan şüphe edin manasını çıkartıyoruz. e aklımızı sevana emanet etmedik ki, herhal şüphe edeceğiz. kaldı ki iddiası "bu kıssanın (içindeki rakıym kelimesinin) kurana bu şekilde geçmesinin makul hikayesi budur"şeklindedir. e bu iddia zaten kendi içinde %100 kesinlik barındırmaz. sanırım "makul" olandan yola çıkarak değerlendirmemiz gerekir.

      benim tartışmadaki konumum sizlerin bakış açısı ile alakalıdır.

      sen gaf yaptın bende sana cevap verdim.dedin ki bu kıssa başka hiçbir kitapta yok. ashabı kehf +rakıym terkibi vs. bende dedim ki kıssa zaten zulüm gören hristiyan gençlerin hikayesi, başka kutsal kitapta olmaz. sen buna çok kızdın ve yukarıda alıntıladığım cevabı verdin. kuran isadan önce mi sonra mı olduğunu söylemiyor minvalindeki cevap.

      ve bunları erken bizans dönemine ait bir mağaraya dayanarak dedin.

      şimdi de "sende mahfuz" sayısız kuran mucizelerinden birinden bahsediyon.

      sende mahfuz demek.

      mahfuz.

      sende.

      her ne kadar mutedil bir insan olsam da, gayrı sana cevabı asabi bir insanın vermesi kanaatine ermiş olduğumdan ötürü pes ediyorum.

      bir müslüman bir kuran mucizesini kendine saklar mı be mübarek.

      "ey örtüsüne bürünen kalk ve uyar"

      altınbaş:)

      esma binti mervan

      ka'b bin eşref

      ebu afak

      ebu rafi

      .........

      niceleri, belki birileri merak eder bu insanları.
    8. Sn.Altınbaş

      1) Ben Sevan'ın bahsinde bir ispat iddiasında bulunmadım.Sadece M.İslamoğlundan bir alıntıyı aktardım. Yoksa ne arkeolojik bir incelemem var ne de tarihsel bir verim. İşin doğrusu ilgi dahi duymadım bu konuya. Sadece RAKIYMin anıt/kitabe anlamının 21.ayetle beraber düşünüldüğünde rasyonel olduğunu ve bağlama oturduğunu söyledim. Ok?

      2) Ben 'klasik ateist felsefe yanlışlanıyor' demiştim siz de 'sallıyorsun,veri nerde' demişsiniz. Umarım klasik ateist felsefenin argümanlarından haberdarsınızdır. Eğer biraz da bilimsel araştırmaları inceliyorsanız ne ala!
      Taa 2000-2500 yıl öteden bu yana klasik ateist felsefenin en büyük iddiası madde ve evrenin sonsuzluğuydu. Fakat ne yazık ki bu bomba 20.yyın daha başında elde patladı. Tabi diyorum ya ateistlerin hayalgücüne hayranım diye. Bakın burda daha iyi anlayacaksınızdır. Bizim ateistlerimiz hiç durur mu? ''Hubble'ın BigBangi varsa,bizim de çoklu evrenimiz var ulan'' diyerek bir çoklu evrendir tutturdular daha sonra. Fakat kötü tarafı elde ne bilimsel bir veri var, ne de felsefi açıdan oluşturulmuş rasyonel bir temel !

      Güzel kurguydu. En azından biraz daha oyalar bizim garibanları. Tabi nedeni belli. Amaç; BigBangin felsefi değerlendirmesinin, teist paradigmayı daha rasyonel gösterdiği gerçeğinden kaçmak.

      Aramızda kalsın bilim felsefesinde biraz kötüdür bu sizin ateistler. Evrim teorisindeki ısrarları da bu yüzdendir heralde. Tabi evrim derken tesadüflere dayalı olan Darwin'in evriminden bahsediyorum.

      Psikolojide de işler pek iyi gitmiyor Altınbaş kardeşim. Sizinkiler psikolojide de çöküşteler. Freud falan hak getire. Son haberleri duydun mu? İnanç doğuştan gelen bir içgüdüymüş. Yaratıcıya inançtan bahsediyorum. Umarım doğru değildir (!). Oxford Üniversitesi bu konuda bir araştırma yapmış. Dur link vereyim yorulma

      http://www.dailymail.co.uk/news/article-1386533/Belief-religion-simply-universal-human-nature.html

      http://www.icea.ox.ac.uk/lab/projects/cognition-religion-and-theology/project-summary/

      http://www.sciencedaily.com/releases/2011/07/110714103828.htm

      Tabi modern psikoloji ahlakın doğuştan olduğunu da yani islamdaki 'fıtrat' kavramını da ispatlıyor bu arada.

      Neyse daha çok şey var da bu kadar yeter. Konuyu çocukça 'tanrı var bak İnan'a getirmeyi sevmiyorum. Ki senin de tanrıya inanmadığına zaten inanmıyorum. Gerçi bunlar ezberlenmiş laflar değil mi :)

      3) Fatiha güzeldir Sn.Altınbaş. Mesela 'ben' değil 'biz' demeyi öğretir. Beni doğru yola ilet demeyiz,bizi doğru yola ilet deriz. Size anlamsız gelebilir bunlar. Sonuçta akıllı bir ateistin 'biz' demesi saçmadır. Rasyonel bir ateist ben merkezli bir hayat algısına sahiptir. Değilse aptaldır zaten. Neyse konu falan dağıldı.

      3) Ha şu arkadaşa verdiğin cevapta Esma binti mervanı falan görünce bir durdum. Bak diyorum hep sizin hayalgücünüze çok hayranım. Yukarıda çoklu evren olayı falan hep bu hayalgücü :) Şu hadislere olan merakınız ve ilginiz de beni benden alıyor doğrusu. Yahu şu Aişe 9 muydu 6 mıydı 12 miydi kaç yaşındaydı. aah. Hep karıştırıyorum kusura bakma. Biri öyle diyor biri böyle. Olur canım bunlar 9 bence en makulü. Değil mi:) Dur dur 6da nikah 9da gerdek. Bu daha iyi :)

      selamlar.
  19. Charles, Turkce'ye nasil Sarlken olarak gecmis? O konuda da bir komplo teorisi ortaya atarsaniz sevinirim. Tesekkurler. Bye.
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Charles Quint - Beşinci Şarl
  20. Torrey'in ilk makalesi 1922'dedir. Horovitz 1926'da tenkidini yapar, ancak Torrey tenkitlere yetersiz cevap vererek 1933'de iddiasını tekrar neşreder. Torrey'e göre ("Jewish Foundations of Islam" s. 46 - 1933) harf-i tarif kelimenin bir sıfat addedildiğinden (yani bir sıfat veznine denk düştüğünden) dolayı ilave edilmiştir. Ancak bu sıfatın ne olabileciğine değinmemiştir. Torrey bu son makalesinde yanlış okumanın Süryani yazısından ziyade el'an İbrani yazısı dediğimiz Arami köşeli yazıda (Aramaic Square Script) bir metinde olabileceğini söylüyor. Bence bu problematik. F. de Blois'ın Hicaz'da Yahudi Hıristiyanlar teorisini hatırlatmasına rağmen Yedi Uyurlar Hikaseyesinin Ortodoks / Katolik menşeli olup Yahudi Aramisi yerine Süryanice aktarılacağını tahmin ediyorum. Torrey'in teorisini Enc. of Islam II "Ashab al-Kahf" makalesinde R. Paret de kabul etmez:

    <<

    Particularly disputed is the expression al-raḳīm (v. 9: “those of the cave and (of) al-raḳīm ”; N.B. the definite article).

    ...

    ... Torrey suspected here a misreading for Decius, such an interpretation can however not be maintained (cf. Horovitz, loc. cit.).

    >>


    marqūm varken raqīm kelimesinin "kitabe" demek olması son derecede normal. "Decius" tefsirinin başlıca güçlüğü Horovitz'in işaret ettiği gibi harf-i tarifli olmasıdır. Bence raqīm kelimesinin "kitabe" erken devirde diyer. idrak edilmiştir. Yedi Uyurların ismi olan bir kitabe hikayenin bazı Müslüman versiyonlarında geçer. Bir de işaret edeyim ki Yedi Uyurların isimlerini yazan ufak levhalar tılsım olarak kullanılırdı (Enc. of Islam II "Ashab al-Kahf"). Babaanemin eski ahşap evinin girişinde de öyle eski yazıyla ufak solmuş bir levha vardı.

    Ama masala "kitabe"nin nasıl geçtiğini izah etmek lazım. Torrey'in "Decius" teklifi var. Horovitz ise dipnotta şunu yazar:

    <<
    1) Bei Theodosius, de situ heißt es (5. It inera ed. Ge ye r I48): »in provincia Asia civitas Ephesus ubi sunt Septem Fratres Dorrnientes et; catulus Viricanus« und Gildemeister wollte Viricanus mit ar-raqim identifizieren. Wenn die Worte nicht erst Zusatz eines in nachkoranischer Zeit tätigen Interpolators sind, so wäre es an sich nicht undenkbar, daß Muhamrnad diese Überlieferung gekannt und Viricanus mit ar-Raqim wiedergegebenhätte. Es ist das aber höchst unwahrscheinlich.


    >>

    << Asya vilayetinde Efes Şehri ve Yedi Uyur Kardeşler ve köpekçik Viricanus [wirikanus] var. >>



    Theodosius, De situ says (see Itinera ed. Geyer 148) »in provincia Asia civitas Ephesus ubi sunt Septem Fratres Dorrnientes et catulus Viricanus«, and Gildemeister wants to identify V. with ar.r. If the words aren’t in fact the work of post-Qur’anic interpolators, then it would not be inconceivable that M. knew this tradition and provided the identification himself. But this is extremely doubtful.

    >>


    Bu ihtimale göre köpeğin adı.

    Başka tahminler de var.
    Yanıtla
  21. DÜŞÜK LEVILLI BİR MÜSLÜMANDAN SEVAN'A SEVGİLERLE
    Sevan Nişanyan , "Yedi Uyurlar ve bişey bişey" (1) başlıklı yazısında müsteşriklerden apardığı akla mantığa ziyan iddiayı gündeme getirmektedir..Görüntüye bakılırsa ,
    Sevan bu yazıda ve bununla ilgili videosunda (2) müslüman aklını ve level'ını beğenmeme ana fikriyle yola çıkmış ama aksiliğe bakın ki kendi akıl ve mantığının ayağıyla tek bir adım atamadan saçmalık , absürtlük , uydurulmuşluk çukuruna yuvarlanıvermiştir.
    " Sokma akıl yedi adım gider" diye bir laf vardır.
    Nişanyan'ın müsteşriklerden aldığı akıl bunu bile başarabilecek düzeyde gözükmemektedir..

    Kısaca iddia şudur:

    Kuran’ın Kehf suresi 9. ayette Eshab-ı Kehf (yedi uyurlar) hikâyesini sunuş babında şöyle bir ifade geçiyor.
    “Yoksa sen Eshab-ı kehf ve rakîmi bizim mucizelerimizden (delillerimizden) biri mi sandın?” ayetindeki rakim kelimesi Arapça kullanım açısından tanımsızdır. O nedenle tefsirlerde buna belli bir mana verilirken zorlanılmıştır. Bunun sebebi ise Yedi uyurlar hikayesinin Allah tarafından inzal edilen ayetlerle değil Resulullah'ın Kuranı kendi yazdığı ana fikrinden hareketle , bu hikayeyi bir Süryaniden dinlemesi , ve hikayeyi elindeki kaynaktan aktaran kişinin Süryaniceyi çat pat bilmesinden dolayı hikayenin kaynaktan aktarımı sırasında değişikliğe uğradığıdır..
    Şöyle devam eder :
    Decius adının Süryanice yazımıyla “rakîm” sözcüğü arasındaki görsel benzerliğe sanırım ilk önce ünlü şarkiyatçılardan Josef Horovitz işaret etmiş.[4] Horovitz’in “zayıf olasılık” diyerek geçiştirdiği tezi 1933’te Amerikalı Torrey daha ayrıntılı olarak değerlendirmiş.[5]
    Süryani yazısında Decius (Deqyus) ve rakîm şöyle yazılıyor:
    ܖܩܝܤ dqys
    ܪܩܝܡ rqym
    R üstündeki nokta, birbirine çok benzeyen d ve r harflerini ayırmak için modern Süryanicede icat edilmiş bir işaret. 6. yüzyılda henüz nokta yok.
    Aynı alfabenin Yahudilerce (ve muhtemelen o dönemde Araplarca) kullanılan biçiminde benzerlik daha belirgin.
    דקיס dqys
    רקים rqym
    Yok hayır, Kuran yazarı kimse, Allah veya Cebrail veya Muhammed “Süryanice metni yanlış okumuş” gibi bir sonuca varmıyoruz hemen. Ama Süryaniceyi yarım yamalak okuyan, veya bozuk ya da silik bir elyazması üzerinden bilgilenen birinin, Kuran yazarına yanlış bilgiyi sözlü olarak aktarmaması için bir sebep yok ki?...(3)
    Yanıtlar
    1. > 1. İddianın fikir babası , yazıda da geçtiği gibi ünlü
      > şarkiyatçılardan Josef Horovitz'dir..

      Hayır, fikir Torrey'indir. Horovitz tenkid etmiştir.

      > Ne var ki Horovitz bile kendi iddiası için
      > (demek ki en azından bunlardan daha akılcı ve
      > insaflıymış ) "zayıf olasılık" teşhisinde bulunurken ,
      > zayıf olasılık dediği veçhelerin ondan sonra hangi akıl ,


      > 2. Çok daha önemlisi Nişanyan'ın gösterdiği İbranice ve
      > Süryanice kelimelerde saklı:
      > Süryani yazısında Decius (Deqyus) ve rakîm şöyle yazılıyor:

      Decius Latince, iddia şimdi İbrani Yazısı olarak bilinen Arami Köşeli Yazısınca ve Süryani Yazısınca yazılışı üzerinedir.

      > Tenkit: Birisi Yahudi diğer Hristiyan toplumunun dillerinin
      > alfabeleri olan ve tamamen farklı olan 2 alfabede ne hikmetse
      > dqys ve rqym kelimelerinin yazılışları çok yakın (aslında
      > yakın değil ) Peki Nişanyan bu tesadüfe bir açıklama
      > getiriyor mu?

      Aramice'nin muhtelif lehceleri hem Yahudiler hem de Hıristiyanlar tarafından kullanılıyordu. Orta Doğu'da Hıristiyanlar, Yunanca'dan gayri, umumiyetle yazı dili olarak Doğu Aramice'nin Edessa (Urfa) lehcesini dini dil olarak dil olarak kullanıyordu, hala Türkiye dahil Orta Doğu'da kullananlar var. Batı Aramice'yi (Filistin Aramicesi) Arami Köşeli Yazısı ile kullanan Hıristiyanlar ancak dolaylı olarak haberdar olduğumuz Yahudi Hıristiyanlardı. O lehcenin Hz. İsa'nın konuşmuş olacağı Celil ağzı el'an ancak Suriye'nin Ma`lula kasabasında konuşulmaktadır, yoksa Batı Aramice ölü dildir. Kasaba son zamanlarda El-Kaide ve yanlısı terröristlerin vahşi işgalini hüzün ve azapla yaşamıştır ve büyük tahribe maruz kalmıştır, ancak tekrar Suriye Arap Ordusunca kurtarılmıştır, terröristlerin tehdit altında ve zorla müslümanlaştırılmasından, asimilasyonundan ve tahribatından kurtarılmıştır. Süryani yazısıyla Filistin Aramicesinde (Palestinian Christian Aramaic) birtakım Hıristiyan elyazmaları mevcuttur. Yahudilerde ise Urşelim (Kudüs) Talmud'u Batı Aramice, Babil (Irak) Talmud'u Doğu Aramicedir. Kadim zamanda Arami yazısı köşeli yazılar ve daha yuvarlak (cursive) yazılar olarak ayrılırlar. Yuvarlak yazılardan Arap asıllı Nabatiler Arapça tesiri altında bir Arami lehcesi, sonra da Arapça için kullanırlar, zamanla bu bildiğimiz Arap yazısına dönüşür. Diğer bir koldan Süryani yazısı doğar. Buna benzer bir Arami yazı cinsi İran ve Soğd tarikıyla Uygur yazısı olur, Moğolistan'da yaşar. Arapça arada bir Kerşûnî / Kârşûnî (Süryanice: Garşûnî) isimlendirilerek Süryani yazısı ile yazılımıştır. Bir elyazma MS 5. - 6. yy. gidebilse bile daha ziyade 9. - 10. yy sonrası - günümüze kadardırdır. Oradaki papazın bana vaktiyle söylediğine göre Diyarbakır'daki Keldani katedralin tabelası bu cinstendir, "ancak son cümle "bişnet" { ; Arapça: bisanati , senesinde} Süryanicedir". Süryani yazısının birbirlerinden oldukça farklı şekilleri vardır. Batı ve Doğu, birbirlerinden esastan farklı okuma ve harekelendirme şekilleri vardır.

      Sualin kısa cevabı Süryani ve Arami köşeli yazı birbirlerine nisbeten yakın akrabadır. Mevzu bahis harfler 21. yy fontlarında rahat tefrik edilebiliyor olsalar bile eski elyazmalarda tefrik etmek o kadar kolay değildir.

      P.T. Daniels, W. Bright (eds.) 1996, The World’s Writing Systems, Oxford 1996.

      http://www.academia.edu/290396/The_History_of_Garshuni_as_a_Writing_System_Evidence_from_the_Rabbula_Codex
  22. iddia ile beraber akla , mantığa , bilime yapılan tecavüzler :

    1. İddianın fikir babası , yazıda da geçtiği gibi ünlü şarkiyatçılardan Josef Horovitz'dir..
    Ne var ki Horovitz bile kendi iddiası için (demek ki en azından bunlardan daha akılcı ve insaflıymış ) "zayıf olasılık" teşhisinde bulunurken , zayıf olasılık dediği veçhelerin ondan sonra hangi akıl , mantık ve bulgular ile desteklendiğine değinilmeden ,hangi gerekçelerle parlatılıp günümüze taşınmayı hak ettiği konusuna hiç girilmemiştir..
    Bunun yerine fikir babasının zayıf olasılık dediği teoriye mukallit bir imanla yansıtmış ve gözüyle görüp , video ve ses kayıtlarını alıp elde etmiş , suçüstü yapmışçasına büyük bir güvenle teoriyi anlatmaktadır:
    "Muhammede bu iddiayı anlatan şaşkın aramiceyi çatpat biliyor" (4) Doğrusu Ateistlerin hakka'l-yakin mertebesindeki iman level'ına imrenmemek elde değil!

    2. Çok daha önemlisi Nişanyan'ın gösterdiği İbranice ve Süryanice kelimelerde saklı:
    Süryani yazısında Decius (Deqyus) ve rakîm şöyle yazılıyor:
    Nişanyan'dan alıntı:
    ܖܩܝܤ dqys
    ܪܩܝܡ rqym
    R üstündeki nokta, birbirine çok benzeyen d ve r harflerini ayırmak için modern Süryanicede icat edilmiş bir işaret. 6. yüzyılda henüz nokta yok.
    Aynı alfabenin Yahudilerce (ve muhtemelen o dönemde Araplarca) kullanılan biçiminde benzerlik daha belirgin.
    דקיס dqys
    רקים rqym
    Tenkit: Birisi Yahudi diğer Hristiyan toplumunun dillerinin alfabeleri olan ve tamamen farklı olan 2 alfabede ne hikmetse dqys ve rqym kelimelerinin yazılışları çok yakın (aslında yakın değil ) Peki Nişanyan bu tesadüfe bir açıklama getiriyor mu?
    Hayır..
    İbranice ve Süryanice alfabelerine göre dqys ve rqym nasıl benzeştiğini bize açıklamalıdır..
    Ateistler genelde kendi muhakemelerini müslümanlardan üstün görürler ;
    oysa yukarıdaki bir benzeşmenin (ki böyle bir benzeşme yok ) matematiksel olasılık hesaplarına göre oluşması milyonda bir ihtimalde bile mümkün görülmemektedir. Çünkü elde şekilsel olarak hiç benzeşmeyen (Latin alfabesi ile Arap alfabesi gibi ) 2 farklı alfabenin hem de tıpatıp aynı harfleriyle oluşturulan kelimelerinde birebir benzeşme tespit edilmiş ve teoriye en önemli kanıt sadedinde ileri sürülmüştür...Ateistler bu tesadüfü neden sorgulamadan hemen kabulleniverirler? Böyle bir benzeşme nasıl olabilir..? Örneğin yukarıda verilen harf grupları birbirine benziyor mu? Alfabeler tamamen farklı ..Nişanyan'ın böyle bir iddiayı öne sürerken yersen 1., yemezsen 2. , ikisini de yersen afiyet olsun gibi bir metodu olsa gerek..
    Benim izahım ise :Ateistin hayali Süryani kahramanı , eğer Yahudi ise "işte size İbrani alfabesi" eğer Hristiyan ise "işte size Süryani alfabesi" diyerek her iki ihtimalde de bu teorinin sağlandığını öne sürülmüş..Ama bizim ateist arkadaş bu birbirine hiç benzemez 2 alfabede aynı iki kelimenin nasıl benzeştiğini hiç sorgulama lüzumunu hissetmemiştir..
    Neden ?
    Vardır bir hikmeti!. Sevan gaybı bizden iyi bilir!..Sevan'ın ilmi sonsuzdur!!!..Sevan dediyse o doğrudur , doğruluğunu tartışırsan günah alırsın!..Sevan'ın hikmetinden sual olmaz!..Çok sorgulama sapıtır ve müslüman olursun!..
    Bu sebeplerden mi?
  23. 3. Aslında şıp demiş burnundan düşmüş gibi gösterilen harf gruplarının oluşturduğu şekilsel bütünlükler birbirine benzemiyor.."Süryani yazısında Decius (Deqyus) ve rakîm şöyle yazılıyor:"
    ܖܩܝܤ dqys
    ܪܩܝܡ rqym
    denilerek verilen şekilde 2. ve 3. harfler zaten aynıdır..Son harf ise görüntü olarak tamamen farklıdır..Zerre miktarınca benzeme yok..İlk harfi ise konuyu ne kadar yüzeysel hazırladığını ispat edercesine yanlış vermiştir..Doğrusu Süryanicedeki d harfinin altında bir nokta olduğudur..Evet bu harfte bu şekliyle benzeşme var ama bu neyi kanıtlar ki? Son harf tamamen farklı ..
    Nişanyan'ın verdiği d : ܖ gerçek d: ܕ
    s:ܤ ve m: ܡܡ bu iki harf arasında göz yanılmasına sebebiyet verecek bir benzeşmenin aranması ise tam anlamıyla komedidir..İkinci bir ihtimal ise günümüzdeki ateistler bu ayrı dünyaların harfleri arasında benzerlik kurduğu gibi Hz. Muhammed'e hikayeyi elindeki yazılı kaynaktan okuyan Süryani kardeşimiz de ateist olduğu için bu ikisini birbirine karıştırmıştır. "Bak buna bi şey demem...Çok mantıklı aga bu!" At çöpe..."Aynı alfabenin Yahudilerce (ve muhtemelen o dönemde Araplarca) kullanılan biçiminde benzerlik daha belirgin."
    דקיס dqys
    רקים rqymd ile r arasındaki benzerliğin bir benzeri aynı alfabede d ile z arasında da mevcuttur. (5)
    d: ד , z: ז
    Gelelim s ve m'ye:
    s: ס , m: מ ם
    (6)Bir kaynaktan daha alıntılayalım:
    ס – sameh – S
    מ – mem – M (7)Başka birtane daha;



    (8) Görüldüğü gibi İbranicedeki sameh ve mem harflerinin farklılığı Nişanyan'ın verdiği gibi kıl farkıyla değil daha fazladır..
  24. 4. Kimmiş bu hikayeyi anlatan Süryani ?..Nişanyan'ın daha Risaletin başında vefat etmiş Varaka gibilere işaret etmesi ne gülünçtür! Bir teori öne sürünce onu destekleyici detaylar verilmeliydi.Varaka bin Nefvel Nübüvvetin ilk yılında ölüyor..Onun isminin zikredilip Süryanice bilenlere örnek verilmesi atmasyon veya çaresizlikten olsa gerek..:
    "Muhammed bin Abdullah'ın ilk vahyini Varaka bin Nevfel' e açıklamasından kısa bir süre sonra Varaka bin Nevfel vefat etti. Vahiyler de 3 yıl süreyle kesintiye uğradı. Bu durum İslam kaynaklarında Fetretü'l Vahiy olarak adlandırılır." (9)
    Dönemin coğrafyasında okuma-yazma bilenlerin sayısının parmakla gösterilecek kadar az olduğu malumdur..Sayıları bu kadar az olan "olağan şüpheliler"den hangisinin işe karıştığı daha net işaret edilmeliydi..

    5. a-Nişanyan'a göre hikayeyi anlatan/uyduran detayları bilmiyor..
    Bir hikayecinin amacı milleti kandırmak ise hikayeyi inanılır değil şüpheli kılmaya çalışmasındaki gaye ne olabilir? Bunun mantıklı izahı olamaz..
    Nişanyan bir yandan Hz. Muhammed'i (s.a.v.) , Allah'a yalan isnadıyla suçlarken diğer yandan onun anlattığı hikayenin bilinmezlik üzerine kurulduğunu söylüyor..
    Oysa Yedi uyurlar , Efendimizden (s.a.v.) çok önceden beri tarihte bilinen bir hikayedir ve bu hikaye üzerinden milleti kandırmak isteyen biri yedi rakamını bozup 3 müydü 5 miydi gibi bir anlatım taktiğine girmez..
    b- Mademki Hz. Muhammed (s.a.v) Allah'a iftira ederek Allah'ın (c.c.) demediği şeyleri ona izafe ediyor..Bundaki amaç insanları yazdığı bu kitapla kendine bağlamak olabilir.
    Kendini ve inananları acındırıp elde ettiği o duygu yoğunluğunu düşmanlarının üzerine yönelterek onları geri püskürtmede kullanmak isteyecektir..Bu durumda Ashab-ı Kehf hikayesini seçmesi gayet yerinde bir tercihtir..Çünkü Kehf Suresi inananların maddi güç ve güç dengesi açısından zayıf durumda olduğu Mekke dönemine aittir..Şartlar tam bu vaziyette iken ne beklenir?Ashab-ı Kehf -İnananlar ve Decius-Mekkeli Müşrikler alegorisiyle İnanan insanları daha bir kenetlemek , Mekkeli Müşrikleri kötülemek , alçaltmak ve taraftarlarının sayısını bu türden göndermelerle artırmak..Müşriklerin yerilmesi için bundan güzel fırsat olmamasına rağmen zalim Decius'un (Trajan Decius, 34. Roma imparatoru ) yaptığı kötülüklerden ve vasıflarından bahsedilmiyor..Toplum mühendisliğine ve toplumu etkileyip onların ilgisini kendi üzerinde odaklamaya çalışan biri böyle yapmamalıydı..Allah adına yalan söyleyen kişi hikayeyi kendi menfaatine yönlendirme adına böyle mi anlatır yoksa bin bir türlü yalanla , duygu sömürüsüyle , sloganik cümlelerle , lafı Mekkeli "Müşrikler Decius gibidir" demeye getirmez mi?
    c- Diğer taraftan ,
    Madem ki yalan söyleyerek kişileri yanına çekeceksin , oluşan kutuplaşmayı daha da belirgin hale getireceksin , safları sıklaştıracak , onları alışık olduğu bir sosyal çevreden koparıp yepyeni ve merkezinde sen ve yalanların olan ayrı bir dünyaya bağlayacaksın , anlattığın hikayelerin daha net ve daha eksantrik olması lazım değil mi?
    Tam tersine "kimi der 3 kimi der 5 , birçoğu 7 , doğrusunu ben bilirim onların sayısı 9 dur" gibi demek daha çarpıcı olmaz mı?
    Hikayeyi süslemekte kullanılan muhakemenin pek de yüksek bir levıla hitap etmediğini söylemek durumundayım..
    Yanıtlar
    1. <<

      4. Kimmiş bu hikayeyi anlatan Süryani ?..Nişanyan'ın daha Risaletin başında vefat etmiş Varaka gibilere işaret etmesi ne gülüençtür! ...



      Madem ki hikayenin Süryani yanlış okumasına alet olan versiyonuyla gerçeği arasında çok önemli farklar var..Soruyu soran ve Hz. Muhammed'in hatasını 4 gözle araştıran Yahudiler ve kurnaz Mekkeli Müşrikler neden itiraz etmemiş ve ortalığı ayağa kaldırmamışlardır ?..



      >>


      Waraqa b. Nawfal ilginç bir şahsiyet. Hadis İncil'i "Hıristiyan" yazısıyla değil, "İbranince" yazdığını söyler. Bu Köşeli Yazıyla, yani İbrani yazıyla Yahudi Aramicesi olabilir. Son zamanlarda yaygın bir kanaate göre Waraqa b. Nawfal bir Yahudi Hıristiyandı. Bunlar bize inen raporlara göre ancak Matta İncil'inin bir versiyonunu "İbranice" olarak tanırlarmış. İslam'da da "İncil" tekil olarak geçer. Diğer bir teori ise bu sadece Waraqa b. Nawfal'i İncil'i Hz. İsa'nin diliyle "hakiki"İncil'i bildiğine dair sadece bir yakıştırma olduğudur.

      ar-raqīm'i Decius olarak idrak etmenin problemlerini anlattım. Birisi Hıristiyan bir masalın Arami Köşeli Yazıda olması idi. Yahudi Hıristiyanlar ihtimalinden bahsetmiştim. Torrey (1933) Kur'an'daki hikayenin ve umumi olarak Kehf suresinin Yahudi menseli oldugunu iddia eder. Gene bence zayıf ihtimal ama Jewish Encyclopedia "Ephesus" maddesinde bu dikkatimi çekti:

      <<

      ... The legend of the Seven Sleepers, connected with Ephesus, which has also been adopted by the Koran, is an episode in the Jewish accounts of the life of Jesus (Krauss, " Leben Jesu nach Jütidischen Quellen," p. 198).

      BIBLIOGRAPHY : Grätz, Gesch. 4th ed., 111. 174,186,228; Schürer, Gesch. 3d ed., 111. 12,81; Krauss, Lehnwörter, ii. 14: Ancient Greek Inscriptions in the British Museum, iii. 2, Nos. 676,
      677.

      >>

      Torrey (1922) vaktiyle uyurlar sayısı hakkında ihtilaf olduğunu söyler ve Hz. Muhammed'in hikayeyi iyi bildiğini iddia eder:

      <<

      It is plain that the Prophet felt "shaky" as to some details of the story ; yet it is quite evident on the other hand that he had heard it in a complete version, and knew it well. There was indeed variation in the versions current at that time as to the number of the sleepers ; for example, a Syriac manuscript of the 6th century gives the number as eight (Wright's Catalogue of the Syriac MSS in the British Museum, 1090).

      >>

      <<

      Yok hayır, Kuran yazarı kimse, Allah veya Cebrail veya Muhammed “Süryanice metni yanlış okumuş” gibi bir sonuca varmıyoruz hemen. ...

      ...

      Madem ki hikayenin Süryani yanlış okumasına alet olan versiyonuyla gerçeği arasında çok önemli farklar var..Soruyu soran ve Hz. Muhammed'in hatasını 4 gözle araştıran Yahudiler ve kurnaz Mekkeli Müşrikler neden itiraz etmemiş ve ortalığı ayağa kaldırmamışlardır ?..
      Tarih bize bu konuda hiç bir şey nakletmiyor..

      >>


      ar-raqīm kelimesinin menşei ne olursa olsun, bunun gibi güçklüler Kur'an'daki birçok kıssa için söylenilebilir. Kıssaların Kur'an'daki şekilleriyle Ahd-i Atik ve Ahd-i Cedit'teki şekilleriyle esaslı farklar ve tezatlar var, özel isimler de umumiyetle gayri muntazam Arapçalaştırılmıştır. Mesela Şam ve Irak Hıristiyan Arapları ibadette Hz. İsa için يَسُوع yasū` (ş > s değişikliği olduğu için eski bir kelimedir), Kur'an'da ise عِيسَى `īsä olarak geçer. Bunları Hz. Muhammed'in hatasına atfetmektense 7 yy. başı Hicaz'ın dini seviyesine dair delil olarak ele almak lazım. Kur'an'ın da Şam veya Irak gibi dinler açısından merkezî bir yer yerine Hicaz gibi talî bir yerde meydana geldiğini kabul etmek lazım.
  25. 6. Sevan'ın teorisi kendi bakış açısıyla bile rasyonel ve anlaşılır değildir..Decius ve Ashab-ı Kehf anlatılıyor ve hikayenin başlığı böyle atılıyorsa zalim Decius hikayenin neresinde?Ali ile Veli diye bir hikaye başlığın olsun..Sen bu hikayenin içeriğinden ne beklersin ?.Sadece Ali'nin anlatılıp Veli'den hiç bahsedilmemesi mi? İşte teorinin çöktüğü önemli noktalardan biri burası ..Ashab-ı Kehf anlatılıyor ama Decius'tan hiç bahsedilmiyor..Oysa hikayenin başlığı Sevan'a göre Ashabı Kehf ve (yanlış okuma sonucu raqime dönüşen) Decius..
    Madem öyle hani bu Decius? Kehf suresinin mealinin linkini veriyorum..Decius hikayenin neresindedir bulan varsa söylesin :
    http://www.enfal.de/melmalili/kehf.htm

    7. Sevan'a göre ;hikayeyi anlatan uyanık , bu çok meşhur hikayenin ana kahramanını bilmemektedir..
    Ana kahraman olan kötü adam Decius'un ismini bilmeyip sırf yazılı malzemesinden okuması ,Hz. Muhammed'in bu hikayeyi sorgulamadan Kitabına (Ateistin mantığıyla konuşuyorum) alması (ki Hz. Muhammed Batılı araştırmacılara göre bile zeki bir insan olduğu kabul edilir ) senaryoyu/hikayeyi hep Yeşilçam standartlarına çeken unsurlardır.

    8. a- Yedi uyurlar hikayesinin orijinalinde köpek yoktur.
    Hikayeyi bir yerden araklayan kişi aslına ilave yapıldığında bu hikayenin bir şekilde kendi aleyhine döneceğini hesap eder.
    Burada anlatılan vaka ile yedi uyurlar veya M.Ö. ki bir zamanda ,Yahudi kavmi içinde yaşanmış benzer bir olayın anlatılmış olması muhtemeldir..
    Kurandaki kıssanın herhangi bir kıssayla özdeşleştirilmesi kesin değil sadece bir ihtimaldir..
    b- Ayrıca;
    250 (Decius'un iktidarı) +309=559 Efendimizin (s.a.v.) doğumuna çok yakın bir tarih..
    Bu tarih Mekkeli Müşrikler için de sorgulanabilir , araştırılabilir bir tarih olduğuna göre Süryaninin birinden aldığı bu hikayeyi kendi yanlışını açık edecek bu net detay üzerine neden oluştursun ? (tabi bazılarının 309 Allah'ın böyle diyenleri hikaye etmesidir..Allah'ın ilmindeki rakam değişiktir demesi tefsirlerden sadece biridir..Ancak görünen o ki ayet 309 yıl anlaşılmaya daha müsait..)
    9- Bu hikâyenin ve Peygamberimize (s.a.v.) indiriliş nedenine ilişkin olarak, Yahudilerin Mekkeli Müşrikleri bu iki hikâye ve Ruh hakkında Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- birtakım sorular sormaya teşvik ettikleri veya Mekkeli müşriklerin Hz. Peygamberi sınamak için yahudilerden kendilerine bazı sorular öğretmelerini istedikleri anlatılır.
    Yani Yahudilerden test sorusu mahiyetinde istenen bu konu hem Yahudilerin hem de Mekkeli Müşriklerin üzerine dikkat kesildiği , acaba doğru cevap verebiliyor mu denilecek bir konudur..Şimdi şu soru teorinin belini kırmaktadır:
    Madem ki hikayenin Süryani yanlış okumasına alet olan versiyonuyla gerçeği arasında çok önemli farklar var..Soruyu soran ve Hz. Muhammed'in hatasını 4 gözle araştıran Yahudiler ve kurnaz Mekkeli Müşrikler neden itiraz etmemiş ve ortalığı ayağa kaldırmamışlardır ?..
    Tarih bize bu konuda hiç bir şey nakletmiyor..
    *
    (1) http://nisanyan1.blogspot.com/2013/09/yedi-uyurlar-ve-bisey-bisey.html
    (2) http://www.youtube.com/watch?v=6DTj657M06g
    (3) http://nisanyan1.blogspot.com/2013/09/yedi-uyurlar-ve-bisey-bisey.html
    (4) http://www.youtube.com/watch?v=6DTj657M06g
    (5) http://en.wikipedia.org/wiki/Syriac_alphabet
    (6) http://tr.wikipedia.org/wiki/S%C3%BCryani_alfabesi
    (7) http://ibraniceogreniyorum.blogspot.com/2008/10/ibrani-alfabesi.html
    (8) http://www.ancient-hebrew.org/7_home.html
    (9) http://tr.wikipedia.org/wiki/Varaka_bin_Nevfel
    Yanıtla
  26. Kur'an-i Kerim'de ilk ayet 'Oku!' yani arastirmanin, okumanin sinirlari yoktur. Din kitaplari benim icin daha cok inanc icin önemli asil hakikate varana kadar. Din bilgim cok zayif, geleneksel. Yukaridaki rkm'dan yola cikilarak cok guzel bir arastirma yapilmis, belki de bu arastirmalara kusecek inanirlar cok. Insan alismis olduklarindan hemen vazgecemez. Arapca-ibranice-aramca vb karisimlarindan yanlis yazilim ve telafuzlerinden ortaya cikacak hatalar ya da yeni kelimeler olabilir. Örnegin Allah kelimesi Ibranice ya da arapca okundugunda Isa, Isha vs okunmakta..Bu yeni bir bulgu degil ama gecmis peygamberlerle pekistirildiginde cok ilginc..Tanri var mi, yok mu? Asil sadece Tanri ateisttir yani Tanri'nin Tanri'si olmaz vs..Bilimde geri kaldikca insanoglu cogu seyleri aciklamayacak ya da yanibasimizdaki yuz-yildir bir yanitin daha sonralari farkina varacagiz. Internetle birlikte kutsal kitaplarin bilimsel,felsefik, sosyal yorumlari daha cok gelisecek..Bu magara olayinda anlatilmak istenen tekrardan dirilis, uyanis, uyanma vs..kimilerimiz 15 yasinda, kimilerimiz 20,30 kimilerimiz 40 yasindan sonra uyanir ( tecrube vs )..kimilerimiz öldukten sonra uyanacaklar..konu uzun. tesekkurler
  27. Herkes ciddiyetle detayları tartışmış ama kimse sormamış. Yani? :) Hocam ismin Kefeştetayyuş veya Konstantiniyyuş olmasının konunun kendisiyle doğrudan ne ilgisi var? Biraz fazla argümancılık oynuyorsunuz gibi görünüyor. Yani argümanlara sapıp konunun özünü kaçırıyorsunuz.

    İsim Konstantiniyyuş olabilir; gayet normal. Bunda şaşılacak ne vardır? Her dilde benzer deyiş farkları oluşur. Şimdi Arapça'da Ahmad olan ismin Türkler tarafından Ahmet olarak telaffuz edilmesi, Ahmetlerin gerçekliğine bir halel mi getirdi? Bak burada bir harf değişik yazılmış, bu Ahmetler demek hep sahteymiş, gerçekte böyle birileri yokmuş mu diyeceksiniz?

    Aslında bununla ilgili daha fazla şey söylenir fakat zaten yeterince absürd bir noktaya getirilmişken daha ileri gitmekten başka bir şeye de yaramaz.

    Bazı ateistler dinlerin birbirlerine benzemelerini, o an hedef seçtikleri din için bir antitez kabul ederler. Örneğin o an hedefte İslam varsa; "kardeşim örtünmek, sünnet vb hep Yahudilikten kopya" derler. Ben buna argümancılık diyorum. Esasta kendi kendini küçük düşürmekte ve komik bir mantık hatasına düşmektedir. Şöyle anlatayım; sizin öğretmeniniz size her zaman aynı matematiği öğretir. Her sınıfta belki değişik bir cümle kullanır, fakat sonuçta matematik aynı matematiktir ve 2 + 2 her zaman 4 edecektir. Öyleyse diğer sınıftaki öğrencilerin kitaplarına bakıp "siz bizden kopyalamışsınız" demek çok ahmakça olacaktır. En kaba tabirle bu durum, konunun özünü kaçırmak, gerçekte verilmek istenen öğretiden hiç nasip alamamış olmaktır.

    Buraya varana kadar çok daha meşhur örnekler var Sevan hocam, siz çok geç kalmışsınız. Örneğin Hz. Ali'nin İslam öncesi kaynaklarda adı "İliyya" olarak anılmış ve henüz kendisi hiç doğmamışken yüzlerce yıl öncesinden yazılmış karakteristiğe ve özelliklere nokta atışı olarak sahip olmuştur. Yani ortada çok daha ciddi, elle tutulur ve çarpıcı örnekler varken böyle absürd isim benzerlikleri üzerinden konunun dışına çıkmak bir araştırmacı için maalesef çok tecrübesizcedir.
  28. Yeni bir kitap çıktı. İsa'nın Şahitleri Bitmeyen gizem, Ashab-ı kehf.
    Yazar, Ashab-ı kehf'in Hz. İsa'nın bazı havarilerden oluşan bir gurup olduğunu,
    Rakim ashabının ise, şehirden kaçan 6 Musevi olduğunu söylüyor.
    Bu bağlamda Rakim, birlikte kaldıkları mağaranın duvarına konan ve 6 Musevi (sonradan Hıristiyan olan) gencin hikayesinin anlatıldığı kitabedir.
  29. yazılanların çoğunu okudum. mağara uyurları hindistandaki budist rahiplerce de eskiden beri bilinir. dünyada sayılı mağarada azot bulunmaz. azot olmaz hava molekülleri ozon gazı ile birbirine bağlanır. bu tür yerlerde ozon gazı ile bağlanmış su da (O3O) mevcuttur. Buna abı hayat diyorlar. Ozon gazı hücreleri genç tutar. Azot deformasyonlarını absolbe eder....Ozon gazına aşırı maruziyet hücrelerde parçalanmaya sebep olur.Hücreler yaşam koşullarının uygun olduğu yerde çoğalmayı ve evrimi (üremeyi), yaşam koşullarının uygun olmadığı yerde ölümsüzlüğü (algılanamaz varoluş)seçer. Ozon gazının hücre parçalanmasını engellemek için vücuda ozon gazı yakınında fotosenteze tabi olmuş bitkilerin girmesi gereklidir.Bu mağaralar çok yüksek yerlerdedir ve içerisi korkunç bir sisle kaplıdır. İnsan böyle bir mağarada yüz yıllarca yaşlanmadan hayatta kalır.
  30. Sevan reyiz sana ilginç bi ayrıntı vereyim; mağarada 7+1 canlı vardı, kehf suresinde de ehadâ kelimesi 8 kez geçer, malum ehad 1 demek, atayizlerden açıklama bekliyorum :)

Alaturka nağmeler

$
0
0
"Almanya'da yabancılara Türk sanat müziğini anlatırken "türkische Kunstmusik" diyoruz. Türk Sanat Müziği ismi sizce uygun mu? Yoksa bu da uydurulmuş bir isim mi?"

"Türk sanat müziği" TRT'nin yanılmıyorsam 1960'larda, hatta 1970'lerde uydurduğu bir bürokratik kamuflaj tabiridir. Sanat olmayan müzik mi var? Varsa hangisi?

Bence bu kasten yanıltıcı başlık altında birbiriyle alakasız üç müzik türü bir araya getiriliyor. Aralarındaki ilişki aşağı yukarı Beethoven ile Beatles arasındaki kadardır - aynı coğrafya, benzer perde dizileri, o kadar.

Birincisi Osmanlı saray müziği, osmanische Hofmusik diyelim, 17. yüzyıldan ya da Lale Devri'nden 1850-60'lara kadar. Rafine ve hoş bir müziktir. Zevkle dinlenir. Çağdaş Batı müziğine oranla ifade yelpazesi ve keşif cüreti çok kısıtlıdır. "Ne zarif bir dil, keşke söyleyecek bir şeyi olsaydı" dedirtir.

İkincisi geç Osmanlı pop müziğidir. 1860'lardan 1930'lara kadar sürer. Fesle çağdaştır. İstanbul orta sınıflarının popüler eğlence müziğidir. Batıda o devirde ortaya çıkan "Yüksek müzik" (Wagner, Mahler, Schönberg ...) ile şanson ve kabare ve müzikhol müziği ayrımında net bir şekilde ikincisine tekabül eder. Şevki Bey ve Tanburi Arif Beylerle başlayıp Lemi Atlı ve Münir Nurettin'e kadar devam eder. Hoş popüler melodileri ve hayli basit bir duyarlılığı vardır. Nostaljiktir. Rakıyla iyi gider. 

Üçüncüsü 'proto-arabesk' diyebileceğimiz 1930-1970'ler meyhane müziğidir. Gerek güfte, gerek beste kalitesi açısından ("ben seni ellerin olsun diye mi sevdim") ülkenin o devirdeki gerçeklerine uygun, feci bir bayağılığın temsilcisidir. 1970-80'lerde kalite bakımından biraz evrilerek arabesk müziği doğurmuştur.

Nevzat Atlığ yönetiminde TRT korosu tarafından asık suratlı, kaskatı bir taşra ciddiyetiyle icra edilmek dışında bu üç müzik tarzı arasında ne gibi bir ortaklık olabileceğini anlamaktan acizim. Makam dersen, Madonna ile Beyonce'nin de do majör ile la minörden şaştığını duymadım. Sırf bu yüzden onları da çağdaş Haydn mı sayalım?

*
Madem bu mevzulara girdik, sor bakalım 19. yy sonlarında bir Osmanlı "yüksek müziğinin" (Rauf Yekta Beyin teorik çabalarına yahut Darülelhan bünyesindeki birtakım cılız arayışları bir yana bıraksan) gelişememiş olmasını nasıl açıklayacağız. Dede Efendi'den neden bir Brahms Efendi yahut bir Kemani Piyotr İlyiç türemedi?

Geç devir Osmanlı seçkin sınıfının, gerek ekonomik gerek kültürel özgüvenden yoksun, son derece dar bir zümre olması mıdır sebep? O küçük azınlığın da, özgün bir müzik geleneğini desteklemek yerine Batı müziğinin tüketicisi olmakla yetinmesi midir? (Keçecizade Fuad Paşa da, Damat Ferid Paşa da klasik Batı müziği hayranıdır; Mecelle müellifi Ahmet Cevdet Paşa kızlarına Avrupalı hocalardan piyano dersi aldırır.)

Rusya'da, Macaristan'da, hatta uyduruk Romanya'da, yerli gelenekle alakası olmadığı halde, Avrupai tarzda iyi besteciler çıkarken burada ilaç için bir tane çıkmamasının sebebi nedir? En üst tabaka Batı müziğine yönelirken, orta sınıfın o müziği benimsememesi, alaturka santimantal popla yetinmesi midir?

(Ne yerli, ne Avrupai "yüksek müziğin" yetişmediği bu topraklarda, yıllar sonra, 1930-40'larda, devlet serasında suni ilkahla alafranga besteci yetiştirme denemeleri yapılacaktır. Sonuç, Adnan Saygun'dur.)

Önemsiz sorular değil bunlar. Osmanlı medeniyeti neden çürüdü ve tükendi sorusuyla yakından bağlantılı mevzular. Ahir zamanda Osmanlı'yı ihya etmeye kalkışan fantezistleri de ilgilendirse gerek.

11 yorum:

  1. Sevan hocanın sualine cevap:

    Gene dinle alakalı. Avrupa Hristiyan medeniyetinde resim de, müzik de hatta tiyatro ve mimari de dahil, diğer nice sanatların kökeni kilisedendir. Evet gerçekten de bizim topraklarda orta sınıf tasvip etmediği için Avrupaî tarzda sanat kadük ve sakil kalmıştır. Günde 5 vakit ezan dinleyen, mescitte Arapça ilahi okuyan, teganni makamla okunan Kur'an ı tilavet eden bir milletteki Arab-esk aşkı ölmez. Suret zaten katiyen haram olduğu için ne resim ne heykel(=put) inkişaf etmez. Bunları, hat, tezhip, tezyinat ve resimvari minyatür ikame eder. Tabi az biraz coğrafyanın tesiri var. Ibn Haldun, " Coğrafya kaderdir " der. Türkiye’nin coğrafi pozisyonunun Ortadoğuda olması da onu Avrupa'dan uzaklaştırıcı bir unsur.
    Yanıtla
  2. Hak verdiğim noktalar olsa da: Müzikleri bu şekilde, "ideolojik" olarak karşılaştırmak ne kadar anlamlı? Batı müziğinde çok-seslilik var, bizim müziklerde kompleks ritmler ve makamların zenginliği. Batıda akademi var, bizde meşk sistemi. Ki onu da hiç hor görmezdim. Salih Bilgin gibi bir usta neyzen size 19. yüzyıla kadar 8 kuşak hocalarını ve hocalarının hocalarını sayabiliyor. Brahms efendi derken de beklentiniz en yüksek yere koyduğunuz Avrupa akademik müziği olsa gerek. Müzikleri "yarıştırmak" belki güzel bir yazı ekzersizi, ama müziğin numarası, birkaç notayla bütün bunları anlamsız kılması - ister Bach, ister Dede Efendi, ister o harika akademik çevrelerde yıllarca "primitif" olarak hor görülen Afrika müzikleri olsun.. (konuyla tam alâkalı değil ama Steve Reich'ın Hugh Tracey'nin ellili yıllarda Afrika'da yaptığı alan kayıtlarını dinlediğine adım gibi eminim). O yüzden, bu ilginç bir yazı olsa da ben cd-çalara bir "türk sanat müziği" albümü koyayım da pazarın keyfi çıksın. Müzik, hakkında ne yazılırsa yazılsın yine de daha güçlü çıkıyor, bu da yazarlara dert olsun.
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Şunu eklemek isterim: Bu zor şartlarda bloga yazı yazmaya devam ettiğiniz ve hatta yorumları yayınladığınız için teşekkürler. Takip ettiğim en nitelikli bloglardan biri. Her dediğinize katılmasam da, her yazı üzerinde düşünülesi ve ufuk açıcı. Emeğinize sağlık. Umarım yakında bu saçmalık biter ve özgürlüğünüze kavuşursunuz. Saygılar
  3. Sahip olduğunuz lisan ve kültür bilginizin fevkaladeliğine rağmen musiki hakkında bu derece sığ ve iptidai analizler yapmış olmanız düşündürücü olduğu kadar esef de verici. Daha önce hiç şaragan dinlememiş olmanız mümkün olabilir mi?
    Yanıtla
  4. Uydurulmayan isimmi var ki?

    Sanat, san at olmalı değil mi? Sanlık diye bir şey. Saygınlık, itibarlık, şanlık, ünlük, şöhrlük (şöhret).
    Yanıtla
  5. Hocam sizi yıllardır okuyorum takip ediyorum,size çok sövüyorum yalanım yok. Böyle arada sırada eleştiri yazasım geliyor karalıyorum bir bakıyorum tehditler alıyorsunuz,siliyorum tüm eleştirilerimi,yine tam güzel bir eleştiri yazmak istiyorum hop hapistesiniz. Yazı yazsam gayri ciddi yazarım,kimse takmaz ama olsun takan olur da diyorum bu mahallenin huysuz ihtiyarına karşı kullanır.

    Bende bu yüzden daha sığ eleştiriler yapacağım, bir taşlama yaparken gaydırı gubbak romanya demeniz çirkin olmuş konu ne ? Yazının amacı ne ? Verilen örnekler yazıya anlam katmamış,saldırganlık katmış. Gelelim konuya bunun bir çok sebebi olduğu zaten aşikar sadece din değil,işte bir burjuvazi olmadığından osmanlı'nın üst zümresini sadece bürokratların oluşturduğundan dem vurarak konu genişletilebilir,açılabilir,sosyal ve ekonomik yapısından örnekler vererek konu somut deliller ile anlamlandırılabilir vs.

    Sonuca da gelirsek mesaj vermek istediğiniz kesim zaten yazınızı algılamayacak. Bu elde var bir. Onun dışında Edward Gibbon okuyorsunuz acaba Roma'nın çöküşü müziksizlik le mi alakalı ? Veya Roma'nın yükselişinde ve çöküşünde müziğin ne gibi yeri ve önemi var ? Hiç araştırdınız mı ? Bu elde var iki. Bir üçüncüsü bu yazının sonucu olarak elitizm övgüsü çıkar,burjuvazi aşkı çıkar. Yüksek Müzik ne ola ki ? Ne kadar çirkin bir sözcük. Sanatın böyle tanımlanması elitist romantizmi olsa gerek.
    Yanıtla
  6. Sanat, sayat saymak saygınlık oluyorsa, o zaman sanat müziği, saygınlık müziği, saygınların müziği mi oluyor? Diğer müzikler saygınlığı olmayan insanların müziği.

    Müzik, neşe veren, üzgün olmayan, üzgünlüğü gideren ise, böylece sanat müzik, saygın neşelik filan oluyor herhalde.
    Yanıtla
  7. Türk sanat müziğinin kökeni Bizans müziği diye duymuştum, ne derece doğru bilemem, ama Yunanistan'da bir kilise ayini müziğinin nameleri türk sanat müziğine benziyordu ama çok seslisi...
    Yanıtla

Hapiste boş oturma çalış

$
0
0
Nişanyan Sözlük'te son aylarda yaptığım düzeltmeleri arkadaşlar dün ya da bugün sisteme yüklemiş olmalı. Bakın bakalım iyi olmuş mu?

*
22 Temmuz’da bilgisayar kullanmama izin verdiler. O günden beri haftada önceleri dört, sonra beş gün, günde 6-7 saat sözlüğüme çalışıyorum. Şakran'dayken kâğıt üzerinde de epeyce çalışmıştım. O notları sisteme geçirmek iki aydan fazla vaktimi aldı.

Esas yaptığım iş, her kelimenin Türkçe metinlerde tespit edebildiğim en eski örneğini alıntı olarak sözlüğe eklemek. Tabii bir tane alıntı bulmakla iş bitmiyor. Aşağı yukarı her kelimenin zaman içinde ortaya çıkmış birden fazla anlamı ve türlü nüansı var, onları da belgelemek lazım. Kelimenin telaffuzunda ve yazımında değişiklik olmuşsa onu da bazen göstermek gerekiyor. Türkçede bugüne kadar böyle bir çalışma yapılmamış. Yakınına bile gelinmemiş. Bu işin ağababası Oxford English Dictionary’dir, Victoria çağında bir tane deli adamın, Charles Ed. Murray’in eseri. Fransızca, Almanca ve İtalyanca’da da harikulade çalışmalar var. Başka dillerde varsa ben bilmiyorum.

Elimde 1545, 1680, 1835, 1876, 1900, 1924 tarihli Osmanlıca sözlükler ve TDK sözlüğünün 1945 ve 1955 basımları var. 4000 sayfalık Evliya Çelebi’yi, Fuzuli Divanını, Miratül Memalik’i, Codex Cumanicus’u, geçenlerde baskısı çıkan III Murad’a ait Kitabül Menam'ı taramayı bitirdim; şimdi Tacü’t-Tevarih'i çalışıyorum. Manyasizade’nin Gülistan tercümesi sırada. Aşıkpaşazade ve Kâtip Çelebi'nin güvenilir yeni yazı edisyonları var mı, bilmiyorum. Bilginiz varsa haber verin lütfen, işime yarar. Eski yazı olmuyor. Eski yazıyla bir tane kitap (Ahmed Şerif, Anadolu’da Tanin, 1909) taradım, çok fazla vaktimi aldı. Bir bakışta bütün sayfayı göremiyorum, mıy mıy mıy her cümleyi heceleyerek okumam lazım, olmuyor.

Sözlükte halen 14,744 maddebaşı var. 22 Temmuzdan bu yana 5,177 maddede toplam 12,485 düzeltme ve ekleme yapmışım. Daha doğrusu bunlar teker teker elle yaptıklarım. Search & replace ile yaptıklarımı, veritabanı manipülasyon programını kullanarak yaptığım otomatik işleri sistem saymıyor. Onlar daha çok yazım tutarlılığı ile ilgili işler, tırnak içinde tırnakları sistemleştir, alıntıda geçen maddebaşı kelimenin altını çiz, Almanca isimlerin ilk harfini büyüt, son harfi ye ile biten Arapça kelimelerin imlasını düzelt gibi şeyler. Sayılmadılar.

2,977 tane yeni alıntı eklemişim. Toplam alıntı sayısı böylece 9,357’yi bulmuş. Daha bir 10,000 tane kadar gerekir diye düşünüyorum; ideal toplamın 20,000 civarında olması lazım. Alıntı koymaya 2011’de başlamıştım. 2012’de Arsen, sonraki yaz Lora ve Bahar Cumhuriyet ve Milliyet arşivlerini taramada epey yardımcı oldular.

Yeni eklediğim maddebaşı kelimeler 226 tane. Bunların bir kısmı daha önce başka madde altındayken bağımsızlığa kavuşan derivatifler (atıştırmak, yolsuzluk, mülkiyet, ekşimik, yekpare, yekdiğer, saçma, götürü, senatör, garantör, kaldıraç, sevişmek, davetiye, lebiderya, halen, dezavantaj, dipçik, denizanası, yeniçeri vs.). Nişanyan Sözlük sade etimolojik sözlükten tarihî VE etimolojik sözlük olmaya doğru evrildikçe bu kelimeler de önem kazanıyor. Bugünkü anlamda davetiye ilk kez 1900’de kaydedilmiş. Sevişmek ta 1950’lere dek "karşılıklı birbirini sevmek" demek, seksileşmesi sonra. Lebiderya "denizin kıyısı" demek iken "deniz manzaralı" anlamına 1970'lerde evrildi. Denizanası Evliya Çelebi zamanında deniz amı diye geçiyor. Etimolojik anlamda, yani köken itibariyle ilginç kelimeler değiller. Ama tarihî açıdan fantastik, değil mi?

Komple yeni olanlar 147 tane:
adana (kebap adı), agronomi, akar2 (minik sinek), amniyosentez, badya, behram, beybi, bıcır, bık bık, bonibon, break (boks terimi, bilgisayar terimi, dans türü), bulak, business, celali, celebrity, cibayet, couture, cover, çekçek, çırmık, dağlıç, dıdısının dıdısı, dilrüba, dulda, dum duma, eciş bücüş, efil efil, eğrek, emülgatör, faseta, festekiz, fevç, fılatiir, fısür, freak, freelance, frustre, gözgü, gurk (kuluçkaya hazırlanan tavuk), hab (uyku), happy hour, harddisk, hassa2 (sad ile özellik, sin ile duyu), havai, helme/helmelenmek, helot, hemipleji, hık, hilti. hodbin, hohlamak, illuminati, implant, in cin, inkısar, istima, izbarço, junior, kabala2 ("toptan" anlamı ayrı, Yahudi batıniliği ayrı), kalcı, kannabis, kantara, kelli (gayri anlamında), kemane, keşşaf. kickbox, klark çekmek, kobi, kupez, kuşane, lamekân, lorta, loser, lounge, lutr, mansur, maskara2 (makyaj malzemesi), metretul, mirket, mozzarella, muhaberat (modern Arapçadan), muharrer, murabba2 (dörtgen ayrı, reçel ayrı), musannif, müşabih, müterakim, nasır, nim, ninja, niyabet, numeratör, nusret, oğul2 (arı şeysı), om, orsa, otriş (devekuşu tüyü), panadura (domatesmiş), panç, pelet, pıtırcık, post-it, prekarize, premium, queer, quiz, reha, rikâp, rödövans, rubu tahtası, sandre, sazende, shingle, sırtı (bir tür olta), sin2 (bir yaş, iki mezar), single, sitcom, siyak, slow, sorbe, stensil, stick, sureta, suzinak, sübliminal, süfla, sürümek, şah2 (şah damarı ve şaha kalkmak, hükümdar olan şahla alakası yok), şambre2 (bir tür kumaş ayrı, ılınmış şarap ayrı), şelişepik, şıpıdık, tegafül, tillah, tiye almak, toma (toplumsal olaylara müdahale aracı), topic, tutarık, über. vinyl, viral, wireless, x-ray, yelve, yuka, zero, zırtarmak.
Her gün gazeteyi elimde kalemle okuyorum, “nahann! bu yok bende” diye ara sıra zıplıyorum. Taraf'tan bir tane bile çıkmıyor. Buna karşılık Hürriyet çok cesur. Özellikle magazin sayfaları ve sektör ekleri birer hazine.

Nasır (elde ayakta olan cinsi) yokmuş sözlükte, iyi mi? 18 sene boyunca gözden kaçmış. İzbarço yahut helot veya kickbox niye yok sözlüğünde diye kimse laf etmez herhalde, ama nasır olmaması ayıp.

*
On iki küsur bin düzeltme dedim. Ciddi ve yüz kızartıcı cinsten etimoloji hatası beş-altı tane çıktı. Mesela sürre (Osmanlı zamanında hac kervanıyla Mekke’ye gönderilen hediyeler) sözcüğünde uçmuşum. Halikarnas Balıkçısı ekolüne uyup kaldırım kelimesine Rumca etimoloji aramıştım; o da besbelli yanlış. Feci sayılabilecek editör hataları da var tek tük. Mesela “cetvel” anlamına gelen mastar ile “fiil kökü" anlamına gelen mastar yer değiştirmiş.

Yaklaşık 50 kelimede beni heyecanlandıran yeni etimolojik derinlikler buldum. Her biri birer ikişer Kelimebaz yazısı değer. Sade son bir haftadakilere (13-17 Ekim) değineyim:

Pür neşe ve pür nur o mevki'deki pürFarsça, "dolu demek. Bu kadarı vardı sözlükte tabii. Olmayanı şu: Sözcüğün Hintavrupai orijinali *pln-os. (HAv /l/ Farsçada daima /r/ verir; Orta Farsça purn kayıtlı.) Latince plenus (dolu) ve İngilizce full (dolu) aynı kelime. Poligami'deki Yunanca polys (çok) aynı kökün türevi. 

Soytarı'nın aslı sa'terî, en az 18. yy’a dek böyle yazılmış. 1680 tarihli sözlükte "zıbıkçı avret” diye tanımlayıp şöyle açıklamış: mulier qui utitur instrumento zübuk modo explicato & se pro viro gerit, yani "zıbık adı verilen aleti kullanarak erkek rolü oynayan kadın”, anlam genişlemesiyle "rezillik, utanmazlık”. Arapça sözlüklerde sa'ter = “yapay penis, zıbık” diye vermişler. Klasik Arap sözlükçüleri Yunancadan alıntı olduğunda hemfikir imişler. Aslı tabii ki Yunanca satyros "1. Dionysos kültünde keçi ayaklı ve çıplak fallus ile tasvir edilen efsane yaratığı, 2. Eski Yunanda takma fallus taşıyan oyuncuların oynadığı gülünç ve müstehcen oyun.” 

‘Îd عيد bayram, özellikle Kurban Bayramı. Türkçede artık pek kullanılmıyor, ama mu‘ayede معايدة (bayramlaşma) sözüğünü hâlâ bilenler var. İslami teknik terimlerin neredeyse hepsi gibi Arapçaya Aramice/Süryaniceden alıntı. Aramice îd "1.yıldönümü, özellikle Hıristiyan geleneğinde yılın belli bir azize adanmış olan günü, yortu, 2. ay dönümü, kadınların ay hali, periyod”. ‘îddetâ bunun dişil hali, yine “ay hali” anlamında. Arapçası iddet “İslam hukukuna göre boşanan kadının bekleme süresi” olmuş. (Aramca fiil kökü ayin daleth. Arapçadan farklı olarak Aramice, iki harfli köklere izin veriyor ve fiil çekimi buna göre yapılıyor. Arapça gramer üçlü kökü zorunlu kıldığından, birinin kökü ayın ya dal, diğerininki ayın dal dal sayılmış, ikisi arasındaki anlam ve köken ilişkisi gözden kaybolmuş.)

ArifeArapçası ‘arefe. Geleneksel Arap filolojisi burada iyice sapıtmış. Sözde Arafat dağından gelirmiş, Kurban Bayramını müjdeleyen boru o dağda çalınırmış, falan filan bir sürü palavra. Oysa hepimizin bildiği İbranice (ve Aramice) ‘erev “şabat arifesi” demek, yani “Yahudilerce kutsal sayılan Cumartesi gününden önceki akşam ve o akşam yapılan tören”. Sözcüğün esas anlamı “gün batımı, akşam”. Beth harfiyle ‘ereb ערב yazılıyor, ‘erev okunuyor; “batmak” fiilinden geliyor. Bittabii, bir Sami dilinde, muhtemelen Fenikecede “Batı” anlamına gelen ‘erebâ = Europa sözcüğüyle kökteş.

Put anlamına gelen sanem yine Arapçaya Aramiceden alınma bir sözcük. Aramice sad, yani kalın s harfiyle Selem Yahudilere göre “put, Musa’nın lanetleyip kırdığı kutsal inek tasviri”, Hıristiyanlara göre “aziz tasviri, ikona”. Aynı Slm kökünden gelen diğer kelimelere bakıyoruz: "kara", "koyu renk", "koyu renkli boya ile boyama", "karalama", "gece karanlığı" vs. Kalın s ile Salmoth, hem İbranice hem Aramice “karanlık”. Belli ki kara > kara boya > boyalı resim gibi bir anlam evrimi olmuş. Salmoth dedik, biz bu kelimeyi tanıyoruz. Aynı kökün öz-Arapça biçiminden, kalın za ile Zulmet = “karanlık”. Genel kural, karşılaştırmalı Sami fonolojisine dair her makalenin ilk üç beş sayfasında karşına çıkar: öz-Arapça üç ayrı ses, kalın sad, kalın za ve kalın zad/dad, Aramice ve İbranicede tek sad sesini karşılar. Budur.

Bunlar göz kamaştırıcı olanlar. Daha sıradan yüze yakın ufak inci sayabilirim, hepsi son bir haftanın rekoltesi. Mesela nakış Arapça “çizim”, ama en dipteki anlamı “çalma, vurma, bıçak vurma”. Münakaşa aynı kökten, “çatışma, vuruşma”; “karşılıklı birbirinin karizmasını çizme” diye de yorumlayabilirsin, o da çizim sonuçta.

Atmosferdeki sfer “küre” demek, ama orijinal anlamı “şişkin şey, top, balon”. Yunanca spairô (üflemek, solumak) fiilinden. Elbette Latince spiro (solumak) ve spiritus (soluk, nefes, ruh) ile eşkökenli.

Siyonizme adını veren Kudüs’teki Siyon tepesi esasen “işaret için konulan taş yığını” demekmiş. Arapça ortak kökten Sawân “taş yığını, çakmak taşı madeni”. Kuru taş yığını için savaşıyorlar, evet.

Sinkaf değil ince k ile sinkâf olacak, nasıl farkına varmamışım hayret. İki ayrı şambre var, biri kumaş çeşidi (chambray), öbürü oda sıcaklığına ılınmış şarap (chambré).

Bilardo İtalyancadan değil Fransızcadan alıntı. En erken 1835 tarihli Kieffer & Bianchi sözlüğünde buldum. O devirde çift sessizle biten Fransızca maskülen kelimelere +o eklemek usulden.

Fransızca tıp ıstılahında kyste (kist, su dolu torbacık) ve cyste (mesane, yani sidik torbası) ayrı yazılıyor, yoksa ikisi aynı Yunanca kelime. Sistit (cystite) kist iltihabı değil, mesane iltihabı.

Türkçe sömürmekaslen geniz n’siyle söŋürmek "hapır hapır yemek, yalayıp yutmak" demek. Aynı kelime İç Anadolu ağızlarında soŋurmak olur. 1920’lerde bunu duymuşlar, soğurmak diye Öztürkçe’nin dağarcığına ayrı fiil olarak eklemişler. Frenkçe absorber karşılığı, ki esasen o da ‘'çiğnemeden yutmak" demektir.

Antik Yunanca ksystra “1. ahşap yontma bıçağı, 2. kumaşın havını sıyırma bıçağı." Bizde şimdi “ahşap yontma aleti” anlamında sistre var, Yunancadan alıntı. Acaba Farsça ustüre de oradan alıntı olabilir mi? Orta Farsça gstura ve wstura biçimleri vardı diye hatırlıyorum, ama kaynaklar elimde değil. Kesin bir şey söyleyemem. Fransızca bisturi (keskin cerrah bıçağı) Şark dillerinden alıntıdır, nihai olarak Farsçaya dayanır.

*
Etimoloji ile ilgili olanlar böyle. Demin söylediğim gibi esas yoğunlaştığım bunlar değil, tarihi evrim.

Mesela “nefes kesici” anlamına gelen Arapça şahîkten şahika “dağ zirvesi” ilk kez 1890’larda görülmüş. Şair icadı olmalı.

Şaka esasen “incitme, can acıtma”. Evliya Çelebi’de “kaba ve gürültülü eğlence” anlamında geçiyor. Daha nötr bir anlama 18. yy’da kavuşmuş olmalı.

Sözcük ikinci kuşak Dil Devrimi ürünüdür diye biliriz, 1960’lardan önce görülmez, Nurullah Ataç'ın bildiği kelimelerden değil mesela. Ama bak, 1680 tarihli Meninski’de var. Vocabulum demiş, söz’ün küçültme hali, “kelime” anlamında.

Seyir ve seyeran Arapçada “yol alma, yürüme, promenad” demektir. 1330 tarihli ilk Türkçe örneğimizde aynen öyle. Ama 1680’e geldiğimizde “gösteriye bakma” anlamı ortaya çıkmış bile. Türkçeye has bir derivatif anlam.

Serseri aslen isim, “başıboşluk” demek. Sıfat olarak kullanımı avam dili, 17. yy’a doğru.

Serv 19. yy’a dek standart. Evliya'nın bir iki yerde kalemi sürçüp selv yazmış. Selviancak 1900’da kayda geçmiş, o da “feci yanlıştır, sakın öyle demeyin” makamında.

Senyör “feodal derebeyi”, Fransızcadan; sinyor Can Bartu’nun lakabı, İtalyancadan; senyor Meksika’da hitap sözü, İspanyolcadan.

Saye “gölge”. Mecazi kullanımını tam tarihlendiremedim. Tacü’t-Tevarih’te (1574) “etkili bir kişinin nüfuz alanı” anlamında birkaç kez geçiyor. Hazreti padişahî sayesini penah edindi demek, onun “gölgesine” ya da “nüfuz alanına” sığındı demek, “onun yüzünden” ya da “ondan ötürü” gibi bir anlamı henüz var mı? Çıkartamadım.

Sarfüç anlamını ayır, üçünü ayrı ayrı örnekle. 1. sarfı-ı nazar etmek, 2. para sarf etmek, 3. Arapça gramerde morfoloji.

Sanat sözcüğünün halk arasında zanaat diye söylendiğini Meninski belirtmiş, tahminimden 240 sene erken.

Santur Arapça sözlüklerde yok. Osmanlıcada 1790’lardan önce görülmüyor. Arapçadan değil direkt Rumcadan mı alıntı acaba?

Santrifüj iki ayrı anlamda örneklenmeli. 1. merkezkaç (kuvvet), 2. bir tür motor.

'“Dakikanın altmışta biri" anlamında saniye 1870’lerden önce piyasada görünmüyor. Saatlere üçüncü ibre ilk ne zaman takıldı acaba? Kolunda öyle bir gösterge yoksa kavram olarak varolması çok güç. An olabilir, ama saniye sayılabilir bir şey.

Salt (mutlak) ile salmak fiili arasındaki ilişkiyi aç, daha anlaşılır olsun. Mutlak ileıtlakkeza.

Salata esasen “tuzlanmış sebze, turşu" demekmiş; mantıklı. Eski insanlar yemeğin yanında ot yemez, turşu yer.
Sahne kelimesini Fr. scéne karşılığı olarak 1870 civarında kendisinin ortaya attığını
Şemseddin Sami yazmış; o cümleyi alıntı olarak ekle.
Sayfa ve sahife sözlükte iki ayrı madde olmamalı; birleştir.
Safi ve saf Arapça aynı kelime, tenvinle yazılır, bazen öyle bazen böyle okunur. Türkçede ayrışmış, ilki zarf İkincisi sıfat olmuş. Ne zaman olmuş, takip et.
Saçak eski Türkçede çatı saçağı. Kumaş saçağı ilk hangi tarihte görülmüş? Doğrusu rüzalet iken rezalet ne zaman çıkmış?
Rugan demek yağ demek, 1876’ya dek öyle. "Yağlı deri" anlamında ruganî sahtiyan’ın rugan'a, oradan rugan ayakkabıya evrilmesi 1900 civarı.

Raptiye ilk kez TDK sözlüğünün 1955 basımında görülüyor. Post-Osmanlıca.

*
Kieffer ve Bianchi'nin Türkçe-Fransızca sözlüğünün 1835 tarihli ilk basımını geçen sene internetten bulup indirmiştim. Üstünkörü hazırlanmış, sıkıcı bir sözlüktür. Meğer esas hazine birinci cildin Addenda’sında gizliymiş, farkına varmamışım. Şunlar orada bulduğum ilk kayıtlar:

abla, bilardo, çakı, çokolata, damacana, hamam böceği, işçi, pırlanta, rezene (raziyane yerine), zevzek (münasebetsiz kimse anlamında)

*
Bir yandan da geç devir Osmanlıcada üretilen bilimsel, teknik ve bürokratik tabiratı top'arlamaya çalışıyorum. Bir kısmını Arapça (ve çok az oranda Farsça) kökten türetmişler, bazen de varolan kelimelere yeni anlam yüklemişler. Enteresan olan şu ve sanırım daha önce sistematik olarak hiç incelenmemiş: 19. yy sonu ile 20. yy başlarında Osmanlı yazı dilindeki yenileşme, 1930-1970‘lerin Dil Devriminden hiç geri kalmıyor. Mantık ve yöntem bakımından ikisi birbirine son derece benziyor. Sadece biri Arapçayı, diğeri Orta Asya Türkçesini baz almış. Her ikisi de esas itibariyle Batı kaynaklı yeni kavramlara karşılık bulmaya çalışmış. İkisi de Batıdan gelen sele direnemeyip bir süre sonra pes etmiş.


Şimdilik 219 kelimeyi YO (Yeni Osmanlıca) diye işaretlemişim. “19. yy ve sonrasında Türkçe metinlerde ortaya çıkan Arapça-Farsça kökenli yeni kelimeler ve daha önce varolup da yeni anlam yüklenenler” yani. Daha işin başındayım. Listeye eklenecekler olabilir, eski örnekleri bulunup eksiltilecekler olabilir. Taslak diye bakın.
abide, ademimerkeziyet, adese (mercek), afaki (dayanaksız söz anlamında), ahize, akamet, ameliyat (cerrahi müdahale anlamında), anane (gelenek anlamında), ardiye, ariza (dilekçe anlamında), asabiye, ayan (senato anlamında), badire, becayiş, bedbin, bedii, belediye, berzah (kıstak anlamında), beynelmilel, beyzi, camia, cazibe (yerçekimi anlamında), ceriha, cinsiyet, daire (ofis ve apartman anlamında), davetiye, deha (genius anlamında), dehrî, dehşetengiz, devriye, duhuliye, ehemmiyet, ekalliyet, emrivaki, enfüsi, esham, fahri, fasile, ferik (tümgeneral), feza (uzay anlamında), fezleke, fıkra (makale anlamında), fırka, fiyat, gaita, hafriyat, halaskâr, halita, hariciye, harika, harikulade, harikzede, hars (kültür anlamında), hasıla, haşmetmeap, hemfikir, hemzemin, heykeltıraş, hükümdar, hükümran, hüviyet, içtimaiyat, idadi, idare (yönetim anlamında), iddianame, ifade, ifrazat, iğtişaş, ihtisas, iktisat, illiyet, imalat, indifa, infilak, infisah, inhisar (monopol anlamında), insiyak, intaniye, intiba (impression anlamında), intişar (yayınlanma anlamında), inzibat, iptidai, irtica, irtifak, İslamiyet, isticvap, istihsal, istimlak, istinabe, istinaf, istintak, istismar, işgal (askeri kontrol anlamında), itfaiye, karargâh, layiha, leff (belge attach etmek), leyli (yatılı öğrenci anlamında), liva (askeri rütbe), lubiyat, lüzucet, mahcuz, makale (gazete yazısı anlamında), makbuz (alındı belgesi), maliye, maliyet, mamafih, mania, maslahatgüzar, maşeri, matbu, matrah (vergi bazı), mazbata, maznun, mebus (parlamento üyesi), medeniyet, mefkure, mefruşat, meksefe, mermi, meşcere, mevkute, mihrak, muayede, muhabere, muhabir, muhacim, muharrir, muhayyile (imagination), muhik, muhrip (destroyer), muhteva, muhtıra, mukavva, mutlakiyet, mübadil, müddeiumumi, müdellel, müdür (yönetici), müessese, müessif, müeyyide, müfreze, mülakat, mülki, mümessil, mündemiç, münderecat, münekkit, münevver (entelektüel), münhal, müntehip (seçmen), mürebbiye, mürettebat, müspet (pozitif), müstafi, müstahsil, müstantik, müstatil, müstehlik, müsteşrik, müşahhas, müşir (mareşal), müştemilat, mütearife, mütehassıs, müvekkil, müzekkere, nazariye, nazır (bakan), nedime, nezaret (bakanlık), nikbin, nirengi, nüve, pederşahi, rakım (yükseklik), raptiye, redif (yedek asker), refika, rekabet (competition), rugan (cilalı deri), rüşeym, rüştiye, sahne, salise, sayfiye, şaheser, şahika, şatafat, şeniyet, şive (aksan), tabiiyet, tahkiye, tebellür, tecziye, tedrisat, tefrika (dizi yazı), teminat, tenasüh, tenkit, tensip, tereddi (yozlaşma anlamında), tesanüt, tesisat, teşebbüs (girişim anlamında), teşkilat, tevdiat, üstüvane, yeknesak, zabıta (polis anlamında), zafiyet, zaptiye, zührevi (cinsel hastalık anlamında).
Hepsi bu kadar değil tabii, daha binden fazla YO kelime var. Ama çoğu bugün kullanımdan düşmüş, o yüzden sözlüğe giremiyor. Bunlar az ya da çok hayatiyet gösterenler.
Hayatiyet? O da olmalı kesin, dur bakayım.

  1. Arapça'da put için " Vesen " kelimesi de var, ama ahşap put. " Sanem " daha ziyade taş ve metal putlar için.

    " Satyre " Fransızca, " sübyancı, oğlancı, sapık " manasında. Hatta Sait Faik'in " Kayıp Aranıyor (1953 ) " romanında, oğlan çocuğuna tecavüz eden bir Fas'lı yakalanıyor, bunu gören Fransız kadının biri " Il est un satyre " diyor
    Yanıtla
  2. Hocam (veya burayı okuyabilen ilgililer) sözlüğün sitesi çökmüş!
    Yanıtla
  3. Usta, Europe kelimesinin Sami kökenli olması olacak şey değil.

    Kelimenin ilk geçtiği yer Homeros'un Apollon'a ilahisi:

    http://www.perseus.tufts.edu/hopper/text?doc=Perseus%3Atext%3A1999.01.0138%3Ahymn%3D3%3Acard%3D225

    "both those who live in rich Peloponnesus and those of Europe and all the wave-washed isles..."

    Sözü edilen yer Peloponnez ve adalarla beraber anıldığına göre Avrupa kıtası değil. Muhtemelen Yunanistan'ın kuzeylerinde bir yer. Buralarda Fenikeliler ya da başka bir Sami kavmi yaşamamış bilindiği kadarıyla. Yunanlılar buraya neden Fenikece isim versinler?

    PS: Sami dilinde yer belirten kelimeler genelde mim ile başlar. 'Güneşin battığı yer' anlamında olacak kelimenin Arapça mağreb, İbranice ma'ariv veya Süryanice ma'rba gibi 'm' ile başlayan bir şey olması beklenir.

    PPS: İbranice 'erev kelimesine çok benzeyen 'eravon kelimesi Yunancaya 'arrabon' diye geçerken 'erev niye europe diye geçsin?
    Yanıtla
  4. emeğine, yüreğine sağlık hocam...
    mes'ele esir düşmemek değil teslim olmamaktnın resmini çiziyorsun..
    Yanıtla
  5. Bravo Sevan! Devam et. Hasretle. Ali N.
    Yanıtla
  6. Ksystra --> kasatura olabilir mi?
    Yanıtla
  7. Sözcük kelimesini 1680’lerde saptayabilmeniz ilginç… Bu sözcüğü -eskiden de var olduğunu bilmeden- türetip ona kelime anlamını veren kişi Melih Cevdet Anday’dır. Kendisi bir söyleşisinde bunu dile getirmiştir.

    “Ben epey yeni sözcük önermişimdir. "Sözcük" bunların başında gelir. İhtiyaç (ben "gerekseme" diyorum) doğuruyor bunu. Örneğin, "uslup" için "biçem"i buldum, tuttu.”

    http://www.siirpenceresi.com/soylesiler/melihcevdet.htm

    "Raptiye ilk kez TDK sözlüğünün 1955 basımında görülüyor. Post-Osmanlıca.”

    Demişsiniz ama sözlüğünüzde raptiye için 1945 basımı TDK sözlüğünden örnek vermişsiniz. Yılı yanlış yazdınız sanırım...
    Yanıtla
  8. güzel olmuş sözlük... elinize sağlık... yalnız siz bu tempoda çalışmaya devam ederseniz, iyi ki hapsettik bu adamı diye düşüneceklerinden korkarım.
    Yanıtla
  9. Sevan Bey merhaba mesajıma değerli zamanınızı ayırarak cevap verirseniz mutlu olurum.EDESSA tarihini okurken urfada bulunmuş olan mozaiklerde şu yazılar dikkat çekti.Aramice-süryanice olabilir mi?????? ABDSAMAS,ABDNAHAY,BARSAMAS ARAPÇADA ABD KUL DEMEK.SAMAS İSE AKATÇADA GÜNEŞ DEMEK ARAPÇAYA ŞEMS OLARAK GEÇMİŞ.ACABA DİYORUM O ZAMANLAR EDESSADA YAŞAYAN ARAMİLER GÜNEŞE DE TAPIYORLARMIYDI.YANİ ABD:KUL SAMAS:GÜNEŞ GÜNEŞİN KULU
    aYRICA KABENİN GÜNEŞ TAPINAĞI OLDUĞUNA İNANIYORUM .MUHAMMDED GÜNEŞE OLAN İBADETİ TEK TANRIYA YÖNELTEREK NAMAZ BİÇİMİ VERDİĞİNE İNANIYORUM.Neyse daha fazla meşgul etmiyeyim cevabınızı merakla bekliyorum.sevgiler saygılar
    Yanıtla
  10. وفي حديث بدء الوحي: ليتَرَدَّى من رُؤوس الجبال أي شواهِق الجبال أي عواليها. (vahyin başlamasına dair hadiste "dağların zirvelerinden (ey şâhikalarından, yükseltilerinden) inmek için...) İbn Manzûr'un (ö. h. 711/ m. 1311) Lisânu-l'Arab adlı eserinda şâhika'nın çoğulu olan şevâhik kelimesi dağ zirvesi anlamında kullanıldığı bir hadis ile delillendirilmekte. Arapça klasik sözlüklerde (İbn Manzûr ve Cevherî gibi lügatçıların eserlerinde) شهيق eşek anırması anlamına da gelmektedir. Yine bu eserlerde شهيق kelimesinin nefes almak anlamında olduğu, bunun zıttı olan nefes vermek için ise زفير kelimesi kullanılmakta.. iyi günler..
    Yanıtla
  11. "Antik Yunanca ksystra “1. ahşap yontma bıçağı, 2. kumaşın havını sıyırma bıçağı." Bizde şimdi “ahşap yontma aleti” anlamında sistre var, Yunancadan alıntı. Acaba Farsça ustüre de oradan alıntı olabilir mi? Orta Farsça gstura ve wstura biçimleri vardı diye hatırlıyorum, ama kaynaklar elimde değil. Kesin bir şey söyleyemem. Fransızca bisturi (keskin cerrah bıçağı) Şark dillerinden alıntıdır, nihai olarak Farsçaya dayanır."

    Acaba hazır buralarda dolanıyorken sözlükteki satır ve kasatura kelimelerine de tekrar bir bakmak gerekir mi? 
    Yanıtla
  12. Arafat Günü Haccın ikinci günü (9 Zilhicce), hacılar Arafat dağının eteklerinde toplanıyorlar, ertesi gün de yani kurban bayramının birinci günü (haccın üçüncü) günü. Güne adını gerçekten bu Dağın ismi veriyor. (Haccın birinci gününe de Mina Günü adı veriliyor - Mina ovasında toplanmakla başıyor cünkü hac) Bu dağ peki niye Arafat adını almış diye soracak olursak bu ayrı bir soru. O zaman Arafat dağı etimolojisini açıklamaya çalışırız, Arife gününün değil. Belki 'EREV' ile bağdaştırmak istersek Arafat ile ilgili şöyle bir durum var. İkinci gün sonunda hacılar güneş batımıyla beraber Arafattan - akşam namazını kılmadan - ayrılıyorlar.
    Yanıtla
  13. Büyük adamsınız. Türk kültürü size minnettardır.

    Tarihin sizi "en önemli eserlerini hapishanede verdi" diye yazmamasını dilerim.
    Yanıtla
  14. Arife yani arefe kelimesi Arapça yawmu `arafata يَوْمُ عَرَفَةَ yani Arefe gününden gelir. Buradaki `arafata (arefete -a /-e çekim eki) harf-i tarifsiz ve tenvinsiz (diptote) yani özel isim). Sebep o gün, hacılar Kurban Bayramından evvelki gün (9 Zilhicce) Arafat dağında durup birtakım vacipler yerine getirler. Ibrani עֶרֶב `ereb [erev] "güneşin batması, akşam" kelimesinden gelmiş olamaz zira o zamanki Arapçadaki Ibrani, Arami kelimelerde /b/ fomenin [v] telaffuzu Arapça /f/ ile ifade edilmiyordu. Cumartesinden, yani "şabat arifesi, Yahudilerce kutsal sayılan Cumartesi gününden önceki akşam ve o akşam yapılan tören” olamaz. Eski Arapça'da, yani Cahiliye devrinde Cuma gününe يَومُ العَرُوبَةِ yawmu~l-`arūba(t) denirdi. Diger bir şekli ise يَومُ العَرُوبَةِ الكُبْرَى yawmu~l-`arūbati~l-kubra" yani Büyük Aruba Günü ("büyük" sıfatı Aruba'ya ait "gün" kelimesine değil) Ibn Ubeyy mushafında "Cuma günü" böyle geçermiş. Bu ise Cuma günü manasına Arami / Süryani ܥܪܘܒܬܐ `ərūḇtā ( > `rūḇtā) yani `&rūvtā > `rūvtā kelimesinden gelir. Yani Eski Arapça Ibrani / Arami /b/ foneminin [v] telaffuzunu gene Arapça /b/ ile ifade ediyor. Yani עֶרֶב `ereb [erev] kökünden kelime /b/ ile ifade edilmiş. kelimenin umumi iştikakı “gün batımı, akşam” olarak idrak ediliyorsa da Toufic Fahd'e göre o dillerde aynı kökün "karışma" yani "toplanma", aynı "Cuma"daki gibi. Arapçada "herhangi bayramdan önceki gün""herhangi bir şeyden önceki gün" manaları yoktur ve `arefe özel isimdir. Türkçedki manalar 9 Zilhicce'nin isminden teşmil edilmiştir. Bu sebeplerden dolayı Arafat dağının adından iştikak edilmesi mitolojik mahiyette değildir, aksine gayet makuldur.

    Bkz.

    http://ygursey.blogspot.com/

    Enc. Islam II "Djuma" S.D. Goitein

    Toufic Fahd "Le Panthéon de l'Arabie centrale à la veille de l'Hégire" s. 171. (1968)
    Yanıtla
  15. Lisānu~l-`arab ve Klasik Arapça sözlüklerin İngilizce hülasası olan Lane'e baktım. Orada Arefe *Gününün* mitolojik izahı yok. Arafat *Dağının* isminin mitolijik izahları var.

    http://www.tyndalearchive.com/tabs/lane/
    Yanıtla
  16. Santur Arapçada tı ile سنطور Modern Farsçada te ile سنتور yazılır. Kelime Farsçadır. İlk devirlerde Arapça Farsça /t/ fonemini /T/ tı ile ifade ederdi. Anlaşılan eski kaynaklar santurdan fazla bahsetmiyor, 11. yy.da bir İranlı şair santur hakkında bir şiir yazmştır. Rumca σαντούρι santuri Türkçe'den gelmedir. Bir nazariyeye göre kelime Eski Yunanca ψαλτήριον psalterion'dan gelmedir, ancak Farsça dahilinde etimolojiler de var. Klasik Arapça sözlüklerde geçmemesi bir şey ifade etmez zira onlar öyle Fasih Arapça olmayan yabancı, teknik tabirleri umumiyetle göstermezler. Santurun esas sahası İran, Irak, Kuzey Hindistan ve marjinal olarak Türkiye'dir. Binaenaleyhi, "santur" kelimesinin Rumcadan gelmesi ihtimal dahilinde değildir.
    Yanıtla
  17. İki kelime aklıma takıldı: Arapça'da muhalif ve halef kelimelerinin ikisinin de kökleri aynı: Acaba bu durum birinin ardından gelenin, yerine geçtiği kişiye her halükarda karşıt olacağı gibi bir tespit üzerine mi oturuyor? Bu kültürün hakim olduğu toprakların halini belki de sırf bu iki kelime üzerinden analiz etmek mümkün olabilir mi?
    Yanıtla
  18. Sözlük'te adana maddesi 2 defa yer alıyor. Siline.
    Yanıtla
  19. Aşıkpaşa Garib-name http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10669,garib-namepdf.pdf
    Yanıtla
  20. Niyazi Berkes bu konuda şunları yazmış bir yazısında;

    Hem ilk «Yeni Osmanlılar», hem şimdiki «Jön Türk» Osmanlıları Avrupa'da öğrendikleri yeni kavramlara karşılık ararken, geçmişten kalma sözcüklerde yaşayan kavramları alıyorlar, bunları Avrupa dillerinde kullanılan orijinallerinin anlamlarına ters düşen anlamlarda kullanıyorlar ya da Batı anlamlarında kullansalar bile bu sözcükleri dinleyenler onları yine eski Osmanlıca anlamlarında anlıyorlardı. Kemalist dönemde bu tür sözcüklere karşı savaş açılmasının başta gelen nedeninin bu olduğunu (aşağıya koyacağım yazılarda) göreceğiz. Burada anlatmaya çalıştığım durum, dil devrimleri tarihinde en acınacak bir semantik tuzağına düşme örneğidir.
    «İhtilal», «İnkılap» ve Devrim
    Atatürk ve Devrimler - s.145
    Yanıtla
  21. Merhaba ben ilker. Bu konuda yanlışınız var : "Kolunda öyle bir gösterge yoksa kavram olarak varolması çok güç". Zaman ölçümü ilk önce saniye ile başlamış. Büyük ihtimal bir saniyenin bazı insanın nabzı (ortalama saniyede bir atar). Sonra 60 bazında hesaplanarak dakika ve saat türetilmiş. Umarım işinize yarar
    Yanıtla

Hatta ateistler bile...

$
0
0
Söz sözdür ve sadece laikler filan değil, agnostikler hatta ateistler bile bir yemin edince gereğini yerine getirmek lüzumunu duyarlar.(Basından)

Bu cümlede iki yanlış kelime var. Biri "hatta", diğeri "bile".

Bir zamanlar "Marksist, Leninist ve hatta Maoist" vardı, "hatta" onu anımsatıyor, sanki ateizm agnostizmin beter bir dereceseymiş gibi. Türkiye'de ve dünyada yaygın bir kanıdır, ama yanlış. Kelimeleri doğru anlamda kullanırsan, beter olan agnostizmdir.

Tabiri 19. yüzyılda Oxford'da hoca olan Theodore Huxley icat etmiş. "Tanrı var mı yok mu bilmiyorum, bulunca haber veririm" gibi sefil bir şey kastetmemiş elbette. "Tektanrılı dinlerin tanrısı mantıken bilinemez" demiş, ve bunun mantıkî ve kaçınılmaz sonucu olarak, o tanrı hakkında herhangi bir şey bildiğini iddia eden herkesin yalan konuştuğuna hükmetmiş. Onun tanımlayıp adlandırdığı agnostizm "bilmiyorumculuk" değil, "bilinemezcilik". Nefes kesici ölçüde radikal bir tavır.

Söylediği şey aslında dincilerin utangaç bir şekilde itiraf ettiği şey. Varlığı var eden ve yok etme gücüne sahip olan "şey" hakkında doğru olan hiçbir önerme kuramazsın. Mekân ve zamanda sınırlı olmayı ima eden hiçbir sıfat atfedemezsin. Oysa insanoğlunun bildiği ve kavrayabildiği tüm sıfatlar zaman ve mekân içinde sınırlı olmayı ima eder. İrade atfedemezsin, çünkü irade, mekân ve zaman içinde sınırlı bir biyolojik varlığı varsayar. Dolayısıyla Allah şunu yaptı, şunu istedi, şunu emretti diye söylenenlerin tümü külliyen palavradır. Bilemeyeceğin bir şey hakkında beyanda bulunamazsın. Sonsuzdur desen de yalandır, sonludur desen de yalandır. Falan kişiyle dağda buluştu desen de yalandır, senin ibadetini önemsiyor desen de yalandır, taşralı cici kızların orasını burasını açmasına kızıyor desen de yalandır. Bilmediğin şey hakkında yapabileceğin tek şey susmak.

Ateizm yalnızca "yoktur" diyor. "Yoktur" demek "mantıken olabilir" ihtimaline açık kapı bırakır, ya da en azından bırakabilir. Mesela "kilerde kedi yok" dediğin zaman, teorik olarak kilerde kedi olabileceğini kabullenmiş olursun. Bu anlamda agnostizm o kapıyı da kapatıyor. "Kilerde wcjjjxkfg;; var mı yok mu bilemem, çünkü söylediğin şeyin bir manası yok" diyor, meseleyi temiz bir sonuca bağlıyor.

Onlar "bile" verdiği sözü tutuyorsa düşün artık...

*
"Bile" sözcüğünde "hiç beklemezdik, bak hele" iması var ki o da yanlış. Ateist demek sorumluluğu otoriteye yahut cemaat dayanışmasına havale etmeden vicdanıyla baş başa kalmayı seçen kişi demek. Sence hangisi daha dürüst olur? Hangisinin sözüne daha çok güvenilir? "Sorumlu benim" deme mertliğine sahip olan mı, "ben bilmem abim bilir" diye kaçan mı?

Vicdan dediğin (ki insanın ruhunun ta dibinde yatan hak duygusudur) kısık sesle konuşur. Otoritenin buyurduğu, kalabalıkların bağırdığı, ceza korkusunun zihinleri kararttığı yerde sesi duyulmaz. Tuhaf olan ateistin doğru adam olması değildir. Asıl tuhaf olan öbürü: Ahlakî kararları atadan kalma ucuz formüllere, ya da hasbelkader mensup oldukları ümmetin sesi en cırtlak çıkanına terk edenlerden bile ara sıra düzgün adam çıkması. Bir tür mucizedir. İnsanın özünde var bir güzellik ki, din denilen ruh tutulmasına rağmen bazen ahlaklı olabiliyor.

"Dindarların ahlaka ihtiyacı yoktur çünkü onların dini var" diye kim demişti şimdi hatırlamıyorum, ama derin sözdür.

(Ahmet Turan Alkan'a selam, saygı ve sitemle)
  1. "Dindarların ahlaka ihtiyacı yoktur çünkü onların dini var" sözünün sahibi Halil Cibran'dır.

    Pekii... Sevan Abi, ne oldu da insanoğlu çok tanrılı dinlerin prime time dizisi tadından sıkılıp ali kıran baş kesen, biricik ve omnipotent bir tanrıyı yaratmaya koyuldu ?

    Bi deyiver Allah aşkına.
  2. Stalin, Mao, Hitler ve onlarin ateist yandaslari da kendi ideolojileri ugruna milyonlarca insani hasere gibi yok etmeyi becermisler. Sen ateist vicdanina o kadar guvenme.
    Yanıtla

    Yanıtlar


    1. Ateist vicdanına çok güvendiğime dair bir izlenim mi edindiniz? Nasıl?
    2. Vicdan bilgi acisindan tarafsiz bir guc degildir. 'Hak duygusu' dediginiz insanda yanlis sinyal verebilir.

      Yanlis anlamamissam, siz ateist insanin vicdani vahiy ve otoriteye boyun egmedigi icin 'dindar' insandan daha saglikli oldugunu soyluyorsunuz.

      Peki Columbia'da murekkep yalamis bir kisi olarak hic mi epistemology dersi almadiniz ? Vahiy disinda insanin epistemolojik acidan neyin dogru neyin yanlis oldugunu olcecek objectif bir olcunun olmadigini ogrenmediniz mi ?
  3. <<>> Bu lafin neye benzemis, biliyor musun ? "Elektrik kablo olmaksizin elektrik akimi atfedezmisin cunku elektrik bir elektrik kablosu varsayar" gibi bir laf. Tabii her elektrik muhendisi bunun yanlis oldugunu bilir. Senin metafizik ucman da aynen oyledir ya da en azindan oyle olabilir cunku mantiken hic de oyle senin varsaydigin gibi bir sinirlama yoktur.
  4. Islam'i ateizm ile yenebilecegini saniyorsan yaniliyorsun. Cunku eger tarih okuduysan ve ozellikle islam tarihini okuduysan goreceksin ki ancak silah gucu elinde oldu mu galip gelmis silah gucu baskasinin elinde oldu mu da maglup olmustur. Olay bu.

24 Nisan için yazılmış bir yazı. Geç oldu ama olsun.

$
0
0
1.
Etnik temizlik düşüncesinin ve bunu savunan bir zümrenin 1880 veya 90’lardan itibaren devlet teşkilatı içinde etkin olduğu anlaşılıyor. 1895 katliamları şüphesiz Abdülhamit’in kişisel kaprisine indirgenemez. 1909 Adana katliamının da merkezden örgütlenip kışkırtıldığı, vali ve emniyet teşkilatı aracılığıyla kontrol edildiği açıktır.

İttihat-Terakki’nin “Genç Türk” kadrolarında etnik temizlik fikri 1909’dan itibaren taraftar bulur; 1913’e doğru egemen olur. 1914’te savaşa girme kararında, fırsattan istifade bu büyük “ulusal projeyi” hayata geçirme düşüncesi rol oynamış görünüyor.

Sebepleri bellidir, anlaşılır şeylerdir. Osmanlı devleti çökmektedir. Etnik nüfus gerekçe gösterilerek Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan imparatorluktan koparılmıştır. Aynı gerekçeyle bir “Ermenistan” kurulması gündemdedir. [Altı Vilayette Ermeni nüfusu gerçi %25 dolayındadır; ancak basit birkaç operasyonla bu nüfus yoğunluğu artırılabilir veya belli alanlara kaydırılabilir.]

1912-13 Balkan Harbinde Rumeli Türklerine uygulanan etnik temizlik İT kadrolarının düşünsel evriminde belirleyici olmuştur. Benzer bir temizliğin Anadolu’da tekrarlanma ihtimali zihinlere egemendir. Selanik eğer kaybedilebiliyorsa İzmir, hatta İstanbul kaybedilebilir.

Etnik temizlik, bu riski ortadan kaldıracak bir tedbir olarak düşünülür.

2.
Etnik temizliğin yöntemi 1915 ortalarına dek muğlaktır; muhtemelen yeterince düşünülmemiş ya da bir mutabakata varılmamıştır.

Dünyada ve Türkiye’de klasik yöntem pogrom yöntemidir. Temizlenecek unsur devlet terörü ile sıkıştırılır, katliamlarla yıldırılır, gözü korkutulur, göçe zorlanır. Kılıç artıkları mümkün mertebe asimile edilir. Bu yöntemi Balkan ulusları Rumeli Türklerine karşı, Ruslar (1860’larda) Kafkasya Müslümanlarına karşı başarıyla uygulamışlardır. 1895 pogromlarından sonra Osmanlı Ermenilerinin büyük kitleler halinde ABD’ye, Balkan ülkelerine, Rusya’ya, hatta İran’a göçü, aynı yöntemin Türkiye’de de başarılı olabileceğini düşündürür. 1913 ve 1914’te Ege ve Marmara bölgelerinde yüz binlerce Rum aynı yöntemlerle Yunanistan’a göçe zorlanmıştır.

Dünya Savaşı bu seçeneği ortadan kaldırır. Ermenileri Rusya’ya kaçırmak, sınır ötesinde bir düşman konsantrasyonu yaratmaktan başka sonuç doğurmayacaktır. [Nitekim Kars, Bayezid ve Oltu-İspir yörelerinin Ermeni nüfusunun boşalmasına yol açan 1828 pogromları, Erivan’da daha önce var olmayan bir “Ermenistan” yaratılmasıyla sonuçlanmıştır.] Üstelik savaşın olumsuz bitmesi halinde Rusya kontrolündeki Ermenilerin, kovulmuş oldukları topraklarda hak iddia etmeleri kaçınılmazdır.

Ermenilerin topluca ABD’ye göçürülmesi fikri 1915 yazında ciddi bir şekilde tartışılır. Güncelerinde bu konuya geniş yer ayıran ABD büyükelçisi Morgenthau, Enver’in bu düşünceye sıcak baktığını, ancak iki konuda ısrarcı olduğunu anlatır: Ailelerin tüm fertleri göçmen olarak kabul edilmeli ve göçmenlerin Osmanlı pasaportlarına el konulmalıdır. Göçmenlerin savaştan sonra geri gelmesi ihtimalinden çekindikleri anlaşılıyor.

Bir başka seçenek, Ermenilerin Osmanlı ülkesi içinde dağıtılarak yoğunluklarının azaltılmasıdır. 1915’in ilk yarısında egemen düşüncenin bu yönde olduğu anlaşılıyor. Ancak savaşın yenilgiyle sonuçlanması halinde iç sürgünlerin yurtlarına dönmek isteyeceği ve içinden çıkılması zor bir tazminat meselesinin gündeme geleceği muhakkaktır.

Ermenileri Suriye çölüne sürme kararı 1915 Ağustosunda kesin bir politikaya dönüşmüş görünüyor. Bu karar bir çıkmazın sonucudur. Sürülenlerin büyük bölümünün öleceği şüphesiz hesaplanmıştır. Muhtemelen savaştan sonra Suriye’nin elden çıkacağı da öngörülmüştür. Dolayısıyla esas amaç, güney sınırında güçlü (ve düşman) bir Ermeni konsantrasyonunun oluşması önlemek olmalıdır. [1918-1921 Kilikya krizini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Can yakıcı olan Fransız işgali değildir, Adana-Antep-Maraş’ta Ermeni iskânı ihtimalidir.]

Etnik temizlik iradesinin soykırım (= topyekün imha) kararına dönüşmesini 24 Nisan’a değil, 30 Ağustos 1915 civarında bir tarihe yerleştirmek daha doğru olur kanısındayım.

3.
Ermeni devrimci hareketinin varlığı bu süreçte önemli rol oynar. Ortada bir veya daha fazla gizli ve silahlı ihtilal örgütü vardır. [Başlangıçta daha çok Sosyalist Hınçag Partisi etkindir; 1905’lerden sonra “Taşnagtsutyun”, yani Ermeni Devrimci Federasyonu öne çıkar.] Ermeni aydınlarının önemli bir bölümünü etkisi altına almışlardır. Gerek Abdülhamid gerek İT hükümetleri, bu örgütlere karşı adeta paranoyak bir korku sergilerler.

Morgenthau’nun günceleri bu konuda aydınlatıcıdır. 24 Nisan 1915 arefesinde Talat’ın bir Ermeni darbesinden ciddi bir şekilde korktuğunu anlatır. Büyükelçinin kuşku ifade etmesi üzerine Dahiliye Nazırı “Biz Abdülhamid’i 200 kişiyle devirdik” cevabını verir; “onlar 500 kişi, üstelik bizden daha örgütlü.” Tehcirin başlangıç aşamasını oluşturan Mart-Nisan tutuklamaları devrimci örgütü çökertmeyi hedeflemiştir. Bilinen örgüt üyeleriyle birlikte üye olma ihtimali olanlar ve sempatizanlar, yani Ermeni toplumunun ileri gelenlerinin neredeyse tümü, tutuklanır ve çoğu öldürülür. [Tutuklananların sayısı İstanbul’da 250, Erzurum’da 50 civarında olduğuna göre toplam sayı 500 dolayında olmalıdır.]

Kabul edelim ki ölüm kalım mücadelesi veren bir ülkede ihtilalcilik riskli iştir. Gerçek dünyanın güç dengelerini hiçe sayan bir devrim romantizmi, şüphesiz, Ermenilerin felaketine zemin hazırlamıştır. Öte yandan şu da bir gerçek ki silahlı örgüt, bir savunma refleksinin ürünüdür. 1895 ve 1909 olaylarının yaşanmış olduğu bir ülkede Ermenilerin başka seçeneği var mıydı? Devlet teşkilatının etnik temizlik tasarladığı bir yerde, temizlenmesi planlananların nasıl davranması gerekir?

4.
“Karşılıklı katliam” iddiası dürüst değildir. Ermenilerin sivil Müslüman ahaliye kırım yaptığı belli başlı iki vaka anılır: 1916 Bitlis-Hizan baskınları ile 1918 Ocak-Mart döneminde geri çekilen Batı Ermenistan Geçici Hükümeti birliklerinin Erzurum-Sarıkamış-Kağızman hattında yaptığı katliamlar. Her ikisini de kaotik birer intikam hareketi olarak görmek daha doğru olur.

1915’ten önce Ermenilerin herhangi bir yerde sivil halka katliam düzenlediklerine ya da tasarladıklarına ilişkin ortada somut bir iddia yoktur. Nitekim böyle bir şey eşyanın tabiatına aykırı olur. Bir taraf orduya, polise, yasaya ve devlete sahiptir; nüfusça ezici şekilde üstündür; bin yıllık silah ve savaş geleneğinin mirasçısıdır. Öbür taraf hiçbir yerde sayıca %25’i aşmaz; silahları kaçak, örgütü yasa dışıdır; misilleme halinde evi ile dükkânını savunmaktan acizdir. Bu şartlarda kim kimi kesecek?

Öte yandan şu da bir gerçek ki, geçmişte Ermeniler pogrom yapmadı demek, savaştan sonra uygun şartlar oluşursa yapmayacaklar demek değildir. Yunanlılar yaptı. Bulgarlar yaptı. Ermeniler neden yapmasın? Ermeniler yerinde kalsa ve savaşı Türkler kaybetse bugün Erzurum’da ya da Van’da kaç Türk kalırdı? Eskiden %70 küsur Türk (Azeri) kenti olan Erivan’da bugün kaç Türk var?

5.
Büyük çaplı bir toplumsal hareket toplumda var olan dinamikleri harekete geçirir ve o dinamiklere uyum sağlar. Elli kişiyle yapacağın işte kendi kurallarını koyabilirsin. Elli bin kişiyle yapacağın işte toplum ortalamasının iradesine boyun eğmek zorundasın.

İslam töresi, gâvurun malını, ırzını ve canını helal sayan kuvvetli bir damara sahiptir. Özellikle savaş ve kargaşalık zamanlarında bu damar azar. Öyle anlaşılıyor ki 1915 Nisan-Mayıs aylarından itibaren bu refleks ön plana geçmiş ve başlangıçtaki niyet ne olursa olsun bu tarihten itibaren ülkeyi saran gaza ve fetih “neşvesi” işi başka bir mecraya taşımıştır.

Başlatılmış olan tehcirden 1915 yazında herhangi bir nedenle vazgeçmek isteseler dahi bunu yapabilirler miydi, emin değilim.

6.
Tehcirin ekonomik boyutu gözardı edilemez.

Savaşın ikinci yılında Osmanlı devleti ve İT rejimi iflas noktasındadır. Devletin toplam bütçe geliri 1913’te 33 ve 1914’te 36 milyon sterlindi. 1915 ve sonrasında sağlıklı bir bütçe yapılamadı, ancak kamu gelirlerinin sıfıra düştüğünü varsayabiliriz. Açık piyasada borçlanma imkânı kalmamış, ancak Almanya’dan 110 milyon sterlin dolayında askeri kredi alınmıştır. Fikir vermek için belirtelim: Savaşın son yılında İngiltere’nin savunma bütçesi 2,4 milyar sterlin, Almanya’nınki 1,6 milyar sterlin idi. [Bir ara bunları araştırıp yazmıştım. Şimdi kaynaklar elimde değil, o yüzden sayılarda ufak tefek hatalar olabilir. Pardon.]

1913-1923 arasında ülke nüfusunun yaklaşık bir çeyreğinin tehcir veya imha edildiğini biliyoruz. Ekonomik açıdan daha etkin olan bu zümrenin, ulusal servetin %25’ten fazla bir payına sahip olduğunu varsayabiliriz. Demek ki ulusal servetin belki üçte birine ulaşan bir değer bu süreçte el değiştirmiştir. Terk edilen varlıkların bir bölümünün ziyan olduğu düşünülse bile, ortada devasa bir servet transferi vardır.

Ermeni malları meselesi 1915 Mayıs sonlarından itibaren idari yazışmaların ana eksenini oluşturur. Metruk malların büyük bölümü İT örgütü ile yandaşları arasında pay edilir, kalanı tehcirde az ya da çok etkin olan yerel girişimcilerce yağmalanır. Bu ikincisini bir tür “sus payı” olarak görebiliriz. Savaş koşullarından dolayı taşrada doğabilecek potansiyel hoşnutsuzluğun önü kesilmiş, İT rejimine (ve ardıllarına) çıkar ve suç bağlarıyla bağlı bir zümre yaratılmıştır. [İkinci Dünya Savaşının ekonomik sıkıntıları birincisine oranla hiç mertebesinde olduğu halde, rejime karşı birincisiyle kıyaslanmayacak kadar derin bir husumete yol açtığını hatırlayınız. Neden? Neden İkinci harpte devlete kafa tutan Türk milleti, Birincisinde aynı isyankârlığı göstermedi?]

7.
İade ve tazminat korkusu anlaşılmadan, 1916-1923 döneminde olan hiçbir şey anlaşılamaz. Savaşın yenilgiyle bitmesi halinde Ermenilerden hayatta kalanlar (ve muhtemelen kaçan Rumlar) geri gelecek, evlerini, kayıp kızlarını, tarlalarını ve banka hesaplarını talep edecektir. Savaşın galibiyetle sonuçlanması halinde dahi bir hesaplaşma kaçınılmaz olabilir. Dolayısıyla tehcir yeterli değildir. Gidenlerin imha edilmesi ve hak kayıtlarının silinmesi gerekir.

1919-1920’de Teşkilatı Mahsusa hücrelerinin Müdafaa-yı Hukuk örgütlerine dönüşmesinde belirleyici olan endişe, olası bir barış antlaşmasıyla Dünya Harbi galipleri tarafından Rum ve Ermenilerin geri gelmesinin, ya da en azından tazmin edilmelerinin dayatılmasıdır. Savaş sonrasında Anadolu’da gücü fiilen elinde tutanlar açısından ölümcül olan tehdit budur. Erzurum ve Sivas kongrelerinin esas, hatta biricik konusu da budur. Erzurum’a çıkabilecek otuz kişilik İngiliz garnizonu yahut Urfa’ya yerleştirilen 200 kişilik Fransız müfrezesi değildir konu. Rusya ile Türkiye arasında ezilmiş, ordusuz ve beş parasız Ermenistan’ın tehdidi de değildir. Esas konu Anadolu’dan sürülmüş olan Ermeniler ve Rumlardır. Milli Mücadele, onlara karşı verilecektir.

8.
Cumhuriyet’in kurucu kuşağının neredeyse tamamı, Rum ve Ermeni tehcirinden nemalanmış kişilerden oluşur. İlk iki veya üç Meclisin üyelerinin ezici çoğunluğu, o dönemde ani zenginliğe kavuşan ünlü iş adamlarının tümü, Atatürk dönemi bakanlarının bir ikisi hariç hepsi, ve bizzat Cumhuriyet’in kurucusunun kendisi bunlar arasındadır. Ev, konak, çiftlik, otel, ticarethane, fabrika, hizmetkâr ve “evlatlık” sahibi olmuşlardır.

Cumhuriyet rejiminin, teknik olarak Cumhuriyetin ilanından önce gerçekleşmiş bir olay konusunda takındığı sahiplenici tutum bu olgudan bağımsız olarak anlaşılamaz. Türkiye’de 1920-1980 döneminde siyasi, idari ve ekonomik erk sahibi olan zümrenin neredeyse tamamı toplumsal konumlarını bu olaya borçludur. Soykırımın kabullenilmesi, cumhuriyet elitinin kendi kendini inkârı anlamına gelir.

9.
Soykırım tartışması soyut bir tarih tartışması değildir. Sonuç olarak kanlı ve utanç verici sayfalar her toplumun tarihinde aranırsa bulunabilir, ve yüz yıl önce ölüp gitmiş insanların ateşi, ne kadar harlanırsa harlansın, bugün yaşayanları çok fazla heyecanlandırabilecek bir konu değildir.

İtiraf edilmese de esas mesele başkadır. “Soykırım olmadı” diyenlerin meramının bir fakt tartışması değil, bir hak ve etik tartışması olduğunun herkes farkındadır. Savunulan şey “biz haklıydık” ve bunun mantıki sonucu olarak “aynı koşullar oluşsa yine aynı şeyi yaparız” tezidir. Dünyadaki vicdan sahiplerinin tepkisini çeken şey de budur.

Evet, çoluk çocuğun katledilmesini açıkça savunanların sesi (radikal bir azınlık dışında) çok duyulmuyor. Ancak gayrimüslim nüfusun “Türk” devleti için bir tehdit olduğu, dolayısıyla etnik temizliğin gerekli ve zorunlu olduğu fikri, Türk milliyetçiliğinin ve resmi devlet söyleminin neredeyse bir aksiyom olarak benimsediği bir görüştür. Türkiye Cumhuriyetinde okutulan tarih ve edebiyat öğretisinin değişmeyen ana fikri budur. Etnik temizlikten adım adım soykırıma giden mantığı yukarıda özetledik. 1914’te geçerli olan rasyonalitenin, benzer koşullar oluştuğunda, bugün de aynı şekilde işlememesi için bir neden yoktur.

Soykırım, Türk milliyetçiliğinin zorunlu ve mantıkî sonucudur.

10.
Başkaları da pogrom ve soykırım yaptı, evet. Kızılderilileri hatırlayın. Cromwell’in kestiği İrlandalıları hatırlayın. Onların ne farkı var?

Büyük bir farkı var. O kırımları bugün savunan kimse yok; ya da eğer varsa marjinal azınlıklardır. Türkiye’nin inkâr kisvesi altında sürdürmekte ısrar ettiği savunma pozisyonunun bugünkü dünyada emsalini göremiyoruz.

Tüm dünyada vicdan ve entelektüel namus sahibi insanları dehşete düşüren husus işte budur.

Yüz yıl önce olup bitenler değil, bugünkü tavır.

19 yorum:

  1. Dogrudur, her toplumun gecmisinde katliyamlar vardir. Zira Yunanlilarin Kûcûk Asya da koloniler kurarken, Anadoluya sûrdûkleri Firikler, yani Ermenilerin atalari seviserek Urartuyu yikip mirasina konmadilar. Urartu öne sürdügünüz gibi Ermenilerin atasi da degildi. Khurri (Hurri) ve Kh-Urartu ayni dilin birer lehceleri idi, ve Kürtlerin henüz aryanlasmadan (Hint-Avrupai Istila) atalari idi. Bu dil ailesi Kafkaskayadan Hattiye oradan Sümer gögüs germisti. Heredot Anabasis te Ermenilerin istilaci Firiklerin torunlari olduguna dair not düser. Firikler Anadolda ilk devletlerini Sakarya nehri kiyilarinda kurar, Karadenizi kollayarak Urartuyu, yaní Kürdistani yagmalamaya cikar. En az 2500 yil Kürdlerle kaynasir, bütün istilacilar gibi bazi ovalara yerlesir, Kürdistan daglarini zaptedemezler, ayni istilaci Türkler gibi. Bakiyoruz, Kürtlerin tarihten beri atalari "Kur" olarak adlandirilmis. Bak. Kur-Mittani, Kurartaya/Kurri (Urartu), Khurri (Hurri) ayni bügünün Kürdleri "Kur-Mandsh" olarak isimlendirildikleri gibi. Ermeniceye en yakin dil Yunancadir, zira Ermenice dili atasi olan Firikce gibi, Iliryaca, Trakca, Arnavutca ve Yunanca gibi HA- Dillerinin Balkan-Hint-Avrupaca sini olustururlar. Sadece dilleri bile Ermenilerin Mezopotamyali degil, Balkan/Trakya yerlisi oldugunu gösterir. "Kürdlerin atalari olan Urartulular Firiklerle hem savasir, hem onlarin kizlariyla sevisirlerdi". Issi otunun ve Laz otunun faydalarini yazmaya devam edecegiz MR. NevDilaçar, anlarsin sen taşranin taşlarindan. Ermenistandaki Ezidi Kûrdler Ermenistanin en kadim yerli halkidir bilesin, Hatta 500 yil önce Tûrklûge asimile edilen Azeriler bile bir asil Irani halk olarak Ermenilerden daha eski ve kökenlidir. Bazi Ermeni nazilerine anlatamazsin tarihi gercekleri..
    Yanıtlar
    1. Bir kere tarihi biraz daha iyice incele öyle konuş.Tarih bilmediğin belli. Ilk önce medeni cesaret gösterip adını belirt. Anabasis(onbinlerin ricatı) Ksenefon tarafından yazılmıştır. Kitapta hangi bölümde dediklerinden biri var, göster.Attığın belli oluyor.
  2. o dönemi yaşamış anneannemin anlattıkları ve o dönemi yaşamış kişilerin anlattıkları yalan o zaman :)

    ermeniler kıyım yaptılar, biz de buna ermeni mezalimi deniyor...bundan hiç bahsetmiyorsunuz...

    bir milleti savaşta sırtından vuran bir topluluk neden bulundukları yerlerden sürgün edilmesin ki?

    ve ermenilerin tehcir yollarında kürt aşiretleri yaşıyordu,bilmediğinizi söylemeyin...
    tehcirde ölen ermeniler konusunda orada yaşayan kürt aşiretlerinin neler yaptıklarını hiç araştırdınız mı?
    araştırmadığınıza da inanmam.

    Türk ve kürt ü karıştırma gibi bir sorununuz var,bilinçli bir sorun üstelik :) ...

    tehciri yaşamış hiçbir ermeni anılarını yazmamış mı o yolculukta neler yaşadıklarını anlatmamış mı ?buna da inanmam...

    ve neden tehcire uğradıklarını yazmamış mı?

    kendi aile büyükleriniz, müslüman türklere ,ermenilerin neler yaptıklarını size anlatmadı mı?

    Bu sorularıma dürüst bir yanıt vermenizi dilerim ...
    dürüstlük ; hani ermeni veya türk olmakla değil,insan olmakla ilgili bir kavram ...
    İnsanca bir yanıt lütfen ,ermenice veya türkçe değil...
    "dürüstce..." (...anlamını bilmediğiniz bir kelimedir bu, anlamak için de kendinizi yormayın,sizin dürüst olma ihtimaliniz yok biliyorsunuz :)

    Biz müslüman türkler için de şu dize çok uygun ; :)

    "seni neden anlasınlar tarumba ?" ................

    her neyse, bu sorulara yanıtı önce kendinize verin..

    Emre Köksal - Ankara -Türkiye 
    Yanıtlar
    1. Anneannenizin anlattıkları nerede ve ne zaman olmuş, hiç sordunuz mu? Erzurum-Ağrı-Sarıkamış arası, 1918 mi? Yoksa Hizan 1916 mı? Bu ikisinden biriyse yazımda bu konuya değindim. Değilse, ya a) ben bilmiyorum, b) anneanneniz yanılıyor
    2. Ben Öldürülen, mallarına el konulan, kalanlarda bir şekilde yerinden yurdundan edilen Kemaliye=Eğin ilçesinden. Yani ERMENI SOYKIRIMINI REFERANS Doğu Perinçek in ilçesinden. Ermeni kıyıminin en yoğun olduğu yerlerden birinde doğdum. Yaşım 70 .çocukluğumda ve gencligimde1915 olayları sirasinda yaşı 15-20 olanlar ben onlarla konuştuğumda 70 yaşından bile küçüktü.Bunak falan değildiler. Anlattıkları şuydu Fırat'ın Karasu kolunun geçtiği kıyılar kenara vurmuş ölüler doluydu.Hepsi bir şekilde gördüğümüz Ermenilere aitti.Kurtlar insan eti yemeye alıştığı için nehir kenarındaki bağ ve Bahçelerimize yalnız gidemez olmuştuk. Benim dedem Baspinar o zamanki adıyla Basvartinik jandarma görevlisi imiş. Vazgeçtim Ermenilerin mal ve canlarını korumayı kendisi bile birçok Ermeni öldürmüş. Babaanne kocasından yani Dedeman bu nedenle igrendigini söylüyordu. Ama Urfali aile gibi iki taraftada komşuları sahip çıkma adına kendileri sıkıntı çekenler var.Perinceke sormak gerek devlet kayıtlarına giren kendi köyü Apcagadaki Ermeniler, malları, ibadethanelerine ne oldu? Geleceğimizi doğru kurmak için geçmişin kirlerinden ayiplarindan arinmaliyiz. Size Halep Günlüklerini okumanızı salık veririm.cemil nadir özgün
    3. Ismim unknown olarak geçmiş..Adım soyadım. CEMİL NADİR ÖZGÜN gerçi yazının sonunda görünüyor da.
  3. Dönemi yaşamış Ermeni yazarlarından Kapriel Serope Papazian, 1934 yılında Bosna'da yayınladığı Patriotism Perverted (Yanlış Yurtseverlik) adlı kitabında aynen, "eğer taşnak liderleri savaş sırasında daha ihtiyatlı davranmış olsalardı" bu faciaların yaşanmayacağını yazmıştır.

    Tehcirin sebebi bir soykırım arzusu değildi. Tehcirin sebebi: Osmanlı ölüm-kalım savaşındayken, Ermeni komitelerinin Osmanlı'yı arkadan vuran askeri faaliyetleriydi. Tehcir sırasında devlet görevlerindeki Ermeniler yerlerinde görevlerine devam ediyorlardı üstelik. Nazi Almanya'sında yüksek devlet görevlisi Yahudiler düşünebilir misiniz?

    Osmanlı, Ermenilere asla soykırım uygulamamıştır. Eğer soykırım uygulasaydı, bugün yeryüzünde ne bir Ermeni, ne de Ermenistan diye bir yer kalırdı. Bunu siz de çok iyi biliyorsunuz.
  4. SEVAN , GERÇEKTEN Merak ediyorum cevaplarsan çok sevineceğim.. sabetayistler ve diğer kripto yahudilerin 1915 de rolü neydi? 2. sorumsa ermeniler , türkleri mi yoksa kürtleri mi müsebbib olarak görüyor? teşekkürler..
  5. Dedemden dinlediğim ermenileri arapgir çevresinden topladıkları. Arapgir malatya arasında levenge bogazı denilen yerden fırata döktükleri. Hatta dedemin ermenilerden çarptıkları bir tavayı (evet tava) ganimet olarak eve getirdiği, bu tavanın adının evde "talan tavası" olarak anıldığıdır. Sevan bey, bu levenge bogazından uçurumdan atılma olayını yakın çevrede bırkaç kez duymuşluğum vardır. Bu olayla ilgili bilgı varmı yararlanabileceğimiz.
  6. sevan nişanyan senin ermeni olman olayaka taraflı bakmana sebep veriyor. rusya bitlise kadar ilerler ermeniler rusların desteği ile bir buçuk milyon musluman kürd oldürürler. rusyada lenin ihtilal yaptıktan sonra ruslar geri çekilirler. ondan sonra ancak ermeni çeteleri durdurulur. ve en doğru karar olan tehcir uygulanır. bana göre ermeniler fiziksel olarak insana benzeyen cehennem yaratıklarıdır.
  7. o dönem için, herkesin araştırma yapıp kendi görüş/milliyetine göre bir kısmını görmezlikten gelerek açıkladığını düşünüyorum.
    Bence, her iki taraf utanç verici şeyler yapmış,büyük acılar yaşatmış ve yaşamıştır. Bugün yapılanlar ise "kan davası"'dır. İnsanların birbirlerinden kopmasını, düşman olmasını sağlamaktır. İnsan olan bu olayların utancını yaşar ve benzerini yaşamamak için birbirini kucaklar. Ama anladığım kadarıyla bu bölge insanının (Ermeni, Türk, Arap, Kürt) pek başarılı olamadığı bir şey.
  8. Recep Bey, sizi yanlış mı anlıyorum. Diyorsunuz ki eğer, Dünya'da Türkler'den başka bir millet hala varsa, bunun nedeni Türkler tarafından soykırım'a uğramamış olmasıdır. Öyle mi? Ve bunu da Türkler'in hiçbir zaman soykırım yapmamış olduğuna kanıt olarak sunuyorsunuz. Tebrik ederim. Sizin gibi 60 milyon yurttaşımız olsun, bir de ideoloji uydurduk mu, Allah'ın da izniyle Türk'ü bütün Dünya'ya hakim kılarız. Karşı gelen herkesi katlederiz. Kimse de bize siz suç işlediniz falan diyemez.Derlerse siz hemen harika argümanınızla herkesi ikna edersiniz. Var mısınız?
  9. Merhaba, ottomanhistorypodcast'de Osmanlıların ABD'ye göçü yasakladıklarını, zorluklarla ABD'ye kaçabilenlerin bu nedenle aileleri yanlarına alamadıkları, Osmanlıların bu kararlarının nedeninin ABD'ye göçenlerin geri dönme tehlikesi olduğu için Ermenilerin gitmesine izin vermeyip hepsini burada öldürme isteği olduğunu anlatıyorlar. Bu söylem sizin yukarıdaki anlattıklarınızla çelişiyor değil mi? Gerçi Ottomanhistorypodcast'de Harputtan ABD'ye göçleri anlatıyordu, belki bu nedenle farklılık vardır.
    1. Büyükelçi Morgenthau'nun günlüklerinde bu konuyla ilgili ayrıntılı bilgi var. Yayınlanmak amaçlı değil, kendi şahsi notları. Enver ısrarla ailelerin gönderilmesini istedi diyor.
  10. Gercekten cok egitici bir yazi olmus. Sizin butun yazilarinizi zevkle okudum ve tiryakiniz oldugumu belirtmek isterim.
  11. Dedem 1912 Ordu dogumluydu. Hayatinin son bir senesine kadar islami tatbik eden gunumuz imamlarina tas cikartacak cinsten bir hocaydi.Inanilmaz hosgorusu olan rahat bir insandi. Akli ve Hafizasi inanilmaz bir pariltiya sahipti. Hic bir seyi unutmayan surekli en ayrintisina kadar resimsel betimlemelerle anlatan bir gorsel zekasi ve uslubu vardi. Zaten eski yaziyi da latin harfleriyle okumayi da kendi kendine ogrenmesinden bunu anlayabiliriz.
    2015de oldu. Olmeden 10 sene once babamla Ermeni Soykirimi oldu mu diye direk sorduk. Verdigi yanit evetle esgudumlu bir yuz kafa ifadesiydi. Cok netti bu konuda. acikcasi bu konuyla ilgili o evet ifadesi disinda konusmak istemedi biz de bir daha sormadik. Benim icin kendisinin bu ifadesi bile bir cok belgeye esdegerdir.
  12. "Türkiye’nin inkâr kisvesi altında sürdürmekte ısrar ettiği savunma pozisyonunun bugünkü dünyada emsalini göremiyoruz."
    Aslında Wikipedia'nın uzun bir listesi var:
    https://en.wikipedia.org/wiki/Genocide_denial

    Diğer bazı programlar da çok ses çıkarmaz genellikle, her ne kadar dönemleri ve ülke tarihleri için önemli olsalar da(bizim Yunan/Yahudi pogromları, Kiev pogramları vs.)
  13. o dönem için, herkesin araştırma yapıp kendi görüşüne milliyetine göre bir kısmını görmezlikten gelerek açıkladığını düşünüyorum.

Felsefe sınavı

$
0
0
Sevgili Aydın Engin geçen günkü yazısında bir lise sınavında sorulan felsefe sorularını aktarmış. Sınav cevaplamaya kendimi bildim bileli bayılırım. Hemen aldım kalemi elime.
1.Teknolojinin görevi sadece doğaya hakim olmak mıdır?

Şüphesiz evet. Başka türlü olabilir mi? Taştan ilk baltayı yonttuğu günden beri insan evladı teknik becerilerini a) doğanın amansız saldırılarına karşı hayatta kalmak ve b) kendi sınırlı doğal yeteneklerini artırmak için kullanmış. Çakmak taşını kullanmayı ilk akıl edenle yer altındaki kaya gazını patlatan, yahut genetik mühendisliği yapan arasında prensipte bir fark görmüyorum. Hepsinin de yaptığı ölümü geciktirmeye çalışmaktır.

Arada tek bir şey değişti. Eskiden doğa tartışmasız bir şekilde üstün ve kahrediciydi. 20. yüzyılın savaşlarında, ya da belki 19. yüzyılın sanayi çöllerinde insanoğlunun doğaya ölümcül darbeler vurabildiği görüldü. Organize insanlığın kahredici darbeleri karşısında doğa sendeledi ve yer yer ölmeye yüz tuttu. Yüz binlerce yıllık amansız düşmanımıza acımayı işte o zaman öğrendik. Sanırım dönüm noktası 1970'ler ya da 80'lerdi. Acımakla kalmayıp düşmana yardım eli uzatmayı önerenler oldu.

İnsan tabiatının değişeceğini sanmıyorum, insan varoluşunun temel koşullarının bugün, bin veya yüz bin yıl öncesinden çok farklı olduğunu düşündüren bir şey yok. Doğa dostu olmakla övünenlerin sevdiği gerçekte çiğ vahşetiyle doğa değildir: iğdiş edilmiş bir ev kedisidir, kralın kibrine hizmet etmeyi öğrenmiş bir tasmalı soytarıdır.

Milli Park “doğa” değildir, insan egemenliğinin zafer narasıdır.

2.Tarih geleceği aydınlatabilir mi?

Bir yere kadar, evet. Tarih bize insan topluluklarının davranış kalıplarını öğretir. Nasıl kavga etmişler, kimlerin peşinden gitmişler, hangi topa çıkmışlar, hangi yalanlara inanmışlar, hangi yanılmaz görülen projeler çökmüş, hangi absürt maceralar zaferle taçlanmış? İnsan tabiatı değişmediğine, daha doğrusu değiştiğine dair inandırıcı bir belirti görülmediğine göre, aynı davranış kalıplarının gelecekte de tekrar edeceğini var saymak makuldür. En azından ihtimallerin çerçevesini bu kalıplarla çizebiliriz; geleceği öngöremesek bile, geleceğe dair rasyonel bir olasılık hesabının terimlerini tarihten türetebiliriz.

Geleceği belki bilemeyiz. Fakat bu, geleceğe dair rasyonel bir ihtimaller hesabı yapamayacağımız anlamına gelmez. Rasyonel gibi görünen ihtimal hesaplarıyla kendimizi avutmanın zevkli bir uğraş olduğu gerçeğini de değiştirmez.

Tarih, işte o ihtimaller hesabının ampirik veri tabanıdır. Geleceği aydınlatmasa bile, en azından idare lambasıdır, büsbütün karanlıkta kalıp korkmamızı önler.

3.Politika herkesi ilgilendiren birşey midir? 

Tarihimizin çok uzun bir döneminde öyle olmadığı kabul edildi. Toplum yönetimi akıl ve tecrübe gerektiren bir iş ise, akıl ve tecrübeden yoksun olanlara neden söz düşsün?

Son 250 yılda bu kabulden adım adım uzaklaştık. 18. yy'ın son çeyreğinden itibaren politikayla ilgilenmesi uygun sayılanların dairesi peyderpey genişledi; 1918 veya 1945 gibi bir tarihte prensipte sınırsız  görünen bir demokratizm norm haline geldi. (Prensipte sınırsız ilan edilse de gerçekte sınırsız değildi. “Herkes” zümresine sadece 18 veya 21 yaş üstü yetişkinler, akli dengesi ve kriminal sicili yerinde olanlar, ve tabii sadece o ülke vatandaşı olanlar dahil edildi. Bu sınırlar belki demokrasi teorisinin ölümcül Aşil topuğuydu. Çocuklar dışlanıyorsa çocuk akıllılar neden dışlanmasın? Yabancılar oy veremiyorsa bölgesel kimliğin dışında kalanlar, ya da başka dinden veya etnik kökenden olanlar neden kayırılsın?)

Bugün demokratik konsensusun yeniden sorgulanmaya başladığına tanık oluyoruz. Çağdaş devletin devasa boyutlara varmış kompleks sorunları üzerine ahkâm kesmek neden cühelanın hakkı olsun? Dünya görüşü mahallesindeki kahvehane ile televizyonda gördüğü iki cahil demagogun hezeyanları ile sınırlı olan biri, toplumun ölüm kalım sorunlarıyla ilgili hangi faydalı düşünceyi üretebilir? Cühelaya siyasette söz hakkı vermek, ya da verir gibi yapmak, onların zihin dünyasını şekillendiren popüler medyaya haksız bir iktidar bağışlamak değil midir?

Buna karşılık denebilir ki,

a) Cahiller akılsız da cahil olmayanlar çok mu akıllı?
b) Cühelayı dışlamak için kuracağın mekanizma, kaçınılmaz olarak bir zulüm ve zorbalık mekanizmasına dönüşmez mi?
c) Kapıları açınca bin tane akılsızla beraber bir tane akıllı içeri girebilir; kapıları kapatırsan onu dışlamış olmaz mısın?
d) Bir kere söz hakkı vermişsin, geri alamazsın; almaya kalksan Trump olurlar, seni parçalarlar.

Kabul edelim ki bunlar da haklı itirazlardır.

4.Özgür olmak hiçbir engelle karşılaşmamak mıdır?

Hayır, engellerin üstesinden gelmektir. Ayrıca a) engellerin üstesinden gelebileceğine inanmak, ve b) karşılaştığın engellerin üstesinden gelmiş olduğuna kendini inandırmaktır. Ilkine psikodinamik, ikincisine mitopoeik (mythopoeic) boyut diye isim takarsak bilimsel bir görüntü elde ederiz.

Stasis insanın ruhunu çürütür. Arap mitolojisindeki cennetten daha kötü bir kabus düşünemiyorum: her Allah'ın günü aynı şırıldayan dereler, aynı istabrak kaplı oturma birimleri, aynı plastik cariyeler,  milyonlarca yıl, sonsuza kadar, tüyler ürpertici bir engelsizlik hayali.

5.Gerçek algılarımızla mı sınırlıdır? 

Değildir. Grönland'ı hiç görmedim mesela, ama gerçek olduğundan eminim. Grönland hakkında sayfalarca yazı yazabilirim. Hatta tarafsız gözlemcilerin ampirik olarak test edeceği bir gezi rehberi yazabilirim. Bunun için Grönland'ı görmüş olmam gerekmez. Okumak ya da bilenlere sormak yeter.

Hume ile Kant'ın üzerinde durmadığı, Hegel'in belki dolaylı ve yetersiz olarak farkına vardığı mesele şu: Gerçek sübjektif değildir, intersübjektiftir. Öznelerarası alemde yaşar. Başkalarını ikna ettiği ya da ikna etme potansiyeli taşıdığı ölçüde gerçektir. Başkalarıyla paylaşmadığım algı, gerçekliği tesis etmez: sadece yanıldığımı gösterir. Algı -- Descartes'ın dediği gibi -- güçlü ve net olsa da gerçeklik payı artmaz: aksine, kafayı yediğime hükmedilir.

Belki de şöyle desek daha doğru. Gerçeğin alt kademeleri (bu taş sert, annem gülüyor, sağda dere var) genetik kodumuza yazılı bir altyapıya dayanır. Gerçeğin üst kademeleri (Sokrates ölümlüdür, Allah bilir, Grönland'da buzullar var) toplumsal bir network üzerinde yükselir. O ağı tanıdığımız ve ona güvendiğimiz ölçüde var olur.


6.Sanattan vazgeçebilir miyiz? 

a) Şarkı söyleyip oynamak,
b) masal anlatmak; ben'e ve biz'e ilişkin anlatılar kurmak,
c) söz oyunlarıyla duygusal bir atmosfer üretmek,
d) göze hoş gelen şekiller yapmak,
e) doğadaki nesneleri taklit etmek, iki veya üç boyutlu olarak modellemek.

Bunların her birinin insan biyolojisinde derin kökleri olan birer içgüdü olduğu anlaşılıyor. Homo Sapiens'in dil kadar belirleyici davranış biçimleridir. İleride farklı olacağına dair en ufak bir belirti yoktur.

7.Bütün inançlar birbiriyle eşit değerde midir? 

Değildir. Bazı inançlar akıl ve tecrübeyle sınanmışlardır. Daha doğrusu: Bazı inançlar diğerlerinden daha geniş, daha çok-yönlü, daha kapsamlı bir akıl ve tecrübe süzgecinden geçmiştir. Daha geniş bir toplumsal danışma ağına hükmeden daha tecrübeli insanlar tarafından, daha etraflıca ve daha serbestçe tartışılmış, daha büyük cesaretle test edilmiş, en azından istatistiki bir tercih olarak daha doğru veya daha öngörülebilir sonuçlar verdikleri görülmüştür. Bunları diğerleriyle eşit değerde saymak ancak cahillikle –- bazı inançları diğerlerinden daha değerli kılan akıl ve tecrübe altyapısından haberdar olmamakla -- açıklanabilir.

  1. müthişsiniz üstadım. bu tarz felsefi içerikli yazıları ve genel olarak da yazılarınızı daha sık periyotlarla yayınlamanız dileğiyle..
  2. insan okuduklarinda o kadar ilham almakta ki, acaba ben de mi memlekete geri donup delige girme seciminde Savan Nisanyanla ayni deligin kogusunda bu gibi enfes muhabetin zevkini mi yasasam mi diye dusunmekten kendini alamiyor.

    Basin one eyilmesin sevgili Sevan Nisanyan.
    Bir an once de su delikten cikman temenilerinde, hic deyilse benim de senle muhabet etme dusuncemde delige girme secenegininde ortadan kalkmasinda bu ozgurlugu bir diyerleri ile yasamak dilekleri ile, kendine iyi bak.
    Sevgiler.
  3. Gayet hoş cevaplar:) Yalnız üçüncü soruya verilen cevaba küçük bir itirazım var. Politik kararlar bir toplumda yaşayan herkesin kaderini, hayatını bir şekilde etkiler. Her insanın kendi hayatını belirleyecek olan kararların alınma sürecine katılma, o süreci etkilemeye çalışma, alınacak kararda belirleyici olma hakkı vardır. Bunun için herbirimizin bir Murat Belge, bir Sevan Nişanyan olmamız gerekmiyor. Düpedüz cahil ve kalın kafalı birinin de politikada söz hakkının olması, Murat Belge ile eşit oy hakkının olması gerekir. Bence bizim ülkemizdeki problem bir bilgi/bilgisizlik problemi değil, bir ahlak problemidir.
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Herkesin kendi hayatını belirleyecek kararlarda belirleyici olma hakkı ne demek? İdam kararlarını sanığa mı sormak lazım yani?
  4. özgür olmak.. şahane bir yorum.

♪♫♪♬♪♪ Müzikli Dakikalar ♪♪♬♫♪♪♪

$
0
0
Klasik müzik tutkumu babamdan aldım. İlkokul dörtte olduğum yıl eve yeni model bir hi-fi plakçalar ve sekiz-on tane long play disk gelmişti ─Wilhelm Kempf'ten Beethoven dördüncü ve beşinci konçertolar, altıncı ve dokuzuncu senfoni, Coriolan ve Egmont uvertürleri, Mendelssohn ve Çaykovski keman konçertoları, Paganini, Liszt, Grieg, bir Verdi derlemesi. Aylarca her gün büyülenmiş gibi onları dinledim. Kısa zamanda Liszt ve Paganini'nin içinin boş olduğunu, buna karşılık Beethoven'ın dipsiz ve uçsuz bucaksız bir derya gibi açıldığını fark ettim. Ortaokula geldiğimde klasik müziği "babamdan daha iyi anlamakla"övünüyordum.

Liseye başladığım yıl Don Giovanni ile Mozart'ı, Branderburg Konçertoları ile Bach'ı keşfettim. Asıl aşkım ondan sonra başladı, Bach kişisel evrenimde baş köşeye yerleşti. Kırk beş yıl geçmiş aradan, o ilk keşif heyecanı bunca yıldır hiç eskimemiştir. Hemen her yıl yeni bir hazineyle, yeni bir cevherle tanıştım; tanıdığımı zannettiğim eserlerde yeni kapılar açıldı. Hayat hikâyemi, bir bakıma, Bach tercihlerimin ya da Bach keşiflerimin tarihi olarak anlatabilirim. Daha lisedeyken iki ya da üç numaralı orkestra süitleri, üniversiteye başladığım yıllarda Si Minör Messe, İngmar Bergman'ın "sessizlik" ("sûkût"?) filminden sonra viyolonsel süitleri, New Haven'da adam boyu kar yağdığı gün iki kantat ─Ich habe genug ve Ich will den Kreuzstab gerne tragen, kar kıyamet bir fırtınada New York'tan New Haven'a araba sürerken gözümün önünde perdeler gibi açılan die Kunst der Fuge, 80 ve 82'de Glenn Gould'un eski ve yeni Goldberg Varyasyonları kayıtları, ustanın ölümünden sonra bir hafta katıksız matem tutan WXQR radyosu sayesinde bütün Glenn Gould külliyatı ─das wohltemperierte Klavier, altı partita, Fransız süitleri, 123. sokakta evdeyken beynime kazınıp aylarca oradan çıkmayan Matthäus-Passion, Bebek'te bir gün bahçede otururken kedi gibi usulca gelip yanıma sokulan dördüncü İngiliz süitinin Saraband'ı, Helmut Walcha'nın org versiyonu ile trio sonatlar, Şirince'de bizi bir gün ailecek deliler gibi oynatan dört klavsen için re minör konçerto, başka bir gün deprem gibi üstüme yıkılan do minör passacaglia, daha önce neden farkına varmadım diye beni hayrete düşüren Johannes-Passion, 2005'te Frankfurt'ta ucuza bulup aldığım 21 CD'lik Stockmeier külliyatından sonra koral prelüdler, 2009'da sevgili Kemal İnan sayesinde yeniden farkına vardığım iki keman partitası. Kısa tutuyorum aslında yoksa bu liste daha çok uzundur.

Beethoven sevgimi hiç kaybetmedim. Yale'deyken son beş yaylı çalgılar dörtlüsünü keşfettim; kırk yıldır aralıksız onları dinleyip sırlarına vakıf olmaya çalışıyorum. Farklı dönemlerde Dokuzuncu Senfoni'nin yavaş bölümünü (ki meşhur son bölümden bir kaç fersah daha iyidir), Rasumovsky Kuartetlerini, Hammerklavier sonatını, 32. sonatın son bölümünü, adi bir vals gibi başlayıp başka dünyalara kapılar açan Diabelli Varyasyonlarını, Missa Solemnis'in Sanctus ve Benedictus'unu, opus 105 viyolonsel sonatlarını kişisel tapınağımın baş köşesine yerleştirdim.

Mozart sevgim gelip gidicidir. Don Giovanni'nin gelmiş geçmiş en mükemmel opera olduğu şüphesiz - bir an için müziği bir yana bırak, kadın psikolojisi hakkında daha derin bir eser yazılmış mıdır, sanmam. Buna karşılık Mozart'ın orkestral eserleri bana zaman zaman sıkıcı gelmişlerdir. K. 621 Klarinet Konçertosu bir mücevherdir ─ama heyhat her Allahın günü o parçayı çalışan bir amatör klarinetçi ile aynı evi paylaştığım günlerden beri, o mücevherden hak ettiği tadı alamıyorum. Oda müziği ise kusursuzdur ama belki haddinden bir milim fazla yontulup cilalanmıştır. Die Zauberflöte'yi büyülenmeden dinleyebilecek kimse düşünemiyorum.

*

Beni baştan çıkarıp alemlere taşıyan başka kimler var? Aklıma gelenleri tarih sırasıyla saymaya çalışayım.

Monteverdi bir akıl ve müzik şölenidir. Bir Ulisse'nin ya da Poppea'nın dramatik zenginliğine, 18. ve 19. yüzyıl eserleri yaklaşamaz bile. Fırsat bulursan 1970'lerde Nikolaus Harnoncourt'un yönettiği Jean-Louis Ponelle'in sahnelediği Poppea versiyonunu gör; benliğini esir alacaktır. François Coperin Bach ile aşık atabilecek bir bestecidir. Concerts royaux'yu Bradenburgların, Leçons de Ténèbres'i en iyi solo kantatların, Messe a l'usage des paroisses'ı koral prelüdlerin yanına rahatça koyabilirsin. Yazık ki geriye kalan çok az eseri var.

Vivaldi'ye hiçbir zaman ısınamadım; ama Corelli'deki deha ışıltısını inkâr edemem. Alessandro Scarlatti uçsuz bucaksız bir hazinedir; dinledikçe güzelleşir, aklını başından alır. Haendel de hocası kadar baştan çıkarıcıdır. Çoğu zaman deha sınırının bir santim altında dolanır; bazen klavsen süitlerinde, Alexander's Feast'de, Comus aryalarında, L'Allegro, il Penseroso ed il Moderato'da olduğu gibi, o sınırı aştığı da olur. Telemann çok iyi bir işçidir. Haydn'ın oda müziğinde fantastik derecede güzel mücevherler gizlidir; ama o mücevherleri bulmak için bazen epeyce ot yemen gerekir. 

Schubert aşık olunası bir insandır. Die Winterresse'yi (ama mutlaka Fischer-Dieskau ve Gerald Moore'dan) hüngür hüngür ağlamadan hiç dinleyemedim. Chopin minyatürcüdür, ama minyatürleri baştan çıkarıcı bir güzelliktedir. Brahms zarif ve popüler bir maskenin ardında büyük ve kompleks bir deha saklar. 2001'de bir dönem aylarca Ein deutsches Requiem'le yatıp kalktım. Çok eskiden bir dönem birinci Sextet'e, daha yakın yıllarda Klarinetli Beşli'ye tutuldum. Dvořák'ın her biri şaşırtıcı ölçüde zengin ve kuvvetli bir ruhun ifadesidir.

Hugo Wolf'u çok geç keşfettim, İspanya Defteri, hele Elisabeth Schwarzkopf söylüyorsa, sanırım Alman şarkı sanatının ─dolayısı ile her türlü şarkı sanatının─ zirvesidir. (Peki Strauss'un Son Dört Şarkı'sı da öbür zirve olsun.) Bruckner'de eski çorapları koklamak gibi bir haz buluyorum ─kötü olduğunu bilirsin ama koklamadan duramazsın. Mahler'de de her zaman bir tür sahtelik ya da yüzeysellik havası sezmekten kendimi alamıyorum ─belki fin de siècle Viyana'sının havasıdır, kim bilir? Gene de Das Lied von der Erde olsun, dokuzuncu ve onuncu senfoniler olsun, deha alemine ayak basan işlerdir. Debussy özellikle piyano ve oda müziği eserlerinde, bazen kudurtucu ölçüde zarif ve hülyalıdır; ama büyük çaplı eserlerini sevdiğimi söyleyemem. Çaykovski beni bayar, Wagner bence sahterkârın tekidir. Verdi, birkaç meşhur arya dışında beni pek etkilemiyor, hiçbir operasını baştan sona izlemeye kendimi kandıramadım. Ama nedense son yıllarda Puccini'ye gitgide daha fazla ısındığımı itiraf etmeliyim. La Bohème'in film versiyonu (yönetmenini maalesef hatırlayamadım) son yıllarda opera alanında yapılmış en iyi iştir desem abartmış olur muyum?

Yirminci yüzyıl müziğine hiçbir zaman fazla ilgi duymadım. Bir istisna yukarıda adı geçen Richard Strauss'tur. ( Elektra'yı bir kaç yıl önce keşfettim, tüylerim halâ diken diken.) Açıklamakta güçlük çektiğim öteki istisna ise Stravinsky'dir. Lise sonda iken Stravinsky ile büyük bir aşk yaşadım. Sonradan o aşk küllendi ama L'Histoire du Soldat'ın, Oedipus Rex'in, Dumbarton Oaks Senfonisi'nin, Apollon Musagètes'in alaycı , ukalâ, bıçak gibi keskin dili beni halâ zaman zaman heyecanlandırır.

*

Klasikten başka müzik yok mu diye soracaksın. Son zamanlarda insanlar hiç mi güzel şarkı söylememişler? Hayır, o kadar dogmatik değilim. Bir Bach ya da Beethoven'dan aldığım tadın yoğunluğuna yaklaşamasa da beni coşturan, kısa bir an için de olsa uçuran başka birçok müzik türü var. Mevzu açılmışken onlara da değineyim.

Bir kere caz severim. Caz 1920'lerden 1960'lara kırk yıl sürmüş bir muazzam havai fişek gösterisidir. Sonradan çıkmaz yollarda kaybolmuştur ─ama o kırk yıllık yaratıcılık dönemindeki heyecanı kimse inkâr edemez. Blues, keza, Mississippi'nin pamuk tarlalarından ve redneck kafelerinden bağını koparmamış olduğu sürece şaheserler üretmiş, sonra pop kültürünün sığ sularında tükenip gitmiştir.

Yunan müziğinde eski usul rebetiko'ya bayılırım. Markos Vamvakaris'in toplu eserleri albümünü bir aralar evde lime lime oluncaya kadar dinledim. Değme alaturka arabeskçiden daha karanlık sulara yelken açtığı halde gözünden ve sesinden ironi kıvılcımını eksik etmeyen bir adamdır. Bir ara Viky Mosholiou'nun Son Tramvay albümüne aşık oldum. Sonra Giritli esrarkeş Psarantonis'e hayran oldum. Bir dönem klasik Hint ragalarına merak saldım. Kolombiya'da geçirdiğim bir aydan sonra kalbimde salsaya ─özellikle salsanın en iyisi olan Kolombiya salsasına─ yer açtım. Uzun yıllar Bob Marley'in reggae'sini dinledim. Arjantin'in tangolarına bayılırım. sonra, hayret edeceksin ama, Peru dağlılarının müziği olan huayno'lara bir tür iptila edindim. Aradan yıllar da geçse, iyi bir huayno havası ile karşılaştığımda, oltaya takılmış balık gibi oynamaktan kendimi alamıyorum.

Üniversitedeyken bir kaç yıl büyük bir zevkle alaturka fasıl dinledim ─Kemal Gürses, Üsküdar Musiki Cemiyeti, Şevki Bey, Leyla Hanım, Lemi Atlı ve saire. daha sonra Kâni Karaca'nın kayıtlarını keşfettim, Osmanlı elit müziğinin asıl şaheserleri ile tanışma, tanışma demeyelim de kenarlarında dolaşma fırsatım oldu. Bir kısmı ilkel usullerle radyodan teype çekilmiş, sonradan CD'ye aktarılmış kırk-elli tane albümüm birikti. O albümler hâlâ tozlu bir köşede durur. Bazen cinler geldiğinde arayıp dinlerim. Olağanüstü zarif ve incelikli bir müziktir; insan ruhunun çok derinlerdeki bir takım telleri titreştirir. Ama tıpkı Yunan kilise müziği gibi ─ki o da zarif, incelikli, derin teller titreten bir müziktir─ bir iki saat dinledikten sonra hafakan basar. "İmdat içim daralıyor" duygusuna kapılırım. CD'ler yeniden tozlu rafların arkasına gider, cinlerin bir dahaki ziyaretine kadar unutulur.

Türk popundan nefret ediyorum. 1960'larda ilk çıktığı zaman nefret ettim ve yarım yüzyıldan beri nefretim dinmedi. Detone bir böğürtüden başka bir meziyetini göremediğim Türk avam müziğinden ise adeta fiziksel bir tiksintiyle tiksiniyorum. Hapiste olduğum son iki buçuk yılın büyük bir bölümünde o yapışkan sesle yaşadım. Alışmadım. Alışmayacağım. Hayatımın şu geldiğim evresinde arabesk ve varoş türküsünün tükürüklü feryatlarına bulaşma riski olmadan yaşayabileceğim bir köşe hayattaki en büyük mutlulukmuş gibi geliyor bana.

Amerikan popu hakkındaki duygularım da bundan çok farklı değil. Amerikan popu ile rock'ın teknik ustalığını takdir edebiliyorum. Bunun getirdiği bir tür mesafeli ve teorik beğenme duygusu aklımın sinir bozucu yarısını etkisi altına alabiliyor. Ama hayır, insanların duygu dünyasını bir tır kamyonunun gürültüsü ile boğmaya çalışan müzik anlayışına tahammülüm yok. Elektronik yollarla deforme edilmiş her türlü ses kulağımı ve ruhumu tırmalıyor. Kitlelerin beğenisi için ekip kararıyla üretilmiş her eser, bende edepsizce bir yalanın doğurduğu utançla karışık öfke duygusunu uyandırıyor.

Kötüleri saymaya devam edeyim. New Age adı altında üretilmiş beyin uyutucu ses yığışmalarından, asansör müziğinden, oldies ve goldies türü kanı alınmış süpermarket ürünlerinden nefret ediyorum. Fransız chason'larını ( Jacques Brel gibi bir-iki istisnayla ) fazla şekerli ve sahte buluyorum. Batı Avrupa halk müziği, özellikle kuzeye doğru yürüdükçe, bana yavan ve ruhsuz geliyor.

80 yazında Ohrida kentindeki bir kahvehane bahçesinde Makedonya köylü havaları çalan Hollandalı şahane bir gezginler ekibiyle karşılaşmıştım. Hayatında o kadar mükemmel bir başka konser duydun mu diye sorsan cevap vermekte zorlanırım.

16 yorum:

  1. Heavy Metal :(
  2. Darbe oldu savaşa girdik, Başbakan değişti vs... ne yazık beklerken ne geldi...
  3. Kempf'e 1 f daha gerekiyor: Kempff. Bence kendisi gelmis gecmis en iyi piyanist olabilir bu arada. Tesekkurler paylasiminiz icin. Inshallah en yakin zamanda cikarsiniz eger hala icerdeyseniz...
    Yanıtlar
    1. Nayır, Glenn Gould'un eline kimse su dökemez.
    2. Bence Kempff:) tabiî bu biraz subjektif...

      Ayrıca Liszt'in içi o kadar da boş değil herhalde. Beethoven'in baş talebesi Czerny'nin elinden yetişmiş, Salieri'den de ders almış, piyanoda çalınabilecek en zor besteleri yapmış. Elbette kimse bir Beethoven olamaz fakat küçümsemek de yanlış.

      Sevan hocam, yeni nesil piyanistlerden Lang Lang hakkında ne dersin, beğeniyor musun?
  4. Sizi beğenerek okumaya devam ediyoruz Sevan Hocam...

    Çıktığınız günlerin yakın olması dileğiyle...
  5. Kimi yazılarını okurken, daha bitirmeden, tam ortasında, neden hüngür hüngür ağlamaya başladığımı açıklayabilir misin bana, ey dost?
  6. Bu yazıyı yazdıktan sonra paylaşırken nasıl düşünceler içinde oluyorsunuz acaba? Merak edip sizinle empati kurmaya çalışıyorum ama verimli düşünemedim şuana kadar. Bu tip biraz kişisel anı + öznel yorumlar içeren yazıların yazılıp sonrasında paylaşıma sunulma amacını kendim düşünerek de anlayamadığımdan size bu soruyu yönelttim ilginiz için teşekkürler.
  7. bende bilgisayar müziğinden nefret ediyorum. olmaz olsun dijital ortamda yapılan müzikler. ama hocam depeche mode gerçeği var. bir gün dm dinlemenizi tavsiye ederim.
  8. Wagner'i kötü gömmüşsünüz üstad, bütün yazıyı belki kendisi hakkında bir cümle sarfetmişsinizdir diye okudum ama ellerimi kuma sokup çıkarmışım gibi oldu, ümidim parmaklarımın arasından kaydı gitti.
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Parmaklarınız için böylesi daha hayırlı sanırım :))
  9. Merhaba,

    İkinci paragrafta bahsettiginiz passacaglia Bach'a ait olan mi? Sanirim D minor olmasi gerekiyor. Yazi icin tesekkurler.
  10. Üstad, Carl Orff hakkında ne düşündüğünü belirtmemişsin.
    Yanıtlar
    1. İlginç, zevkle dinlerim. Antigone ve Ödipus Tyrannos çarpıcı eserler. Ama çabuk tükenen cinsten.

Büyükelçi Morgenthau’nun güncesi

$
0
0
Aralık 2014’te Yenipazar Cezaevinden yazılmış bir mektup. Köşeli parantezleri şimdi (2017’de) ekledim.

Son günlerde okuduğum en ilginç kitap 1913-16 ABD’nin İstanbul büyükelçisi olan Henry Morgenthau’nun günceleri. Anıları değil, o çoktan yayınlandı, galiba Türkçesi de var. Bunlar ham günce. Üç yıl boyunca her gün görüştüğü, yaptığı, duyduğu her şeyi defterine not etmiş. Epey bir kısmı kriptik, yani anlaşılmıyor, ama anlaşıldığı kadarı bomba. Diplomatik ve siyasi kulislerde olan biten hakkında hayatta okumadığın kadar ayrıntılı bilgi ediniyorsun.

[Not: ABD 1917’ye dek savaşta tarafsızdı. O yüzden İngiliz, Fransız, Rus elçileri sınır dışı edilirken ABD elçisi kaldı. Almanya ile Türkiye arasında arka kapı diplomasisi sürdürdü.

Morgenthau Alman Yahudilerindendi. Başkan Wilson’ın kişisel dostu idi. İstanbul'dan sonra kamu görevinden ayrılıp Wall Street’te banker oldu, servet edindi. 1933’te FDR hükümetinde ticaret bakanı oldu. ABD’de sosyal devletin başlangıcı olan New Deal reformlarının fikir babası sayılır.]

Gözlemler.

·        Talat ve Enver’le çok sık görüşüyor. Bazen haftada üçer dörder defa, bazen yemekli, çoğu zaman 2-3 saat. Ailece görüşüyorlar. Çat kapı Talat uğruyor. Enver’le Belgrad Ormanında atla 4-5 saatlik Pazar gezmesine çıkıyorlar. İlişkiler doğal, pratik, siyasi polemikten çok uzak – ancak Temmuz 1915’ten sonra Ermeni meselesi yüzünden soğumaya yüz tutuyor. Yoksa dedikodu yapıyorlar, savaşın gidişini tartışıyorlar, bin türlü idari problemi çözüyorlar – Beyrut’taki konsolosun sorunu, Osmanlı Bankasındaki bilmem ne hesabının durumu, Robert Kolej diplomalarının denkliği meselesi, İngilizlere sığınan kontes bilmem kimin sınır dışı edilme hadisesi, Kayseri’de tutuklanan Amerikalı iş adamının şeysi. Bir ara Talat bakanlıktan düşecek olursa ABD’ye büyükelçi gitmek istediğini söyleyip M.’nun yardımını istiyor. Talat zeki ve kibar, Enver sempatik biri olarak görünüyor. Ama Mayıs-Haziran 1915’ten itibaren gitgide katılaşan, meydan okuyan bir tavra giriyorlar.

·        1914 başında diplomatik çevrelerin ortak görüşü Türkiye’nin çökmek üzere olduğu. Balkan Harbinden [1912-13] sonra mali durum facia. Reformların hiç biri yürümüyor, ordu hakkında (Almanlar dahil!) kimsenin bir umudu yok. Tartışma mevzuu: Ruslar İstanbul’u alır mı? Önlemek için ne yapmalı? İT yönetimi dahil olmak üzere kimsenin Türkiye’nin geleceğine dair pek bir beklentisi yok.

·        İngilizlerin Mısır’a göz göre göre el koyması büyük bir düşmanlık ve huzursuzluk kaynağı. İngilizler Hıdivi İstanbul’a sürmüşler, o da Kandilli'deki köşkünden anti-İngiliz duyarlıkları körüklüyor, basına yazılar yazdırıyor. Siyonist hareket çok aktif; M. da onlarla yakın ilişki içinde, hatta galiba onların sözcüsü. Anladığım kadarıyla Filistin iskânına kolaylık gösterilmesi karşılığında Türkiye’ye ciddi diplomatik ve parasal destek teklif ediyorlar. Suriye kontrolden çıkmış durumda.

4 Mayıs 1914’te uzun bir sohbette Talat Yemen, Suriye, Irak, Filistin vs.ye bağımsızlığa yakın özerklik vermeyi ama Türk olan bölgede güçlü merkezi yönetim kurmayı düşündüklerini söylüyor. Yani Arabistan'ın gidici olduğu daha savaştan önce belli. M. bunu yapabileceklerini pek zannetmiyor, çünkü para ve kadro yok; İngiltere ve Yunanistan ve Rusya izin vermez; Ermeni bölgesine egemen olmaları güç. (Ermeni meselesine ilk değindiği yerlerden biri burası.)

·        Haziran 1914’te Türk-Yunan savaşı patlak vermek üzere. Diplomatlar her gün heyecanla savaşın başlamasını bekliyorlar. Savaş nedeni, Balkan Harbinde Yunanistan’ın Midilli ve bazı adalara el koyması. Türkiye bu durumu kabul etmiyor. Yunanistan olası Türk saldırısına karşı ABD’den iki kruvazör sipariş ediyor. M. bunun savaş nedeni olacağı gerekçesiyle satışı önlemeye çalışıyor, araya etkili Siyonist kişileri sokuyor.

15 Haziranda Foça’da Rum katliamı oluyor. İzleyen hafta Manisa ve Aydın’daki Rum köyleri çetelerce basılıp katliamlar yapılıyor. Nedeni muhtemelen Yunanistan savaş açarsa yerli Rumların işbirliği yapma olasılığına karşı gözdağı. Haziran-Temmuz’da Ege bölgesinden büyük Rum göçü; çoluk çocuk sefil mülteci fotoğrafları dünya basınına çıkıyor; Erdek ve Marmara Adasındaki bütün Rum köyleri boşaltılıyor. 2 Temmuzda Talat “eğer ABD kruvazörleri verirse katliamlar devam eder” diyor. Yani şantaj: ABD Yunanistan'a yardım ederse biz de yerli Rumları ezeriz. 9 Temmuzda ABD kruvazör satışını askıya alınca bu kez hükümet Foça’da bazı (Türk) katliamcıların yargılanmasına yeşil ışık yakıyor.

Bundan birkaç gün sonra İngiltere Türkiye’nin sipariş etmiş ve parasını ödemiş olduğu harp gemisine tam teslim edileceği gün el koyuyor. Gerekçe: gemiyi versek Türkiye Yunanistan’a saldırır. 28 Ağustosta Enver, eğer Yunanistan saldırırsa misilleme olarak İzmir’i yakacaklarını bildiriyor. 31 Ağustosta Yunanistan saldırırsa [İngiliz-Fransız ortaklığı olan] Osmanlı Bankası’na el koyacaklarını söylüyor. O günlerde Dünya Savaşı çıkınca Yunan krizi sahneden uzaklaşıyor.

Öyle anlaşılıyor ki savaş tedbiri olarak sivil halkın katliamı projesi bu tarihlerde yavaş yavaş şekillenmiş. 1914 yazı.

·        Savaş çıkar çıkmaz Türkiye’nin ilk yaptığı iş 10 Eylülde kapitülasyonları lağvetmek. ABD adli kapitülasyonların kaldırılmasına karşı değil, ama ticari kapitülasyonlar kaldırılırsa ekonomik olarak Türkiye batar diyor. Talat ise yapacakları yargı ve hukuk reformlarıyla kapitülasyonlara gerek kalmayacağını söylüyor. Yani Medeni Kanun vb. daha 1914’te gündemde. Gerekçe aynı, kapitülasyonları kaldırınca uluslararası medeni hukuk, ticaret hukuku vb. getirmek şart. Şer’i hukukla uluslararası ticaret yürümez.

·        24 Eylül 1914’te Şeyhülislam Hayri Efendi oğullarının Robert Kolej’e kabulü için büyükelçinin aracılığını rica etmeye geliyor. Bunlardan biri 1965’te başbakan olan Suat Hayri Ürgüplü olmalı.

·        6 Ekimdeki sohbette Talat amaçlarının aslında İzmir’i yakmak değil, Rumların korkup kaçmasını sağlamak olduğunu söylüyor. Şehrin Müslümanlaştırılmasını istediklerini, öbür türlü ülkenin asla yönetilemeyeceğini savunuyor. Soru üzerine kabinede bir tek kendisinin dindar olduğunu, Cemal’de biraz dindarlık olduğunu, Enver’in hiç olmadığını anlatıyor.

·        14 Ekimde büyükelçilik müsteşarı Şımavonyan ve Talat’la yemek. Talat Avrupa ülkelerine hiç güvenmediğini, İtalya’nın [1911’de] durup dururken Libya’yı işgal etmesi gibi sürpriz saldırılar beklediğini anlatıyor. Bu kilit bir detay. Bu ihtimale karşı Kasım 1914’ten itibaren ülke içindeki İtilaf devletleri vatandaşlarını enterne edip Yozgat, Maraş, Urfa vb.de rehin tutacaklar; İngiltere veya Fransa veya İtalya bir yere çıkarma yaparsa hepsini öldürmekle tehdit edecekler. Bu tehdit tutmazsa bu sefer Ermeni katliamı aynı amaçla kullanılacak. İtilaf devletlerinden gelen sinyallere karşılık katliamın dozu azaltılıp artırılacak. (İşin bu yönünü daha önce düşünmemiştim. Ermenileri Avrupa saldırısına karşı rehin olarak tutuyor. Avrupalıları topluca öldürmeyi gözü kesmediği için Ermenilere yöneliyor.)

·        25 Ekimde Karadeniz sahili Rumlarının iç bölgelere tehciri kararı çıkıyor. Morgenthau Enver ile Talat’ın tehlikeli bir oyun oynadıklarını düşünüyor. Alt kademedekiler talan tadını alınca durdurulmaları mümkün olamaz, iş çığırından çıkar diyor. Yani iş ilk başta rasyonel bir diplomatik hamle, ama kontrol edilmesi zor, çığırından çıkma ihtimali çok güçlü.

·        11 Kasımda Talat’la ilginç diyalog. Fransa ve İngiltere’nin tahkim edilmemiş kıyı kentlerine saldırmaması için centilmenlik anlaşması yapalım, ABD aracı olsun diyor Talat. Aksi halde zorunlu göçlerin devam edeceğini söylüyor. M. tehdidiniz zayıf, çünkü gerçekten büyük çaplı katliam yapabileceğinize inanmıyoruz diyor. Talat “kararlılığımızı göstermek için ne yapabiliriz?” diye soruyor. Düşünürsen tüyler ürpertici bir sahne. Galiba olayları anlamanın asıl kilidi bu.

·        18 Aralık: İngiltere Çanakkale’de bombardımana başlıyor. Genel kanı birkaç gün içinde Boğazı aşıp İstanbul’a gelecekleri yönünde. Alman elçisi eğer İngilizler Boğaz’ı aşarsa İstanbul’da büyük Hıristiyan katliamı olacağını düşünüyor. Her ihtimale karşı Alman elçiliğinin değerli eşyalarını ABD elçiliğine saklamayı öneriyor. Sonraki hafta bir sürü tablo vb. Tepebaşı’ndaki ABD elçiliğine taşınıyor.

·        24-25 Aralıkta Türk hükümeti taşradaki Katolik ve Protestan kiliselerine el koymaya başlıyor. Şükrü Bey (İT liderlerinden, Maarif Nazırı) “biz bunu yaparsak onlar da savaştan sonra camilere el koyacak, biliyoruz, ama başka çaremiz yok” diyor.

·        Fransızlar veliahdın oğlu Ömer Faruk Efendiyi tutukluyor. Bunun üzerine Türkiye Fransız ve İngiliz konsoloslarını tutukluyor. 31 Aralıkta Talat Osmanlı Bankasına el koyma kararını çıtlatıyor, borsada büyük krize yol açıyor. 9 Ocakta Alman elçisi Türkiye’nin ayrı bir barışla savaştan çekilmesi için ABD nezdinde girişimde bulunuyor. İngiltere teklifi kesinlikle reddediyor. (Yani bu aşamada Almanlar dahil herkes Türkiye’nin yenileceğinden emin.)

·        10-15 Ocak, Çanakkale paniğinin zirve noktası. İstanbul’da herkes çıldırmış halde, bugün yarın İngilizler geliyor korkusunda. Belki tesadüf, 13 Ocaktaki resepsiyona Türklerin birçoğu fessiz geliyor. M. böyle bir şeye ilk kez tanık oluyor. Bence simgesel: devletin dağılmaya başlaması! Erzurum’da bazı subaylar isyan edip Alman subayı öldürüyor.

·        28 Ocak: Cemal Paşa ile sohbet. Hükümetin ne kadar zayıf olduğu anlaşılırsa isyan çıkar diye korkuyor Cemal. “Biz Abdülhamit’i 50 kişi ile devirdik, Ermeniler bizden daha örgütlü” diyor. Ciddi ciddi Ermenilerin darbe yapmasından korkuyorlar sanırım. Sarıkamış’ta yüz bin kayıp verince ordudan geriye bir şey kalmadı deniyor.

·        17 Şubat: Talat [İçişleri Bakanlığından] istifa ederse Hüseyin Cahit (Yalçın)’ın onun yerine geçeceği konuşuluyor. Bunu daha önce duymamıştım.

·        19 Şubat. Bu müthiş. Rusya Meclisinde resmen İstanbul’un işgali dile getiriliyor. Bunun üzerine İngilizlerin buna asla müsaade etmeyeceği, dolayısıyla Çanakkale saldırısından vazgeçecekleri söyleniyor. İstanbul’da panik havası dağılmaya başlıyor. (Yani Çanakkale seferi aslında Ruslara karşı, ya da onlara rağmen bir hamle.) Martta bu sefer Rusların Sarıyer-Kilyos hattına çıkarma yapacağı paniği var. 30 Martta İngilizlerin Ruslardan önce davranıp İstanbul’u ele geçirmeye karar verdiği haberi geliyor, gene panik havası esiyor. (15 Mayısta Tarabya’nın kuzeyindeki tüm gayrimüslimler tahliye ediliyor. Sersefil ortada kalıyorlar, bir kısmı Bebek’te Robert Kolej arazisinde çadır kuruyor.) 3 Nisanda Fethiye Rumları tahliye ediliyor. 9 Nisanda İtilaf kuvvetlerinin Mersin’i bombaladığı ve Ayvalık’a çıkarma yaptığı haberi panik yaratıyor. 20 Nisanda Sultan Beylik’teki Yahudi kolonisini ??! boşaltıp yerine asker yerleştiriyorlar. (Kadıköy yakasında bir yer, acaba Sultanbeyli mi?)

·        24 Nisan sahnesi olağanüstü! [Not: 24 Nisan 1915 gecesi İstanbul’da 230 küsur Ermeni ileri geleni tutuklanıp Anadolu’ya sürüldü; çoğu öldürüldü. Ermeni tehcirinin simgesel başlangıcı sayılır.] O akşam Talat, Başhaham Naum Efendi, elçilik müsteşarı Şımavonyan, eşleriyle elçilikte yemekte. Yemekten sonra eşler sinemaya gidiyor. M. Talat’a “Siyonizmi bir Osmanlı kurumuna dönüştürmeyi” öneriyor. Talat reddediyor, özetle egemenliği paylaşamayacaklarını bildiriyor. Kendisi ABD’ye elçi olarak atanırsa ABD yönetiminin uygun bulup bulmayacağını soruyor ve Pazartesi gününe (2 gün sonra) cevap istiyor!! Belli ki korkuyor, belki bir darbe bekliyor. Ermeni tutuklamalarını soruyorlar. (Dikkat et, sohbetin başında değil, sonunda.) Talat “İhtilal hazırlıyorlar, buna izin veremeyiz” diyor. M. sonradan “Türkler entelektüelleri bastırmadan ülke yönetemeyecek­lerini düşünüyor” diye not ediyor.

Ertesi gün Robert Kolej’de bir panel var. Ancak panele katılacak Ermeni konuşmacı (Protestan Ermeni bir vaiz) tutuklandığından, kolej müdürü konuşmayı Morgenthau’nun yapmak isteyip istemeyeceğini soruyor. M. kabul ediyor.

Bunlar bence filmlik sahneler. Hükümet panikte, ama korku onları daha katı ve gözü pek hale sokuyor. Soykırım kararlılığının nasıl şekil aldığını görüyorsun. Kadınların sinemaya gitmesi şaheser bir detay. (Yalnız Talat’ın eşi var mı, emin olamadım.) Bir sürü Ermeni tam o saatlerde İstiklal Caddesi civarında tutuklanıyordu, sinema acaba nerede? Tam o akşam Yahudi başhahamının yemekte olması ve Siyonizm hakkında en ciddi teklifin dile getirilmesi tesadüf mü? Şımavonyan ne düşündü?

·        Aynı gün bir İngiliz denizaltısı İstanbul civarına gelip askeri tesisleri topa tutuyor, Beykoz’a kadar ilerliyor. Sonraki günler Marmara’nın çeşitli yerlerinde ateş açıp korku salıyor.

*

Neyse çok uzattım, kontrolden çıktı bu mektup. Özetle işin gelişimi şöyle görünüyor.

1.    Ermenilerin ihtilal ve darbe yapmasını bekliyorlar. O yüzden lider kadroları tutuklayıp bir kısmını infaz ediyorlar.

2.    Her an her yönden işgal/çıkarma bekledikleri için sınır ve kıyı illerindeki gayrimüslimleri (savaş süresince veya temelli) sürmeye başlıyorlar.

3.    Batılılar itiraz edince sürgün Ermenileri rehine olarak kullanmak akıllarına geliyor. “İngilizler işgal ederse hepsini öldürürüz” kozunu kullanıyorlar. (Mesela Sivas-Yozgat sürgünleri üç ay Konya dışındaki toplama kampında tutuluyor, belli ki pazarlık kozu olarak bekletiliyorlar. İşe yaramayınca parti parti Pozantı üzerinden Suriye’ye gönderiliyorlar.)

4.    Nakliyat sırasında çok sayıda insan kontrolsüz ya da yarı-kontrollü olarak öldürülüyor. İş, M.’nun önceden tahmin ettiği gibi çığırından çıkmaya başlıyor. Soygun ve talan devreye giriyor.

5.    Ağustosa doğru geri dönülmez nokta aşılıyor. Bu noktadan sonra Ermenilerle medeni bir çözüm artık mümkün değil; Batı ile diplomatik müzakere de mümkün değil. Öyle ya da böyle savaştan sonra yapılanların hesabı sorulacak. O aşamadan sonra eldeki tüm Ermenileri öldürmekten başka çare kalmıyor. Tehcirin sistemli yok etmeye dönütüğü yer 25-30 Ağustos civarı. 30 Ağustosta Ankara’da 6000 Ermeni öldürülüyor. 1-2 Eylülde İzmit Ermenileri topluca öldürülüp şehir yakılıyor. Bu yeni bir aşama. O tarihe kadar bir sürü münferit katliam var, ama toplu yok etme yok.

ABD’nin tavrına gelince:

1.     İlk yaklaşımları “Türkiye’nin geleceğini yok ediyorsunuz; ekonomik ve kültürel çöküşe yol açacaksınız.” Amerikalıların tipik bakış açısı, ekonomik kalkınmayı her şeyden önemli görürler, kendi çıkarlarını da orada görürler.

2.    Bir dönem karmaşık bir diplomatik oyun var. Türklerin katliamı bir pazarlık kozu olarak kullandığını görüyor, o pazarlığı kırmak için el yükseltiyor, Washington’a katı ve tavizsiz bir politika öneriyor.

3.    Eylül-Ekim 1915’te Başkan Wilson’la uzun yazışmalardan sonra tüm Ermenileri ABD’ye göçmen olarak kabul etmeyi öneriyorlar. Türk tarafı belli şartlarla buna razı. (Enver’e göre en önemli şart, bir aileden göçmen alınırsa ailenin tamamı kabul edilecek. Maksat Türkiye’de pürüz bırakmamak.) Çeşitli nedenlerle bu proje yürümüyor. Atlantik’te Alman denizaltıları cirit atıyor ve ABD’nin bu çapta bir göçe tahsis edecek yeterli gemisi yok.

4.    Bu sırada Bulgaristan hangi tarafta savaşa gireceğine karar vermek üzere. ABD (Robert Kolej mezunu olan Bulgar başbakanı nezdinde) Ermeni katliamını gerekçe yapıp olası bir Bulgar-Türk ittifakını önlemeye çalışıyor. Katliamın ilk kez propaganda amaçlı kullanımı galiba bu. Türk tarafı (“çok önemli bir İttihat-Terakki mensubu olan” büyükelçi Fethi Bey (Okyar) marifetiyle) Bulgaristan’a yüklü para ve silah yardımında bulununca Amerikan çabası sonuçsuz kalıyor. 

*

Bu kadar! Daha çok detay var ama yetsin.

Benim oyum Tayyip'e

$
0
0
Çakma muhalefet partisinin lideri İstanbul’da on maddelik seçim bildirgesi yayınlamış.

Okuyoruz:

1- 15 Temmuz darbe girişimini lanetliyoruz. 245 şehidimizin aziz hatırası, gaziler vb.

Tercümesi: Cumhurbaşkanımızın meşruiyetine inancımız tamdır. İndirmeye kalkanları kınıyoruz. İstibdadını meşrulaştırmak ve pekiştirmek için kullandığı absürt söylemi aynen benimsiyoruz.

2- 20 Temmuz’da getirilen OHAL ile yasama yürütme ve yargı tek elde toplanmıştır; bir an önce kaldırılmalıdır.

Tercümesi: 20 Temmuzdan önce fena değildi, bari ona dönelim, şekil düzelsin.

3- Kolektif suç gibi insan haklarına aykırı uygulamalardan vazgeçilmelidir.

Tercümesi: Tamam bildiğin gibi yönet, ama o kadar ileri gitmesen? Sivrilikleri düzelt yeter.

4- OHAL mağdurlarının yargıya ulaşım ve sosyal güvenlik haklarını kısıtlayan uygulamalara son verilmelidir.

Tercümesi: İşten çıkar peki, ama bari adamcağızın emekli maaşını, primini vb. elleme. Bırak mahkemeye baş vursun, oyalansın.

5- FETÖ ile hiçbir ilişkisi ile bulunmayan ama sırf hükümete muhalif olduğu için görevlerinden alınan akademisyenler görevlerine dönmeli ve tutuklu milletvekilleri serbest bırakılmalıdır.

Tercümesi: FETÖ ile az ilişkisi bulunan ve çok belirgin bir şey yapmamış birkaç kişiyi görevine iade et, biz de bir işe yaramış görünelim. Figen Yüksekdağ’ı filan tutabilirsin çünkü milletvekilliği düşürüldü, ama birkaç vekil sal da bari benim suç ortaklığım çok belli olmasın.

6- Mesleklerini yaptıkları için tutuklu bulunan gazeteciler serbest bırakılmalıdır.

Tercümesi: Öbürleri tutuklu kalabilir.

 7- OHAL ortamında ve yapılan anayasa değişikliği gayrimeşrudur. Türkiye bu anayasa ile yönetilemez, yönetilmemelidir.

Tercümesi: Daha eklenecek maddeler var, gel bu sefer beraber yapalım, büsbütün aciz görünmeyelim.

Gerisi klasik seçim bildirgesi tıraşları: parlamenter sistem üzerindeki her türlü vesayet, eğitimde laiklik ilkesi, yoksulluk, terör, kadın hakları vs. Yıllardır tekrarlana tekrarlana tiridi çıkmış bir sürü boş laf. 

Ben itiraf ediyorum. Eğer seçenek buysa ben oyumu Tayyip’e veririm. Adam müstebit, yasa tanımaz falan filan, peki, ama hiç olmazsa düz ve dobra. Yaya Kemal Bey gibi kaypak ve aciz değil.


Vaziyet ve manzarayı umumiye

$
0
0
Yukarda Allah var, Şirince hadiselerinde hükümetin ve AKP’nin tavrı baştan beri genellikle olumlu idi. Kalıcı çözüme yönelik bir irade koyamadılar veya koymak istemediler gerçi; ama bürokrasi kaynaklı hücumları birçok kez yumuşattılar, ciddi birkaç saldırıyı önlediler, kısık sesle de olsa zaman zaman bizi teşvik ve tebrik ettiler. İnkâr etmek nankörlük olur.
Hayır, şu ana kadar en ufak bir maddi veya siyasi menfaat ilişkimiz söz konusu olmadı: aksini iddia veya ima eden namerttir. Ali’nin de benim de partiye muhalif ve onun temsil ettiği değerlere çok uzak insanlar olduğumuzu gayet iyi biliyorlar. İsteseler ezip geçerlerdi. Yapmadılar. Karşılığında (bizim farkına vardığımız) hiçbir talepleri de olmadı.
En namussuzca saldırılar, en çirkin hakaretler her zaman diğer cihetten geldi. Ne kadarı yerel bürokrasinin içgüdüsel nefretiydi, ne kadarı TC devletinin azınlıklar politikasını belirleyen derin mihrakların eseriydi, kesin bilmek mümkün değil. Fakat tüm belirtiler, şaşmaz bir şekilde, ikinci ihtimale işaret ediyor. Nişanyan Evleri’ni ölümcül bir nefretle yok etmeye çalışırlarken Matematik Köyü’ne dokunmamalarının sebebi de, sanmam ki Ali’nin benden birazcık daha diplomatik bir yol izlemesi olsun. Soyadında “yan” olsaydı görürdük olanları.
Tahminimce nihai amaç beni ülkeden def etmekti. Hükümet cephesi Ayyıldız damgalı bu politikaya açıkça karşı çıkamadı ya da çıkmak istemedi. Mahkûmiyetim bir hukuk garabetiydi; dileseler iki satırlık bir hükümet kararıyla ortadan kaldırabilirlerdi. Yapmadılar veya yapamadılar, niyet beyanları hep lafta kaldı. Doğrusunu isterseniz en geç Aralık 2013’ten bu yana hükümetin devlete gerçekte ne kadar hakim olduğuna dair benim ciddi kuşkularım var. Şimdi sırası değil, başka zaman onu da konuşuruz.
Sonuçta gidişimin ilgili herkese rahat bir nefes aldırdığını düşünüyorum. Merak etmeyin, Şirince’de bir saldırı olmayacaktır. Hatta ben mülkü ve işletmeyi tamamen devrettiğim için, ta 1997-98’lerden beri kördüğüm olan ne kadar bürokratik açmaz varsa belki şimdi hepsi tereyağından kıl çeker gibi çözülecektir. Beni Yunan Adalarından avlamaya kalkışmalarını da hiç beklemeyin. Hazır başlarından bir dert gitmiş, neden uğraşsınlar? Çok provoke edip rahatlarını bozarsam belki biraz kıpraşmaları gerekir, o da işin spor faslı.
Şirince’de basına yansıyan olayın bizimle bir ilgisi yok. Aklı yeterince olgunlaşmamış bir sevgili komşumuz, kendi ucube gecekondusuna yıkım kararı gelince “ama şuna, buna, Nişanyan’a dokunmuyorsunuz” diye gidip şikayet etmiş. Belediye de haklı olarak sinirlenip o arkadaşın gecekondusuna bir fiske vurmaya karar vermiş. Hürriyet gazetesi durur mu? “Ahanda Nişanyan gibi Devlet’e nanik yapanların acı sonu!” diyen manşeti hazır etmiş. Olay bundan ibaret. Avuçlarını yalarlar.
Sevan’ın keyfini sorarsanız Sevan’ın keyfi bomba gibi. Rüyalarımdan çıkma bir iki Ege adasında şimdilik özgürlüğün ve medeniyetin tadını çıkarıyorum. Birkaç güne Samos’a geçip, yavaş yavaş yerleşik düzene adım atarım tahminimce. Yerimi elbette bildireceğim. Öbür türlü misafirliğe nasıl geleceksiniz ki?
------
PS- Yukarıda kimse yok, şaka yahu.

Zaten bundan fazla ne yapabilirsin ki hayatta

$
0
0

Agos Gazetesinden Emre Ertani'nin soruları


Şirince’de yaptığınız hangi işten dolayı ceza aldınız?
2008’de yaptığım küçük inşaatlardan birinde ‘mühür bozma’dan dolayı iki yıl hapis cezası aldım. Benim kaygım bunun ardından birkaç tane daha ceza gelmesi. Şirince’de yaptığım çalışmalardan dolayı yerel mahkemede sonuçlanıp Yargıtay aşamasında olan 19 davam var. Bunlardan 9 tanesi sit alanında kaçak inşaattı. Geçen Ekim ayında yapılan bir yasal düzenlemeyle onlarda hapis cezasını ortadan kaldırdılar. Dolayısıyla benim toplam 21 yıl olan cezam 7-8 yıla düştü. Birkaç gün önce savcılıktan gelen tebligatla öğrendim cezaevine gireceğimi. 10 gün içinde teslim olmam gerektiği bildirildi.

Peki, bu tuhaf değil mi? İstanbul’un yüzde 70’i kaçak ama kimseye ceza verilmiyor. Ama size…
Herkesin bildiği bir gerçek var, bu olay kaçak inşaat meselesi değil.

Nedir mesele?
Kendisine biçilen bir rolü oynamayan oyuncunun cezalandırılması meselesi. Sistemin kabullerini sorgulayan, bunun ötesinde birtakım iddialarla ortaya çıkan ve üstelik de Ermeni olan bir adamın yıldırılması hadisesidir bu. Yıldırma mekanizması yeni değildir. Bir yerden bir kararla olmuyor bu, aynı anda onlarca noktadan harekete geçiliyor. Ondan sonra da ancak işin ayrıntısı üzerinden kavga verebiliyorsun.

Siz ideolojik olarak da birçok cephede savaş veriyorsunuz…
Türkiye’de var olan siyasi kampların hiçbirine oturmuyorum. Herhangi bir kampın adamı değilim, beni destekleyen bir zümre yok arkamda. Bu bir bakıma da bana özgürlük kazandırıyor. Birçok insan bana söverken bir yandan da bağımsızlığımı seviyor. Ben her şeye rağmen sevenimin çok olduğunu düşünüyorum.

Sosyal medyada, eşinizle yaşadığınız olayı gündeme getirip ceza aldığınız için “Oh olsun” diyenler var…
Kimileri Ermeni demekten utandığı için başka şeyleri gündeme getiriyor, dillerinin altındaki bakla başka. Kendilerinin de açıklayamayacağı derin bir nefret var bilinçaltında ve bunu başka yollardan ifade ediyorlar.  Ayrıca eşimle yaşadığım olayda kimin haklı olduğuna dair bir bilgi yok ki kimsede. Haklı mıydı bu adam haksız mıydı sorusunun yanıtı verebilen kimse yok. Bu konuda ne ben ne de karım konuştu. Ayrıca Müjde hala en yakınımdır, mesela şimdi Nişanyan Oteli’ni ona devrediyorum.

Bu parantezi kapatıp devam edersek şunu merak ediyorum; cezaevine girmekten kurtulmak için yurt dışına gitmeyi düşünmüyor musunuz?
Bu yaşımdan sonra yurt dışına gidip sefil olamam. Ayrıca yurt dışına gitmem bir yenilgidir ve ben yenilgiyi sevmem, yenilgiyi kabul etmeyeceğim. On binlerce Ermeni pes edip Türkiye’den gitti. Çocukluğumda tanıdığım insanların yüzde 90’ı yurt dışına gitti. Gitmek demek yenilgiyi kabul etmek demektir, marifet burada kalıp mücadele etmek. “Bu memleket bizim, sana yer yok” diyorlar. “Ne münasebet, ben kalıyorum, istiyorsan sen git” diyebilmemiz lazım.

Cezaevine girmemeniz için kampanyalar da başlatılmış. 
Kampanyalardan bir şey çıkmaz. Cezanın ertelenmesi gibi bir durum da olmaz, bu kesinleşmiş bir ceza. Ama bunun ardından gelecek mahkûmiyetler var. Bir tane değil ki, 19 davadan söz ediyoruz. Bu davadan belli bir süre yatacağım, ne kadar olduğu da tam olarak belli değil. Bu beni çok rahatsız etmiyor fakat arkasından hangi cezaların geleceğini bilmemek çok kötü. Arzu ederlerse 9-10 yıl içeride tutarlar beni. Yoksa gidip birkaç ay cezaevinde yatmak beni rahatsız etmez.

Şirince’de yaptığınız evlerin yıkılması gibi bir durum söz konusu mu?
Şu anda öyle bir şey gözükmüyor. Hiçbir aşamada, hiçbir problemi çözmediler. Sadece ertelendi, sümenaltı edildi, bekletildi. Ama ne yapacakları belli olmaz bunların.

“Dini duyguları şey etmek davasından bir şey çıkacağını sanmıyorum. ‘Gözünün üstünde kaşın var’ davasından istediğin kadar hapse atabileceğin adamı din davasından içeri sokup başına dert almaya ne hacet?” diyorsunuz.
Çok mantıklı değil mi sence de? Kalkıp da dine ve peygambere eleştiri yönelttiğim için beni bir yıl üç ay hapse atacağına, ‘Gözünün üstünde kaşın var’ diyerek içeri atarlar, problem olmaz, elin Avrupalısının Amerikalısının eleştirisine maruz kalmazlar.

Ermeni olmanızın ceza almanızda etkili olduğunu düşünüyor musunuz?
Bu süreçte benim Ermeni olmamın oynadığı rol apaçık. Türkiye’de sıra dışı herhangi bir şey yapan herkes cezalandırılır. İsterse soyadın Öztürk olsun, fark etmez. Sıra dışı veya kişilikli bir iş yaparsan cezalandırılırsın. Bir de üstüne Ermeniysen bu katmerlenir.

Sıra dışı olduğunuz için pişman mısınız?
Başka türlü olamazdım, bir insan kendini değiştiremez. Yapım bu, böyle olmaktan da zevk alıyorum, bunu değiştiremem. Gençlik yıllarında insanlar “Şu huyumu, bu huyumu değiştireyim, öyle değil, böyle olayım” der. Belli bir yaştan sonra fark ediyorsun ki, ne kadar çabalarsan çabala öylesindir. Buna alıştığın, kabullendiğin zaman hayat daha kolay gelmeye başlıyor insana. Yaptıklarımdan gurur duyuyorum, düzgün işler yaptım. Gerek bu köyde yaptıklarım, Nişanyan Evleri, Küçük Oteller hadisesi, gerek Matematik Köyü, Tiyatro Medresesi, bilimsel çalışmalarım, etimoloji sözlüğüm, Yanlış Cumhuriyet, kamusal tartışmalara katkılarım açısından düzgün ve temiz bir iş yaptığımı düşünüyorum. Bu ülkede insanlara faydası olan işler yaptığımı, aldığımdan fazlasını bu topluma verdiğimi düşünüyorum. Bu bana çok iyi geliyor, zaten bundan fazla ne yapabilirsin ki hayatta?

36 yorum:

  1. abı senı severım ama aldıgın ceza ıle siyasi hayatının bı alakası olmadıgını dusunuyorum. saygılarımla
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Kısmen haklısın, kısmen değilsin. Dar olaya odaklanırsan eyvallah. Ama oraya nasıl gelindi, onu düşün.
  2. Adi herifler yine iş başında... Adaleti de kendi pis emellerine alet ediyorlar. Fikriyle mücadele edemedikleri herkesi susturmaya çalışıyorlar. Belki de 500 yıldır Türkiye'nin durumu budur işte. Çok değil, yakın zamanda bu kalleşlerin düzeni bitecek.
    Yanıtla
  3. Sevan abi,
    Sizin gibi birini hapise atsalar bile bu sizin yüceliginizi degistirmeyecek. Sonuna dek arkanizdayiz. Gerekirse hapishanede sizi her gun ziyaret ederiz, ve gelecek yaz duzenlemeyi dusundugunuz felsefe okulunun bir bolumunu hapiste bile yapariz.
    Bu savasta yalniz olmadiginizi biliyorsunuz ve sizi desteklemeye devam edecegimizi bilin lutfen.
    Yanıtla
  4. Sevan, el-kol baglayip beklesin mi insanlar, kabullenmisligi kabul mu etsinler, sen bir cikis yolu bulursun, sana destek verenlere ne yapsinlar yol goster!
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. En iyi açık cezaevleri hangileri, o konuda bilgi iletebilirseniz mesela çoık makbule geçer.
    2. Gemlik çok iyi diye biliyorum... Kapanmadan Mudanya cezaevi de süperdi.. Tam villa mevkisi.. Süper manzara, Tüm körfeze hakim bi' tepede... İnsanın ömrü uzardı orda valla :)

      Yarın Adliyede çalışan mahkumlara sorarım... Aldığım tüyoları da yazarım.
    3. Bursa Adliyesinde 2 mahkuma sordum. Türkiyedeki en iyi açık cezaevinin Dalaman olduğunu söylediler. Gemlikte karışan görüşen olmazmış, mahkumlar çiftlik diye tanımlıyor ama fiziki şartları pek iyi değilmiş.. Bozüyük için de iyi dediler.
      İşinize yayar umarım.
      (içine düştüğümüz duruma bak... hapishane tavsiye ediyoruz...)

      (Bu yazıyı yazdıktan sonra bir an mahkum olarak Bursa Adliyesinde çalıştığınızı ve Baro odasında aklını yitirmiş beyaz türk avukatların ağzının payını verdiğinizi hayal ettim de... Hayali bile yüzüme geniş bi' tebessüm oturmasına yetti.) 
    4. İçeri girersin işte bi selam çakarsın tüm koğuşa ,millet allah kurtarsın der ,Gardiyanlar yerin gösterirler,derler işte şey Gavur hoca sende burda yat ,soğuk ranzalar falan,gece ayak kokar ortalık ,
      sonra şu türküyü söyletirler sana hani yeni geldinya ortamlarına gerçi üstad sen tecrübelisinde mapushane işinde yinede ortam farkı olur.

      Neşet Ertaş – Mapushanelere Güneş Doğmuyor

      Hapishanelere güneş doğmuyor
      Geçiyor bu ömrümde günüm dolmuyor
      Eşim dostum hiç yanıma gelmiyor

      Yok mu hapishane beni arayan
      Bir zindanda ölem ben gardiyan

      Birer birer yoklamayı yaparlar
      Akşam olur kapıları kaparlar
      Bitmiyor geceler olmaz sabahlar




      Yok mu hapishane beni arayan
      Bir zindanda ölem ben gardiyan

      Anamdan doğalı garip kalmışım
      Acı mapushane aha genç yaşım
      Benim zindanlarda ne idi işim

      Yok mu hapishane beni arayan
      Bir zindanda ölem ben gardiyan
  5. Benim tc başta olmak üzre sevmediğim bir sürü ideolojik fikir ve bu fikirleri taşıyan tipler var sırasıyla Kemalistler ,macır göçmenler, maoucular, türksolu, dhkpc , mhp ,ülkücüler, türk ocakları,devyol,devsol,mahir çayan,deniz gezmiş,masonlar,ittihat terakki,nurcular,süleymancılar,azeriler,nakşiciler,chp ,alperenler,türkeş,trt nin tarih belgeselleri,milli gençlik vakfı, mit ,Erbakan, abdulhamit ve dedeleri ,Atatürk, barış manço, talat paşa ,Muhsin Yazıcıoğlu ,arif sağ, kamer genç ,tayyip Erdoğan,enver paşa,egemen bağış,türkler, Aysel tuğluk ,Bülent arınç,abdullah gül ,gün sazak,sırrı süreyya ,sedat peker,osman sınav ,pkk,kck, nihal atsız, abdurrahman Dilipak ,enver Aysever,duvardaki kan filmi , Abdullah Öcalan ,sedat bucak ,hdp,78 liler derneği,Abdullah çatlı vb.leri,ahmet kaya,izmir ve Erzurumlular,ergenekoncular ,68 liler derneği,mustafa Balbay,şemsi hoca efendi ,kurtlar vadisi, necati şaşmaz................ ..........

    bu liste daha çok uzar gider fazlasıda yazılmaz
    Sevan hocam sen bu listelediklerimden ve benzerlerinden uzak dur,aman diyim senin yerin çok farklı doğru yoldasın.herkes seni seviyor.

    Siz ideolojik olarak da birçok cephede savaş veriyorsunuz…

    Türkiye’de var olan siyasi kampların hiçbirine oturmuyorum. Herhangi bir kampın adamı değilim, beni destekleyen bir zümre yok arkamda. Bu bir bakıma da bana özgürlük kazandırıyor. Birçok insan bana söverken bir yandan da bağımsızlığımı seviyor. Ben her şeye rağmen sevenimin çok olduğunu düşünüyorum.
    işte bu helal olsun.biliyoruz zaten.
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Manyak liste olmuş, bravo. Aynen katılıyorum. Yalnız Sırrı'ya biraz haksızlık olmuş. "İzmir ve Erzurumlular"şahane.
    2. Sıkı liste olmuş... Yalnız macırları anlamadım. Hem de 2. sırada...
    3. Biliyorum Sevanyan Hocam benim istediğim kadar sen Ermeni değilsin.Ama o kadar azsınız ki bünyende ki ‘Ermenilik Ötekisine’ ihtiyaç duyuyorum. Mesajımın adresini bulması için kullanmak zorunda kalıyorum.Ne diyelim buna da sen eyvallah deyiver :)
      SAHNE -1
      ‘Benim TC başta olmak üzere sevmediğim bir sürü ideolojik fikir ve bu fikirleri taşıyan tipler var.’ diyemeyenlerden im…
      Çünkü bu kendini inkar etmek gibi bir şey olur.Sonuçta beğenmediklerimiz le aynı dünyada yaşıyoruz.Kalkıp hepsini yok etmeye,çöpe atmaya da imkanımız yok.Yani ‘onlarda var bende varım’ durumu gerçekliktir aslında…
      Listeyi yapan muhterem zat gibi kendi doğrusunun kibrine kapılmış,üst ayaktan kuru sıkı sallayan ve buna da alkış tutanlarda olabilir.Sevmeme hakkı özgürlükken Sevme hakkını nereye koyacağız peki?
      Çok bilen ‘adsız yorumcu’ almış eline bir satır eti kemiği ayırt etmeden kalın kalın kesmiş. :) Tüm bu sevmedikleriniz sizi de sevmemeye başlayıp,birde bu sevgisizliği nefrete dönüştürürse ne yapacaksın bakalım? Sonuçta her nefret hasım ettiğinin kafasını kırma dürtüsü taşır. Bütün bu liste kolaya kaçmaktan başka bir şey değildir.
      Ötekini listelemek insana bir haz verir.Lezzeti vardır.Ve aklına da kibirden bir taht oluşturur.Empati gücünü zamanla azaltır.Muhatabını anlamaya çalışırken bu çabadan da kolayca vazgeçersin.Kendi doğrun la faşist bir alan yaratmış olursun.
      SAHNE-2
      Alacaklı gibi gelirsen bir başka karşılanırsın,komşu gibi gelirsen ‘İzmirde rakıyla Erzurumda kıtlama çay ikramıyla’ karşılanırsın.Haaa elinde boş gelme. Tatlını da yanında getiriver canım.Anadolulusun bu usülüde bilirsin sen gayri :) Sen anadolulu değilsen dedeni kesen deden,dedemi kesen deden öyleydi.Usül erkan gelenek nedir bilirdi?
      Bilirdi bir tatlının zihniyetlerde ne hazlar yaşattığını.Sen torunu bilmezsen bilmediğin le kalırsın.Bilenler bilmeyenlere öğretmediyse ,halklar cinlet geçirip bir deli halde geçmişde birbirini tükettiyse bugüne alacak çıkarmakta neyin nesi oluyor?
      O cinnet halinin devam filmini çekmeye çalışan.Ucuna da ‘mış’ gibi barış-mış gibi nar taneleri eklemeye çalışanlar var.Ve biz onları biliyoruz.Siyasi bir bilek güreşine tutuşma çabasının saçmalığı ortadayken aynı yerden bile bile tokat yemenizin ne alemi var? Aptallık ve ceberut ruh hali tek ırka mahsus bir durum değil ki? Ahmaklık insanlık içinde anonim bir durumdur.Bu akıl tutulması ‘alacak hesabı çıkarmaya yeminli’ politik öteki taraf dada var.İzmirde,Erzurumda bizim.Biraz insaf yahu…
      Sahne-3
      Şaşkoloz aklına bir şeyh arayanlar Sevanyan’ı ateist şeyhi kabulüyle övme hakkına sahiptir.Bu bloğu da çaput bağlanacak dilek ağacına da çevirebilirler.Ergenlerin ve ‘bilmem kaç yıldır ateistim Sevenyanı da o nedenle severim’ diyenlerin romantik kamplaşmasına da eyvallah.Ruhlarında ki ağrıyan tanrısızlık boşluğuna ilaç diye Sevenya nın fikirlerini merhem merhem sürmek bu ülkede serbest :)
      Ama
      Siz,biz,bizim oğlanlar,oyunumuzu biz birimizle oynarız akılları.Hısım,akraba,tanıdık kalabalıklaşmaları bir sonuç getirmez.
      Sadece ‘adaletin zedelenmemesi ‘ için herkes isterse o zaman tesirli olur.Oda ancak yazarken adaletin topuzunu kaçırmamakla olur.Kendin için istediğin adaleti başkası içinde yaşarken uygularsan zaten samimiyetin enerjisi senide kurtarır.
      Samimiyet önemli…
      Gerisi boş laf !!!
      FİLM BİTTİ …
  6. Oldu mu şimdi... Daha Şirinceye gelip sizinle karşılıklı hasbihal edecektim...
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. 30 Aralığa kadar buradayım Seymin, bol bol hasbıhale vakit var.
    2. sevan bey bana faso dangalak demistiniz.ben size yemeklere diski katiomusunuz demistim.bunu yazarken sizin eski esinize bir kavanoz diski attiginizi bilmeden yazmistim.google dan okuyunca da dogru bir tesbit yaptigimi anladim.bide benden guzel turkce konusosun seni kiskaniyorum.
  7. hocam sıkılırsınız siz şimdi mapusta. isterseniz geliriz ziyaretinize bol bol, tabi yine çalışma odanıza kitlenip kitap yazarsanız bilemem :)
    Yanıtla
  8. "yolların ışıklandırmasına biz karar veririz..Aydın olup,insanlığa doğru yolları aydınlatırsanız size kaçak Elektrikten dolayı ceza keseriz"..ama üzülerek onlara söylemeliyim 'aklı başında her insan' eline kalem alırsa hapis mapis dinlemez.kelimeler kitap olup,yıllar geçsede sayfalarda yaşayacak.
    Türkçe benim ana dilim değil ama sizin yazılarınızı okuduktan sonra az da olsa iyi ki Türkçe'm var dedim.
    Benim ülkemde bu siteye girmek yasaklanmış,3 aydan sonra ilk bu yazıyı görmek çok üzdü beni.
    Yanıtla
  9. Aman hep doğru olayım yanlış hiç bir tarafta olmayayım demek bana göre düpedüz yanlış olmaktır. Bundan korkarak bütün tarafların dışında kendisinin bir taraf olduğunu iddia etmek, ya açıkça siyasi ideolojik bir taraf olduğunu ilan etmektir ya da bütün taraflara karşı tarafsız hatta dışında-üstünde olduğunu iddia etmek anlamına gelir ki bir bakıma tanrısal doğru benim demektir. Ki bana göre tümü de yanlıştır. Doğrular koşullara ve zamana güç dengelerine ilişkilerine göre her an değişim halindedir. Felsefi-politik düzlemde dururken güçler arasında kategorik ayrımlar yapmak birinde yer almak ama kendi mücadele doğrularından taviz vermeden bir yandan da kendi yolunda yürümeye devam etmek tarihten bir doğru öğrenmek gerekirse bu bir gerekliliktir. Yoksa güçler dünyasında tüy kadar ağırlığınız olmaz. Gerçekligin içinde özsel bir doğruluk ve ona katkı yapmak mesele yaptığınızın buna da hiçbir katkısı olmaz. Bilgi bir güç ve taraf olmak taraflar arasında bir taraf yaratmak zorundadır. Kendinizi her türlü taraftan izole, azade sayaraksa bu yapılamaz. O vakit kütüphaneler dolusu bilgi nasıl yerinde durduğu müddetçe matematikteki etkisiz eleman muamelesi görürse işte öyle bir durumdur. Yine matematikte kanıtlanamaz aksiyonel bağıntılar varsa bilgi ve eylem ve bunların arasında bir ortak kümeler üzerinden yazılacak fonksiyonlardır hayata etki edecek olan...
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Dur tahmin edeyim, 19 yaşındasın. Bildim mi?
    2. :-)))) Hayır bilemediniz. Ama Lisedeki matematik öğretmenlerime teşekkür edebilirsiniz. Hep 9 almış bir öğrenciydim. Ama onları yanlttım. Felsefe ve politikaya merak saldım. ve bunları yaptım da. Bu yazdıklarıma bakmayın. Epeyce şey de biriktirdim. Bilirsiniz. Küçükle küçük büyükle büyük olmadıkça karşınızdakine meramınınızı anlatmanız epeyce güçtür. Benim yazdıklarım Yukarda Kemalistlerden maoculara ordan erzurum ve izmirlilere kadar uzanan listeyi döşeyen yorumcuya katkı niyetiyle yazılmış şeylerdi. Fakat işte naparsınız:-))) 19 yaşın heyecanından dolayı genele yazıvermişim ve yeni bir konu başlığı açmış gibi bir durumlara yol açmış oldum. Özür diliyorum. Bu vesile ile yine 19 yaşın heyecanından lafa kadafan giriş yapım. Bunca bilime bilgiye katkı yapmış olan size bir teşekkür etmeyi de atlamışım. Yaptıklarınızı nerdeyse eksiksiz internetten takip ediyorum. Yaptıklarınızı taktir etmeyen şöyle dursun ama emeğin/eserlerinizin karşısında bariyer olanlara söyleyecek bir ağız dolusu küfürden başka elimden bir şey gelmiyor. İnsan bilime ve bilgiye öğrenme ve katkı yapmak için vardır yoksa niye yaşar desem bunu da 19 yaşın abartılarından saymayın. Çalışmalarınızın kesintisiz sürmesi dilekleriyle sağlıklar dilerim.
    3. madem o listeli yoruma yönelikti bu yazdıkların, onun altına yazıverseydin ya. boşluğa atınca kimi muhatap aldığın belli olmamış işte.
  10. Adaleti kaybedersek herşeyimizi kaybetmiş oluruz…
    Nesli tükenen kıçı kırık bir leoparın öldürülmesinin ağıtını günlerce yakan medyamız, bu ülkede nesli tükenen bir insan türünün yani Ermenilerin nadide bir beynini neden görmezlikden geliyor? Ermeniymiş,atesmiş,biz Türklere çaktırmadan hasımlık yapıyormuş,dağ başında kendine bir derebeylik kurmuş isminede otel demiş ve hatta dağı delip kendine türbe yaptırmışmış.Kanun nizam dinlememiş kafa tutmuş mühür sökmüşmüş…Yahu bırakın bu ucuz bahaneleri.İnançlımısın? Müslüman,Hiristiyan veya Musevimisin? Kuşkun yokmu imanından o zaman rahat bırakın Sevan Hoca gibileri? Konuşsun konuşsun dursun.Ve hatta öldükden sonra gömüleceği kendi elleriyle yaptığı türbeyi inançsız inananları yani imanlı taraftarları çaput bağlıcak,mum yakacak,rakı içecekmiş bize ne? Türbesinin girişine yonturduğu Medusa başı Sevanyanı çarpacak cayır cayır yakacakmış.İnanmadığı cehennemine buradan odun hazırlamışmış kime ne? Arkadaş artık nesli tükenene değer veren bir çağda yaşayıp korumak için müzelere koymuyormuyuz.Sevan hocada öyle birisi işde.Kendi elleriyle yapmış olduğu müzesinde bırakalımda var olsun.İlla sevmemiz gerekmiyor.Ve hatta düşmanımız olacak kadarda gıcık birisi.Gıcıkbir adam olmayı seviyor.Ele avuca sığmıyor.Ama olsun sonuçda bir vatandaşımız ve en önemlisi bir insan.Belli ki korkuyor tedirgin oluyor verilecek cezalardan.Neye inanıyorsan.Hangi kutsalın varsa işde ideolojik yada manevi.Mutlaka orada adaleti ve iyiyi temsil eden bir şeyler vardır hepimizin.O iyi şeylere bakıp vicdanımızda Sevan Hocanın rahat bırakılması gerektiğini buluruz.Tersini söylüyorsa o vicdan zaten insanlık kalmamış demektir.Ve hemen tamir etmemiz fabrika ayarlarımıza yani insanlımıza geri dönmemiz gerekir.Bir ermeni bir türk milliyetçisi Sevanyanın bloğunda dalaşıyordu.Sırf test etmek için son golü atan ermeni milliyetçisine karşı keskin bir türk milliyetçisi gibi cevap yazdım.Test etmek içindi bu.Yayınlamadı.Kızdım Sevanyan Hocaya.Ama düşündüm insandır yapması normaldir dedim…Şimdi ben Türk,Müslüman,inançlı ve imanlı bir insan olarak ve ‘Yanlış Cumhuriyetin’ tüm yanlışlarına rağmen nimetlerinden yararlanan memnunu olarak Sevanyan Hocanın rahat bırakılmasını isteyenlerdenim.SEVMEK ZORUNDA DEĞİLİZ AMA YAŞATMAK VE KENDİ HALİNE KENDİ ÖZGÜRLÜĞÜNE BIRAKMAK ZORUNDAYIZ SEVANYAN’I…Rahat bırakın herifi yahu !!!
    Yanıtla
  11. Socrates'in karısının "seni haksız yere idam ediyorlar!" sezenişi geliyor aklıma... ve bilge insanın "haklı yere olsaydı daha mı iyiydi" yanıtı...

    Yine de duyduğum günden beri öfkeliyim! 20 yıldır ateistim ve bu ülkede tanıdığım, bildiğim en nadide ateist olarak sizi biliyorum. Ermeni olmanızdan da öte ateist olmanızın ve bunu her fırsatta yüksek sesle dile getirmenizin bu kötekte etkisi daha büyüktür diye düşünüyorum. Başınızı ağrıtmamak kaydıyla bir mektupla olsun sizi yalnız bırakmamak için, blog adresinizden gideceğiniz cezaevinin (bunu yazarken bile inanamıyorum) adresini paylaşırsanız sevinirim.

    Seni seviyorum Sevan hocam! Katır gibi inadını seviyorum! Selam ve sevgiyle...

    sinanizmir@gmail.com
    Yanıtla
  12. "olay kaçak yapı değil daha anlamadın mı?" denebilir tabi, kaçak yapı dikenleri içeri atsalardı içanadolu bölgesi kadar cezaevi inşa etmeleri lazım gelirdi herhalde. peki olay kaçak yapı değilse ne? cevabını röportajda fazlasıyla vermişsiniz zaten, önemli olan sizin kendinizi nasıl hissettiğiniz. muhtemelen ilkeli ve tutarlı olmak, dik duruşunu bozmamakla ailenizden uzak kalıp daha önce de yaşamak zorunda kaldığınız "içeri" ortamına yeniden katlanmak arasında gidip geliyorsunuzdur. size temsil ettiğiniz tüm siyasi ve entellektüel kavramların dışında bir insan olarak sabır ve metanet diliyorum. umarım bu badireyi de (daha önce sri lanka'da bile içeri girmiştiniz herhalde) atlatır, yarasız, beresiz ve daha güçlü olarak özgür dünyaya dönersiniz.
    Yanıtla
  13. Abi, sevenlerin olarak örgütlenir don atleti, 2 kelam muhabbeti eksik etmeyiz. Yazdıktan sonra sen, içeriden de rahatsız edersin kodamanları.
    Yanıtla
  14. Bu ülkede hiçbir zaman iyi bir döenm olmadı ki, adalet hiç yerini bulmadı, hiçbir zaman herkes aynı anda özgür olamadı. güçler dengesi değişti gemi bir sağa yattı bir sola bir sağı gün gördü bir solu fakat o gemi hiç ilerlemedi. Nereden çıkıyor bu dönemsel sıkıntı söylemleri bilemiyorum. Sıkıntı bu ülkenin soy adı hiç değişmedi. Sizin gibi insanlar da ancak ona bakana kılavuz, görene ışık oldu. Nerede olursanız olun aynı şnsanlar sizi görecekler ve duyacaklar. Çünki siz hiçbir zaman ve hiçbir yerde hiç konuşmasanız dahi susmazsınız.
    Yanıtla
  15. Mandela yeni öldü ancak bu akılsızlardan birisi hayatına internetten bakmamış bile : ) 
    Yanıtla
  16. Sevan Bey,

    Ben Şirince'yi ziyaret ettim, yaptıklarınızı gördüm, beğendim ve takdir ettim. Kuşadası bölgesi çok ihmal edilmiş, daha doğrusu katli (tecavüzü) devlet tarafından teşvik edilmiş bir bölge. Çocukluğumun o harika Kuşadası-Selçuk bölgesi gitti yerine mahvolmuş bir metropol geldi. Şirince'deki değişiklikler Kuşadası-Selçuk bölgesi için bir umut oldu.

    Siyasi olarak sizin sevmediklerinizdenim yani Atatürkçüyüm. Ama hem devletin hem de Türklüğün yeniden tanımlanması gerektiğine inanıyorum. İnandığım Atatürkçü siyasete göre siz de benim kadar Türksünüz. Yani vatandaşlığı temel alırım.

    Yaptıklarınızın orjinal ve vatana millete faydalı işler olduğunu düşünuyorum. Bence siz iyi bir vatandaşsınız. Ermeni olmanızı hiç de mesele olarak görmüyorum, herkes neyse o. Maalesef İzmirliler'e ve Atatürkçüler'e karşı önyargılısınız.

    Meseleyi Nişanyan-Devlet tartışmasından çıkartıp koalisyonunuzu genişletmeniz lazım. Çünki sizin sevmediğiniz birçok Atatürkçü ve Kemalist hem Matematik Köyü'ne parası ve vakti ile destek oluyor hem de Şirince'nin müdavimi.

    Mesele nedir? Mesele Nişanyan değildir. Mesele Türkiye'ye çok daha sürdürülebilir, çok daha yüksek kar marjı sağlayan bir turizm modeli sunmaktır. Bu da ancak kaliteli adamların aklından ve elinden çıkabilir. Devlet ne kadar saçmalasa da bu gerçeğe itiraz edemez ve sizin katkılarınızı yadsıyamaz. Bu meseleyi bu şekilde sunmak, mekan/kar kalitesinin orjinal kültür/proje ve fikirlerle sağlanabileceğini tekrar tekrar vurgulamak lazım. Bu noktayla çıkın ve İzmir'den, Kuşadası'ndan destek isteyin, Bu desteği alırsınız, Kimse sizi kolayına hapse tıkamaz.

    Saygılarımla.
    Yanıtla
  17. sevan cok enteresan birisin super birisin ama seninle oturup konuşsak kesin sonunda kavga cıkar.
    Yanıtla
  18. feci quod potui faciant meliora potentes
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. bence de çok feci bir şey bu.
  19. Sevan Bey, avukatınız kararı nasıl karşıladı? Bir avukatınız vardır sanırım.
    Yanıtla
  20. Sevan bey, beni bu sene ikinci kez ağlatıyorsunuz: birincisi bu yaz matematik köyüne geldiğimde ve başardığınızı gördüğümde. İkincisi de bu karar karşısında soğuk kanlılığınız. Yüreğine sağlık.
    Yanıtla
  21. Evet sistemin oyunları bitmez. Ermeni bi arkadaşım vardı, soyadı Arakelyan'dı. Çocuk Fransız Dili ve Edebiyatı'nı bitirip Fransa'ya master yapmaya gidecekken, pasaportuna soyismi olarak "Araklıyan" yazmış pasaport şubedeki dallamanın biri. Bu yanlışı hukuk süreciyle düzeltmesi 3 yılını aldı ve tabi bütün gelecek planları yattı. Burada yapılan hata kasıtlı olarak yapılmış ve bir insanın hayatı ayrıntıların gölgesinde karartılmıştı.
    Faşizmin göbeğinde yaşıyoruz.

    Seninle olacağız Sevan.
    Yanıtla
  22. Voltaire'in dediği gibi fikirlerinin tümüne katılmasam da özgürce söyleyebilmen için canımı veririm. Sen bize her zaman lazım olacak bir adamsın Sevan ağabeyciğim, bir ağabeyim yok ama olsa senin gibi bir adam olmasını tercih ederdim, umarım sana içeride kamu yararına çalışma vs. gibi bir ceza filan verirler de, kamu görür kendi yararına bir insan nasıl çalışır ? insan olduğunu hatırlatır kendine. İritbatı kopartmayalım bu blog veya ne ise bize bilgi ver temiz don, kitap, defter kalem vs. ne istersen getirmek boynumuzun borcu. Şimdiden Allah kurtarsın sevgili katır inatlı ağabeyciğim.
    Yanıtla

Ütopya İnşa Etmek

$
0
0


Şirince’de, vaktiyle Müjde’nin satın aldığı bir köy evimiz vardı. Yaklaşık 150 yıllıktı. Duvarları çamur dolgulu taştan, yer yer bir metre kalınlığında ve biraz yamuktu. Banyonun içinde büyük kayalar vardı, yağmur yağdığında içlerinden su çıkardı. Mutfağın tavanını bir kestane tomruğu tutardı. Bahçe duvarından incir ağacı çıkmıştı. Çok güzeldi. O eve aşıktık.

Dokuları gözünüzün önüne getirin. Üstünde kertenkelelerin güneşlendiği yığma taştan bahçe duvarı. Ot bürümüş kiremit çatı. Aşındıkça insan teni dokusunu almış taş zemin. Kuşaklar boyu ellendikçe fildişi kıvamını kazanmış ahşap trabzan. Ege’nin kayasına bin yıl önce oyulmuş bir niş.

Bunları sevmeyen yoktur. Zannederim insanda içgüdüsel olan bir şeyi tatmin ederler. Nedense hiçbir mimarda, özellikle modern mektepli hiçbir mimarda, bu dokuları üretecek vizyon yahut cesaret yahut teknik bilgi yoktur. Belki vardır, ben denk gelmedim. Türkiye’de hiç denk gelmedim. Viyana’da Hundertwasser bir yere kadar denedi belki, ama o da kendine anti-mimar anti-Arkitekt diyordu.

Yapı maceramız Şirince’de o evi onarmaya çalışmakla başladı. İhtiyar bir evi, kişiliğini bozmadan nasıl yenileyebilirsin? Ustaların ve mimarların her müdahalesi, evin kendinden bir şeyler kaybetmesiyle sonuçlanıyordu. Onlara kulak asmamayı öğrendik. Yerel malzemeyi öğrendik. Taş duvarı, çamur sıvayı, kestane ağacını, çit tekniğini, eski kiremidi öğrendik. Köydeki eski binaları didik didik edip, eski Rum ustaların usullerini anlamaya çalıştık.

Bahçeye, orada sundurma dedikleri bir açık oturma yeri yapmamız gerekiyordu. Öyle bir şey yapalım ki, sanki hep varmış, 150 yıllık evin uzantısıymış gibi dursun dedik. Köydeki ve komşu köylerdeki emsalleri etüt ettik, onların dilini öğrendik. Çoğu harabeydi. Biz de yaptığımız sundurmayı kısmen harap ettik, ucuzundan, yüz yıllık tarih ekledik.

Odunluk gerekiyordu. Odunluğu kimse mimari projenin parçası olarak düşünmez. İş bittikten sonra, biraz briket ve tel örgüyle bir şeyler çırpıştırılır. Neden öyle olsun dedik. Neden odunluğumuz bir şaheser olmasın, baktıkça “iyi ki varız ve iyi ki yaşıyoruz” demeyelim? Eski evlerin bitişiğindeki kubbeli fırınları andıran bir taş yapı ekledik. Kapısını komşu kasabada yıkılan bir konaktan söküp getirdik.

Şirince’nin tarihi kimliği bize ayrı bir sorumluluk yüklüyordu. Başka yerde olsa belki el yordamıyla kendi çözümlerini üretebilirsin. Ama köyün tutarlı bir bütünlüğü varsa ve güzelse, o zaman eklediğin her ayrıntının, hangi açıdan bakılırsa bakılsın, o bütüne uygun olmasına özen göstermelisin. Şu sonuca vardık: Yüz yıl önceki ustaların yapmayacağı hiçbir şeyi yapmayacağız. Onların kullandığı malzemeden, onların tekniklerinden, oranlarından, süslemelerinden, dokularından şaşmayacağız.

Söylemesi kolay, yapması zordur. Öncelikle, tevazu ister. Kendi aklına değil, ölmüş ustanın aklına uyacaksın. Ayrıca disiplin ve inat ister. Sol omuzundaki şeytan durmadan dürter, şuraya da Kalebodur yer karosu yapalım, bir kerecikten bir şey olmaz diye. Kanarsın. Kanmamalısın.

Restorasyonun temelindeki teorik çelişki ile tanıştık. Restore ettiğin zaman işlev değişikliği yapıyorsun. İşlev değişince biçimi nereye kadar koruyabilirsin? Korumalı mısın? Bugünküişlevi çözmek için, yüz yıl önceki Yorgo usta hangi biçimi kullanırdı? Bizim köydeki evlerin alt katı hayvan barınağıdır. Şimdi orayı mutfak ve banyo ve oturma odası yapacaksan, rutubet sorununu, ışık sorununu, statik sorununu ona göre çözeceksin. Copy-paste yapmakla iş bitmiyor. Çözüm üreteceksin. Eski mimariyi değerli ve sevimli yapan özü keşfedip, o çerçevede yeni bir şey üreteceksin.

Yorgo usta müze memuru değildi, Anıtlar Kurulu zaptiyesi de değildi. İhtiyaca göre yeni bir şey yapan ve bunu yaparken bir şekilde eskinin ırzına geçmemeyi başaran bir esnaftı. O yapabiliyorsa biz neden yapamayalım?

Anıtlar Kurulu’nun öküz memuruna tabii bunları anlatamazsın. Zaten kuşku ile bakıyor, bunlar hem şehirli takımı, üstelik devletin emirlerine saygısız olan cinsten, üstelik de Ermeni. Sen işlev ve gelenek ve estetik diye ağzını açınca onun aklına mevzuat geliyor, hangi maddeden mühürlerim diye hesap yapmaya başlıyor.

1992-2002 yılları arasında Şirince’de 12 tarihi evi onardık; tamamen yıkılmış olanları tarihi dokuya uyum sağlayacak şekilde sıfırdan inşa ettik. Sonra, köyün biraz dışındaki bir arazide, taştan küçük bağ evlerinden oluşan, hayalimizdeki köyü inşa etmeye koyulduk. 2007’de sıra Matematik Köyü’ne geldi.

Matematik Köyü’nde işler yepyeni bir boyuta taşındı. Çözmek zorunda olduğumuz işlevler, köyün tarihi dokusuna yabancı işlevlerdi. Eski ustalara sadık kalacağız ama, eski ustalar konferans salonu ve kütüphane ve 300 kişilik yemekhane çalışmamış ki? Köy havasını, köy dokusunu, köy estetiğini, köyün bin yıldan beri değişmemiş duygusunu veren doğallığını ve spontanlığını koruyarak modern bir eğitim kampüsünü nasıl inşa edersin?

Yedi yıldan beri bu soruların cevabını bulmaya çalışıyoruz. Tiyatro Medresesi ile birlikte, otuz küsur binadan oluşan ufak bir kasaba çıktı ortaya. Yorgo ustanın deneyimlerine bütünüyle sadık kalamayacağımızı kabul etmek zorunda kaldık. Onun yerine, Yorgo ustanın kendi yaşadığı çağda, Andolu’nun Ege ve Akdeniz kıyılarında görse yadırgamayacağı formlarla çalışmanın doğru olacağına kanaat getirdik. Artık Eski Şirince’de benzeri olmayan hamamlarımız, medresemiz, kulemiz, kaya mezarımız var. Ama hala post-20. yüzyıl stili bir betonarme gecekondumuz yok, villa tipi konutlarımız yok, İsviçre-Kaliforniya kırması şalemiz 
-eğer dikkatle bakmazsanız- yok.

Gelenler Matematik Köyü’ne bayılıyor. Taparcasına seviyorlar. Doğallığını ve eklektizmini beğeniyorlar. “Sanki kendiliğinden olmuş gibi” diyorlar. “Sanki yüzyıllardan beri buradaymış, siz ortaya çıkarmışsınız” diyorlar. “Tarih kokuyor” diyorlar.

Ali Nesin ile ben ise, yaptığımız her binada hatalarımızı ve eksiklerimizi görüp birbirimizin başının etini yiyoruz. Her seferinde sıfırdan düşünmeye başlayıp, kusursuz ütopya mekanının nasıl bir yer olacağını bulmaya çalışıyoruz.

10 yorum:

  1. Bende düşündüm bir zamanlar buna benzer şeyler. Sanırım dört dörtlük mekan imkansız. Çünkü doğanın işleyişi bozuk. Güneşin doğuşu, batışı, duruşu. Ağaçlar, toprak, su, taş, ay, yıldız filan hep düşününce iş sarpa sarıyor. Aydınlanma, ısınma, beslenme, sevişme, yürüme, çay, kahve, meyva suyu dedikçe kafa patlıyor. Cennette bile yoktur bizim sizin düşündüğüm(n)üz köy, bölge, mekan her neyse. Bilemiyorum, ben böyle mükemmel bir bölge için ümitsizim.
    Yanıtla
  2. İyi ki yapmışsın Sevan örtmenim. Ben de birkaç ay önce canım burnumdayken senin ütopyaya uğrayıp nefes almıştım. Tesadüf, aktivite vardı köyde, bi güzel de besledi beni elemanlar. Gözlüğü çıkarıp kütüphanenin önündeki güverteden dağa taşa kayaya odaklandıydım--ev terapisi. Aman diyim hapiste zihnini aktif tut, esneme haraketlerini yap, çıkınca daha gür uzayasın!

    Anadolu tanrıları sana Betmen gibi kuvvetli zihin/sabır bahşetsin. Veleddelin-amin!
    Yanıtla
  3. Gerçektende harika bir anlatım olmuş sonuna kadar büyük bir keyfle okudum. Teşekkürler ..
    Yanıtla
  4. güzel bir düşünce tebrik ederim..
    Yanıtla
  5. Makalelerinizi yakından takip etmekteyiz başarılarınızın devamını diliyoruz...
    Yanıtla
  6. Sabırla emek vererek bir şeyler inşaa etmişsiniz tebrik ediyorum kusursuz ütopya varetmek bir sonraki aşama için yapılacak bir şeyin olmaması demek tıpkı yarış gibi 2. olan hep 1. ci olmak için çalışıp çabalayıp 1. olma hayali ile yaşar yani UMUT :)
    Yanıtla
  7. Sevgili Sevan Nişanyan'ın adının, Şirince denen köyle birlikte anlıma sebebi herhalde hepimizin malumudur.Bunu kimse yadsıyamazken,yapılanların tüm dünya tarafından takdir edildiği meydandayken,sırf Ermeni,ve devletin memurlarının akılsızlığına tahammül edemiyor diye,içeri tıkmanın utancını bu ülke yüzyıllarca üzerinden atamayacaktır.
    Garo Kapriyelyan
    Yanıtla
  8. Şirince....yaşanılacak bir köy
    Yanıtla

Saklı canlılar, piramitler, doğuran bakireler

$
0
0

Tüm dinlerin en temel katmanı, başlangıç noktası: Saklı canlılar teorisi. Doğada kendinden hareket eden ya da değişen her şeyin ardında bilinç ve irade sahibi birtakım canlı varlıklar olduğu düşüncesi.

Muhtemelen insanın fabrika ayarları ile ilgili bir yanılsama olmalı. İnsan beyni canlı ile cansızı ayırır; canlılık belirtilerini teşhis etmekte olağanüstü hızlı ve hassastır. Kıpırdayan şeyler canlıdır: Kasıtla hareket ederler. Ne yapacaklarını bazen tahmin edebilirsin, ama asla emin olamazsın. Kategorik bir varsayımdır, sonradan öğrenilen bir şey değil. Bebekler bu bilgiyle doğarlar. Kendiliğinden hareket eden şeylerin mesela taşlardan ya da ağaçlardan farklı bir mantığa göre işlediği bilgisi DNA'mıza kazılmış olmasa muhtemelen hayatta kalamazdık. (Bu konuda bkz.  Steven Pinker, How the Mind Works, ufuk açıcı bir kitap.)

Doğada kendiliğinden hareket eder gibi görünen, ya da öngörülmesi güç bir şekilde değişen sayısız şey var. En kolay -- ya da en güvenli -- varsayım, bunların da ardında görünür ya da görünmez canlılar olduğunu düşünmektir. Güneş neden doğup batar? Sürücüsü olmalı, ya da belki kendisi canlıdır. O ses nereden geldi? Orman cinidir, ya da orada saklanan eskilerin ruhları. Karnım neden ağrıyor? İblis girmiş olabilir, ya da birisi büyü yaptı. Basit ve şahane bir bilim metodudur. Açıklayamayacağı olgu yoktur.  Rakip teorilere ve uzmanlaşmaya müsaittir. Tezler biriktirilebilir, test edilebilir, kuşaktan kuşağa aktarılabilir, çürütülebilir. Ateş başında sabahlara dek tartışılabilir.

Cinler, ruhlar, iblisler -- ve onların daha gelişkin modeli olan tanrılar, tanrılar tanrısı Zeus ve Yahve -- şüphesiz birer canlı türüdür. Canlıların temel iki özelliğini taşırlar. Bir, algılarlar. İki, kasıtla hareket ederler. Canlıların diğer özelliklerini -- beslenme, çiftleşme, doğum ve ölüm gibi -- taşırlar mı? Orası senin teorik cüretine ve kültürel tercihlerine kalmış. Tevrat tanrısı, tıpkı Homeros'un tanrıları gibi, kebap kokusu sever, o yüzden Habil'i kayırır. Hıristiyanların tanrısı, tıpkı Zeus gibi, bakire kızları gebe bırakır. Kimilerine göre ise, tövbe, Allah'ın eli olur, gözü olur ama pipisi asla.

Doğadaki hareketi/değişimi canlı bir varlığa atfetmeden de tarif edilebileceğini görmek için Eski Yunan'ı beklemek gerekti. Homo Sapiens'in 200.000 yıllık serüveninin son 2.500 yılıdır, yüzde bir küsur eder.

Dönüm noktası Milet'li Thales olabilir; güneş tutulmasını matematik hesabına bağlayan ilk kişi olduğu söylenir.  Matematik demek, arkasında canlı kasıt olamaz, olsa da bizi ilgilendirmez demektir. Canlı olsa bizi şaşırtabilir: güneş tanrısı bir gün uyanmayı unutabilir, ya da Tevrat tanrısı bir gün Kızıldeniz'i yarar, belli olmaz. Oysa matematik o ihtimali yok eder. Matematik canlı yaşatmaz.

Asıl dönüşüm tabii iki bin küsur yıl sonra, 17. yy'ın bilim devrimiyle geldi. Galileo ve Newton saklı canlılar teorisini, kendinden en emin gördüğü zeminlerde yerle yeksan ettiler. Descartes ve Spinoza teorinin mezar taşını yazdılar. Eskiden açıklanmaz sanılan bazı değişimlerin ardında gerçekten saklı canlılar -- mikroplar -- keşfedildi. Diğerlerinin matematik formülleriyle tarif edilebileceği anlaşıldı. Dönüşümün en simgesel alanı belki de modern biyoloji idi. Linnaeus 1730'larda canlıların taksonomisini sistematik bir temele oturttuğunda, bilinen ve tarif edilebilen canlıların listesinde yer almayan canlıların -- cinler, ruhlar, tanrılar -- ayakta duracak yeri kalmamıştı.

Dinler buna rağmen ayakta kaldı. Asıl şaşırtıcı olan ve açıklama gerektiren olgu budur. Eğer din, temel varsayımı yıkıldığı ve toplumun en cahil tabakaları dışında herkes bunu az çok idrak ettiği halde ayakta kalabiliyorsa, demek ki başka dayanakları da olmalı, ilk hareket noktasından farklı işlevler kazanmış, farklı bir temele ya da temellere oturmuş olmalı.

Elektrikli balıklar dine dair ne söyler
Jared Diamond'ın kabile toplumlarına dair muhteşem kitabını (The World Until Yesterday, Penguin Books, 2012) iki ay önce Söke Cezaevindeyken okumuştum. Esas konusu din değil, antropoloji. Ama küçük toplumların davranış kalıplarını incelerken ister istemez homo sapiens'i daha kıllı atalarından ayıran temel davranış biçimlerinden biri olan dine de sıra gelmiş.

Diamond toplumsal evrim sürecinde dinin yedi farklı işlevine değiniyor. Demin sözünü ettiğimiz açıklayıcı işlevin dışında teselli edici, otoriteyi meşrulaştırıcı, aidiyet kurucu ve güven inşa edici, kabile dışı insanlarla etkileşimi düzenleyici, öldürmeyi meşrulaştırıcı işlevler üzerinde duruyor. En ilginci aidiyet ve güven maddesi, ona birazdan döneceğim. Ama önce "işlev" kavramı üzerine birkaç söz.

İşlev dönüşümü ya da adaptasyonu, biyolojik evrimin kilit kavramlarından biri. Asıl mesleği biyoloji olan Diamond'ın öncelikle anlatmaya çalıştığı konu bu. Dine ilişkin bölümünün başlığı da "Elektrikli Yılan Balıkları Bize Din Hakkında Ne Öğretir."

Bu balıklar 600 voltla çarpıp bir atı öldürebiliyorlar. Evrim olgusunu reddeden Yaratılışçılara göre, 600 voltluk akım doğal evrimle açıklanamayacak bir mucizedir. Evrim kuramına göre bu kapasite sıfır volttan peyderpey evrilmiş olmalıdır. Oysa mesela on veya elli volt kimseyi öldürmeye yetmez, dolayısıyla işlevsizdir, dolayısıyla 600 voltla at devirmiş olma yeteneği doğal seçilimle evrilmiş olamaz, Allah vergisi olmalıdır.

Diamond doktorasını elektrikli balıklar üzerine yapmış. Diyor ki, elektrik alanı algılayıcı (pasif) organlar derin deniz balıklarının birçoğunda vardır. Karanlık sularda yön bulmaya ve civardaki mahlukları algılamaya yarar.  Bunun daha gelişmiş modellerinde balık, varolan elektrik alanını algılamakla yetinmez, düşük voltajlı elektrikli sinyalleri üretip ortamı "pingler",  yönü daha iyi bulur, etrafı daha iyi kolaçan eder, hatta çok ufak mahlukları sersemletip yakalamayı başarır. Voltaj arttıkça bu son işlev öne geçer.  Ta ki 600 voltluk yılan balıklarında artık elektriğin yol bulma ve radar işlevleri kadük olur, sadece öldürücü silah görevi geriye kalır. Din gibi çeşitli kurumların evriminde de orijinal işlev arka plana düşmüş; hatta kör bağırsak ve kuyruk kemiği gibi tamamen işlevsiz, arkaik bir kalıntıya düşmüş olabilir. Din, binlerce yıllık evrimsel geçmişini bir bohça gibi sırtında taşıyor olabilir.

Algılayan ve eyleyen bir canlı tanrı kavramı, mesela dinin güncel işlevleri açısından da bu tür bir arkaik kalıntı olabilir.

Din ve israf
Kaliforniya'da bir ara Göklerdeki Spagetti Canavarına inanan Pazartesi Gecesi Futbolu dini türemişti, duymuş olmalısınız. Bu din neden din değildir, ya da yıldız falı inancı ve Fenerbahçe inancı neden din sayılmaz? Çünkü insanların bu inançlar uğruna yapabilecekleri fedakârlık -- ödemeye razı oldukları bedel -- sıfırdır ya da çok sınırlıdır. Oysa din uğruna insanlar en değerli varlıklarını, hatta hayatlarını ve evlatlarını feda edebilirler, ya da en azından bunları feda edebileceklerine başkalarını ikna etmeye büyük önem verirler. Kilit unsur bu sonuncusudur: Yalnız feda değil, feda etme iradesinin topluma kanıtlanması. Yani göstere göstere feda.

İlkel kabile düzeyini aşan toplumlarda dinlerin en belirgin tezahür biçimi bireysel ve kitlesel fedakârlık gösterileridir. İnsanlar mal ve mülklerini, emeklerini, vakitlerini din uğruna feda ederler. En eski Hint destanlarında dindarlığın temel göstergesi, on binlerce davarın kurban edildiği devasa şölenlerdir. Tanrıların kutsadığı kahramanlar, ekonomik yıkım pahasına, birbirleriyle şölen yarıştırırlar. Şölende fakirler de doyurulur gerçi. Ama asıl amaç o değildir, israf gösterisidir; dünya servetini gözünü kırpmadan yok etme raconudur. Homeros'un dünyasında kızartılmış etin en lezzetli parçası ve şarabın en seçkini her törende tanrılar adına toprağa dökülür -- zebil edilir. 

Bu tavrın bir sonraki adımı piramitlerdir; ekonomik faydası olmayan bir iş uğruna toplumsal emeğin ve kaynakların devasa bir parçası israf edilir. Piramitlerin yerine Ortaçağ katedrallerini, Osmanlı camilerini koyabilirsiniz: aynı şey. Faydası değil faydasızlığıdır bunları cazip kılan.

Her dinde, öyle ya da böyle, kurban vardır. Değerli bir mal varlığı feda edilir. Tevrat dininin merkezî miti İbrahim'in oğlunu kurban etmesidir. Hıristiyan dininin merkezî miti İsa'nın kendini kurban etmesidir. Tesadüf olmasa gerek.

Hemen her dinde bedene zarar verme ritüelleri bulunur -- büluğ çağına erenlerin ön dişleri kırılır, veya bir parmak kesilir, penise şiş sokulur, köz üzerinde yürünür. Dindar insanlar birçok toplumda dünya nimetlerinden geçici veya kalıcı olarak el çekerler, manastıra kapanırlar, derviş olurlar, oruç tutarlar, en azından Şabat günü nefislerini terbiye etme uğruna her türlü faydalı işten sakınırlar. Yıllarca çalışıp uzun ve zor metinleri -- özellikle anlaşılmaz bir dilde yazılmış metinleri -- ezberlerler; günlük yaşamlarının bir kısmını belli sözleri defalarca tekrarlamaya ayırırlar. Bu davranışların her birinin mesajı aynıdır: Bak, ortak değerler uğruna ne çok şeyi feda etmeye hazırım. Bana güven! Benim aidiyetim ucuz ve fırsatçı bir aidiyet değil, hayat boyu beni bağlayan, yaşamımı ve bedenimi şekillendiren, samimiyetinden kuşku duyamayacağın bir aidiyettir. Beni aranıza alın, sizi yarı yolda bırakmam. Ödediğim bedeller ödeyeceklerimin güvencesidir.

Oysa Fenerbahçeli olmak ya da Spagetti Canavarı "dinine" mensup olmak için ara sıra bazı etkinliklere katılmak ve uygun ortamda birtakım kalıp sözleri söylemek yeterlidir. İnancı terk etmenin bedeli cüzidir. O yüzden bu inançlar din sayılmaz.

Tarihteki büyük dinî nefret hadiselerinin birçoğu yabancı dinden olanlara değil, aidiyet ve samimiyetleri kuşkulu olan dindaşlara yöneltilmiştir. İspanyol engizisyonun hedefi kâfirler değildi, 1492'den sonra zorla ya da fırsat saikiyle Hıristiyan olan Yahudi ve Müslüman dönmeler idi. Alman Yahudileri gettodan çıkıp kitlesel olarak asimile olmaya başladıklarında yok edildiler. Tekfirci mücahitler asıl misyonlarını, Batılıları bırakıp içerideki şirk ve bidat ehline yöneldiklerinde buldular. "Biz bu din uğruna bunca bedel ödedik, ödüyoruz, bunların bedavadan faydalanmasına izin vermeyiz" -- mantık budur.

Fedakârlık fikrinin izini sürdükçe daha ilginç yerlere de varmak mümkün. Evladını feda etmekten ötesi nedir? Aklını feda etmek! Dini inanç denilen şey de sonuçta bu değil midir? Rasyonel düzlemde savunamayacağın, aynı inancı paylaşmayanların gülünç bulup alay edeceği tezleri insan neden benimser? Bakire kızın çocuk doğurmayacağını, İsa'nın öldükten sonra kendini diriltemeyeceğini herkes bilir. Bunların aksini savunmak tıpkı penisine şiş sokmak, kebabın lezzetli kısmını toprağa dökmek gibi bir tür radikal fedakârlık değil midir? "Öylesine sadığım ki ortak davaya, al, beynimi de atıyorum toprağa."

Milyarlarca insanın akıl dışı şeylere inanmasını ya da inanıyor görünmesini böyle açıklayınca nasıl aydınlanıyor her şey!

Not
28 Haziran 2016
Bu yazıya gelen yorumları okuyunca acaba meramımı anlatamadım mı duygusuna kapıldım. Ekrandan uzakta olunca zaten perspektifin şaşıyor, okurun tam olarak ne gördüğünü kestiremiyorsun. İletişim de üçüncü, beşinci elden yürüyünce diyalog duygusu büsbütün kayboluyor. El yordamıyla bir şeyler anlatmaya çalışıyorsun.

Yazının amacı "insanlar neden dine inanır" sorusuna eksiksiz bir cevap vermek değil, burası açık değil mi? Amaç Diamond'ın kitabında gördüğüm ilgi çekici iki gözlemi aktarmak.

Bir, öyle anlaşılıyor ki insanın genetik donanımında çok kuvvetli bir "dikkat! canlı varlık!" dürtüsü var. Kendiliğinden kıpraşan her şeyin arkasında bir canlı irade aramak son derece baskın bir içgüdü. Yüzbin küsur sene boyunca bu temel insani -- hatta hayvani -- dürtü, her türlü doğa teorisinin hareket noktasını oluşturmuş. Halen de modern bilimsel düşüncenin sırrına tam varamamış eğitimsiz insanların  çoğu dünyayı öyle algılamayı daha kolay ve daha doğal buluyor. Kamyon neden devrildi? Allah yahut Hz. İsa yahut iblis, belki de Parvati! Radyal vektörler ve olasılık hesapları değil.

İki, insanlar neden din uğruna kendini keser, ya da günde bir kaç saat aç kalınca Evren'in Yaratıcı'sını memnun edeceğine inanır, ya da aklı başında birinin gülüp geçeceği saçmalıklara inanmış görünür -- bu sorulara şık ve makul bir cevap. Bir tür ilan-ı aşktır. "Ümmetimi seviyorum, ben ona aitim, onun uğruna her türlü fedakarlığı yapmaya hazırım" demektir. Al bak, erkek evladımın pipisini bile kestim senin için! Domuz pirzolası gibi şahane bir şeyden senin için vazgeçtim!

Dinin irrasyonel olduğunu söylemek için yazılmadı bu yazı. Onu elbette biliyoruz. Burada yapmaya çalıştığımız, aklı başında görünen insanlar irrasyonelliği neden benimser; bunu (rasyonel bir zeminde) anlamaya çalışmak. Küçük bir zafer değil hedefimiz, daha büyük bir şey. Tartışmanın zeminini başka yere çekmek.

43 yorum:

  1. İki sorum olacak umarım vaktiniz olur;
    (1) Komünizm , kapitalizm gibi bazı izm ler, din sayılabilir mi sizce?
    (2) Dünya malından kurtularak tüm mal varlığını bağışlama ve yurt dışına çıkma/kaçma ihtimali varken, dönüp hapishaneye girme gibi bedelleri ödemeyi göze alan Sevan Nişanyanın dini ne tam olarak?
    Yanıtla

    Yanıtlar


    1. Bende şunları merak ediyorum. Düşünce nedir nasıl oluşuyor. Çıkış noktası neresidir. Daha önceden örneklenmeyen bir beyinden düşünce okunabilir mi. Daha önce örneklenen beyinden hangi doğrulukta düşünce okunabilir. dil düşünceyi dile getirmenin bir yolu mu. dil olmadan düşünce olmaz mı. en temel düşünceler nedir. insanların olmazsa olmaz din dil ırk çevre farketmeksizin düşündükleri şeyler nelerdir. bunlar nasıl oluşmuştur. düşünebileceğimiz şeyler sınırlımıdır. öyleyse sınır nedir. insanoğlu bütün kainatı anlayabilicek düşünme kapasitesine sahip olduğuna nasıl neye göre inanır. düşünme şekli çok farklı düzeyde evrilmiş bir insan var mıdır. bizi anlayan ama bizim kendisini anlayamadığımız. bi türlü kendini bize anlatamayan bir insan var mıdır. İddia edildiği gibi insan hayvandan evrilmiş idiyse düşünce nasıl neden sadece insanlarda bu denli yüksek düzeyde evrilebildi. Belki de yanılıyoruz. düşünce düzeyi bizden daha yüksek hayvanlar var da biz bilmiyoruz yada anlayamıyoruz. Düşünce nedir. Fiziksel hali nasıldır. Nasıl bu kadar dallanıp budaklanabilmektedir. herkes sürekli bir konu üzerine nasıl farklı farklı yorumlar yapabilmektedir.
      Daha kendini anlamaktan aciz olan insanoğlu niye varolmadığını ispatlayamadığı bir şeyi şiddetle inkar eder. Daha ancak kendi gezegenin etrafında dolaşabilerek hiçliğini anlamaya çalışan insanoğlu konu yaratıcının varlığına geldiğinde nasıl bu kadar emin olabilir. Düşünmek ile istemenin arasında bir ilişki var mıdır. kişi bir şeyi isterde mi düşünür. düşündükten sonra mı ister. yoksa sadece tarafısız olarak herhangi bir heyacan yada duygu olmadan öylece düşünebilir mi insan.
    2. (1) Komünizm evet, kapitalizm hayır. Kapitalizm sadece muhaliflerinin hayal dünyasında yaşayan bir şey.
      (2) Liberal hümanizm sanırım. Bireyin en yüksek değer olduğunu savunan irrasyonel bir inanç.
  2. bir başka neden de inanmanın konforu olamaz mı?
    bilmek ise emek ister.kuşku duyacaksın,sorgulayacaksın,araştıracaksın.
    üstadın bu konuyu da irdelemesini bekliyorum.saygılar
    Yanıtla
  3. bir başka neden de inanmanın konforu olamaz mı?
    bilmek ise emek ister.kuşku duyacaksın,sorgulayacaksın,araştıracaksın.
    üstadın bu konuyu da irdelemesini bekliyorum.saygılar
    Yanıtla
  4. Akıl dışı olmadan olmaz zaten, mantıklı olsaydı inanca imana yer kalmazdı
    Yanıtla
  5. İnsanoğlunun hayatını sürdürebilmek için mutlaka karşılamak zorunda olduğu çeşitli ihtiyaçları var. Beslenmek ve uyumak bunların en olmazsa olmazı ama diğerleri de önemli ve yokluğu sorun yaratıyor. Barınma gibi... cinsellik gibi... Sanırım, insanlarda inanma/tapma ihtiyacı da var... Bu durumda; Din bu ihtiyacı karşılayan bir işlev görüyor. Bu o kadar güçlü bir ihtiyaç ki; Din'i devreden çıkarırsanız, bu sefer gidip, secret mecret gibi zırvalıklara sarıyor insanoğlu... Tabii, her insanın bu ihtiyacı taşıdığı söylenemez. İnanma/tapınma ihtiyacı duymayan insanlar da var ama ezici çoğunluk bu ihtiyacı duyuyor ve bir şekilde bu ihtiyacını gideriyor. Bu konuda yapabilecek birşey olduğunu sanmıyorum. Üstelik adil olduğunu da düşünmüyorum. Bu ihtiyacı hisseden, bırakın istediği gibi tatmin etsin kendini...
    Hep şu örnek aklıma gelir: Hindistanda yemek ihtiyacı hissetmeyen ve güneş ışığıyla beslenen bir adam var. Bu adamın, bizlere dönüp, "salaklara bak. yemek yiyorlar" demesiyle, bizlerin dindarlara dönüp " salaklara bak, zırvaya inanıyorlar" demesi aynı şey... bizim ihtiyaç duymuyor olmamız herkesinin ihtiyaç duymayacağı anlamına gelmez. bırakalım herkes ihtiyacını tatmin etsin. Tabii, başkalarını dizayn etmeye kalkışmadan...
    Yanıtla

    Yanıtlar


    1. neden tapma ihtiyacı duyuyorsunuz da bilme ihtiyacı duymuyorsunuz..öyle bir ihtiyacı olmayan milyonlarca insanı nereye koyuyorsunuz...verdiğiniz örnekte de mantık hatası var...yemek yemek sıra dışı, akılsız ve mantıksız bir eylem değildir oysa ki melekler, cinler ve görebildiğimiz evrende rastlanmayan ve 6000 yıl önce dünyayı yarattığına inanılan bir tanrı fikri bilimsel gelişmeler ışığında sıra dışı ve "salakça" bir fikre dönüşmüştür...dolayasıyla bu iddiayı sürdürmekte ısrar edenlerin din kaynaklı argümanları artık bütünüyle hurafe olarak tanımlanabilir..yemek yemeyen adam ne kadar sıra dışı ise dini kaynaklı yaratıcı kavramı da günümüz dünyasında sıra dışı bir fikir haline dönüşmektedir...secret mecret dediğiniz şeyin dinlerden daha kötü olduğuna dair de herhangi bir veri yok...allah yolunda öldürünce cennete gideceğine inanan bir ruh hastası secretcıdan daha çok tehlikeli...
    2. Okuduğunuzu anlayamamak, hatta, tam tersini anlamak konusunda ciddi bir zaafınız olduğu görünüyor.
  6. Anlatılmak istenenlerin eller tutulur bir kısmına denk gelebilirim düşüncesi içinde maalesef yazıyı sonuna kadar okumak zorunda kaldım.Saklı canlılardan kast edilenin aslında bunların varlığının dinde olmadığını ve dolasıyla bunların dinde olmamasının o dini geçersiz kılmak için yeterli bir sebebi teşkil edeceği düşüncesiyle çok sığ bir yazı ele alınmış.Dini felsefesi içinde düşünme zahmetine katlanılmadığı vakit "bu neden yok,şu neden var" gibi cümleler kullanılır.Örneğin; mikrop teorisi o dönemin şartları içinde ele alınsaydı acaba bu o dönemdeki kişilere nasıl kanıtlanırdı ve bunu öne süren kişiye dönemin insanları nasıl bakardı.Günümüzde ise yaratılış sebebinin insanın"imtihan edilme" iddiasıyla yola çıkan bir kitapta eğer saklı canlılar hakkında bilgi tespit edilseydi imtihan edilme iddiası geçersiz kılındığı gibi günümüz insanın inanması için onlara kıyak geçildiği anlamıda ortaya çıkmış olurdu.Velhasıl şu yazıyı okuma zahmetinde bulunmanızı isterim.
    http://venom1461.blogspot.com.tr/2015/09/tanrnn-istegi-ve-islam.html
    Yanıtla
  7. Ağzına sağlık sevan abi orada keyfinin yeeinde olduğunu biliyorum ama yakında cikacaksin biliyorum belki bu yaz sirinceye gelisimizde orada olursan icecegimiz saraplardan biraz yerede dökeriz :)
    Yanıtla
  8. Sevan bey birde biz gençlerin kendini geliştirmeleri için hangi okumaları tavsiye edersiniz. siz içerdeyken anlamsız gibi görünen bu yazı aslında çok anlamlı. bununla ilgili bir yazı yazarsanız çok sevinirim. Aramıza en kısa sürede dönmen dileğiyle.
    Yanıtla

    Yanıtlar


    1. Nisanyan'in okunacak kitaplar konusunda bir yazisi var. Biraz arasirirsaniz, bu sitede bulabilirsiniz.
    2. Abdurrahman aradığın okuma listesini şu linkte bulabilirsin http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2013/01/oku.html
  9. güzel bir yazı ama fenerbahçeli olmanın gereklilikleri biraz küçümsenmiş gibi:)
    Yanıtla
  10. Okuması biraz zor oldu ama çok güzel bir yazı emeğinize sağlık :)
    Yanıtla
  11. altı aylık bir suskunluktan sonra,geri geldiniz...durumunuz nedir?cezaevi maceralarınızdan bahsedecek misiniz?içeride kama süreniz netleşti mi?vs ...selamlar...
    Yanıtla
  12. Yani sizin teoriye göre insanı kamil akıl yoluylamı bu medeniyet seviyesine erşmiş? Mesela günümzden geriye 12 bin yıllık tarihi süreci ele alsak:ferdiyetten kabileye oradan kavme-yerleşik hayata geçiş; tarım,ticaret sanayi... tarihi delilleri okursak, göreceksiniz aklıl bir aracıdir ruh şahının veziri dir. Dinsiz akıl seviyesi bence cehalete canavarlığa daha çok kapı aralar.
    Yanıtla
  13. Sevan Bey,Kuran ve Tevrat'taki insana benzeyen,duyguları olan,keyfi kararlar alan tanrılar veya Stuart Mill'in sorduğu 'O zaman Tanrı'yı kim yarattı' sorusu yaratılış mitini yıkmaya yetebilir.
    Fakat,varlığı var eden böyle doğaüstü bir bilinç yoksa o zaman 'varlık neden var?'
    Materyalist görüş,Tanrı'nın yerine doğanın içindeki yasaları ve matematiksel düzeni koyuyor.Böylece 'nasıl' sorusuna cevap vermiş oluyor.Oysa bir yaratılışçı 'Tanrı yarattı' derken 'neden' sorusuna cevap verir.Bu yönüyle Materyalist görüş ve bilim insan zihnindeki en temel soruya cevap vermemiş oluyor.
    Öte yandan tabiatın kimsenin müdahale etmediği kanunlarla işlemesi sadece tevrat ve kuran tanrılarını çürütebilir.Ya deist Tanrı,evreni bir mühendis gibi üretip,proglamlayıp çekip gittiyse :)
    Big Bang'in sonrasındaki saniyenin milyarda birindeki olaylar,canlılığın var olabilmesi için karbon atomunun sonsuz enerji seviyeleri arasından tam da gerekli düzeyde olması veya DNA'nın kopyalanması sırasında her biri farklı göreve sahip onlarca proteinin yaptığı iş size ne düşündürüyor üstad? Saygılarımla.
    Yanıtla

    Yanıtlar


    1. Yanlış sorular sorarak doğruyu bulamazsınız.'Tanrı nedir? ve anlamı nedir? e hak cevabı verdiğinizde aslında ''Peki Tanrı'yı kim yarattı?'' sorusunun ne kadar saçma ve ve ne kadar süslü olduğunu görebilirsiniz.Mantıklı gibi görünen her önerme doğru ya da HAK olduğu anlamına gelmez.İnsanların büyük bir çoğunluğu bunun farkında bile değildir.Örneğin elimde sakladığım meyve nedir diye sorsam onlarca/yüzlerce meyve ismi söyleyerek mantıklı cevaplar verebilirsin ama HAK olan bir tane ve o da elimde sakladığımdır.
      HAK bir tanedir,batıllar bir tane olmak zorunda değildir çoğu mantıklı olsa bile!!
  14. Sizin de dediğiniz gibi, aydınlatıcı ve çok hoş bir yazı olmuş ama benim yıllardır üzerinde düşündüğüm tam da bu konu üzerine size sormak istediğim ciddi sorularım var. Ortada kırmızı kalın bir çizgiyle çizilmiş çember var ve bu çemberi ya birileri bilinçli bir şekilde oluşturmuş ya da zaman içerisinde birikerek kendiliğinden oluşmuş. Çemberin dışına çıkan, içeridekiler için bir tehdit unsuru oluyor. Dolayısıyla kimin riskli kimin güvenilir olduğunu gösterecek, turnusol kağıdı gibi bir şey gerekli. Şarabını, kebabını dökecek mi toprağa ya da orucunu tutuyor mu ramazanda diye merakla bakıp bekleyecek çemberin içindekiler, kuşkulandıkları kimseler için. Peki, biz sorunu tespit ettikten sonra, bir çare üretemediğimiz müddetçe çemberin dışına çıkmak isteyen ama buna cüret edemeyenlere yol gösterip, cesaret verebilecek miyiz? Kendisini çürütebilecek bu kadar çok tezin ve bilginin ortalık yerde olduğu bir dönemde dahi dinin bu denli güçlü olmasının sebebi bu olamaz mı? Düşünsenize Sultanbeyli'de bir nalburun çocuğu olarak doğduğunuzu. Okuyup araştırmaya meraklısınız ve internet aracılığıyla evrim teorisi hakkında çok ciddi bilgiler edindiniz. Ne olacak peki şimdi? Annenizi, dilini hiç anlamadığı bir kitabı sabahtan akşama kadar ağlayarak okumaktan kurtarabilecek misiniz? Babanızın çok daha mantıklı harcanıp verimli sonuçlara araç olabilecek parasının kurbanlık koyun satın almaya gitmesinin önüne geçebilecek misiniz? Peki bütün bunları yapmaya kalktığınızda, etrafınızdaki kimselerin tam ortasında tavırlarınız ve duruşunuzla sırıtmayacak mısınız? Toplumdan tecrit edildiğinizde size sahip çıkacak olan kimdir ya da çemberin dışı hayatta kalabilmek için yeterince olanaklı mıdır? Oysa her cuma, namaz çıkışı cemaatle selamlaşmak, ayakkabısının önce sağ tekini giymek, her işe besmeleyle başlarken görülmek, hayatta kalabilmek için daha avantajlıdır. İşsiz kaldığında iş bulurlar, evlenmesine yardımcı olurlar, sıkıştığında destek verirler, yeter ki çemberin içinde kalsın ve diğerlerini de orada tutmaya yardım etsin. Demek istediğim, çemberin dışında, hoşgörülü ve akıntıya kapılmayacak kadar kökü sağlam ve entegre olması, hazmedilmesi çok zor olmayan bir topluluk/ideoloji/yaşam biçimi olsa, zaman içerisinde çemberden kaçmak isteyenler onun eteklerinde toplanmaz mıydı? ve böylece, dinin gücü zamanla kendiliğinden kırılmaz mıydı? Oysa şimdi tıpkı düz bir ovaya dikilmiş gökdelen gibi alenen ortada duran bir otorite var. Prangalarını kırmaya hevesli ama cesareti düşük köleler, bu işi yapmaya daha yatkın köleleri ne de güzel yaftalarlar, "kafir" diye, "hain" diye. Halbuki toplu kurban törenleri yapan Hintli de içten içe bilmiyor muydu yaptıklarının ne kadar ahmakça olduğunu, tıpkı şeyhinin ayakkabısından su içen Sultanbeylili nalburun, kendi bilinçaltında aptallığının farkında olması gibi. Ama kim arkalarında duracak, onlar kendileri için yazılan bu senaryoyu oynamayı reddettiklerinde? Yine bir başlarına kalacaklar ve çemberin içindekiler için, hazımsızlık yapan taş misali, hedef olup yok edilecekler. Susturulmaya, aç bırakılmaya çalışılacak, şanslıysa dayak yiyecek değilse belki recmedilecek. Dünya dönmüyor desin diye köşeye sıkıştırılacak vs. Aydınlığın ne olduğunu anlayabilmek için, karanlığın meye benzediğini bilmek gerektiğini düşünüyorum. Bu yüzden de, din gerekli bir şeydir, düşüncesindeyim. Din olmalı ama giriş çıkışları da açık olmalı. Değilse, biz dini yok etmeye değil, onu ehlileştirmeye ve esnekleştirmeye çalışmalıyız, bence. Aksi takdirde, o, ağlayarak anlamadığı kitabı okuyan kadının elindeki kitabı yok edince, ileride karşımıza, daha da öfkeli bir şekilde, stalinizm, maoculuk, khmer rouge vs. gibi bir zihniyetle çıkması yüksek olasılıklı değil midir? Kaş yapalım derken, göz çıkarmış olmaz mıyız? Sevgi ve saygılarımla, Hakan.
    Yanıtla
  15. http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2013/05/din-nedir.html
    Yanıtla
  16. İnsan sırf akıldan ibaret, sırf akıl ile ilerleyen bir varlık değildir. İnsan aklın da ötesinde bir histir, bir duygudur. Akıl ve vicdanın ahlaki düzeyde harmanlanmasıdır. Sırf rasyonel düşünceye dayanan insan zamanla çıkarcı olur, dünyevi gücü elde ettikçe de zalimleşir, aynen bahsettiğiniz dini yobazca yaşayanlar gibi... İnsana bu denli yüzeysel bakmanız çok gülünç.
    Yanıtla

    Yanıtlar


    1. Pardon, insan sırf akıldan ibaret diye iddia eden kim?
  17. Müslüman olaydın ve olaydım dua etmiştim biliyor musun Sevan Hoca. Allaha şükür agnostiğim de naatla geçiştiriyorum.
    Yanıtla
  18. Ele aldığınız fedakarlık bağlamında bugün memlekette Müslümanlık ve Fenerbahçelilik'ten hangisi daha fazla din, bilemedim. Sanki ikincisi de az ağır basmıyor artık.

    Mesela, Türkiye'de Müslümanların çoğu kendinden pek bir şey feda etmiyor dini adına: 5 vakit namaz kılmadığı için vaktini feda etmiyor; din üzerine okuyup, düşünüp, tartışmadığı için aklını feda etmiyor; oruç tutmadığı için bedenini feda etmiyor vs vs. Dinleri hayatlarının içinde değil zira, en iyi olasılıkla duvarlarında asılı bir kitapta saklı duruyor.

    Fakat Fenerbahçelilerin çoğu düzenli maç izleyerek vaktini feda ediyor; sonuçlar üzerine okuyup, düşünüp, tartışarak aklını feda ediyor; spor kanalı ya da maç bileti alarak parasını feda ediyor; derbilerde eşlerini, dostlarını, hatta çocuklarını feda ediyor vs vs.

    Tamam, IŞİD gibi eli kanlı bir holigan grubu yok ortalıkta. Ya da hiçbir Fenerbahçeli baba Galatasaraylı oğlunu kesmeye kalkmıyor. O kadar şiddetli fedakarlık ortaya çıkmıyor taraftarlıkta. Fakat gündelik hayatın içinde daha yoğun bir fedakarlık gerektiriyor futbol artık. İnsanlar din değiştiriyor, hatta dinden vazgeçiyor ama tuttuğu takımı hiçbir şekilde değiştirmiyor.

    Bence yaklaşımınız oldukça makul. Fedakarlık birçok şeyi açıklıyor din adına. Hatta din kavramımızı futbol taraftarlığı gibi bir dolu başka etkinliği de içerecek şekilde genişletmemiz gerektiğini söylüyor.
    Yanıtla

    Yanıtlar


    1. Vay anasını! Neredeyse yazıyı gölgede bırakacak ufuk açıcı bir yorum. Galatasaraylı oğlunu kesmeyen baba örneği bomba:))
  19. Genelde inançlı birine "Bir dine nasıl olur da inanıyorsun?" diye sorulur. Sorulması yerinde olan belki de neden olmalıdır; "Bir dine neden inanırsın?"

    Son damlasını alana kadar cevabın bunu sormaya devam edebilirim.
    Yanıtla
  20. Güzel bir yazı olmuş. Dinin, aidiyetin samimiyetini belli etme yöntemi olarak kullanıldığını belirtmişsiniz. Bir gruba ait olmanın neden bu kadar önemli olduğu üzerinde durmak isterim ben de kısaca.

    Bir gruba ait olmak eski çağlarda, şimdi olduğundan çok daha fazla öneme sahipti büyük ihtimalle. Bu çağda herhangi bir gruba ait olmazsanız çok çok entelektüel ya da fiziki açıdan yalnız kalırsınız. Fakat erken çağlarda bir grubun üyesi olmazsanız büyük ihtimalle öldürülürdünüz.

    Buradan yola çıkarsak bir gruba ait olmanın evrimsel açıdan nesilden nesile aktarılan, olmazsa olmaz bir özellik olduğunu iddia etmemiz yanlış olmaz. Tabii sadece grup niteliği taşımak önemli midir? Elbette hayır. Grubun diğer gruplarla olan rekabetinden sağ çıkması için grup üyelerinin birbirlerine ve davalarına olan bağlılıklarının en üst seviyede olması gerekir. Bu bağlılığı en üst seviyeye taşıyacak olan araç da dindir. Dinden başka (ve belki de hakikat arayışı haricinde) hemen hemen hiçbir olgu canınızdan vazgeçmenizi sağlayamaz.

    Okuyucular günümüz dünyasına bakarak yazdıklarımın abartı olduğunu, dünyanın toz pembe bir yer olduğunu düşünebilirler. Fakat, her ne kadar geçen yüzyılda iki dünya savaşı geçirsek de toplumsal hayat, şuanda eskiden olduğundan çok daha barışçıl bir noktadadır. Tarih öncesi çağların vahşiliğini ve bu çağların insan tarihi açısından ne kadar büyük bir zamana tekabül ettiğini düşünürsek, kendini bir dine ait hissetmenin insanların genlerine neden böylesine kazınmış olduğunu anlayabiliriz diye düşünüyorum. Bu açıdan düşünürsek dinlerin oluşması ve hayatta kalması evrimsel açıdan bir zorunluluktur.

    P.S. I can only hope that you are having a pleasant jail time. Don't forget that there are those who wish to see you free. But again, you have all the tools you need to make yourself useful.
    Yanıtla
  21. Hem Ehli Mushafların, “Semâvi dinLER – İlkel dinLER”, hem de rakipleri olan Ateist’lerin “insanlar yerleşik
    düzene geçtikten sonra sosyal ilişkileri, korkuları ve iktidardakilerin dizaynı ile Tanrı ve Din kavramlarını yarattılar”
    önermesi yanlıştır. Çünkü insanın kavram koyma prosesinin: “algı-modelleme-tasavvur-isimlendirme”
    sisteminde çalıştığını biliyoruz. Yani insan herhangi bir duyusu ile algılayamadığı bir şeyi tasavvur
    edemez, tasavvur edemediğini modelleyemez, modelleyemediğini de kavramlaştıramaz yani isim koyamaz.
    Bu HAKİKAT, insanların kendi kendilerine bir TANRI ve AHİRET HAYATI tasavvuru oluşturup modellemelerini ve
    bu isimlendirmeyi yapmalarını imkansız kılmaktadır.. Bütün disiplinlerce kabul edilen ve ispat edilmiş “İNSAN
    AKLININ” bu çalışma prensibine göre, akıl bir duyu ya da duygusu ile algıladığı bir şeyi önce tasavvur eder, sonra
    modeller ve ona bir isim koyar. Algı yoksa isim koyamaz.
    Bu nedenle, tüm insanlık için şu soru elzemdir: onbinlerce yıl önceki Adem formundaki el-İNSAN toplulukları,
    “HERŞEYİ YOKTAN YARATIP YÖNETEN, GÖZLE GÖRÜLEMEYEN AMA KENDİSİ HERŞEYİ GÖRÜP İŞİTEN,
    HERŞEYE GÜCÜ YETEN, YOKTAN YARATAN, ASLA ÖLMEYEN” bir modellemeye hangi tasavvurlar ile ulaşmıştır?
    Bu tasavvurları hangi örnekleme ve algıları ile yapmıştır? Çünkü yaşadığı fizik evrende yukarıda sayılan
    özellikleri asla hiç bir varlıkta GÖRMEMİŞTİR. Ve Bütün bunlara rağmen nasıl olurda “TANRI” DİYE BİR KAVRAM
    KOYABİLMİŞTİR!!!
    Aynı şekilde, YOKTAN YARATMAK, YENİDEN DİRİLİŞ ve EBEDİ HAYAT, CENNET CEHENNEM, KADER gibi kavramları
    da hiç bir algısı ile tasavvur edemez ve modelleyemez. Bu nedenle insan bu kavramlara kendi kendine İSİM koyamaz.
    Şu anda bu yazıyı okuyan sizlerin «JÖMBRİCAK» isminde, ne insan, ne bitki, ne de hayvan olan canlı türünü
    bilmemeniz ve böyle bir isim koymamış olmanız bunun örneğidir. Ben size böyle bir canlı türü var dediğim anda
    bana onlarca soru sorarak onu tasavvur etmeye ve modellemeye başlayacaktır aklınız ve sonra ona bu ismi kendi
    dilinizde koyabileceksiniz yani tanımlamış olabileceksinizdir. Ben de size bu ismi söyleyebilmem ve sorularınıza
    doğru cevaplar verebilmem için onu daha önce mutlaka duyularımdan en az biri ile algılamış tasavvur etmiş
    modellemiş ve isimlendirmiş olmam gerekmektedir.
    Kavram koyma prensibinin bir diğer örneği de “DOĞUŞTAN KÖRLERİN ADASI” örneğidir. İçinde yaşayanların
    tamamının doğuştan körler olduğu bir ada düşünün. Bu adada yaşayan körlerin “RENK” diye bir kavramlarının
    olması imkansızdır. Daha önce hiçbir duyu ya da duyguları ile algılayamadıkları için tasavvur edememiş, tasavvur
    edemedikleri için modelleyememiş ve modelleyemedikleri için de RENK diye bir kavram koyamamışlardır ve adaya
    en azından bir gözü gören birisi gelerek onlara “RENK” diye bir kavramdan bahsedene, onu tarif edene kadar da
    koyamazlar. Böyle birisi gelip RENK diye bir kavramı onların İŞİTME duyularına algılatarak tarif etmesi ve bu kavram
    ile birlikte “BEYAZ, SİYAH, PEMBE, MOR, YEŞİL” v.b. renk isimlerini anlatması sonucunda, o RENK denilen “şeyi”
    GÖREMESELER” de, yeşil, mavi, beyaz nasıl bir şey algılayamasalar da artık o kavram ve isimleri DUYMUŞLAR ve
    kullanabilecek, iletebilecek hale gelmişlerdir. 
    Yanıtla

    Yanıtlar


    1. Algı yoksa isim koyamaz? Yani Örümcek Adam ve Göklerdeki Spagetti Canavarı gerçektir diyorsunuz.
  22. Ateist – Deist ve bilimci önermenin: “İnsanlar Neolitik dönemde avcı toplayıcı olarak yaşarken TANRI ve DİN
    kavramları yoktu, tarım toplumuna yani yerleşik düzene geçtikten sonra (MÖ 5000’ lerden sonra), sosyal ortam
    ilişkileri, çıkar ve kayıpları, korkuları yüzünden Tanrı ve Din kavramlarını kendileri uydurdular, işte zaten elimizdeki
    somut arkeolojik deliller de bunu göstermektedir, en eskisi 5-6 bin yıllıktır” cümlesi gene kendilerinin kabul ettikleri
    ve hayatla birebir gerçekliği bilinen yukarıdaki postülat nedeni ile çelişkili ve batıldır. Zaten bunun somut bilimsel
    kanıtı da Urfa Göbeklitepe’de ortaya çıkarılan ve yaklaşık MÖ 10.000’lere tarihlenen muhteşem Tapınak Sitesi ile
    önlerine gelmiştir. Aynı şekilde, Amazon ormanlarında keşfedilen, o güne kadar dış dünya ile “sıfır iletişim” ile
    yaşamış kabile üyelerine bir kaç ay sonra “sizin Tanrı’nız ya da tanrılarınız kim, Dininiz ne?” şeklinde yöneltilen
    sorulara “Tanrı mı? o ne demek, Din mi o ne demek?” şeklinde verdikleri cevaplar ve “ölüleriniz nereye gidiyor?”
    sorusuna “nereye mi, hiç bir yere gömüyoruz ve toprağa karışıp yok oluyorlar” şeklinde verdikleri cevap da bu
    Hakkı apaçık teyit eden diğer ayetlerdir.
    Charles Darwin, İnsan’ın Türeyişi isimli eserinin, “TANRI İNANCI ve DİN” bölümünün ilk paragrafında, bu gerçeği
    şu cümleler ile yazmıştır: “Herşeye gücü yeten bir Tanrı’nın varlığına olan yüceltici inanca insanın ta başlangıçta
    eriştirildiğini gösteren hiç bir kanıt yoktur. Tersine, öyle gelip geçici gezginlerden değil, yabanıl insanlar arasında
    uzun süre kalmış kimselerden sağlanan ayrıntılı kanıtlar, bir ya da birden çok Tanrı üzerine hiç bir düşüncesi
    olmayan, dillerinde böyle bir düşünceyi anlatmak için hiç bir sözcük bulunmayan sayısız ırkların yaşamış
    ve yaşamakta olduğunu göstermektedir. Sorun evrenin bir yaratıcısı ve yöneticisi olup olmadığı sorunundan, o
    yüksek sorundan elbette tümü ile başkadır; bu güne kadar gelip geçmiş en yüksek zekalardan kimisi, bu soruya
    olumlu yanıt vermiştir....”
    Yanıtla

    Yanıtlar


    1. Neolitik dönem orta doğuda MÖ 5000'de değil MÖ 9500 dolayında başlatılır. Göbeklitepe, herkesçe bilindiği gibi, Neolitik döneme aittir.
  23. Dinin ne olduğunu anlamak için önce sürü ile toplum arasındaki farkın farkına varmak gerek. Sürü biyolojik yasalar dolayımında bir araya gelen canlı kümesidir. Toplum ise esas olarak toplumsal yasalar dolayımında bir araya gelmiş canlı kümesidir. Elbette biyolojik temeli vardır bu yasaların ama toplumda topluluğun çıkarları bireyin çıkarlarından önce gelir. İlk doğduğu günden beri bir topluluk üyesine bu içselleştirilir. Sürüde ise bireyler zorda kaldıkları zaman sürüyü terkeder. Bireyin hayatta kalması sürünün hayatta kalmasından çok daha önemlidir. Tabii bu tanımlalara uymayan ara durumlar var ama şimdilik bunu geçelim.Sürü ile toplum arasında bu farkı meydana getirenö biyolojik olmayanö sonradan öğretilen bu toplumsal kuralların hepsine birden DİN adı verilir. Dinin toplumsal anlamı budur. İnanmakla, öteki dünyaylaö tanrının varlığı ya da yokluğuyla bir alakası yoktur soyolojik olarak dinin. DİN, bir topluluğun sınırlarını çizer, bu sınırlar içinde yaşayan insanların arasındaki ilişki kurallarını belirler, bu krallara uymayanları cezalandırır. Bütün dinlerin temel görevi budur. Dinin bunun için vardır. Dinsiz topluluk yoktur. Sürü yaşamından kurtulup toplum yaşamaına ulaşmış Homo Sapiens denen canlı türünün Anaerkil ilkel komünal topluluklarındanö antik uygarlıklara oradan bu günkü modern toplumlara kadar hepsinde DİNİN görevi budur. Adları ister Ön Animizim, Animizm, totemizin olsun, ister Budizm, İster Hinduizm olsun, ister çok tannrılı ister tektanrılı Dinler, olsun, adı ister Musevilik,Hristiyanlık ya da İslam olsun hepsinin temel işlevi yukarda kısaca değibilen üç şeydir. Topluluğun hayatta kalabilmesi içinö o topluluğun sınırlarını çizmek, bu sınırlar içinde yaşayan bireylerin arasındaki ilişki kurallarını yaptırım uygulamak. Modern toplumlarda da durum aynıdır. Laik modern devrimler aslında dini politikadan uzaklaştırmamıştır, Hıristiyanlığı , islamı vb. antik dinleri iktidardan uzaklaştırıp onların yerine yeni bir DİN getirmiştir. Bu dinin adı ULUS tur. Eskiden bütün tooplumsal yaşam islam adı verilen ya da hıristiyanlık adıl verilen Dinler tarafından belirlenirken, şimdi bu görevi, üç temel görevi Ulus ve onun Kutsal Kitabı Anayasa üslenmiştir.

    J. Diamon sosyoloik olguları biyolojijk kavramlarla açıklamaya çalıştığı için çuvallamaktadır. kendi alanındaki derin bilgisine saygısızlık etmiyorum. Aynı şeyi. R. Dawkins de yapıyor. Toplumu biyolojinin ya da arkeolojinin ya da epistemolojinin kavramlarıyla anlamaya çaşışınca sonuç böyle kafa karışıklığı oluyor.
    Yanıtla
  24. Merak ettiğim bir şey hristiyanlıkta tanrı'nın kendi parçasını kurban ettiği düşüncesi ve özellikle protestanlıkta bu jestin sonucunda inananların artık hiçbir şeyi 'kurban' etmesi gerekmediği yani ibadet etmeleri gerekmediğini nasıl açıklarsınız? (hristiyan değilim, sadece merak ediyorum)

    ikincisi bu ibadetleri (veya sizin deyiminizle kurbanları) gizli bir biçimde gerçekleştiren insanları ve psikolojiyi nasıl açıklarsınız?
    Yanıtla
  25. üçüncü sorum da acaba dine inanmayan insanların da aynen dine inananlar gibi aidiyet üzerine bir çıkarları olabilir mi? yani daha entellektüel veya elit görünen bir zümreye dahil olduklarını ispatlamak adına dini terketmiş olabilirler mi?
    Yanıtla
  26. Bkz. "Nasıl boş spekülasyon yapılır?"

    Dinle Spaghetti Canavarı'nı ayıran şey dinin gerçek, Spaghetti Canavarı'nın yalan olmasıdır. Bu kadar basit. Zeus, Allah, Krişna ve Dagda vardır. Spaghetti Canavarı yoktur. Ayrıca dinin öldürmeyi meşrulaştırmaktan önce öldürmeyi yasaklamak gibi bir işlevi vardır; ufak bir düşünce egzersiziyle görüleceği gibi, öldürmek tabiatta ZATEN meşrudur, din bunu yasaklar. Öldürmeyi genel olarak yasakladıktan sonra da elbette bazı durumlar için öldürmeyi meşrulaştırması gerekir, aksi takdirde öz savunma prensibi yerle bir olur.

    "Herkes bir bakirenin doğuramayacağını bilir."

    Eh, herkes gücü her şeye yeten bir şahsın isterse bakireye doğum yaptırabileceğini de bilir. Dini ancak kendi konsepti içinden eleştirebilirsiniz. Bir bakirenin hiçbir neden olmaksızın doğum yapması mantıksızdır. Ancak bir bakirenin kadir-i mutlak bir şahıs tarafından hamile bırakılması oldukça mantıklıdır. Bunda anlaşılmayacak ne var?

    Elde hiçbir mantıki dayanak olmaksızın dindar kimselerin insanların güvenini kazanmak için dinsel faaliyetlerle meşgul oldukları öne sürülmüş. Açıkçası bu iddianın bir cevap dahi hak etmediği kanaatindeyim, zira safi spekülasyon ve bunu yalanlayacak sayısız örnek verilebilir.

    Ayrıca Zeus, Yahweh'den, yani Allah'tan veya Krişna'dan farklı bir türe mensuptur. Okuyucular açısından kafa karışıklığı yaratmaması için söylüyorum: Zeus her şeyi bilmez, gücü her şeye yetmez ve ahlaki açıdan tamamen iyi değildir. Ezeli ve ebedi de değildir. Herhangi bir tanrıdır, Tanrı değildir.

    Dinin doğrudan israfla ilişkilendirilmesi de çok mantıksız. Yazı aslında kendi içinde bile bunun böyle olmak zorunda olmadığını gösteriyor. Tanrılar adına düzenlenen şölenler örnek verilmiş burada. Tanrılar adına düzenlenen şölenlerin ulvi bir amacı yoktur. Ruhani bir amaca hizmet etmez. Savaşlarda zafer elde etmek, geleceğin bilgisine sahip olmak, para kazanmak gibi maddesel çıkarlara hizmet eder. Bu, maddesel kazanç peşinde koşan insanlar için bir yoldur, dinin maddesel yönüdür. Eğer yaşamınız madde odaklıysa, ister dindar olun ister dinsiz, sizi temin ediyorum, müsrif olacaksınız.

    Oysa ruhani din, maddesel bağlardan azade olmak ve Tanrı'ya geri dönmek içindir. Bu yolu seçen kişi için israf söz konusu değildir. Bu kişi israfın yakınından bile geçmez. Yazıda da belirtildiği üzere, kendi duyularını kontrol altında tutar ve nefsine hakim olur. Bu şekilde diğer kimselerden daha az tüketir.

    Yani burada iki tip farklı insandan söz ediliyor: maddesel ve ruhani. Bunun doğrudan dinle alakası yok.

    Ve belirtmeden geçemeyeceğim, "öldürmeyi meşru kılar" dediğiniz dinlerin pek çoğu hayvanları öldürmeyi ve yemeyi yasaklıyor. Oysa dine inanmayanlar arasından bir takım zırtopoz, evrime dayalı bir takım ahmakça argümanlarla hayvan katliamını aklamaya çalışabiliyor. Dolayısıyla lütfen bu "din öldürmeyi meşrulaştırır" vb. bayat ve genellemeye dayalı argümanlardan artık vazgeçin. İnsanlar öldürmeyi meşrulaştırabilirler. Bunun için dini veya herhangi bir ideolojiyi kullanabilirler. Bu konunun da doğrudan dinle bir alakası yok. "Dinlerin amacı budur." gibi bir söylem ancak boşboğazlık olabilir.
    Yanıtla
  27. 'Din insandaki hangi ihtiyaca cevap verir'e mütevazı bir katkı:Her şeyin aydınlanıp, açıklanabildiği bir dünya dayanılmaz bir şey.Bunu bizzat ve sürekli yapmak daha da dayanılmaz."Gerisini Babam düşünsün deyip yatıp uyumak ne rahatlatıcı...
    Yanıtla
  28. Dinin metafizik yönünü attığınızda geriye milliyetçilik gibi bişey mi kalır, ben bunu anladım açıkçası. Milliyetçi olup da dinler saçmadır diyenlerin çok da farklı düşünceleri savunmadığını farkettim biraz.
    Yanıtla
  29. Ağzına sağlık sevan abi'
    Yanıtla

Tanrıları masaya yatıralım, Küçük Çekirge

$
0
0

Halim – Allah rızası için kuşlara yem veren teyzede, dini inancı için insanlara hizmet etmeyi seçmiş Katolik rahibede, atalarının inancına saygıdan ötürü tapınağı ziyaret eden Japon ev kadınında soylu ve onurlu bir şey olduğunu teslim edersiniz herhalde. Tanrı inancı bu davranışlarda belirleyici unsur değil mi? Tanrıyı lağv ederseniz ne sunacaksınız bu insanlara alternatif olarak?


Selim – Dini inancın niteliğinden ve niceliğinden bağımsız olarak her toplumda bu davranış tiplerini görürsünüz. Ahlaki cömertlik davranışlarını desteklemek için soyut anlamda bir tanrı inancına gerek var mı, emin değilim. 

Belki bir mitolojik altyapı gerekli diyebilirsiniz. O insanlar çoğu zaman soyut bir tanrı inancı adına değil, meselâ "acılı Meryem ile masum evladı adına", ya da "sevgili peygamberinin yüzü suyu hürmetine" davrandıklarını ifade ederler. Yani metafizik boyutu önem taşımayan, insani bir öyküyle temellendirirler ahlaki davranışlarını. Meryem ya da peygamber, filan Hazret veya Rinpoche ile kendi ahlaki tercihleri arasındaki irtibatı kuran şey filanca kitapta yer alan bir öğreti ya da öğüt değil, serbestçe yorumlanan bir insani sempatidir. Meryem şöyle ya da böyle dedi diye değil, Meryem’i sevdiği ve kalbine yakın hissettiği için güzel davranma gereği duyuyor.

Evet, sanırım mitoloji lazım. Ve o mitolojinin gerçekten derin bir anlam ifade edebilmesi için herhangi bir mitoloji olması yetmez, ecdadın mitolojisi olmasında fayda var. Annen ve bütün ataların ezelden beri Meryem’i sevdiği için Meryem senin için özel bir anlam taşır. Yoksa turistik bir obje ya da gelip geçici bir hobi olmaktan öteye geçemez.

Halim  E dinin gerekli olduğunu itiraf ettiniz. Bir adım sonra kaçınılmaz olarak tanrı inancının da gerekli olduğunu kabul edeceksiniz.

Selim  Katılmıyorum. Mitolojinin güzel ve bazı açılardan gerekli olduğunu kabul ettim. Meryem ve İsa sevgisinde, aziz ve evliya kültlerinde akla mantığa aykırı bir şey yok. Akla mugayir bir Kadiri Mutlak Varlık teorisine hiç bulaşmadan, ya da onu aklın bir kenarında paranteze alarak da bunları benimseyebilirsiniz.

Aslına bakarsanız kişiselleştirilmiş pagan tanrılarında da, bir takım detaylar dışında, akla çok aykırı bir şey yok. Sonuçta Meryem’e ya da Hz. Muhammed’e meftun olduğum gibi Pallas Athena’yı, ya da şakacı fil tanrı Ganeşa’yı da gönlüme yakın bulabilirim. Onların öyküleriyle hayal dünyamı ve ahlaki söylemimi zenginleştirebilirim. Her unsurunun gerçekçi olması şart değil. Sonuçta idealize edilmiş masal varlıkları bunlar, tıpkı Atatürk gibi, ya da Don Kişot veya Batman veya Kemal Sunal’ın temsil ettiği karakterler gibi.

Halim  İşin püf noktası işte tam burada. Don Kişot ya da Kemal Sunal tanrısal öykünün parçası olmadıkları için pek cılız kalırlar. Kozmik bir hakikatin temsilcisi değiller. Ciddi değiller. Ağırlıkları yok. İnsan kalbini ta derinden kavrayamazlar. Kimse Kemal Sunal uğruna canını feda etmez. Ama Muhammed ve Meryem uğruna, hatta kabul edelim ki eski Yunan ve Hindu dinlerinin hayali tanrıları uğruna seve seve kendini kurban edecek çok insan var.

Selim  Haklısınız. Bazı mitik anlatıların, tanrı fikriyle birleşince olağanüstü bir güç kazandıklarını teslim etmek gerekiyor.

Peki ne sonuç çıkar bundan? Tanrı inancı içeren mitlerin bazı insanlar için gerekli olduğu ve bazen güzel sonuçlar doğurabildiği çıkar. İyi de ben bunu inkâr etmedim ki? Tanrı inancı tümden saçmalıktır ve insanlığa hiçbir katkısı olmamıştır diyecek biri yok karşınızda. Birtakım insanların hayatına anlam ve değer katıyorsa demek ki iyidir. O teyze Allah rızası için komşusuna yardım ediyorsa, ya da vaktiyle insanlar tanrılarını onurlandırmak için katedraller inşa etmişse, demek ki en azından bu bağlamda tanrı inancı güzel bir şeydir. İki kere iki dört.

Halim  Peki itirazınız ne? Neyin mücadelesi bu?

Selim  Birkaç şeyin.

Birincisi, aklî hakikat bazılarımız için önemli. Yalnız bazılarımız için değil, genelde insanlık için de önemli olduğunu düşünüyorum. Tek önemli odur diyen yok, insan yaşamının başka boyutları da var. Ama insanlığın son beş yüz yıldaki büyük atılımlarının temelinde, akli gerçeği eskiye oranla daha ön plana geçirmenin yattığı aşikâr. Aklî zeminde “tanrı” fikrinin herhangi bir dayanağı olmadığını insanlara hatırlatmak lazım.

İkincisi, Antik çağlarda yazılmış dini metinlerin bilgi dünyası ile bugünkü bilgi dağarcığımız arasındaki uçurum, tevil ve terkip kaldırmayacak ölçüde açılmıştır. Düne kadar mecazdı, şiirdi, hikmetti deyip eski kitapların geçerliliğini savunmak belki mümkündü. Artık çok zor. Eski toplumların edebi fantezileri olarak okuyacağız, ya da terk edeceğiz. Başka çare yok.

Üçüncüsü, eski kitapların yalnız bilgi dünyasını değil, ahlaki yargılarının birçoğunu da bugünün ihtiyaçları ve problemleriyle bağdaştırmak mümkün değil. O yargıları, ya da onların çeşitli kurum ve otoritelerce yapılmış yorumlarını bugüne uyarlamanın, ya kavram kargaşası ve kakofoniye, ya da daha kötü ahlaki yanlışlara yol açtığını görmek gerekiyor.

Dördüncüsü, tüm dinlerin müktesebatında hiç şüphesiz ahlaken doğru ve kullanışlı unsurlar bulunmakla birlikte, geçmiş tecrübemiz ve bugünkü bilgimiz ışığında yanlış olduğu aşikâr unsurların da var olduğunu; özellikle bazı dinlerde bu yanlışların çok vahim boyutlara vardığını itiraf etmek zorundayız. Eğer dinleri topyekün reddetmeyip kısmen de olsa korumak istiyorsak, aklî bir eleştiri şarttır. Bu da, ister istemez, dini öğretinin ilahi temelini sorgulamayı gerektirir. Öğretide bariz yanlışlar varsa, demek ki ya Allah ya da onun namına kitap yazanlar yanılabiliyormuş.

Nihayet beşincisi, tanrı inancı sorgulandığı zaman, o inanca sahip olanların pek çoğunun bunu akıl ve itidalle karşılayamadıklarını, duygusal ya da hukuki, hatta fiziksel şiddet yoluna baş vurma eğilimine girdiklerini görüyoruz. Bununla mücadele etmek gerek. Tanrı varmış yokmuş, inanmak iyiymiş kötüymüşten öte, aksini beyan etme özgürlüğünü savunmak lazım. Aklın özerkliğini korumak için şart. Bugünün ahlaki sorunlarını tartışabilmek ve çözüm üretebilmek için şart.

Halim  Bu dediklerinizi şimdi Türkçeye çevirirsek?

Selim  Birinci paragrafın tercümesi: Kuşlara yem vermek güzel, ama herkes hayatını bununla sınırlamak zorunda değil.

İkincisi, dünya altı günde yaratılmadı. Kızıldeniz yarılmadı. Aksini söyleyen ya cahildir ya şair.

Üçüncüsü, “eşcinselleri öldüreceksin” diyen kitaptan rehber olmaz. Ya çöpe atacaksın, ya da “eskiler öyle zannediyormuş” diye okuyacaksın.

Dördüncüsü, özeleştirisini yapamayan islam, bugünün dünyasında sıkıntı kaynağıdır. “Allah söylemiş” tezine sığınabildiği sürece özeleştiri olmaz.

Beşincisi,  zorbalarla mücadele etmek de, en azından kuşlara yem vermek kadar soylu ve onurlu bir davranış.

30 yorum:

  1. Oh yarabbi şükür. Nihayet anlayabilen ve anlatabilen birileri mevcut. Durmak yok yola devam. Allah sizden razı olsun.
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Allah razı mı olsun :)))
  2. Sevan Bey'in her zamanki basit ve olağan dışı üslubu şahane. Fikirlerini diyalog formunda sunuyor olması da, muğlaklık ve kaypaklıktan nefret eden ve anlatımda açıklık arayan hemen her namuslu ve derin zekanın sıklıkla başvurageldiği bir tercih. Fakat her diyalog yazarı gibi konuşmanın taraflarından birine zekaca torpil geçerken, diğerini zekaca nasipsizlerden seçiyor; bu da argümanları güçten düşürüyor. Var olduğunu Sevan Bey'in bildiğine emin olduğum daha güçlü karşı-argümanlar bulunursa, Halim'in yumuşak huyluluğuna zeval gelmeyeceği gibi Selim de daha ikna edici olacaktır. Sevan Bey'e sahiden önce takdir ve saygı, sonra içten sevgi ve selamlarımı sunuyorum. Var olun, Sevan Bey, güçlü olun. Zira Nietzsche'nin deyişiyle, "güçlüleri zayıflara karşı daima korumak şarttır".
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Utkan, Halim ile Selim kapsamlı bir kitaba dönüşüyor. Kaç kişiden rica ettim bana sıkı Halim argümanları getirin diye. Pek cesaret edemiyorlar sanırım.
    2. Sevan Bey,
      Size (önceden hazırlanmış) argüman(lar) önermek hem deneyiminiz, zihniniz ve üslubunuza karşı ve dolayısıyla hem de bizzat size karşı bir hadsizlik olur. (Belki sözünü ettiğiniz cesaretsizlikte böyle bir had-bilirliğin ufak da olsa bir rolü vardır?) Dahası, literatür -hatta dindar ve mistik literatür dahî- sizin zaten fazlasıyla aşina olduğunuza inandığım yüzlerce muhtemel Halim argümanıyla dolu. (Hatta, örneğin filozofun nebîden epistemolojik olarak üstün olduğunu savunan Farabî'nin rasyonel gerekçeleri ya da "Ich bin wie Gott und Gott wie ich" diyen Silesius ve onun hemen her kültürde rastlanabilecek muadillerinin mistik deneyimleri bile bence -sizin kurgunuz uyarınca Halim'in de Selim'in de repliklerine yerleştirilebilecek- müthiş birer örnek teşkil ediyor.)
      Daha önce izlediğim bir ders kaydınızda ('Akıl ve Din Semineri'ydi yanlış hatırlamıyorsam) iman sahiplerinin müthiş basit, saçma ve dolayısıyla akıl ile karşı konulamaz bir argümana (omnipotent tanrı) sahip olduklarını söylemiştiniz. 'Credo quia absurdum est' -ya da belki çok daha iyisi 'credo quia absurdus sum'- İnanılır, çünkü saçmadır; saçmadır, çünkü (emprik ya da rasyonel) düşüncenin konusu değildir/edilemez. Düşüncenin konusu edildiği anda inanılmaktan, inanç konusu olmaktan mecburen çıkar; zira inanılacak bir zat, bir fert, yani hakkında işaret zamiri kullanılabilecek bir 'O' kalmaz. Bu yüzden bence Halim'in 'duygusal' reaksiyonlarına karşı getireceği her muhtemel duygusal re-reaksiyon, sunacağı her tür (f)actual veri, Selim'i her seferinde "ne mutlu onlara ki görmeden iman ederler" tuzağına, yani deplasmana bir adım yaklaştıracaktır. Hele hele Halim'e verilecek her tarihsel zorbalık ve zulüm örneği, Halim'in kaçınılmazcasına "gerçek iman bu deyiill!" demesine zemin hazırlayacaktır. Yani, naçizane fikrim o ki, aslen kendisi de bir duygu olan inanca yönelik (imanın saçmalığı/gereksizliği/vb. üzerine kurulu olan) karşı-argümanlar kısır kalacaktır. (Dölleyenden değil döllenenden kaynaklı bir kısırlık.) 'Duygu', büyük hayret verecek denli karanlık (nöro-bilimciler istedikleri kadar aksini iddia etsinler) ve emprik/rasyonel açıklamalara/kanıtlara hayret verecek denli bağışık bir şey. Takdir edersiniz, esasen bir tıp doktoru olan Frued gibi müthiş ve sistematik bir zeka bile (ki psiko-analiz alanındaki selefleri Spinoza, Schopenhauer, Nietzsche, vb. gibi daha da müthiş zekalardı), duyguların emprik/rasyonel olarak gözlemlenmesi/açıklanması projesini, sonunda yine bir inanç nesnesi olan 'bilinç dışı' olmaksızın yürütemedi.
      Bana kalırsa ateizm de (hangi theos'un ateizmi ise artık) bir inanç olmak bakımından teizm kadar kuru, sığ, bereketsiz bir '-izm'. Tanrının (hangi tanrıysa o) varlığı ya da yokluğu sahiden üzerine kafa yorulacak denli önemli bir konu değil. Fakat bir inanç nesnesi olarak değil de bir kavram olarak kafa yorulmaya başlandığı zaman, yani 'the Tanrı' ya da 'herhangi bir tanrı' yerine 'tanrılık'üzerine kafa yorulduğu zaman, tanrı(lar)ın varlığı/yokluğu gündem dışı kalır. (Varlığı ya da yokluğundan bahsediliyorsa anlarız ki henüz kavramsallaştırılamamış, düşüncenin nesnesi haline getirilememiştir.) (...)
    3. [...devam]
      Ayrıca, duygunun (inancın) daima onaylanmak istediğini herhalde kabul edersiniz. Kişi -ister Tanrı tarafından ister cemaat tarafından olsun- inancının onaylanmasını ister; bu inanç/duygu onaylandıkça da nicel olarak ve katlanarak artar. Fakat hakikat hiçbir onaya muhtaç değildir; bilakis, hakikat, dünyadaki herkes aksine inansa bile kendisini kişiye zorbaca dayatır, seçenek sunmaz. Halim, inanç nesnesinin bir hakikat değil de duygusal bir nesne olduğu, mümkün yorumlardan sadece bir tanesi olduğu konusunda ikna edilirse, belki bu bir başlangıç noktası olabilir? (Selim, tanrı inancının soylu ve onurlu davranışların yegane belirleyicisi olmadığını gösterirken bunu yapmaya çalışır görünüyor. Fakat Halim diyebilirdi ki, "iman olmaksızın bulunulan hiçbir eylem, Tanrıca makbul değildir". Ya da Halim kadar yumuşak huylu olmayan ve büyük bir püriten bağnaz olan Kant, Selim'e itiraz mahiyetinde "ilahi bir ödev duygusuyla yapılmayan hiçbir eylem iyi, doğru veya güzel değilidir" diyebilirdi. Bağnazlığın en kesif ve her yerde en sık görülen biçimlerinden biridir bu; "ben hakikatin yanındayım, o halde hakikat de benden ve sadece benden yana!" Halim, hakikatin kendisinden yana olup olmadığı yönünde biraz olsun şüpheye düşürülebilir mi acaba?)
      Aşağı yukarı sizin kanaatlerinizi tekrar ettiğimin farkındayım. Yalnızca çorbaya muhtemel bir tuz zerresi katmak istemiştim. Gevezeliğimi de yapmaya çalıştığınız şeyi ilgi ve memnuniyetle izleyen bir gencin heyecanına vermenizi dilerim. Selamlarım ve sabır dileklerimle...

      --Utkan-- 
    4. Sevan Bey,

      Schopenhauer'in (maalesef) Say Yayınları'ndan çıkan Din Üzerine kitabında iki hayali karakter Philalethes ve Demopheles, din üzerine pek leziz şekilde tartışırlar. Halim ve Selim bana onları çağrıştırdı ister istemez. Dört gözle bekliyorum Halim ve Selim'in maceralarını.
  3. Bu yazıya eklenecek bir tespit yine sizden.
    "Akıl, acımasız bir sürücüdür. Aklın egemenligini kabul eden kisi,onun kendini sürükledigi yerlere gitmemezlik edemez. Hakikatin tek ve alısıldık cephesiyle yetinemez. Tutarlılıgın, ancak dürüstlükten taviz vererek kazanılan bir erdem oldugunu bilir. “Ben hakikati buldum, baska soru sormayacagım” diyen insan, aklıyla birlikte vicdanını uykuya yatırmıs olandır."
    Aklın yolundan gitmek sadece cesaret değil aynı zamanda bir yaşam enerjisi istiyor. Görülen o ki kazançları sadece kalbinizde ama kayıpları baktığınız her yerde göze çarpıyor. Öyle ki gardı düşen bir insan "değer mi" diye kendine sorabilir. Büyük mücadele..
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Kalbinin kârda olması yeterli değil mi? Öbür şeyler seraptır, yakaladığını sanırsın elinden kaçar.
  4. Bakın ben ateizm hakkında en iyi yazılardan birini burada buldum http://modern.az/az/news/104862/#gsc.tab=0
    Yazı Azerice ama çoğu anlaşılıyor. Kendisiyle röportaj yapılan ateist Elşad Miri, Azerbaycan'da biraz tanınan biri, diyor ki, "ateistler, Allah yardım eder diye düşünmedikleri için, toplumda fakirlerin sorunlarına karşı inananlardan daha duyarlılar" (not: kasib Azerice fakir demek). İşlemin diğer problemleri üzerinde de enteresan bazı fikirleri var.


    Ayrıca şunları da ilave ediyorum

    http://www.garajimdakiejder.com/2012/05/ateistler-inanclilardan-daha-merhametli.html

    http://www.ntv.com.tr/dunya/ateistler-daha-zeki-cikti,B59gr2YbPEqoIc-9vasHuw

    http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ezgi-basaran/ateistler-mi-daha-fedakr-dindarlar-mi-1469019/
    Yanıtla
  5. Kesinlikle Utkan. Bende olanlardan, bitenlerden, hayattan,insanlardan hiçbir şey anlamıyorum deyip hayıflanıyordum anlatabilen olunca anlayabiliyormuşum. :)
    Yanıtla
  6. Güney Kore’de öğrenciyken, lokantalarına gittiğim yaşlı dede ve nine vardı. Yabancı ülkede yazık bu öğrenciye diyerek, sürekli fazladan pilav, yumurta, yöresel yemekler verirler, yemeğin fiyatından bir miktar parayı da geri iade ederlerdi. Bunlar tanrıya inanmıyordu. Türkiye’deki ise Allah isimli bir tanrıya inandığı için, onu da yardım ederken işin içerisine katıyor. Allah sanki birinci planda gibi gözüküyor fakat gerçekte ikinci planda. Şu da var Koreli nine kızının geleceği hakkında bilgi almak için sık sık falcıya gidiyordu. Koreli nineye gidip de “nasıl Ateistsin sen rasyonel olsana! bizim Türkiye’deki keçi sakallı, Dawkinsci ateistler gibi olsana” dicek halimiz yoktu tabi.
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Aslında Güney Kore'nin bayağı bir kısmı katoliktir, hatta bizim katolik Koreli aile olan bir komşumuz vardı, Türkiye'de Kia'da görevliydiler. Ama dini bayramlar hariç dine göre yaşamıyorlardı. Esasen hristiyanlık, zamanında G. Kore'de Kuzey Kore'nin haşin ateist-komünizmine karşı, budizmden daha güçlü bir alternatif sunduğu için G. Kore devletinin göz yummasıyla uzun yıllar el altından desteklenmiş ve böylece yayılmış. Mamafih, G. Kore'de öğrencilerin 95%'i üniversite bitiriyor, onların da 3te 1i yüksek lisans yapıyor, kişi başına en çok patent alan ülkelerin başında, herkes pozitif bilime iman etmiş. Türkiye'de (2015 rakamları)
      diyanet bütcesi.....5,7 milyar
      sağlık bakanlığının bütcesi..........2.7 milyar
      doktor sayısı.......107000
      imam sayısı........122000
      cami sayısı..........85000
      doktor açığı.......105000
      imam açığı..........yok
      hersene.....9000 doktor mezun oluyor
      hersene......60000 imam mezun oluyor
      (2016 rakamları burada https://indigodergisi.com/2016/11/diyanet-butcesi)
    2. 3te 1i yazmışım, 3te 2si olacak.
    3. Japonlar gibi ülkeye giren misyonerlerin kafalarını uçurmadıklarından Hristiyanlık baya bir yaygın doğru. Yine de ailesi hıristiyan olan Koreli gençlerin bir çoğu teist değiller. Daha ziyade erkeklerde çok gözlemledim. Aileleri tutucu olduğu için Hristiyanlığa karşı bir antipati oluşmuş. Bazıları İsa muhabbetlerine aşırı sinir oluyorlar. Kimisi ise inanmıyor fakat ailesel gelenek olarak kiliseye gidiyorlar. Düşecektir bence bu sayı 20 sene içerisinde. Yüksek lisans yapma olayı ülkedeki rekabet çok yüksek olduğundan, orada lisans Türkiye'deki lise seviyesine denk geliyor. Kurumsal şirketlerde işe girebilmek için yüksek lisans gerekiyor. "Pozitif bilimlere iman etmek" ancak bizim tarafımızdan kurulabilecek bir cümle. Kendi mesleği dışında bir bilim merakı gözlemlemedim. Pozitif bilimler hakkında bizdeki Ateisler kadar meraklı ve kültürlü değiller. İslam toplumunda büyüdüğümüz, mitolojilerle sarılı ve bunlar hayatımıza az veya çok baskı oluşturduğu için, kendim de dahil mit olmayana karşı bizde birazcık saplantı (doğru kelime olduğundan emin değilim aşırılık da diyebiliriz) oluşmuş.
  7. sevan bey...gülen cemaati ve fetö ile ilgili güncel bir yazınıza rastlamdım.ama son yazılarınızın birinde ahmet altan dan bahsederken,çamurdan adamların oyuncağı olmuş benzeri bir ifadenizi gördüm.altan belagati kuvvetli bir yazar.kabul.çok etkileyici de yazar kabul,fakat ergenekon.balyoz vs.daha bir çok olayda fetönün büyük organizasyonu olduğu artık ortaya çıktıktan idare ettiği taraf gazetesinin büyük bir şaibe altına girdiğinden beri altan hangi tutarlı cevabları verdi ki...sürüyle konuya el attığınız halde,fetö ile ilgili siz neden iki kelam etmiyorsunuz..ahmet altanı savunmayı bırakın...
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Ahmet Altan ve Altan biraderler deyince, aklıma pederleri Çetin Altan geldi, yıllar boyu hep yazdığı, "Laiklikle yoksulluk elele kolkola gitmez. Ne zaman Türkiye'nin köylerinde kadın kuaförleri açılmaya başlar, o zaman Türkiye artık Batının parçası olmuştur"
    2. Laedri;

      Bu yorumunuz için bir "like" tuşuna basabilmek isterdim :)

      İsabetli bir alıntı yaptığınız fikrindeyim. Teşekkürler.
    3. Ahmet Altan bu ülkede savunmaya değer üç beş insandan biridir. Bence siz şunun bunun askeri olmayı bırakmayı deneyin.
  8. Tanrı fikrinde sonsuzluk ve aşkınlık yani kadir-i mutlaklık düşüncesi var. Yoksa tanrı olmaz. Allah'a inananlar kadir-i mutlak olarak ona inanıyorlar. Bu noktayı göz önünde bulundurmayanlar sadece sosyolojik bir tanrı putu edinmiş olurlar.
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Allah Allah, Apollon kadiri mutlak değildi, pek aşkın da sayılmaz. Tanrı değil miydi yani?
    2. O günün Yunan zihninde mutlak kudret belki o kadar düşünülebilirdi. O günün zihin seviyesi o kadardı. Bugün Tanrı dediğin kadir-i mutlak olmazsa insanın dertlerine derman olmaz. Eğer Tanrı mutlak aşkın kabul edilmezse o ya bir put olur. Veya baş tanrı sayılmaz, bir alt tanrı sayılır. Melek inancı gibi bir şey olur.
      Aslında eskiler meleklere de tanrı isimlerini koyuyorlardı. Onun için işler karışıyordu.
    3. Sezgin Bey'in olduğu kadar kendimden ve bilgimden emin, huzurlu olmak için neler vermezdim. Hele Yunan zihni hakkındaki derin bilgisi... İnsan hayret ediyor!
    4. Evet Yunan bazı konularda zirve olmuştu, Fakat aynı Yunan bir çok hurafe ve yanlışa da inanıyordu. Mesela Aristo maddenin mahiyeti konusunda çok önemli bir keşif yaptı. Fakat ay ile ve yörüngeler ile ilgili düşünceleri tamamen hurafe idi.
  9. Sevgili Sevan Nisanyan, su son yazdiginiz konuya dair (din elestirisi, ateizm vs.)yazilariniz sitenizde ayri bir baslik halinde toplansa ne iyi olur. Yok eger zaten bu dedigim zaten yapilmis, bu tür yazilar bir baslik altinda bir yerde duruyorsa, bu da benim bu siteye dair cehalatim olur...
    Yanıtla
  10. Ahmet Altan Meselesi Uzerine:

    Ahmet Altan Bey sevdigim, saydigim biridir, ve iyi niyetli oldugundan suphem yok. Fakat garibim bana nedense onemli bir animi hatirlatti. Yillar once ABD'de Orta Bati'da doktora yaparken New York Yahudisi bir kiz arkadasim vardi. Kizcagiz okulunu finanse etmek icin ne islerde calisti... Calistigi damizlik laboratuvari ustun irk erkek boga hayvanlardan tohum elde etmek ve bunlari dunyanin en ucra yerlerine satmakta uzmanlasmisti. Bu isi yaparken kukla disi kullaniyor ve damizligi kukla uzerine saliyorlarmis. Tabi hayvancagiz baba olacagini dusundugundendir istekle kuklanin uzerine atliyormus. Laboratuvar calisani da sagim isini yapiyormus.

    Neyse tesbihte kusur olmazsa, Altanlar demokrasi dogacak diye yanlis seylerin uzerine atladilar. Birileri de Altanlarin demokrasi sehvetlerini kendi hain emelleri icin kullandilar. Bu kadar.
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Aynen ben de öyle düşünüyorum, yalnız çetin altan'ı bir yerde çocuklarından ayrı tutmak gerekir diye de düşünüyorum. Hatta oğlu ergenekon-balyoz tutuklamalarında taraf'ta manipülasyonlar yaparken ç. altan, 'ben bu yaşa geldim, tecrübeliyim. Askeri vesayet bitiyor diye türkiye demokrat olmaz' demişti, gayet iyi hatırlıyorum. çetin altan, aziz nesin gibi insanlar, hem batı'yı hem ortadoğu'yu çok iyi çözmüşler. Ç. altan'ın vefatından önce son yazdıklarından, 'sanat ve zevk' adlı bir makalesi var herkes okumalı. Özetle demiş ki, 'ortadoğunun bu kadar geri kalmasının sebebi dinin sureti yasaklaması, sanat gelişmeden teknik gelişmez'.
  11. Halim'in açış konuşmasındaki "atalarının inancına saygıdan ötürü tapınağı ziyaret eden Japon ev kadının.." ifadesi sanırım atalarının ruhlarına gibi bir şey olmalıydı. İyi bilirim öyle epeyce Japon kadın kayınvalidem oluyordu az kalsın. Ama benim esas sorum ölünce kami olan atanın animizmindan, afiyetle yediği yemekten sonra daldığı uykusunda maddi evreni ve yaşadığımız bütün gerçekliği rüya olarak gören tanridan nasıl olup ta yaratıcı tek tanrı işine gelip oturduğumuz? Ortadoğu'da İbrahim'in şahsi tanrısının nasıl bir torpille kadiri mutlak olduğu ve insanlığa musallat iki büyük irrasyoneliteden birisi oluverdiği.
    En ciddi kaynaklarda bile yaradan fikrine en uzak, "deniz kabuğunu gagalayan karga" gibi Kızılderili anlatılarının bile "Yaradılış Mitleri" başlığıyla sokulduğu. Sanıyorum akıl fikir bir yana öbür irrasyoneliteye bir simbiyoz var.
    Yanıtla
Viewing all 680 articles
Browse latest View live