Quantcast
Channel: Sevan Nişanyan / En son yazıları
Viewing all articles
Browse latest Browse all 680

Halim ve Selim 5: Ahlakın temelleri

$
0
0
HALİM – Bazı değer yargılarımızın fıtri olduğunu kabul edelim. Sizin içgüdü ya da genetik donanım dediğinize ben müsaadenizle fıtrat diyeceğim. Bu yargıların vicdan dediğimiz içsel duygu, ya da sizin deyiminizle “davranış algoritması” aracılığıyla tezahür ettiğini ve insanlar aleminde oy birliğine yakın kabul gördüğünü belirttiniz; buna da itirazım yok. O halde ahlakın, bir boyutuyla, organik bir temeli olduğuna hükmedebiliriz.

Fakat olay bundan ibaret değil ki? Değer yargılarımızın tümü böyle fıtri (ya da organik ve evrensel) bir temele dayanmaz. Dayandığını iddia eden Kant ve diğer liberal düşünürler bence bariz bir hata içinde idiler. İnsan yaşamında yer tutan ahlaki yargıların çok büyük bir bölümü “töresel” ya da “konvansiyonel” diyebileceğimiz davranış normlarıdır. Evrensel değildir, belli bir topluma ya da ümmete özeldir. Ecdattan tevarüs edilir; “ötekiler”e karşı “biz”i tanımlar. Öyle oldukları gayet iyi bilinir ve vurgulanır. Mesela Hintliler ineğe saygı gösterir; Türkler ekmeği ayak altına almaz; Müslümanlar için kadının örtünmesi ahlakın gereğidir; Zerdüşt töresinde yakın akrabalar evlenebilir; antik Yunanlar için ailenin ve klanın tanrılarına sadakat, ihmal edildiğinde cezası ölüm olan bir ahlaki yükümlülüktür. Oysa başkaları bu normları saçma, yanlış, geri, hatta ahlaksızca bulabilir.

Bence bu töreler olmadan toplum olmaz. Kimliği ve toplumsal aidiyet duygusu olmayan insan yaşayamaz; yaşasa bile, göçten geri kalmış leylek yavrusu gibi pek sefil, pek zavallı bir mahluk olur.

Şimdi işin can alıcı noktasına geliyorum. İnsanın ahlaki bünyesinin önemli bir bölümünü oluşturan töresel normların kaynağı vicdan değilse, akıl değilse, içgüdü değilse nedir? İçsel olmadığına göre besbelli dışsal bir kaynak olmalı. Nitekim bugüne kadarki tüm toplumlar törelerinin ilahi bir kaynaktan neşet ettiği inancında birleşmişler. Eski Yunanlar olsun, putperest Hindular ve Mecusiler olsun, Yahudi ve Hıristiyanlar olsun, nihai yasa koyucunun Cenabı Hak olduğu hususunda ittifak ederler. Toplumsal kimliğin temeli olan törelerini inandıkları tanrı veya tanrıların adıyla anarlar. Tanrı inancı, töreye dayalı değer yargılarının ilki ve kilididir. Mutlak bir yasa koyucuya iman olmadan bu yargılar ayakta duramaz; toplum çil yavrusu gibi dağılır; onunla birlikte birey de dağılır.

Hz. Musa’nın On Emri’ne bakın. On emrin altısı evrensel niteliktedir; bir başka deyimle Kant’ın kategorik buyruğundan türetilebilir: anana babana saygı göster, öldürme, çalma, zina etme, iftira etme, komşunun malına ve karısına göz dikme. Fakat diğer dört emir öyle değildir, ve başa onlar değil bunlar konulmuştur. Bir, Rabbinden başka tanrıya tapmayacaksın. İki, put yapmayacaksın. Üç, Rabbin adını boş yere anmayacaksın. Dört, Şabat yasağına riayet edeceksin. Bunlar soyut olarak insanı değil belli bir inanç topluluğunu, Beni İsrail’i ilgilendiren normlardır. Ve esas vurgulanan ötekiler değil bunlardır. Öyle anlaşılıyor ki Hz. Musa, ahlak felsefesini Kant’tan ve liberallerden daha iyi anlamış.

Kuranı Kerim Allah’ın her cemaate kendi meşreplerince peygamber ve vahiy gönderdiğini bildirir. Ne yazık ki Cahiliye çağı toplumları kendilerine tebliğ edilen vahyi çeşitli şekillerde tahrif ederek yanlış yola düşmüşler, nihayet Hatem-i Enbiya olan efendimiz Hz. Muhammed vasıtasıyla ilahi kelam son ve açık şekliyle beşeriyete beyan edilmiş.

Tekrar size sorayım. Sizce ilahi bir mesnede dayanmadan insanlar salt vicdanlarının sesini dinleyerek gerçek bir ahlaki düzen kurabilirler mi? Allah inancı olmadan o kurdukları düzen yaşayabilir mi?

SELİM – Antropolojik bir ihtiyaçtan ve sübjektif bir inançtan hareket ediyorsunuz. Sonra nefes kesici bir sıçrayış yapıp sübjektif ihtiyaca objektif (ya da ontolojik) bir statü atfediyorsunuz. Toplumlar tanrıya ya da tanrılara inanmış çünkü bunun için belli sebepler varmış diyorsunuz. Eyvallah, sizinle aynı fikirdeyim. İyi de, bundan tanrıların var olduğuna dair bir karine çıkmaz; sadece tarihin bir döneminde faydası görülmüş bir mit olduğu sonucu çıkar.

Ayrıca, tarihin bir döneminde yaşamış belli bir kavmin mitolojisini diğerleri pahasına yüceltip veri kabul etmek nasıl bir iştir anlamadım.

Önemli konulara parmak bastınız, kabul edelim. Özellikle liberal ahlak öğretilerine getirdiğiniz eleştiri yabana atılacak bir şey değil. Gerçekten de insanların yaşamında içgüdüsel/evrensel normların yanı sıra töresel ya da konvansiyonel normlar büyük yer tutuyor. Aydınlanma Çağı felsefesi bu normları yok saydı. Bir kısmını birtakım mantıki zorlamalarla akli bir temele oturtmaya çalıştı (Descartes’ın tanrıyı rasyonelleştirme çalışmasını düşünün); geri kalanını “hurafe” sayıp çöpe attı. Oysa ki, evet, insanlar ecdattan miras aldıkları birtakım kültürel değerleri “kutsal” sayma eğilimindeler. Onları seviyorlar; benliklerinin bir parçası sayıyorlar; onlara uymaktan onur duyuyorlar. Ahlaki yaşamın temel taşları olarak görüyorlar ve o normlara uymayan yabancıları “ahlaksız” kabul ediyorlar. Misal: “Almanlar domuz yediği için karılarını kıskanmaz”, “Müslümanlar kadınları köleleştirir”, “Hindular taşa tapar”, “Beyaz Adam yerin ruhlarına saygısız” vb.

Fakat bu olguları, demin anlatmaya çalıştığım organik ahlak teorisi çerçevesine oturtmak bence zor değil. İnsanın genetik yapısından kaynaklanan bir grup-kurma güdüsünden söz ettik. Bu güdüden türeyen normlar bir değil iki çeşittir. Bazı normlar, genel anlamda grup oluşumunu mümkün kılan yönergelerdir (örneğin sözünü tut, yaşlıları say, zina yapma); diğerleri ise, spesifik bir grubu tanımlayan yönergelerdir (örneğin “bizde babanın yanında sigara içilmez”, “Katolik kızları böyle davranmaz”, “Şabata riayet etmeyen kafirdir”). Ahlakı elbette sadece genel anlamda güveni ve işbirliğini mümkün kılan normlara indirgeyemeyiz. Kant’ın hatası budur. Altyapıyı kurduk diyelim, sonra ne olacak? O altyapının üzerine bina nasıl kurulacak? O binanın da kendine göre usulleri, normları, bir edep ve töresi olması lazım.

Töre, tanım gereği evrensel olamaz. Çünkü kurduğumuz binanın işlevi “biz”i “öteki”nden ayırmak, “biz”e bir kimlik ve tanım getirmek. “Biz” iyiyiz. Neden? Çünkü erkek evladımızın pipisinin ucunu keseriz, çünkü Çeroki’ler gibi hain değiliz, çünkü kadınlarımız asla namahreme kıl göstermez, çünkü tapınaklarımızda kiraz ağaçları çiçek açar.

Bunların ahlaki normlar olmadığını söyleyemeyiz, çünkü insanlar eylem ve duygularını bu kurallar üzerine inşa ediyor. Bunlara gerek yok, iptal edelim de diyemeyiz, çünkü insanlar kendilerini grup aidiyetleriyle tanımlar. “Sen kimsin” diye sorduğunuzda önce mensup oldukları çeşitli grupları, yani töre birliklerini sayarlar; bununla gurur duyarlar, bunla kendilerine değer biçerler. Ortalama insan “kimsin” diye sorulduğunda “ben”i değil “biz”i söyler. Bireysel kazanımlarıyla övünen insan pek enderdir; daha çok modern çağın bir ürünüdür.

Tıpkı dil gibi düşünün. Dil yeteneği insanlarda evrenseldir; derin yapıları, Noam Hocanın gösterdiği gibi, genetik donanımımızın parçasıdır. Ama diller birbirine uymaz. Hatta dilin esas işlevi, Babil Kulesi meselinde gördüğümüz gibi, ayrıştırmaktır. “Biz”den olanla anlaşıyorsun, “yabancı”yı dışlıyorsun. Büluğ çağından sonra yabancı bizim dilimizi öğrenip konuşsa bile kimseyi kandıramıyor. “Yabancı, güvenilmez, potansiyel düşman” damgasını her kelimesinde, her hecesinde taşıyor. [bkz. nisanyan1.blogspot.com/2017/10/dillere-dair-bir-not.html]

Özetle söylemek gerekirse, bir, içerik bakımından evrensel olan normlar var – çocuğu koru, borcunu öde gibi. İki, içeriği ümmetten ümmete değişen ama yapısal özellikleri benzeşen normlar var – ecdadın tanrılarına saygı göster, cenaze törenine katıl, bayramlarda el öp, mambo jambo ayini yapmadan sevgilinle sevişme, milletin yiğitleri hangi sakalı bırakıyorsa sen de öyle yap, eşcinsel görürsen taşla gibi.

HALİM – Peki bu kuralları kim koymuş? Bir Allah inancı, tartışılmaz ve aksiyomatik bir iman olmadan bu kurallar yaşayabilir mi?

SELİM – Bir kere o kuralları Allah koymuş olamaz. Pardon, eğer Allah sizin iddia ettiğiniz gibi evrensel ve tarih-dışı ise o koymuş olamaz. Evrensel bir Allah koyduysa neden her kavme ayrı töre verdi, hatta neden her kavmin ayrı töresi olmasını insan varoluşunun temel kaidelerinden biri haline getirdi? Her birine ayrı töre verdiyse bir tanesinin – MS Yedinci yüzyılda Hicaz Araplarına verdiği törenin – tek ve evrensel olduğu fikrine nasıl kapıldı? Yeni Zelanda Maorilerinin ne günahı vardı?
Nasıl ki biyolojik evrim için tanrı fikri lüzumsuz bir hipotezse, ahlaki evrim için de aynı derecede lüzumsuz varsayımdır. Toplumlar nasıl kuşaktan kuşağa kendi dillerini oluşturuyorsa, kendi kutsallarını oluşturamamaları için bir mantıklı sebep yok.

O normları insanlar koymuş. Ali önermiş, Veli düzeltmiş, ötekiler de var olan inanç ve önyargılarına uygun geldiği için, ya da o anki problemlerine makul bir çözüm getirdiği için, ya da kural koyanı sevdikleri ve ona güvendikleri için, ya da o kuralları dayatan zümreye karşı koyamadıkları ve mecbur oldukları için boyun eğip benimsemişler.

Ancak o noktada enteresan bir mekanizma devreye girmiş. Herhangi bir Ali ile Veli’nin belirlediği toplumsal normlar kutsal olamaz, keyfi olur, fırsat bulunca herkes itiraz eder. Ortalığı “benim Ali ve Veli’den neyim eksik” diyenler sarar. Normların kutsal sayılması için zaman ve mekan ötesi bir yerden neşet etmesi lazım. Doğum izinin belli olmaması lazım. Tanrı ya da tanrılar dediğiniz şey, işte o iz silme operasyonunun adıdır. Flulaştırıcı filtredir. Ali yapmadı, Veli yapmadı, kim yaptı? İlahi bir kudret!

Gerçek dünyada kutsalları adım adım insanlar inşa ederler. Bazen milyonlarca insanın küçücük tercihleriyle, bazen toplumları aniden saran büyük sarhoşluk anlarında, bazı davranış normları genel kabule mazhar olur. Hemen peşinden bir amnezi süreci devreye girer, hafıza silinir. Kutsalın inşası işte o unutuşun hikayesidir. Tarih ilminin en büyüleyici konularından biridir. Gerçek tarih hırsla, kanla, entrikayla, iktidar ve biatle yazılır. Hemen peşinden anlatıcılar devreye girer. Bazı detaylar silinir; anlatılar olguya, tahminler dogmaya dönüşür; öykü mitleştirilir. Musa yasası “unutulmuşken” kral Yoşiya zamanında Süleyman tapınağının inşaat molozu içinde nüshası “keşfedilir” (2 Krallar 22:8-13). Kuran’ın Emevi halifesi Abdülmelik ile veziri Haccac zamanında nasıl derlendiği “unutulur”, insanlar “yok canım derlenmedi, sadece telaffuzu düzeltildi” öyküsünü inandırıcı bulmaya başlarlar. Aziz Francis’in stigmaları kendisi hayattayken pek konuşulmaz, ölümünün ertesi günü “hatırlanır”. [bkz. http://nisanyan1.blogspot.gr/2017/03/cemaat-ve-tarikatler-tarihinden-bir.html]

İlahi tarih işte o unutuş ve hatırlayışların tarihidir. Toplumsal hafızanın kıvrımlarında yeşeren küftür. İlahi irade, insan eylemlerinin ayrıntısı ve gerekçesi unutulduğunda kalan boşluğu dolduran mit örgüsüdür.

HALİM – Allah lazım mı değil mi, net bir cevap vermediniz.

SELİM – Verdim sanıyorum. Reel bir aktör arıyorsanız boşuna ararsınız. Kullanışlı bir araç ve faydalı bir hipotez derseniz, evet, tarih boyunca önemli bir amaca hizmet etmiş. Ama iki soru var. Bir, şart mıydı. İki, bugün, yani 21. yüzyılda bu işlevini sürdürebilir mi. Bunları ayrıca tartışalım isterseniz.


Viewing all articles
Browse latest Browse all 680