Quantcast
Channel: Sevan Nişanyan / En son yazıları
Viewing all articles
Browse latest Browse all 680

Halim ve Selim 6: Ne fark eder

$
0
0


HALİM – Allah hakkında söylenenler, insan kavrayışını aşan birtakım gerçekleri dile getirmek için kullanılmış simgesel ifadelerdir. Allah bu dünyanın olgularından ve kavramlarından münezzehtir. Kavrayamayacağımız ve ulaşamayacağımız bir düzlemde vardır. O düzlemde, bizim dünyamıza ait bilgiler ve akıl yürütme kriterleri geçmez. Orada gözsüz görme, beyinsiz bilme, parmaksız el, muhatapsız söz, harfsiz yazı, hepsi mümkündür. Burada bildiğiniz hiçbir şey orada geçerli değildir. Akli ve tecrübi kanıtlarınız orada işe yaramaz. Orada hiçbir şey göremezsiniz, meğer ki gönül gözünüz açık olsun.
SELİM – Olur. “Allah” adını verdiğiniz olgu hakkında söylediğiniz her sözün, bu son söyledikleriniz dahil olmak üzere, anlamsız olduğunu itiraf ediyorsunuz. Haklısınız, ben de aynı kanıdayım.
“Gönül gözü” deyimiyle ifade ettiğiniz şey insanın bazen akli kriterleri bir kenara koyup duygularıyla hareket etme eğilimi olmalı. Ona da itirazım yok, güzel bir şey. O bakış açısından kazanacağımız çok şey olabilir. Ama gönül gözüyle gördüğünüz şeyleri normal gözle de görebildiğinizi iddia etmeye başlarsanız korkarım kendinizi kandırmış ya da beni kandırmaya teşebbüs etmiş olursunuz.
HALİM – Gönlün galip geleceği bir sahada akli itirazlarınızın ne kıymeti var? İnananların pek çoğu aslında değindiğiniz paradoksların farkındadır. Buna rağmen, hatta tam da bu yüzden Allah’a inanmayı tercih ederler. Hıristiyan kilisesinin kurucu babalarından Tertullianus ne demişti? “Credo quia absurdum – iman ettim, çünkü akla aykırı.” İmanın özü bu nefes kesici atılım değil midir? Gözünü kapatıp o muazzam boşluğa kendini bırakmakta büyük bir lezzet olabileceğini görmüyor musunuz?
SELİM – Tabii ki gözünüzü ve kulağınızı aklın verilerine kapatıp, sübjektif yaşantınızı mutlak gerçek kabul ederseniz size ulaşmak için yapabileceğim çok şey yok. Duygusal dünyanız sizin için önemli olabilir, buna saygı duyarım. Fakat duygusal dünyanızın mutlakları üzerinden ortak bir dil kurmakta zorluk çekeriz. Daha doğrusunu şöyle ifade edeyim. Ontolojik gerçeklik, sizin ve benim öznel dünyamızdan bağımsız olarak var olan veya var sayılan şeydir. Dolayısıyla siz “gönül gözü” adını verdiğiniz öznel dünyanıza çekilmekle aslında inandığınızı iddia ettiğiniz şeylerin ontolojik gerçekliğinden geri adım atmış, ya da en azından onların ontolojik gerçeğini umursamadığınızı beyan etmiş oluyorsunuz. “Tanrı var” iddiasından vazgeçip “benim tanrım var” tezine geri çekiliyorsunuz. Eğer bunda ciddiyseniz tartışacak bir şey kalmaz, “olabilir” der geçerim. Duygusal dünyanız sizin bileceğiniz şey.
Fakat bence aklı küçümsemeyin. İnsanoğlunun aklı sayesinde biriktirdiği hazineleri bugün bin ya da iki bin yıl öncesine oranla olağanüstü boyutlara varmıştır. Bu çağda eğer rasyonel olmayan öykülere inancınız ayakta kalacaksa, aklın verileriyle yüzleşmek ve onlara rağmen ya da onlarla birlikte direncini koruyabildiğini göstermek zorundadır. Duygusal ya da etik ihtiyaca işaret etmek yetmez, aklın egemenlik sahasında bunların hangi zemine oturduğunu, ne kadar yer tutabildiğini görmek gerekiyor. Tertullianus iyi hoş, ama o kafayla Mars’a gidemezdi. Bırakın Mars’ı, Sosyal Sigorta idaresiyle baş edemezdi.
HALİM – Diyelim ki akli itirazlarınız doğru olsun. Diyelim ki Allah’ı kavrayışımızda mantıki tutarsızlık olduğunu gösterdiniz. Bunun inanan insanları etkileyecek bir başarı olduğunu düşünüyor musunuz? Siz Allah kavrayışımızdaki zayıf noktalara işaret edince “aa haklıymışsın” deyip inanmaktan vazgeçecek kaç kişi olur sizce?
SELİM – Tamamen haklısınız. Mantıki ve ampirik bazda tanrının varlığı ve yokluğu tartışması bugüne dek milyonlarca defa yapılmış, çok da verimli bir sonuca ulaşılamamış. En net kanıtlarla sonuca bağlasanız dahi, inanmaya karar vermiş insanları etkileme olasılığı düşük. “Ee, hepsi bu mu?” diye soranları şimdiden duyar gibiyim.
Bundan ne sonuç çıkar? Demek ki insanları tanrıya ya da tanrılara inanmaya iten şey akli bir çıkarım değil, belki a) psikolojik, veya b) ahlaki, veya c) toplumsal bir ihtiyaç. O ihtiyaçları tatmin etmek için tanrı(lar)ın yalnızca mit ya da varsayım düzeyinde değil, fiilen ve hakikaten var olduğunu iddia etmek gereğini duyuyorlar. Yani psikolojik, ahlaki veya toplumsal bir ihtiyaçtan bir gerçeklik türetiliyor. Biz o gerçekliği sorguladığımızda işin özüne dokunmuş olmuyoruz. Sadece kafa karıştırıyoruz. İşin özü psikolojik-ahlaki-toplumsal ihtiyaçtır. Asıl o konulara geldiğimizde meselenin can alıcı yerine geleceğiz. Buraya kadar izlediğimiz ontolojik tartışmayı bir saha temizliği olarak görün. Akli sahayı antik efsanelerin kalıntılarından temizlemeliyiz ki, o efsaneleri insanlar neden uydurmuş, neden inanmış, neden inanmakta ısrar ediyor sorularını sorabilelim.
Ontolojik tartışmanın galibi bence bellidir, o konuda şüpheye yer yok. Tanrı(lar) tezi akli ve tecrübi sahada ayakta duramayacak bir iddia. Ama mesele bundan ibaret olsa dünyada çoktan beri ne din kalırdı ne tanrı. Mesele bundan ibaret değil demek ki, başka bir güdü ya da kaygı var altta, öyle ki insanlar bunca akli kanıta rağmen tanrı(lar)dan vazgeçmiyor ya da geçemiyor.
HALİM – Peki ne kazandırıyor bize ontolojik eleştiriniz, kısır ve amaçsız bir zeka gösterisi dışında? Doğrudan ana meseleye girmek daha dürüst ve daha verimli olmaz mıydı?
SELİM – Ontolojik tartışmayı ben açmadım siz açtınız. Siz var dediniz, ben de bu iddianızın mesnetsiz ve anlamsız olduğunu kanıtlamak zorunda kaldım. Bu adımı atmadan diğer adımlara geçemezdik. Tanrı veya tanrılar eğer iddia ettiğiniz gibi varsa, insanların buna neden inandığı meselesi Frenklerin trivial dediği türden sathi bir mesele haline gelir: kedinin varlığına neden inanıyorlarsa aynı nedenle inanıyorlardır. Olmayan bir şeye inanıyorlarsa mesele esas o zaman ilginçleşiyor, değil mi?
Tanrının varlığı ve yokluğu meselesi sizin için ilginç olmayabilir, ama ilginç meseleleri tartışmaya açmak için bana sorarsanız vazgeçilmez bir adımdır.
Bir şey daha ekleyeyim. Ontolojik tartışmayı açmakla kalmadınız, tartışmanın merkezine de siz çektiniz. Eski zamanların tanrı anlayışında masalla gerçek, mitle teoloji iç içe geçmiştir. Anlatı örgüsü o kadar zengindir ki “gerçekten var mı” sorusunu sormak aklınıza gelmeyebilir. Oysa siz ve sizin gibi modern çağda tanrı fikrini ayakta tutmaya çalışanlar, tanrının varlığını mantıki ve bilimsel verilere dayandırma gayretiyle, ontolojik meseleyi olduğundan da daha ciddi bir mesele haline getirmektesiniz. Modern bilimin kahredici verileri karşısında, modern kozmolojinin ve modern biyolojinin açtığı engin ufuklarda ayakta kalabilecek bir tanrı inşa etmeye teşebbüs ettiniz. Hiper-ontolojik bir tanrıdır sizinki, mitolojik ve ritüel köklerinden uzaklaşmış, dağlarda insanlara görünmeyen, genç kızları iğfal etmeyen, Ganj nehrinde yıkanmayan bir tanrı; polemik makaleler diyarında yaşayan bir Varlık. O cihette bir çıkış yolu bulabileceğinizi zannediyorsanız, o yolun da kapalı olduğunu belirtmek gereği duydum öncelikle.
Bir de işin pop-kültürel cephesi var. Özellikle “ılımlı” denilen orta karar İslam dünyasında son yıllarda çok yaygınlaşan “bizim dinimiz akıl dinidir” hezeyanını kastediyorum. Bilirsiniz, hani “atom fiziğinin sırları Kuran’da yazılıdır”, “sünnetin sağlığa faydasını Amerikalı bilim adamları da itiraf etti”, “Cebelitarık’ın suları karışmıyor, ateistler bunu da açıklasın” türü safsatalar. Bu zihniyet bana çok zararlı geliyor, hatta Selefilerin ahlaki radikalizminden daha tehlikeli görüyorum. Çünkü insanoğlunun en değerli hazinesi olan aklını, bir daha kolay kolay düzelmeyecek şekilde dejenere ettiği duygusuna kapılıyorum. Bu açıdan da, öncelikle akli zeminde bir temizliğin yararlı olacağını düşündüm.




Viewing all articles
Browse latest Browse all 680