Halim – Ruhun ölümsüzlüğüne, cennet ve cehenneme de inanmıyorsunuz siz. Bu sizi korkutmuyor mu?
Selim – Neden korkutsun? Kedim de öldükten sonra bir yere gitmiyor, çok dert ettiğini sanmıyorum.
Halim – İnsanı kediyle eşitleyemezsiniz. Sizin bilinciniz var, geleceği tahayyül etme yetisine sahipsiniz. Bilincin ebediyen sönmesi fikrini kavramak ve bunu kabullenmek insan için imkânsız bence.
Selim – İnsanla hayvanı o kadar ayırmayın derim. Ölüme karşı refleks halinde bir korku tüm hayvanlarda var. Solucanda da, sinekte de, kedide de var. Ölüm tehlikesiyle karşılaşınca nasıl telaşla kaçıyorlar görmediniz mi?
İnsandaki ölüm korkusunun kaynağı aynı refleks olmalı. Niteliği mi farklı? Niceliği mi daha fazla? Bu konuda ampirik veri var mı bilmiyorum. Benim gözlemlerim o yönde değil. Ölümden sonraki yaşama inansın veya inanmasın insan bir şekilde normal yaşamını sürdürüyor, o açıdan kedilerden ya da solucanlardan bir farkımız yok. Ara sıra belki insanın sinirleri bozuk olduğu zaman kalbine abartılı bir ölüm korkusu girebilir, ama başka hayvanlarda böyle bir şey yoktur diyebilir miyiz ve neye dayanarak diyebiliriz bilmiyorum.
Ayrıca insan kavrayamadığı veya tahayyül edemediği bir şeyden neden korksun? Daha doğrusu tahayyül yeteneğimiz var diye neden tahayyül edemediğimiz ve edemeyeceğimiz bir şeyden özel olarak etkilenelim, benim anlayabildiğim bir şey değil. Faraza insana özgü öyle ekstra bir korku varsa da bunun birtakım masallarla telafi edilebileceğini hiç sanmıyorum. Cennet ve cehennem inancı sayesinde ölüm korkusunu aşmış kimseye rastlamadım. Aştığını iddia eden birinin, çocuğunun öldürülmesine özgür iradesiyle razı olduğunu görsem belki inanırım.
Halim – Hz. İbrahim...
Selim – Masaldır. Doğru olsa her normal toplumda deli veya katil muamelesi görürdü.
İbrahim ve İshak meselinin Tevrat’taki işlevi sanırım ukba alemine gerçekten (yani sözde değil kalben) inanan kişiye örnek olmasıdır. Demek nadirattanmış ki anlatma gereğini duymuşlar.
Halim – İshak dediniz.
Selim – Ben demedim Tevrat demiş. Yaratılış 22:1-14.
Halim – Cennette ebedi yaşam vaadi insan için büyük bir teselli ve umut kaynağı değil mi sizce?
Selim – Özellikle İslami cennet öğretisinin hangi yaraya merhem olabileceğini anlamaktan acizim doğrusunu isterseniz. İçinden dere akan bir bahçede trilyonlarca yıl oturuyorsunuz. Tek lüksünüz istabrak kaplı bir döşek, tek eğlenceniz birtakım kokmaz bulaşmaz lolitalar. Dünyada zulüm, adaletsizlik, günah gırla, o da eğer trilyon yıl sonra dünya hala duruyorsa. Sevdiğiniz insanların yarısı cehennemde tarifsiz acılar içinde. New York Times’a abone olamazsınız, sabahları Nutella isteseniz muhtemelen bulamazsınız. Allah yazdıysa bozsun, bunun nesi teselli edici ki? Düpedüz kâbus.
Halim – Cennetten böyle terimlerle söz etmenizi rahatsız edici buluyorum. Kuranı Kerim’in vadettiği Cennet hiç şüphesiz düz anlamıyla bir dünyevi zevkler bahçesi değil, mecazlarla anlatılmış bir saadet halini ifade eder. Nitekim bir ayette, cennetteki mutlulukların gözlerden saklı olduğu belirtmiş.[1] Peygamber Efendimiz bir hadisinde Cennette gözün görmediği kulağın işitmediği şeyler olduğunu müjdeliyor. Kastedilen şey şüphesiz maddi hazlar değil, deruni ve manevi bir mutluluk.
Selim – Sanmam. Standart mübalağa deyimleri bunlar, “görülmemiş lüksler, işitilmemiş atraksiyonlar” anlamında. Kuran müellifinin en dar anlamda maddi zevkler dışında bir cennet tahayyülü olduğuna dair ben bir ipucu göremiyorum. Hurilere defalarca değinmiş, her seferinde edindiğimiz izlenim alabildiğine naiv bir cinsel haz nesnesinden söz edildiği. Hadislerde bedensel özelliklerini, bacaklarını, memelerini, kıllarını, çeşitli ifrazatlarını ayrıntılandırmış. Gerisi de hep Bedevilikten yerleşik hayata yeni geçmiş bir toplumun hayal dünyasından çıkma şeyler: akarsular, pahalı kumaşlar, egzotik baharatlar, şerbetler, kolayca dalından koparılan meyveler, mücevherat, altın ve gümüş eşya, kristal pencereli evler ve benzeri.
Mecaz olabilir mi? Olabilir elbette, niyet ettikten sonra her şey mecaz olabilir. Ama apaçık bir dille yazıldığını iddia eden bir kitap neden bunların mecaz olduğuna dair tek bir ipucu getirmemiş, göz kırpmamış, “ben böyle söylüyorum ama siz anlayın” gibi bir sinyal vermemiş, muamma olarak kalıyor. Ayrıca bu eğer mecaz ise daha başka nelerin mecaz olduğunu düşünmeliyiz. Mesela Cennet ve Cehennem mecaz ise Kıyamet ve ilahi Yargı da mecaz mıdır, ölümden sonraki yaşam bütünüyle mecaz mıdır, melek ve şeytan, Adem ve Havva, Nuh Tufanı, Musa’nın mucizeleri, Yusuf ve Firavun, Bedir savaşına katılan melekler, şarap ve domuz yasağı, İslamın şartları, Kâbe, kıble, namaz, oruç, miraç hepsi mecaz mıdır? Öyleyse vahiy ve risalet neden mecaz olmasın? Allah neden mecaz olmasın? Belki de yok öyle biri, şiirsel bir metafordan ibaret? Belki “biz alemi altı günde yarattık” derken Darwin teorisinden söz ediyor? Sonuçta bu kadar radikal bir mecaz teorisine baş vurursanız metnin kendisini esastan reddetmiş olursunuz. Elinizde elle tutulur bir öğreti kalmaz.
Müslümanlar bana sorarsanız Kuran’ın Cennet öğretisindeki kaba materyalist dilden çağlar boyunca rahatsız oldukları için ısrarla tevil yoluna gittiler, kitabın ve peygamberin apaçık sözünü başka türlü yorumlamayı denediler. Beyhude çabadır. O taşı çekerseniz bütün bina yıkılır.
Halim – Peki tüm dinlerin bir ahiret öğretisine yer vermesini neye yoruyorsunuz? Belli ki insanların derin bir ihtiyacını tatmin eden bir öğreti, yoksa bu derece geniş, neredeyse evrensel bir kabul görmezdi.
Selim – Bu da doğru değil. Tarihin belli bir döneminde belli bir kültürel gelenekte doğmuş bir inançtan söz ediyorsunuz. Eski Mısırlılarda gelişkin bir inançmış, fakat bugün Yahudi-türevi dinlerde bildiğimiz şekliyle ancak Milat dolayında Orta Doğu toplumlarında şekillenmiş bir mit. Yahudi ve Hıristiyan inançlarına sonradan entegre edilmiş. Tevrat metninde henüz böyle bir kavram yok; Yeni Ahit’te olup olmadığı da pek şüpheli. Tam teşekküllü bir anlatı olarak ancak İslam kitabında yer almış.
Tek tanrılı olmayan antik dinlerde Cennet ve Cehennem yok, varsa da pek cılız ve marjinal bir hayal düzeyinde var belki. Halen dünyanın çeşitli yerlerinde Orta Doğu kökenli dinlerden etkilenmeden kalabilmiş olan inanç sistemlerinin çoğunda da yok. Özellikle Hindistan ve Doğu Asya’nın yüksek dinlerinde eşdeğer bir şey yok. Yani ölümden sonra ulaşılan bir paralel evren düşüncesi insanlığın büyük bölümüne yabancı bir fikir. Buna rağmen o insanların Ortadoğu dinlerine mensup olanlardan daha mutsuz ya da umutsuz yaşadıklarına dair bir belirti göremiyorum.
Halim – Ölümden sonra ruhun yaşamaya devam ettiği inancı Eski Yunan’da da var, ilkel kabile inançlarında da var. Budizm ve Hinduizmde haydi haydi var. Bence inkar etmiş olmak için inkar ediyorsunuz, ya da farklı şeylerden söz ediyoruz. Ne demek istediğinizi lütfen açıklar mısınız?
Selim – Hindu ve Budist inançlarından başlayalım. Bildiğim kadarıyla bunlarda, ölümden sonra ruhun ulaştığı ayrı bir alem ya da ayrı bir gerçeklik düzlemi yok. Reenkarnasyon var, öldükten sonra günahıma ve sevabıma göre başka bir varlıkta hayata dönüyorum. Geldiğim yer gene bu dünya, başka bir yer değil. Bu yaşamda tecelli etmeyen ilahi adalet problemini sanırım böyle bir mekanizmayla aşmaya çalışmışlar. “Merak etme” demişler, “kötülüğün cezası ve iyiliğin ödülü var, bir dahaki hayatında hesap görülecek.”
O teoride anlamadığım şey, eğer bilincim sürekliliğini korumuyorsa bir sonraki gelişim beni niye ilgilendirsin? Ruhumu devralacak çakalın dağdaki herhangi bir çakaldan farkı ne? O çakalın beni hatırladığına ya da benim günahlarımdan dolayı pişman olduğuna dair inandırıcı bir belirti yok. Ortadoğu dinlerindeki ahiret öğretisi galiba bu probleme çözüm olarak tasarlanmış. “Ödülü ve cezayı başka bir varlık taşımayacak, bizzat sen yaşayacaksın” diyor, “ama bu dünyadaki bedeninle, gözünle, kulağınla, sinir sisteminle değil, mana aleminde ayrı bir varoluş modunda.” İyi hoş da, o ayrı varoluş modunun içini bir türlü dolduramıyorsunuz, doldurmaya kalkınca huriler ve istabrak kaplı döşekler gibi ucuz bir materyalizmden öteye geçemiyorsunuz. Sanki bütün o “mana alemi” vs. muhabbeti, “gerçek dünyada adalet yok, günahın cezası ve sevabın ödülü yok” demenin çok dolambaçlı ve süslü bir dille itirafından ibaret. Adalet var ama sanal dünyada var. Oh ne ala.
“İlkel” dediğiniz inançlarda ölümden sonrasına ilişkin görüşler için Pascal Boyer’in kitabını[2] ben çok aydınlatıcı bulmuştum, göz atmanızı öneririm. Öyle anlaşılıyor ki, ölümü hemen izleyen günler ya da haftalarda ruhun bir tür gölge yaşamı sürdürdüğüne dair bir inanış hemen her toplumda mevcut. Ama teselli edici ya da ödüllendirici bir şey değil, genellikle karanlık ve kederli bir var oluş, belki bir uzvunu kaybeden insanların hissettiği hayalet uzuv gibi bir şey. Belli bir süre (mesela yedi gün, kırk gün, elli iki gün, bir yıl...) sonra geride kalanların yapacağı özel bir törenle ruh azat edilip ebedi istirahatgahına tevdi ediliyor, unutuluyor. Uzun vadede, yani istirahat ayininden sonra da gölge-yaşamını sürdüren bir ruh fikri çoğu kültürlere yabancı. Sadece yabancı değil, ürkütücü. Eğer istisnaen bir ruh yokluğa intikal etmeyi başaramamışsa bir problem var demek; özel tedbirlerle yatıştırılması ve istirahatinin sağlanması gerekir. Eski Yunan dininde de aşağı yukarı bu fikirleri görürsünüz – Oidipus’un babası Laios’u, Antigone’nin ağabeyi Polynikes’i düşünün. Gerekeni yapmazsanız ruh yaşayan insanlara musallat olur, o karanlık berzahta acı çekmeye devam eder. Sonra? Sonrası yok.
Yunan edebiyatında, belki Yakın Doğu’dan esen rüzgarların etkisiyle, Ölüler Diyarına ilişkin birtakım öyküler anlatılmış – Odysseus’un ölüler diyarına yolculuğu, ya da Persephone, Orpheus ve Eurydike öyküleri mesela. Ama bunlar derli toplu bir öğreti oluşturmaz, daha ziyade edebi birer fantezidir. Her halükarda ölüler diyarı daima karanlık ve kederli bir yokluk alemi olarak canlandırılır. Yer altında zindan ya da mağara gibi bir yerdir, soğuktur, rutubetlidir. Besbelli Antik çağ insanı kabirdeki cesedin düşünce ve duyguları zihinde canlandırmaya çalışmış. “Ebedi alem var, oh ne güzel, korkacak bir şey yok” gibi bir fantastik düşünce henüz akıllarına gelmemiş.
Halim – Tevrat’ta ve İncil’de de Cennet ve Cehennem yok dediniz. Bu şaşırtıcı görüşü neye dayandırıyorsunuz?
Selim – Birtakım cüretkar tefsir cambazlıklarına başvurmazsanız Tevrat’ta ölümden sonraki yaşama ilişkin bir ibare bulamazsınız. Tevrat’taki Cehennem, yahut Gei Hinnom, Kudüs yakınında bir vadidir; Beni İsrail Allah’a isyankâr olunca Allah onları cezalandırır, cesetleri o vadiye atılır. Latinceye infernum, İngilizceye hell diye çevirdikleri şe’ol besbelli bu hayata ait bir ceza makamıdır, “ölüm”, “yıkım” ya da “kahır”dan öte bir anlamı olduğunu sanmıyorum. Peygamberlerin haber verdiği Mesih yine bu dünyada Beni İsrail’i selamete erdirip dünyaya adalet getirecek hükümdardır.[3] Yahudi inancında ceza ve ödül makamı olan bir öteki dünya fikri ancak Rabbiler çağında, yani Kutsal Kitap’ın telifinden yüzyıllar sonra belirmiş.
Keza İsa’nın öğretisinde ölümden sonrasına dair belirgin bir tez yoktur. İsa cennet ve cehennemden söz eder, ancak bunların ölümü izleyen ayrı bir alemde ya da reel dünyadan ayrı bir gerçeklik düzeyinde olduklarına dair bir ifade veya ima bulunmaz. “Ölülerin dirileceği” müjdelenmiştir; ancak kast edilen büyük olasılıkla manevi bir diriliştir, maddi dünyanın bağlarını manen terk ediştir. İsa müritlerini dünya nimetlerinden ve dünya kaygılarından vazgeçmeye çağırır; karşılığında “göklerin egemenliğini” vaat eder. “Yargı Günü” pek yakındır. Ancak sözü edilen Yargı, dünyada kurulacak yeni bir düzene ilişkindir. Önceden ölmüş olanların ilahi Yargı’dan nasiplerini nasıl alacaklarına dair Yeni Ahit’te herhangi bir bilgi bulunmaz.
Halim – Çarmıhta son nefesini verirken yanındaki suçluya “bugün benimle birlikte cennette olacaksın” dememiş mi?[4]
Selim – “Öleceğiz” dememiş anladığım kadarıyla. Son dakikaya kadar ilahi bir müdahale beklemişler. “Sen hiç merak etme, Göklerdeki Babamız duruma hakim.”
Hıristiyan öğretisindeki ölüm-sonrası yaşama ilişkin beklenti sanırım tam o noktada yaşanan büyük hayal kırıklığının bir çeşit telafi mekanizması. İsa çarmıhta ölüyor ve kıyamet kopmuyor. Hüsrana uğrayan müritlerini yatıştırmak için, Mesih’in pek yakında yeniden geleceğine ve onun gelişine dek geçecek olan (kısa) sürede ömrü vefa etmeyip ölenlerin de zamanı gelince geri çağrılacaklarına dair güvence vermek gerekmiş. “Ölsen de üzülme” demişler, “bekle, yerin garanti.” Süre uzadıkça işin rengi değişmiş, tüm müminlerin öldükten sonra uzunca bir süre Mesih’i bekleyeceği anlaşılmış. Derken Mesih’in gerçek zamanda gelmeye acelesi olmadığı görülünce, ebedi saadet umudu bu kez soyut ve manevi bir zamana transfer edilmiş, kabir karanlığında bir dakika bile beklemeden ruhlar Tanrının Krallığına kanat açmaya başlamışlar.
Sizin evrensel bir inanç olduğunu düşündüğünüz ya da insan var oluşunun olmazsa olmazı saydığınız şey işte o telafi çabasının edebi ürünüdür. Tarihin belli bir aşamasında, belirli kültürel koşullarda doğmuş bir anlatı.
Halim – Yahudiler ile Hıristiyanların ilahi hakikate ilişkin görüşlerinin muğlak olduğunu söylüyorsunuz. Nitekim Kuranı Kerim de onların itikatlarının muharref olduğunu yazar. Kurani gerçeği Cenabı Hak Adem’den (AS) Peygamber efendimize (SAS) kadar tüm nebilere bildirmiştir. Cennet ve Cehennemin asıl gerçeğini Kuran dışındaki bir kaynakta aramak beyhude çaba.
Selim – Diyelim ki dediğiniz gibi olsun. Bu sizin tezinizi çürütmez mi? Demek ki Kuran’dan önceki devirde insanlar doğru dürüst bir ahiret öğretisine sahip olmadan yaşamış, yaşayabilmiş. Oysa siz insan olanın öyle yaşayamayacağını iddia ediyordunuz. Sizi bilmem ama Sokrates ya da Aristo kadar yaşamak bana yeter, varsın öte taraftan bir beklentim olmasın.
Kuran yazarı bence o anlatıyı Talmud hocalarının spekülasyonlarından ve erken dönem Hıristiyan kilise literatüründen aldı, Arap toplumunun hayal gücüne hitap eden maddi ödül ve ceza imgeleriyle zenginleştirdi, kozmolojisinin merkezine yerleştirdi. Bir bakıma Tevrat ile başlayan bir kavramsal evrimin son aşamasıdır. Başta soyut ve belirsiz bir adalet vaadi vardır; son noktada, kumaş cinslerinden mobilya detayına, meşrubat seçeneklerinden hurilerin memelerine kadar her şeyi tanımlanmış bir tatil köyü konseptine ulaşırız.
Varılan yerin akli ve ahlaki açıdan isabetsizliği, ta baştan beri kavramın yanlış olduğunu düşündürüyor bana. Ölümden sonra gidilecek istasyonu hayal etmeye çalışırsanız varacağınız yer ya eski Mısırlıların erzak listesidir ya hurilerin bedensel teferruatıdır. Bence temelde o sevdadan vazgeçmek daha iyi.