Quantcast
Channel: Sevan Nişanyan / En son yazıları
Viewing all 680 articles
Browse latest View live

Liboşlar çeşit çeşit

$
0
0

Siyasi ve ahlaki bir ideal olarak Liberalizmi tartışmayacağız. Bireyin akıl ve vicdanının özgürlüğünden daha önemli bir dava ben tanımıyorum; o davayı bilmeyen ve benimsemeyenle hangi zeminde ne tartışılabilir, onu da bilmiyorum.
Kolektif kimlik, aidiyet, sadakat, dayanışma, vatan, ecdat ve saire de lazım, inkar etmem. Ama bunları kanının son damlasına kadar savunacak milyonlar her zaman bulunur. Fikir ve eylemiyle insanlığa örnek olmayı önemseyenlerin yeri orası değildir, Sokrates’le beraber baldıran zehiri içenlerin yanıdır.
*
Neoliberalizm veya kısaca Liberalizm adı verilen ekonomik teoriler manzumesi 1970’lerde Şikago Üniversitesinde Milton Friedman çevresinde şekillendi, 1980’lerde Reagan ve Thatcher önderliğinde dünyaya egemen oldu. Gerekli ve neredeyse kaçınılmaz bir şeydi. Dünya Harbinden sonraki 30 yılda Batı ülkelerinin izlediği sınırsız sosyal dayanışma politikaları devleti aşırı derecede büyütmüş, girişimciliği kösteklemiş, Batı dünyasını topyekün iflasın eşiğine getirmişti. 74’te başlayan petrol krizi o yolun çıkmaz olduğunu gösterdi. Çözüm arandı, bulundu. Devleti küçült. Sermaye üzerindeki vergi yükünü hafiflet ki yatırıma yönelsin. İçte aşırı yükselmiş ücretleri indiremiyorsan, yatırımı daha ucuza işçi çalıştırabileceğin üçüncü dünya ülkelerine aktar.
Dara girmiş tüccar siyasetiydi. Gerçekçi bir alternatifi var mıydı bilmiyorum. Sakın sosyalizm demeyin bana: zaten problem sosyalizmdi, çözüm değil. Sosyalizm demek – şairlere kulak asmayın siz – daha az yatırım, daha çok tüketim demek. Eldeki parayı sermayeye yatırmak yerine işçine ücret olarak dağıtmak demek, ki işçin gitsin eğitime, sağlığa, çamaşır makinesine, gazoza harcasın. Peki paran bittiyse ne yapacaksın?
Diğer sorun aç dünyanın uyanmasıydı. Düne kadar taş devrinde yaşamış ülkeler “kalkınma” hırsına kapılmıştı; Batı’ya yığılmış kaynakların bir kısmı oraya aktarılmazsa, Soğuk Savaş şartlarında nerelere sapacakları belli olmazdı. Aktarıldı. Bir kısmı astronomik olarak artan petrol fiyatları yoluyla petrolcü ülkelere aktı. Bir kısmı sermaye yatırımı yoluyla Doğu Asya’ya, sonra Türkiye dahil öbür orta karar ülkelere transfer edildi. O işin olması için uluslararası ticaretin ve sermaye hareketlerinin liberalleşmesi, yani serbest bırakılması gerekliydi. Bırakıldı. Dünya tarihinde görülmemiş “kalkınma” son kırk yılda bu sayede yaşandı. Dubai’sinden Kuala Lumpur ve Şanghay’ına kadar, yüzlerce yeni metropol, binlerce hava alanı, on binlerce gökdelenle dünyamız şenlendi.
Sermaye aç ülkelere akıtılmasa ne olurdu? Ya aynı sermaye, dünyanın dört bucağında tutuşacak ihtilal ateşlerini söndürmek için beslemeye mecbur olacakları ordulara akardı, eninde sonunda ateşin sorumlusu işte bunlardır denip Sovyetler ve Çin’le papaz olunurdu. Ya da sermaye o yerlere gitmese o yerler Batı’ya giderdi, hiçbir sınır güvenlik tedbiri de o insan selini durdurmaya yetmezdi. Nitekim şimdi sermaye akımı zayıflayınca aynen öyle oluyor.   
Sonuç: Batı battı. Bir tek Almanya, Doğu Avrupa’yı sömürerek kendine nefes payı açabildi. Fransa, İngiltere tükendi. ABD, nüfusunun küçük bir dilimi Karun kadar zengin, geri kalanı ecel paniğine kapılmış bir sanayi çölüne döndü.
Friedman’cıların öngörüsünün aksine, vergileri kısınca sermaye sahipleri yatırıma yönelmedi, ranta ve tüketime yüklendi. Yatırım olduysa, bürokratik ve ideolojik engeller batağına batmış Batı’da değil, çok daha büyük kar fırsatları sunan aç ülkelerde oldu.
Devleti küçültmek için alınan tedbirler işe yaramadı. Aksine tüm dünyada kamu bürokrasileri tarihte eşi görülmemiş ölçüde devleşti, kontrolsüz bir kanser gibi toplumsal bünyeyi yutma noktasına vardı. Adım adım fark edildi ki, ekonomik özgürlük ve “kalkınma” uğruna geleneksel toplum dokularını tahrip edersen devlete olan gereksinim azalmaz, artar. Kontrolden çıkan anomi (kuraltanımazlık) eğilimlerini bastırmak için devasa polis ve cezaevi teşkilatları beslemen gerekir; sağlık ve emeklilik bürokrasileri hiçbir toplumun makul yollarla altından kalkamayacağı ölçüde büyür; yalnız ve çaresiz kalan insanlar kendilerini dinî cinnet hareketlerine kaptırdıkça, her yıl başka bir meczuplar cemaatini terörist ilan edip kılıçtan geçirmeye mecbur kalırsın.
Vaktiyle Üçüncü Dünya adını verdiğimiz aç ülkeler olağanüstü bir hızla “kalkındı”. Kalkındıkça daha fazla elektrik, daha fazla petrol, daha fazla yol, otopark, uçak, metro, tatil, süpermarket, ayfon, gazoz isterisine kapıldı. Dünya yaşanmaz bir yer haline geldi. İç dengeleri iyi kurulmamış toplumlarda dehşet verici adaletsizlikler ortaya çıktı. Dün köyünde aç ve onurlu olan insanlar, şimdi işsizlik maaşlarıyla elektrik parasını ödeyemedikleri için köleden beter rezilliğe düştüler.
Bugün Batı dünyasında Neoliberal söylem iflasın eşiğinde görünüyor. Uygulamada neoliberal politikalara ciddi bir alternatif hala yok. Ama dün meydanlara çıkıp bunu göğsünü gere gere söyleyenler, şimdi saklanacak delik arayışındalar. Macron’un mumu da yansa yansa iki sene daha yanar.
Bizim gibi ülkelerin Neoliberalizmle derdi nedir, anlamak daha güç. Büyük ölçüde global (yani Batıdan esen) rüzgarın etkisidir diye düşünüyorum; moda yani. Ya da belki, bir ölçüde, “kalkınma” denilen hadisenin az önce değindiğim ahlaki ve toplumsal sonuçlarına duyulan haklı bir tepki vardır, mümkün. Yoksa Türkiye finans ve ticaret serbestliğinden Batı ülkeleri gibi zarar görmedi. Aksine, o sayede yirmi otuz yılda deliler gibi zenginleşti, “kalkındı”, bilmem kaç yüz milyar dolar bedava para gördü. Şimdi o serbestlik kalkınca başına neler gelecek ucundan gördük, devamı nasıl gelir göreceğiz.  
*
Bugünlük bu yetsin. Devam edersem eğer, Neoliberalcilerin çıkardığı gaddar savaşlara, Brezilya’daki yakışıklıyla komünist kızdan neden hoşlandığıma, Venezuela’nın neden battığına, sosyalizmin neden çözüm olmadığına değinirim.
Ya da başka konuya dalar unuturum.

Liboşlar çeşit çeşit - 2

$
0
0
Geçen gün basit bir şey söyledim, arkadaşlar hayretlere gark oldu, vay ne demek, sen nasıl sosyalizm tüketimdir dersin, vs..
“Sosyalizm demek daha az yatırım, daha çok tüketim demek. Eldeki parayı sermayeye yatırmak yerine işçine ücret olarak dağıtmak demek, ki işçin gitsin eğitime, sağlığa, çamaşır makinesine, gazoza harcasın.”
Basit, temel bir gerçek. Elinde, misal, bir milyon liran var. İki şeyden birini yapabilirsin. Ya tüketime harcarsın: çocuğunu daha iyi okula gönderirsin, burnuna botoks yaptırırsın, Paris’te konsere gidersin, daha güzel bir hayat yaşarsın. Ya da bir kısmını saklayıp yatırım yaparsın, tohumluk stok alırsın, atölye kurarsın, şimdi dişini sıkıp yarına gelir kaynağı yaratırsın. Bu ikincisini yapana kapitalist adını veriyoruz, isterse şahıs olsun, isterse devlet yahut kamu kurumu. Umumiyetle bencil, cimri adamlardır. Ama onlar olmasa aç kalırdık.
Bütün paranı tüketsen ya da tüketmesi için işçine pay etsen ne olur? Bir süre güzel yaşarsın, sonra nefesin kesilir ölürsün. Aksine bütün paranı yatırıma ayırsan ne olur? Gene aç kalır ölürsün, ya da aç kalan işçin ayaklanır, seni yer. Demek ki mesele bir denge meselesidir. Çok tasarruf edip kemer mi sıkacağız, az tasarruf edip işçiyi mi memnun edeceğiz? O ikinciye işte “sosyalizm” adı veriliyor.
Hayatta gerçek bir iş yapmamış olan şair ruhlu arkadaşlar “hani nerede bütçe” sorusunu sormayı bilmezler. O yüzden zannederler ki sosyalizm gelince çölde güller bitecek, işçiler elele kardaşlık türküleri söyleyerek üret babam üretecekler; sabahları vida sıkıp akşam Bach konserine gidecekler. Benim bildiğim, yatırım olmadan bir kıl üretemezsin. Yatırım için sermaye gerekir, yani kapital. Gökten bedava para yağmıyorsa nereden gelecek o para?
Sosyalistlerin bu soruya iki tip cevabı var. Bir, Venezuela modeli. Babadan kalma sermayeyi halka dağıtırsın, bedava konut, bedava petrol, bedava sağlık, bedava gıda ikram edersin. Bedavayı kim sevmez, ilk seçimi açık ara kazanırsın. Sonra memleket batar, herkes aç kalır. İktidarını sürdürebilmek için mecburen meydanlara mitralyöz kurup kalabalığa ateş açman gerekir. Üçüncü dünya ülkelerinin hepsinin yönetim stratejisi aşağı yukarı budur, adlarında “sosyalist” olsun olmasın.
İki, Stalin modeli. Sermaye mi lazım? Çökersin işçinin, köylünün boğazına, öldüresiye sömürürsün, tasarruf ettiğin parayla yirmi senede dünyanın iki numaralı sanayi gücü haline gelir Almanya’ya kafa tutarsın. Batılı tüy sıklet kapitalistin rüyalarında görse inanmayacağı bir kapitalist başarı öyküsüdür. Tek problemi vardır: sürdürülebilir değildir. İnsanlar çıplak sömürüye bir yere kadar tahammül eder. Sonra çalışmayı bırakırlar. Daha zorlasan kazan patlar.
*
Eski çağdan bir öyküyle örnekleyelim.
MS 5. yüzyıl sonlarında Roma İmparatorluğunun gelir kaynakları kurumaya başladı. Asker maaşları zamanında ödenemediği için isyan üzerine isyan çıktı, askeri darbeler oldu. 491’de tahta geçen Anastasius yaşlı ve huysuz bir maliyeciydi. Kemerleri sıktı. Kamu harcamalarını kıstı. Devlet hazinesini artıya geçirdi. Asker maaşlarını zamanında ödemesiyle ünlendi. Halefi Justinus aynı politikaları sürdürdü.
527’de başa geçen Jüstinyen ilk başta benzer bir yola gideceği izlenimini verdi. Dört yıl sonra kazan patladı. İstanbul’da eşi benzeri görülmemiş bir halk ayaklanması çıktı. İmparator canını zor kurtardı. Hipodrom’da kırk bin kişiyi kılıçtan geçirip isyanı ancak bastırabildiler. (Kırk bin kişinin kemikleri hala orada, Sultanahmet Meydanı’nın altındadır derler.)
İsyanı izleyen aylarda Jüstinyen kamu fonlarıyla devasa boyutlarda bir bayındırlık seferberliğine girdi. İsyanın bastırılmasından beş hafta sonra temeli atılan Ayasofya o kampanyanın ürünüdür. İmparatorluğun her kentinde aynı günlerde benzer anıtsal yapılar inşa edildi: Efes’teki Sen Jan basilikası ile Antakya’da şimdi Habib Neccar Camii olan Vaftizci Yahya kilisesi onlardandır. Doğu Anadolu’da Rize ve Sivas’tan Diyarbakır ve Halep’e uzanan hattaki düzinelerce görkemli kale aynı yılların eseridir. 540’larda yazan Prokopius ayrıca bir sürü köprü, kaplıca, liman ve saire sayar. Özetle: para saçıldı, istihdam yaratıldı, tüketim canlandırıldı. Sosyalist bir projeydi.
Yirmi senede imparatorluk battı. 540’lardan sonra asker maaşlarının ödenemediği, en geç 570’lerde, altı yüz seneden beri imparatorluğun göz bebeği olan maaşlı profesyonel ordunun dağılıp gittiği anlaşılıyor. Yerine, orduyu bedavaya mal etme yöntemi olan pronoia (Osmanlıcası ikta) sistemini getirdiler; lazım olduğunda belli sayıda asker temin etme karşılığında ilçe ve bucakların tahsilat işlerini yerel beylere ihale ettiler. Nakit dolaşım hacmi iki üç kuşak içinde ellide bire düştü. Kaliteli ürün imalatı bıçakla kesilmiş gibi kesildi. Okuryazar zümre sıfırlandı. Paralı ordunun geliriyle yaşayan büyük taşra kentlerinin hepsi iflas etti. Anadolu ve Balkanlardaki büyük kentlerin çoğu terk edildi. Kent yaşamını yitiren Balkanları ilkel Slav kabileleri istila etti, doğuda Arapların biti kanlandı, Müslümanlık zuhur etti, vs.
Sonuç? Sizi bilmem, benim çıkardığım sonuç şu. Sosyalizm demek ki bazen lazımmış. Ama ölçüyü kaçırsan öyle bir yıkım getirirmiş ki, aradan bin beş yüz yıl da geçse iflah olmazmışın.  


Türkçe yer adları sözlüğü

$
0
0

Listede Türkçe yer adlarında belli bir sıklıkla geçen ve güncel Türkçede anlamı herkes için açık olmayan sözcüklerden bir seçme verilmiştir. Birkaç çok yaygın istisna dışında yabancı dillerden alıntı olan adlara yer verilmemiştir.
Geleneksel Türkçe yer adlarının ezici çoğunluğu şu iki kategoriden birine girer: 1) yerin belirgin, kalıcı ve ayırt edici bir özelliğini belirten adlar (Karapınar, Yukarıyayla, Kızılkilise, Yanıkcuma), 2) kurucu kişi, aile, soy veya topluluğu belirten adlar (Hacısüleymanlı, Fakıoğlu, Muhacirler). Az sayıda yer adı idari statü ile ilgilidir (Derbent, Kadışehri, Ovadivanı). 
Kurucu topluluk adlarında sözlü tarih daima "aşiret, Oğuz boyu, Türkmen oymağı" gibi etnik ifadeleri tercih etse de, topluluk adlarının analizi genellikle yerleşik halkın algısını yansıtan "çapulcular, gezginler, mülteciler" gibi işlevsel tanımlamaları düşündürür.
24 efsanevi Oğuz "boyunun" adları özellikle Batı ve Orta Anadolu coğrafyasında çok yaygındır. Sözkonusu boyların gerçekten var olduğuna ve adı geçen yerlerin o boylarla ilgili olduğuna dair inandırıcı hiçbir tarihi delil yoktur. İsimlerin çoğunun Osmanlı döneminde idari kararla verilmiş olması muhtemeldir.
*
Abdal/Aptal: Gayri-Sünni bir cemaat adı.
Ağın/Ağin:Ak in, “beyaz mağara” anlamında.
Ahi/Ahı/Aha:“Birader”, belki 13.-14. yy’da Ahi cemaati önderi kişi unvanı.
Amarat:“İmaret”. Genellikle her türü hayrat ve vakıf yapı anlamında.
Argıt:“Geçit”. Arkamak/argamak fiilinden.
Atik: Geç Osmanlı bürokratik dilinde “eski”.
Aul/Avul: Türkçe “ağıl”. Kafkas dillerinde “köy” anlamında kullanılır.
Avşar/Afşar: Oğuz boyu. Bir bölümü Kürt veya Kürt kökenlidir.
Badıllı/Beğdilli/Beydilli/Bedil: Oğuz boyu. Bir bölümü Kürt veya Kürt kökenlidir.
Bahşayiş:“İhsan, ödül”. Bir üst makam tarafından karşılıksız verilmiş araziye denir.
Balâ: Geç Osmanlı bürokrasi dilinde “yüksek, yukarı”, Farsça. Bazı yer adlarında yanlış telaffuzla Ballışeklini alır.
Balaban:“Bir tür iri doğan, iri kişi”. Çoğu örnekte muhtemelen cemaat adı.
Barak: Halep vilayeti kökenli aşiret/cemaat.
Bayat: Oğuz boyu. Muhtemelen “at zengini” anlamında.
Bayındır: Oğuz boyu.
Becene/Becenek/Peçenek: Oğuzlara katılmış bir boy.
Belen: Türkçe “dağ”.
Bolu: Yunanca pólis (“şehir”) sözcüğünden. Eski yazıda daima Boli yazılır.
Buğur:“Deve”.
Bulak:“Pınar”.
Burgaz/Bergos/Birgi: Yunanca pyrgos“kule, burç” adından.
Büget/Büvet: Türkçe bük sözcüğünden, “ırmakta su birikintisi, gölet”.
Büğdüz: Oğuz boyu.
Caber: Halep vilayeti kökenli Türkmen aşireti/cemaati.
Camuş/Camuz/Kömüş/Kömeş:“Su sığırı”. Arapçada ilk harfte c, Farsça ve Ermenicede g/k kullanılır.
Cankara/Conkara/Çongar: Aşiret/cemaat adı. Cenger maddesine bakınız.
Cebel: Arapça “dağ”.
Cedid: Geç Osmanlı bürokratik dilinde “yeni”, Arapça.
Cenger/Cingel/Çengel/Zengi/Zengan/Zengen/Zenger: Hemen her zaman Çingân/Çingen sözcüğünden bozulmuştur.
Cerit: Aşiret/cemaat adı.
Cırık/Cirik:“küçük akarsu”. Birkaç örnekte Ermenice çırik (“küçük su”) adından, fakat daha çok Türkçe çığrık“küçük akarsu”. Karş. Cırlayık/Çığrık.
Cırlayık/Çığrık:“Şakırtılı akan su”. Bkz. Gürleyik.
Cuma:“Cami, cuma namazı kılınan ibadethane” (Cumayanı, Cumalı, Eskicuma...)
Çakal/Çakallı/Çakallar: Aşiret/cemaat adı. Bir bölümünün Kürt kökenli olduğu söylenir.
Çal/Çaltı:“Seyrek çalılık, maki”
Çandır/Çandar/Çavdar/Çavundur: Oğuz boyu.
Çat/Çatak:“Kavşak, iki derenin birleştiği yer”
Çeltik/Çeltek:“Pirinç tarlası”
Çepni/Çetmi: Oğuz boyu. Aşiret adı muhtemelen “çapulcu, vurguncu” anlamındadır. Çöplü, Çaplı gibi deformasyonlar yaygındır.
Çermik/Çermük: Ermenice “ılıca”.
Çevlik: Türkçe “etrafı çevrili yer, bostan”. Ancak Bingöl kentinin yerel adı olan Colik/Cevlik Türkçe değildir.
Çıtak/Çitak:“Kavgacı, belalı” anlamında cemaat adı. Özellikle Balkan göçmeni bir zümre.
Çokran/Çokrak/Çokak/Çokratan:“Gürültüyle akan veya fışkıran su”. Çokramak fiilinden.
Çor/Şor:“Tuz birikintisi, tarıma elverişsiz toprak”.
Çöğür/Çekür: “Aşısız bitki, delice”. Muhtemelen cemaat adı.
Çörten:“Su kanalı”
Danişment/Danışman/Tanışman:“Bilgin kişi, molla” anlamında kişi unvanı.
Deliler/Deller: Genellikle “isyancılar” ya da “Abdallar” anlamında.
Denek/Dinek:“Maden ocağı”
Der/Deyr: Kürtçe ve Arapça yer adlarında “manastır”. Derik: “küçük manastır”.
Derbent/Dervent: Aslen “geçit”. Osmanlı’da karayollarını ve dağ geçitlerini koruyan küçük hisar, karakol.
Din/Diğin: Türkçe tekin/tigin“soylu kişi, hanedan mensubu”. Karadin = Kara Prens.
Divan: Birkaç köy veya mahalleden oluşan idari birim, böyle bir birimin idari merkezi.
Dodurga/Todurga/Tödürge: Oğuz boyu.
Döngel: Trabzon hurması veya Ege’de muşmula adı verilen ağaçtır. Ayrıca aşiret/cemaat adı.
Dumlu:“Dumanlı, sisli”
Eğlence:“Konak, durak”
Elemin/Elemli: Genellikle il emini (“bölge yöneticisi”) deyiminden bozmadır. Ancak Ege Bölgesinde Elemen: Rumca “zeytinlik”.
Ellez: Genellikle İlyas.
Emiralem/Miralem:“Sancak beyi”
Esb/Hesp: Farsça veya Kürtçe “at”.
Eseli/Selli: Genellikle İsa’lı.
Eşme:“Su çukuru, kuyu”. Aşiret/cemaat adı olduğu rivayet edilir.
Eymir/Eymür/İymir/İmir: Oğuz boyu.
Eyne/İne/İğne ve Ezine:“Cuma hutbesi okunan cami”. Cuma gününün Farsça adıdır.
Fakı/Fakih:“Din alimi, medreseli” anlamında unvan.
Fındık/Funduk:Çoğu yer adında Arapça “yol konağı, han”. Bitki adı olan fındık enderdir.
Geren:“Killi veya verimsiz toprak”
Geriş:“Dağ sırtı”
Gir/Gır: Kürtçe “tepe”. Girik = Tepecik.
Göden:“Su kaynağı”. Ancak Antalya Gödene kasabası antik Kotenná biçiminden bozmadır.
Gökçe/Göğce/Göce:“Yeşil” veya “güzel” anlamına gelebilir. Modern dilde tercih edilen yeşil sıfatı, eski yer adlarında hemen hiç görülmez.
Göynük/Göynücek:“Yanık yer, yangın yeri”.
Gülabi: "Kudurmuş deli", bir cemaat/aşiret adı.
Gümele:“Bağ evi”
Gürleyik/Gürlevik/Gürlek:“Şelale”
Halı/Hali:“Boş, metruk”. Yer yaygısı anlamında halı, yer adlarında görülmez.
Harmandalı/Harbendeli:“Katırcı”, muhtemelen aşiret/cemaat adı.
Havas/Havsa:“Haslar, hanedana veya üst vezirlere tahsis edilmiş kamu arazisi”.
Hobyar/Hubyar:“Can dost” anlamında, Alevi ocaklarından biri.
Horzum:“Horezm’li”, cemaat/aşiret adı.
Iğdır/İğdir: Oğuz boyu. Ancak Antalya Kumluca yöresinin adı olan İğdir, Rumca akrotír (“burun”) sözcüğünden uyarlanmış olmalıdır.
Işık/Işıklı/Işıklar: Eskiden “gezici derviş, tarikat mensubu”. Muhtemelen Arapça şeyx’ten evrilmiştir. Cumhuriyet döneminde Şeyh içeren bazı yer adları Işıklı/Işıklar olarak değiştirildi.
İregür/Üregil/Üregül/Yüregil/Yüregir: Oğuz boyu.
Kaçak:“Sığınma yeri, melce” anlamında. Ermenikaçağı = Ermeniler sığınağı.
Kantara:“Taş köprü”, Arapça.
Kargın: Oğuz boyu.
Kayı: Oğuz boyu. Sözcük anlamı “dönme” demektir.
Keçi/Kiçi:Çoğu yer adında keçi sözcüğü kiçi biçiminden evrilmiştir. “Küçük” demektir. Tersi ulu’dur. Bkz. Keçiborlu - Uluborlu, Isparta.
Kent/kend: Türkçe yer adlarında daima “köy” anlamında kullanılır. İrani bir dilden alıntı olup Kürtçe gund (“köy”) sözcüğüyle eş kökenlidir.
Kese/Kise:Kilise sözcüğünden uyarlanmıştır (Akçakese, Akkise, Kızılkese, Belkese vb.). Ses değişimi çoğu örnekte 20. yüzyıldan daha eskidir.
Kestel: Rumca kastéllos“hisar” adından.
Keşlik:Keşişlik. “Manastır” anlamında.
Kınık: Oğuz boyu.
Kıpti/Kıbti: Geç Osmanlı bürokratik dilinde “Çingene”.
Kıran:“Kenar”, özellikle sarp kaya kenarı.
Kızık/Kısık: Oğuz boyu.
Kom: Ermenice “hayvan damı, hayvancılık yapılan mezra”, Doğu illerinde yaygın.
Köristan/Köyistan/Göristan: Farsça guristan“mezarlık, özellikle gayrimüslim mezarlığı”.
Kuz:“Gölge, dağın gölge tarafı”. Kayıtlarda sıklıkla Koz (“ceviz”) ile karıştırılır.
Küre: Arapça “maden ocağı”.
Mahmudiye/Mecidiye/Aziziye/Hamidiye/Reşadiye: Padişah adı taşıyan yerleşimler 1828-1918 aralığında tipiktir. Daha önceki dönemde görülmez.
Mamure/Mamuriye:“Kasaba”
Maşat/Maşatlık:“Gayrimüslim mezarlığı, nekropol”
Memlaha:“Tuzla”
Meşe: Eski yer adlarında genellikle “koruluk, sık çalılık” anlamında. Malum ağacın adı olarak kullanımı yenidir.
Mezit/Mezgit:“Mescit, cuma namazı kılınmayan ibadethane”
Mirza/Mirze/İmirze: Farsça ve Kürtçe “bey oğlu, prens”.
Muhacir/Macır/Macar: 19. yy ikinci yarısında Balkanlardan veya Kafkasya’dan gelen göçmenlerin iskan edildiği yerleşimlerin birçoğu bu adı taşır. Cumhuriyetten sonra isim değiştirilmiştir.
Muslu:Musullu (Türkmen veya Kürt), cemaat adı.
Mutaf:“Kaba dikici, çuvalcı”
Müsellim:“Vali vekili, yerel askeri birlik kumandanı”. Özellikle Trakya’da.
Nacar:“marangoz”, Arapçadan.
Oba:“Göçebe bir topluluğun geçici veya kalıcı yerleşim alanı”
Okçular: Eski kayıtlarda çoğunlukla Akçiler. Olasılıkla başka bir addan uyarlanmıştır.
Ören/Viran/Veran:“Harabe”. Eski yazıda her üçü benzer şekilde yazıldığı için telaffuz tayini güçtür. Farsça olan viran biçimine karşılık, Cumhuriyet döneminde ‘Türkçe’ olduğu var sayılan ören tercih edilmiştir. Kürtçe yer adlarında aynı anlamda Xirbe görülür.
Öz:“Sulu düzlük”
Palanduz/Balandız:“Palan diken, semerci”
Palanga:“İstihkam, bir tür savunma amaçlı kale”
Payam: Farsça kökenli badem sözcüğünün alternatif yazımıdır.
Pelit:“Meşe ağacı, meşe palamudu”
Perakende:“Yerleşik olmayan aşiret” anlamında idari terim.
Pir:“Dede”
Rabat: Arapça “han, kervansaray” fakat Ermenice “manastır” (belki “menzil” anlamında). Tümü Ermenice olan on iki kadar yer adında görülür.
Sal:“Alüvyonlu düzlük, kumluk”
Salur: Oğuz boyu.
Samut/Şeyhsamut: Bir Bektaşi azizi.
Saray: Türkçe yer adlarında sözcüğün özgün Farsça anlamı olan “in, büyük oyuk” görülür. Sarayönü = “mağara önü”. Almanca Halle aynı anlam evrimini gösterir.
Sarpun/Sarpın:“Ambar”
Seki/Sökü:“Dağ eşiğindeki düzlük, basamak”. Eski yazıda sekü tercih edilir.
Selimiye/Orhaniye/Ertuğrul: Sultan II Abdülhamid’in şehzadelerinin adları 19. yy son çeyreğinde çeşitli yerleşimlere verilmiştir.
Senir/Sinir:“Dağ burnu”. Eski dilde geniz n’siyle söylenir ve kef harfiyle yazılır. Bir iki örnekte yanlışlıkla siğir ve sığır biçimine dönüşmüştür.
Sığla/Suğla:“Sulu alan, bataklık”
Sorgun:“Yaban söğüdü”, muhtemelen aşiret/cemaat adı.
Suvat:“Hayvan sulama yeri”. “Sulamak” anlamına gelen suvamak/suvarmak fiilinden. Yarsuvat: “Dik suvat”.
Şadı/Şadılı/Şadiyan: Aşiret/cemaat adı.
Şahkulu:“Şii” veya “Alevi” anlamında.
Şam/Şami:“Şam (Güney Suriye) göçmeni”. Bazı örneklerde Türkmen cemaat adı.
Şar: Farsçadan alıntı olan şehir sözcüğünün alternatif yazımı. Akşar, Şarköyü vb.
Şen: Ermenice ve Gürcücede ortak olan kelime “yerleşim, köy” anlamına gelir. Umumiyetle bu dillerden aktarılmış olan yer adlarında görülür. Türkçede “yeni yerleşim, koloni” anlamında Şenlik daha geç döneme aittir.
Tabaklar: Daima debbağlar (“deri sepiciler”) anlamında.
Tat/Tatlar/Tatlı:“Yabancı” ve özellikle “İranlı, Acem”.
Tecer: Aşiret/cemaat adı.
Tekfur: Ermenice takavor (“kral”) sözcüğünden, “gayrimüslim derebeyi veya hükümdar”. Çoğu yer adında Tekir, bir yerde Tayfur biçimine evrilmiştir: Tekirdağ = Tekfurdağı.
Tekkeşin/Tekkeşen:Tekkenişin“tekke şeyhi”
Til/Tel: Süryanice, Arapça ve Kürtçe “höyük”. Büyük olasılıkla arkaik bir Yakındoğu dilinden mirastır.
Tirkeş/Türkeş:“Okçu”. Bazı yerlerde bu isimli bir cemaat/aşiret adı. Orta Asya tarihinde anılan Türgeş kavmiyle ilgi kurulamaz.
Tol: Konya-Ankara köylerinde “ağıl, hayvan barınağı”.
Uşak: Yer adlarında daima “oğlu” anlamında, aile ve soy adı: Çavdaruşağı, Deliuşağı, Fatmauşağı vb. Ancak Uşak il adı muhtemelen Helence bir addan evrilmiştir. Kürtçe eşdeğeri, adın önüne gelen Kurveya Kurik sözcüğüdür: Kurinevroz, Kurikçeto...
Varsak: Aşiret/cemaat adı.
Yağıbasan/Yağısıyan/Yağıkesen:“Düşman basan/öldüren” anlamında kişi adı veya unvanı.
Yavı/Yavu:“Yabani, yabancı” anlamında cemaat adı.
Yazı:“Düzlük, ova”
Yazır: Oğuz boyu.
Yortan:“akıncı, göçebe”, muhtemelen “saldırgan Yörük topluluğu”. Farsça Tazî ile eş anlamlıdır.
Yunak:“Çamaşır yıkama yeri”
Yunt:“At”
Zaim:“Zeamet sahibi”. Zeamet bir tür tımarlıktır.
Zeyve/Zîve:Zaviye (“derviş konağı”) sözcüğüdür.
Zimmi/Zimmiyan:“Gâvur” anlamında idari terim.
Zir: Farsça “aşağı”. Bazı yer adlarında yanlış telaffuzla Zilşeklini almıştır: Zilkale = Aşağıkale.

Nasıl Ermenileştim

$
0
0

Çocukluğumuzda anneannem bazen ciddi yüzünü takınır, Türklerin zulümlerinden söz ederdi. Kullandığı kelime ‘kırım’dı, yani çartջարթ. Kardeşim ve kuzenlerimle beraber doğal olanı yapıp taklide başlardık. Hi ho ho. Annem babam bu mevzudan hiç söz etmediler.
ABD’ye ilk gittiğim yıl bütün arkadaşların az çok girdiği psikolojiye girip, inanmayacaksınız, Türkiye savunucusu bile oldum. Kıbrıs’ın işgalini protesto eden Yunanlılara karşı New Haven sokaklarında Türk pankartı taşımışlığım vardır.
Toronto ve Montreal’de akraba taallukat ziyaretleri o tepkiyi pekiştirmekten başka işe yaramadı. “Eee evlat Türkiye’de hayat nasıl?” “Hiç fena değil, buradan iyidir.” “Yazıklarrr olsun sana, biz de seni akıllı kültürlü bir genç sandık, tüh.” Bağnazlık kadar beni ifrit eden şey yok. Aman, dedim, Sevan bunlardan uzak dur.
Üçüncü yılımda nihayet merak ettim. Sterling Kütüphanesinde Ermeni tarihine ve soykırıma ilişkin raflar dolusu kitap buldum. Çoğunu okudum. Yetmedi, dönemin başlıca Amerikan, İngiliz ve Fransız gazetelerinde Türkiye ile ilgili ne çıkmışsa hepsini taradım.
Şimdi belirtmeme gerek var mı bilmiyorum, ama okuduğumu eleştirel bir gözle okumayı bilirim. O zaman da bilirdim. Argümanda hata ve gedik bulmaya bayılırım. Gençken sanırım daha da keskindi gözüm. İyi okudum. Olayları kavradığıma dair içimde kuşku kalmadı.
İki tane net sonuca vardım:
Bir. Rum ve Ermenilerin tasfiyesi bilinçli, planlı ve kapsamlı bir kararın ürünüdür. Türkiye’nin yönetici çevrelerinde ta 1890’lardan itibaren bu konuda bir kararlılık oluşmuştur. 1908-1909’da kısa bir yalpalamadan sonra İttihat ve Terakki yöneticileri de bu mutabakata katılmıştır. Gayrimüslim anasır meselesini kökünden çözmeden Türk milletinin – geleneksel yapısı ve zihniyetiyle – devam edemeyeceği fikri, Türkiye’nin egemen çevrelerinde başat görüş haline gelmiştir. Dünya Savaşı bu kararlılığı uygulama alanına sokmak için fırsat sayılmıştır. Toplu öldürme planlanmış mıdır, bilmiyorum. Ama 1895 ve 1909 olayları ortadayken, bunun en azından bir ihtimal ya da opsiyon olarak hesaba katılmamış olması mümkün görünmüyor.
İki. “Milli Mücadele” ya da “Kurtuluş Savaşı” adı verilen şey Rum ve Ermeni savaşıdır. Amacı Dünya Savaşı sırasında başlatılmış olan tasfiyeyi sonuca bağlamak ve tehcirde gitmiş olanların geri gelmesini kesin olarak önlemektir. Başarısı tam olarak bundan ibarettir, ne fazla ne eksik. “Emperyalizm” konusu masaldır. Dünya Savaşının galibi olan devletlerin etnik tasfiye konusunda en azından orta yolcu bir çözüm dayatmaları, geri dönüş ve tazminat konusunda ısrar etmeleri, savaş sonrası dönemde azınlık hakları için birtakım garantiler talep etmeleri beklenmekteydi. Bu anlamda, dolaylı olarak, İtilaf Devletlerinin siyasi gölgesine karşı da bir mücadele verildi. Ama onlarla (Suriye sınırındaki kısa süreli Fransız savaşı dışında) çatışılmadı. Zaten onlar da konuyu fazla uzatmaya gönüllü değildi. Rum ve Ermenileri satıp gittiler.
Kırk küsur yıl oldu, bu iki yargıyı sorgulamak için bir sebep bulamadım. Her okuduğum kanaatimi biraz daha pekiştirdi – ki, tahmin ediyorum, her iki cihetten okumaya değer hemen her şeyi okumuş olmalıyım. Bu iki noktada karşı görüş beyan edenleri ciddiye almakta zorlanıyorum. Üç beş cümlede belli oluyor hiçbir şeyden haberleri olmadığı, boşa salladıkları. Aralarında iyi niyetliler var mıdır? Mutlaka vardır. Ama cahillikleri öyle derin ki, çoğu zaman tartışmaya değmez.
*
O yıllarda sosyalist hareketin içinde (daha doğrusu kenarında) idim, ABD’de Demokratik Türkiyeli Öğrenciler Derneği yönetimindeydim, bu mevzulardan söz etmek devrimci edebe aykırı sayılırdı. Buna rağmen 1980’de Birikim’de çıkan uzun bir yazımda Milli Mücadele analizine girdim, bu tezleri kısaca da olsa dile getirdim. En yakın arkadaşlarımda dahi bunların nasıl bir duygusal rahatsızlık yarattığını gözlemleme fırsatı buldum. 1980’den sonra askeri cunta mücadelesi gündemdeydi, o zaman da sırası değil diye düşündüm. 1984-85’te Türkiye’ye döndükten sonra, adeta içgüdüsel bir refleksle, beni “Ermeni” diye damgalayacak, “Ermeni” kimliğine kilitleyecek her türlü tavır ve eylemden yıllar boyu özenle kaçındım. “Ermeni” köşesine oturtulacağım makale, panel, şov, konferans, demeç önerilerini – çoğu zaman sertçe – reddettim. 1995’te yazdığım Yanlış Cumhuriyet’te de, dikkat ederseniz Ermeni meselesi çok düşük profildedir. Birkaç cümlede, kibarca geçilir.
Daha önce de birkaç kez söyledim, benim için dönüm noktası Hrant cinayetiydi: yıl 2007. O olaydan sonra idrak ettim ki ben ne kadar kaçsam da heyula arkamdan gelecek. Dönüp yüzleşmekten başka çare yok.
Ondan sonra sık sık yazdım. Fikrim soruldukça çeşitli forumlarda görüş bildirdim, hatta Alperen Ocakları üst yöneticilerinin katıldığı bir toplantıda “Ermeni sorunu” konferansı verdim. Ama daha çok okudum. Coşkun Kırca’lardan Gündüz Aktan’lara dek Türk görevlilerinin tezlerini etüt ettim. Eski tarihçileri ve 19. yy Ermeni entelektüellerini okuyup Ermeni “zihniyetini” daha iyi kavramaya çalıştım. 2009’dan sonra, bugüne dek kimsenin doğru dürüst girişmediği bir işe girişip, Anadolu’nun mikro-tarihini, aylar ve yıllar boyunca, her gece, köy köy, nahiye nahiye didikledim. Sanırım Türkiye’de son yıllarda çok az insana nasip olan bir yerel tarih dağarcığı biriktirdim.
Eski yargılarıma iki üç yeni boyut eklendi.
Üç. Soykırım olayını 1915’e, hatta 1895 sonrasına odaklanarak anlamak mümkün değildir. Arkadaki yüzlerce yıllık aşağılama, zulüm, talan ve katliam geçmişini bilmeden ne olayları, ne de tarafların psikolojisini anlayabilirsin. Soykırımı anlamak için önce fetih olgusunu iyice kavraman gerekir.
Dört. İşin ekonomik boyutu daha önce dikkatimi çok çekmemişti. Kısmen sevgili Sait Çetinoğlu’nun teşvikiyle o konuya aydım. 1913-1923 yılları arasında gerçekleşen servet transferinin nefes kesici boyutları hakkında fikir edindim. O günden bu güne Türkiye’nin sosyal ve ekonomik yapısının neredeyse tümüyle o servet transferi üzerine inşa edilmiş olduğunu idrak ettim. Tasfiyeyi planlayanların başlangıç noktası belki bu değildi, devletin ve milletin beka kaygısıydı. Fakat öyle görünüyor ki sürecin daha ilk başından itibaren soygun hırsı ön plana geçti, ilk başta belki sadece bir nüfus hareketi olarak tasarlanan temizliği geri dönüşü olmayan bir kan banyosuna çevirdi.
İtiraf edeyim, çok duygusal bir insan değilim, vah insancıklar öldü, ah kanlar aktı söylemi beni çok fazla heyecanlandırmıyor. İnsan dediğin ölür. Savaşlarda çok ölür, kötü ölür. Aynı yıllarda Somme’da, Marne’da, Verdun’de öldürülen Fransız ve Alman gençlerinin trajedisi Ermenilerinkinden daha az değildir; sayıları da bir hayli daha fazladır. Stalin’in katliam niteliğindeki kıtlığında telef olan 20 milyon Rus köylüsünün yaşamı soykırımda yok edilen Ermenilerden daha az değerli değildir. 1898 harbinde Amerikalıların Filipinlerde yaptığı katliamı, ya da 1947’de Hindistan’ın bölünmesi sırasında öldürülen bir milyonu aşkın Müslüman ve Hindu’yu bilir miydiniz? Bence olayları perspektif dahilinde görmek için bunları akılda tutmak gerekir.
Etnik tasfiyeye karar veren Türk ve Osmanlı erkanının mantığını anlayamayacak kadar kalın kafalı da değilim çok şükür. Hepsinin hatıratını okudum. Sevinçlerini ve korkularını biliyorum. Babaannemin dostu ve komşusu olan Halide Edip’in neden o kadar pervasızca bazı şeyleri görmezden geldiğini, Samet Ağaoğlu gibi son derece hassas ruhlu birinin neden Keçiören’deki çocukluk evinin gasp edilmiş Ermeni mülkü olduğunu hatırlamak istemediğini, İbnülemin gibi Türkiye’nin 20. yüzyıldaki belki tek gerçek aristokratı olan birinin neden Ermenilerden hep antipatiyle söz ettiğini hiç düşünmedim mi sanıyorsunuz? Eşek miyiz biz?
Cehaletin ve yalanın boyutlarıdır beni hasta eden şey. Bir toplum bu denli patolojik bir inkar batağına nasıl saplanır? Gözünün önündeki gerçeği nasıl bu kadar fütursuzca yok sayabilir? Kimliğini ve varlığını bu kadar aptalca bir yalan üzerine nasıl kurabilir? Bu kadar riyayı, bu kadar aymazlığı, bu kadar derin bir ahlaki körlüğü nasıl taşıyabilir? Zaman zaman adeta nefes alamayacak kadar beni sıkan şey bu. Bu kadar cahil insanlarla bir arada nasıl yaşarsın?
Yoksa ölen ölmüş, giden gitmiş. Ölenle ölünmez. Onu biliyorum.  
*
Sık sık yazdım dedim. İşte iyilerinden bir demet. Ekopolitik’te Alperencilere verdiğim konferansın transkriptini de ilk kez yayınlıyorum, haberiniz olsun. Beşincisi.  



Armaş

$
0
0

İzmit’in Armaş köyündeki Çarkhapan Surp Asdvadzadzin (“Şer-savar Hz. Meryem”) manastırıyla ilgili ilk kesin kayıt 1661’de Köprülü Mehmet Paşa devrine ait, ancak 1611 tarihli Lehistanlı Simeon vekayinamesinde isim verilmeden anılan köy ve manastırın da burası olması muhtemel görünüyor. Köyün Ermeni nüfusu 17. yy ilk yıllarında Doğu illerinden Marmara bölgesine yönelen büyük Ermeni göçünün, ya da İzmit ve Adapazarı cemaatleri gibi, 15. yy’da Memluk egemenliğindeki Adana-Maraş yöresinden gelen göçlerin ürünü olabilir.
19. yy’ın başlarında harap olan manastır, Ermenilerin “sadık millet” unvanını kazandığı II. Mahmut devrinde (1825’ten sonra) imar görmüş ve kısa zamanda Batı Anadolu’daki en önemli Ermeni kültür kurumu niteliğini kazanmıştır. Manastır kütüphanesinin şimdi kayıp olan elyazması eserler koleksiyonu ünlüdür. 1864’te matbaa açılır ve izleyen elli yılda bir dizi önemli dergi ve kitap yayınlar. 1872’de (Robert Kolej’den 9, Galatasaray’dan 4 yıl sonra) manastır bünyesinde kurulan sivil lise bir süre sonra kapanır; ancak 1889’da açılan ruhban okulu, modern anlamda “eğitimli” ruhban sınıfı yetiştime alanında 25 yıl boyunca öncü rol oynar.
1872-1888’de Armaş’ta yönetici olduktan sonra İstanbul patriği seçilen Der Khoren Aşıkyan’ın hayali, kurumu “Osmanlı Ermenilerinin Venedik’ine” dönüştürmektir. Venedik’te Katolik Ermenilerin 18. yy’dan beri sürdürdükleri yoğun yayın ve eğitim faaliyeti göz önüne alındığında, kastedilen şey şüphesiz günümüzde “yerli ve milli” deyimiyle anlatılan bir bakış açısı olmalıdır. Osmanlı Tanzimat’ının ideolojik hedefleriyle uyumludur.
Armaş adının “İran’daki bir kasaba veya manastırdan geldiği” rivayetinin çeşitli kaynaklarda tekrarlandığını görüyoruz. Öyle bir kasaba veya manastır bulamadım. Ermenistan’ın Ararat ilindeki Armaş kasabası İzmit Armaş’a atfen adlandırılmış. Kuzey Irak’ta Erbil yakınındaki Keldani-Hıristiyan köyü Armaş’ın geçmişi hakkında bilgi bulamadım.
Armaş Manastırının tarihine ilişkin bir kitap yazan İzmit Piskoposu Der Partoğomeos “Gabudig” (1787-1809), 17. yüzyılda yerli Türklerin köye Armağan Şah adını verdiklerini yazıyor. Ki tahminimce doğru etimoloji budur. [P. Muradyan & A. Muşeğyan, Armaşi Dprevankı, Yerevan 1998.]

1921’deki ikinci Ermeni tehciri kayıtlarında köy adı Ermeşeolarak geçiyor. Eski yazıda elifin üzerindeki meddi kaldırıp arkaya bir he ekleyerek yapılan bilinçli veya yarı-bilinçli bir çarpıtmadır; Anadolu’daki gayrimüslim köylerinin hemen hepsinde o yıllarda buna benzer deformasyonlar tipiktir. 1928 Dahiliye Vekaleti listesinde resmen Akmeşe olmuş. 

Eğitim konusuna devam

$
0
0

Okullarda mutlaka marangozluk kursu olmalı. Hayatta herkese lazım olacak sanatlardandır, ayrıca terapi işlevi vardır.
Esnaflık ve dükkancılık kursu şart. Çağdaş kölelikten bir gün kurtulmak istersen işe yarar. Basit muhasebeyi de buna katalım.
Startup girişimcilik kursu hayırlı olur. Yüz kişide biri ikisi faydalansa memleket çiçek olur.
Kodlama kursu olmazsa olmaz. Altın bileziktir, mutlaka bir gün işe yarar. Yaramasa da berrak ve sistemli düşünmeyi öğretir.
Yemek pişirme kursu mutlaka gerekir. Hayat boyu kendine ve etrafındakilere mutluluk verebilmeni sağlar. Bence kadınların ve hatta erkeklerin ve diğer cinslerin bu kursu görmeden evlenmeleri yasak olmalı.
Teorik matematik lazım. Soyutlama yeteneği olanların o yeteneği geliştirmesi için faydalı. Ayrıca zevkli diyorlar.
Hukuk kursu orta 1’den itibaren olmazsa olmazlardan biri. Yalnız mahkemeyle avukatla işi olacaklar için değil, insan bilimlerinin temelidir. Medeni toplumda kavga nasıl yapılır ve nasıl çözülür sanatını bilmeden hayat yaşamaya değer mi?
Oto tamirciliği kursu önemli. Özgüven kazandırır. Elini yağa bulamaktan korkmamayı öğretir.
Sanat tarihi kursu kesin şart. Güzeli çirkinden ayırabilmekten daha önemli beceri var mı? Olmadı fotoğrafçılık kursu verirsin, bakmayı ve görmeyi öğrenir.
Kuran kursu da olsun. İnsanlık tarihinde ne zırvalara inanmışlar, öğrenip ibret almak için.
Temel tarım ve hayvancılık eğitimi herkese lazım. Yarın sistem çöküp millet aç kalırsa hayata tutunman buna bağlı olacak.
Herkes bir enstrüman öğrense iyi olur. Her türlü insan ilişkisini güzelleştirir, sevgili bulmaya bire birdir.
Ayrıca futbol, satranç, inşaat, kimya laboratuvarı, hitabet, münazara, gazetecilik, basit tıp ve sağlık bilgisi. Bunlar herkese lazım olan sanatlardan, kursları olmalı.
Ayrıca borsa. Ayıca ülkeler coğrafyası. Ayrıca bebek bakımı. Ayrıca dağcılık ve doğa yürüyüşü. Peki, tamam, ayrıca yüzme.
Bunlar olsun. Mümkünse her okulda olsun, ya da okul sistemi bunları az çok herkese temin edebilecek şekilde genişletilsin. Kurs vericilerin bakanlık memuru olmasına hiç gerek yok, belki basit bir ön sınav dışında sertifikasyona da gerek yok. Yerel yönetim ya da okul yönetimi ya da okul aile birliği, yetkili hangisiyse, civarda bulabildiği kadarını bulur, bulamazsa bütçe yaratıp büyük şehirden ya da Yeni Zelanda’dan insan getirtir. Belki öğrencinin her dönem bir veya birkaç kurs alıp tamamlaması şart koşulur. Günün yarısı bunlara ayrılır.
*
Lakin kamu eğitiminin asıl işi bunların hiç biri değildir. Zorunlu genel eğitimin TEK konusu okuma yazma eğitimi olmalıdır. İlkokul birden üniversite lisans eğitiminin son yılına dek eğitimin vageçilmez olan tek unsuru ve ana ekseni okuryazarlık üzerine kurulmalıdır. Olsa olsa temel aritmetik ve geometri ile İngilizce buna eklenebilir. Başka zorunlu ders olmamalıdır. Eğitimde bir merkezi kamu idaresi ve “öğretmenlik” diye bir profesyonel meslek olacaksa bundan başka bir şeyle ilgilenmemelidir. Geçende yazdım, tekrar edeyim. “Okul” ya da eski deyimle “mektep” adı verilen kurum, insanlığın evriminde yazı ile birlikte icat edilmiş bir olgudur; ancak yazı ortadan kalkarsa onunla birlikte ortadan kalkacaktır. Vazgeçilemez olan tek görevi okuma ve yazma öğretmektir. Öğrenciler kısa ve uzun metinleri okumayı, okuduğunu anlamayı, anladığını sözlü ve yazılı olarak ifade etmeyi, eleştirmeyi ve eleştirilmeyi, karşıt görüşleri tartmayı öğrenmeye mecbur edilmelidir. Bundan başkası ekstradır, olmasa da olur.
Akla gelebilecek her konu okuma yazma dersinde işlenebilir. Önemli olan konunun içeriği değildir. İnsanın evde ve mahallede öğrendiği sözlü dilin ötesindeki bir düzeyde, ya da level diyelim anlaşılsın, büyük kamu ile iletişim kurmasına imkan veren simgeler sistemini yorumlamayı ve kullanmayı öğrenmesidir. Okulun işi budur. Adı üstünde “oku lan”dan, okul. Bu işi yapmıyor veya yapamıyorsa olmasın daha iyi.
İnsanlığın eski çağlarında okuma ve yazma küçük bir yönetici elite mahsus sanatlardı. Dolayısıyla okul eğitimi de sadece elitler içindi. 19. yy’da genel ve zorunlu kamu eğitiminin norm haline gelmesiyle okuryazarlık bir ayrıcalık olmaktan çıktı, toplumun tümünü kapsaması hedeflenen bir ideal haline geldi. Toplumsal organizasyon bu ideale göre yeniden yapılandı. Sonradan, geç-19. yy’ın saplantıları olan fizik, kimya, biyoloji, genel coğrafya gibi konuların öne çıkması işi yolundan saptırmıştır gibi geliyor bana. Mühendisliği yeni din olarak algılayan bir çağın eseridir. Okulu global bir vatandaş/toplumdaş yetiştirme aracı olmaktan çıkarıp, esas işi küçük bir mühendis zümresini eğitmekle sınırlı bir meslek okuluna dönüştürmüştür. O zümreye dahil olamayanlar “yeteneksiz” sayılıp proleterliğe terk edilmiştir. Müfredat ta 1890-1900 sıfırlarda buna göre tasarlanmıştır. Yüz yıldan fazla zaman geçti, eskidiğini artık görmek lazım.
*
Önceki yazıda bunlardan söz ettim, ne faşistliğim kaldı sövülmedik ne elitçiliğim. Meğer neymiş? Eğitim özgür olmalıymış. Merkezleşmemeliymiş. Ben kim oluyormuşum elalemin çocuğuna ne öğretileceğini belirleyecek. Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.
Net söyleyeyim. Eğitimde özgürlük diye birşey yoktur, hiçbir zaman da olmamıştır. Boş propaganda sloganlarına kapılıp kendinizi gülünç etmeyiniz.
İnsan evladı hayvan doğar. Sonra yontulur. Mensup olduğu “medeniyetin” normları beynine işlenir. Toplum içinde hem zararsız hem faydalı bir birey olarak yaşamanın usul ve adabına alıştırılır. Terbiye edilir. Evcilleştirilir. Bunu yaparken de çocuğa “ah yavrucuğum ister misin evcil olmak, istemiyorsan söyle, aman özgürlüğüne halel gelmesin” diye sormak kimsenin aklına gelmez, tarihin hiçbir çağında gelmemiştir ve bundan sonra da gelmeyecektir. Gelse zaten hepimiz ölürüz, dağdaki çakallardan farkımız kalmaz.
Eğitimde özgürlükten dem vuranların söylemek istediği şey başkadır. Sanırım üç ayrı başlık altında toplamak mümkün.
Bir, politik. Devletin eğitim politikasının çizdiği medeniyet çerçevesi ile toplumdaki çeşitli zümre ve sınıfların çocuklarına aşılamak istedikleri medeniyet anlayışı farklılaşabilir. Nitekim Türkiye’de şiddetle farklılaşmıştır. Bu durumda birileri, çocuğun eğitiminde devletten “özgürlük” talep edecektir. Ancak kastettikleri şey, çocuğun herhangi bir anlaşılabilir manada daha özgür olması değildir. Devletin tercihlerine karşı ailenin veya mahallenin normlarının belirleyici olmasıdır. Belli ölçüler içerisinde kalmak şartıyla haklı bir taleptir. Bence de Milli Eğitim politikası yerel ve zümresel taleplere karşı daha esnek olmalı, çeşide yer vermeli. Mesela imam hatip okullarına talep varsa imam hatip okulları da açmalı.[1]
İki, pedagojik. İyi bir eğitici öğrencinin zorlandığı noktalara duyarlıdır. Nereye kadar zorlayacağını, nerede rahat bırakacağını bilir. Kötü eğitici dangır dungur girişir, sıklıkla çocuğu evcilleştiremeden kırıp döker. Bu anlamda iyi eğitimin öğrenciye bir çeşit “söz hakkı” tanıdığını söyleyebilirsiniz. Bu hak eğitimin içeriğine ilişkin değildir; olsa olsa temposuna ve üslubuna dairdir. “Eğitici” unvanlı yüz binlerce cahil hayvan barındıran Türk milli eğitimine yönelik özgürlük taleplerinin bir kısmı, işin işte bu yönüyle ilgilidir. Maksat “çocuğum istediği eğitimi seçsin, istediğini öğrensin, istemediğini öğrenmesin” değil. “Çocuğum devletin değil benim istediğimi öğrensin” de değil. “Kırma, öküz, çocuğuma insanca konuş!”
Üç, ne diyelim, aksiyolojik diyelim, yani öğretilen değerlerin niteliğine ilişkin. Bunu yeni yeni kavrıyorum, dur bakalım iyi ifade edebilecek miyim.
Biliyorsunuz liberal eğitim denen bir şey var. Öteden beri İngiliz ve Amerikan kolej sisteminin özüdür, 20. yy’ın son çeyreğinde bütün dünyada giderek artan revaç buldu. Liberal demek normalde “özgür” demektir, ama buradaki hadise o değil başka şey. Kökü 18. yy aristokrasisine dayanan bir elit eğitimi metodudur. Öğrenciye doğrudan bir “doğru doktrin” empoze edilmez. Belirli konularda dikkatle seçilmiş alternatif öğretileri inceleyerek tartışması istenir. Seçenekler asla sınırsız değildir. Çünkü aklı başında herkes bilir ki tüm görüşler eşit değerde değildir; kimi cehalet ürünüdür, kimi mantıksızdır, kimi ahlak yoksunudur, kimi elde edilmeye çalışılan medeniyet çerçevesinin temel değerlerine aykırıdır. Tartışmaya değer olan görüşler önceden tartışılmış ve makul insanlarca savunulmuş olan görüşlerdir: Eflatun mu Aristo mu? Realizm mi nominalizm mi? Kapitalizm mi sosyalizm mi? Allah var mı yok mu?
Şimdi hiç kalkıp da bana böyle özgürlük mü olur, işte kandırıyorlar çocukları filan demeyin. Enfes bir eğitim yöntemidir. Farklı ve zıt görüşleri kavramayı, tartışmayı, rasyonel argümanlar üretmeyi, rakibi akıl zemininde alt etmeye çalışmayı öğretir. Çok seslilikten korkmamaya alıştırır. Muazzam bir disiplindir. O tezgahtan geçmiş olanlar, yarın hiç bilmedikleri görüş ve olgularla karşılaştıklarında da nispeten açık yüreklilikle onlarla yüzleşme becerisi kazanırlar. Azgelişmiş eğitim sistemlerinin mezunları gibi zoru görünce topu taca atmak, yahut eskimiş doktrinlerde ahmakça ısrar etmek, ya da farklı söyleyenlerden ödü kopup kafalarını kesmek gibi davranış bozuklukları sergilemezler.
Ama daha mı özgürdür? Sanmıyorum. Özgürlük işin daha ziyade reklam faslı gibi geliyor bana. Kelimenin tam anlamıyla elit eğitimidir. İyi karar verici yetiştirir. Ama sınırları özenle çizilmiştir. Ancak sınırları özenle çizilmiş bir tartışma çerçevesi varsa başarılı sonuç verir. Yoksa ipini koparmış deli dana gibi boş laf çayırlarında koşuşup kaybolur. “Özgürlük” sloganını fazla ciddiye alan yeni yetmeler – ve onların popülerlik sevdalısı korkak hocaları – yok efendim toplumsal cinsiyetmiş, victim studiesmiş, Derrida’ymış, safe space’miş gibi deli saçmalarını hakikat zannetmeye başlarlar. Sonuçta kendilerini toplumdan tasfiye etmekle kalmazlar, eğitim kurumunu, bilhassa üniversiteyi, toptan marjinalleşmenin eşiğine getirirler.




[1]Doğal olarak Cihangir semtinde, misal, hayvan okşama yahut yoga dersi de talep edebilirler. Diyarbakır’da Kürtçe eğitim de isteyebilirler. En doğal haklarıdır. Tıpkı imam hatip gibi. 

Şiddete övgü

$
0
0

Fiziksel şiddetin her türlüsünün her koşulda kötü olduğunu savunanlarla aram iyi değil. Muhallebi çocuğu ideolojisidir, hayata cepheden bakmaya cesaret edenlere yakışmaz. 2012’de bu konuda iki üç kez kelam etmeye kalkmışım (http://nisanyan1.blogspot.com/2012/09/siddete-dair.html, http://nisanyan1.blogspot.com/2012/09/siddete-kars-myz-sahiden.html), daha sonra da yeri geldikçe değindim, ama işin can damarını yakalayamadım galiba. Bir daha deneyeyim.
İnsanın diğer insana kötülük etmesinin binbir yolu var, illa kan akıtmak ya da kemik kırmak şart değil. Sayalım: iftira atarsın, ihbar edersin, tehditle sindirirsin, alçaltırsın, emeğini sömürürsün, işinden attırırsın, işini batırırsın, onurunu kırarsın, umudunu kırarsın, sevincini tüketirsin, kandırırsın, çaresizken sırtını dönersin, köleleştirirsin, sevgilisini elinden alırsın, evini yıktırırsın, ailesini dağıtırsın, askere alırsın, ölmesini emredersin, adaleti önlersin, özgürlüğünü çalarsın, intihara sürüklersin, kendisine dokunmadan sevdiklerini harcarsın... Pisliğin sonu yok. Peki neden fiziksel şiddet bunların herhangi birinden daha kötü olsun? Neden hepsine eyvallah ama sıra yumruğa ya da silaha geldi mi orada dur?
Fiziksel şiddet çoğu zaman efektif bir mücadele yöntemi değildir, peki, sabredip endirekt vuruşla topu yuvaya koymak genellikle daha etkili bir yol. Ama neden a priori o silahı elimizden bırakalım?
Muhallebi çocuğu olarak yetiştirildiğimiz için kavgadan ödümüz kopuyor, belki odur. Küçük burjuva değer yargılarının sefil ufkundan ötesini tahayyül edemiyoruz, belki de o. O ufkun sınırlarını Devlet ve Polis bekler. Biz uslu olalım, Polis amca gereğini yapsın... Zulme uğrayan sakın güç kullanmayı aklından geçirmesin...
Şiddet karşıtlığının şiarı polis şiarıdır: “Sakin ol dostum ve elindekini yavaşça yere bırak!”    
*
Toplumların düzeni, insan yaşamının vazgeçilmez bir ögesi olan şiddeti kontrol altına alma esasına dayanır. O yüzden, düzenden yana olan her ahlak öğretisi şiddeti ayıplar, şiddeti azaltmanın yollarını arar. Kabul. Peki. Tamam. Ama bu önermeden, şiddetin her koşulda reddedileceği sonucu çıkmaz. Tam tersi de çıkabilir.
Mesela, bir. Şiddet eğer kötüyse, daha büyük şiddeti önleyen şiddet meşrudur. Adam kalabalık barda arbede çıkarmaya kararlı görünüyorsa bir uyarırsın, sonra yumruğu çakarsın. Çekmiş silahı kalabalığı taramaya başlamışsa düşünmez vurursun. Mantıken kaçınılmaz bir çıkarımdır: Eğer şiddete karşıysan, büyük şiddete karşı küçük şiddeti savunmalısın. Yoksa büyük şiddeti savunmuş olursun.
Ufak bir pürüz gibi görünür, ama devamını düşünürsen senin anti-şiddetçi teorini tuzla buz etmeye yeter. Nerede duracaksın? Adamın uçakları Vietnam’ı – ya da Nusaybin’i – bombalayacaksa karargahını havaya uçurmak meşru değil midir? Diktatörleri halka daha fazla zarar vermeden bertaraf etmek gerekmez mi? Diktatörü bertaraf etmek yetmez, onun hizmetkarlarını, maşalarını da kırman gerekebilir. Rusya’nın saldırmasını bekliyorsan önce senin saldırman hak değil midir? Haktan öte, ahlaki ödev değil midir?
Devam et, durma. Mesela komşu ülkenin hükümdarı kâfirse ve bundan dolayı bütün halkının ahiretini sonsuza dek berbat ediyorsa, ona karşı cihat etmeden ahlaken salih olabilir misin? Daha: Savaştan sonra Ermeniler senin halkını Erzurum ve Van’dan sürecekse önce davranıp onları zararsız hale getirmek vicdani görevin değil midir? Ha?
*
Bu yetmediyse, iki. Kendini şiddetten korumak için şiddet meşrudur. Adı üstünde, meşru müdafaa. Bunu önceki maddenin özel hali olarak da görebiliriz. Büyük şiddete karşı önleyici şiddet dedik. Şahsıma yönelik şiddet ister istemez bu kapsama girer, çünkü ahlaki ödevin öznesine – yani bana – zarar verme riski taşır. Ahlaken doğru olanı yapacaksam önce var olmam gerekir. Dolayısıyla varlığıma yönelik tehlikeyi bertaraf etmek sadece hak değil ödevdir.
Burada da gene işler beklediğimizden daha hızlı çapraşıklaşır. Meşru müdafaayı sadece bireyin kendisine yönelik şiddetle sınırlayamazsın. Çünkü bireyin dokunulmazlığı bedeni ile sınırlı değildir. En azından ailesini, çoluk çocuğunu pakete dahil etmek zorundasın. Adam göstere göstere senin çocuğunun kemiklerini kırıyorsa, bana dokunan yok, öyleyse meşru müdafaa yok, aman fiske vurmayayım der misin? Peki çocuğun değil en yakın arkadaşınsa? En yakın arkadaşının yengesiyse? Devam edelim: Ya ciğerinin yarısı olan takım arkadaşlarınsa? Kimliğinin ve kişiliğinin altyapısını oluşturan değerli yoldaşlarınsa?
Ya vatanının evlatlarıysa? Ya herif senin canından aziz bildiğin Mehmetçiğe kurşun sıkmışsa? Ya hain Ziyonistler gibi senin din kardeşlerinin evlerini başına yıkıp hı diyeni kurşunluyorsa?
Zanneder misin ki sembolik aidiyetler insan yaşamında hiç değerindedir? Ait olduğu zümreye yönelik şiddeti kendine yapılmış gibi hissetmeyen insan ahlaklı sayılamaz. Şiddeti a priori reddeden muhallebi filozofu, o halde, insanlara ahlaksız olmayı önermektedir.
*
Üçüncü önerme ilk ikisi kadar güçlü değil, ama yine de göz ardı edilmemeli. Şiddete karşı şiddet meşrudur.İkinci maddede bize yapılacak şiddeti önlemekten söz ettik. Bu sefer şiddet gerçekleşmiş, biz karşılık veriyoruz. Elbette kınanası bir şeydir. Elbette kindir, intikamdır. Tabii biliyoruz, şiddete şiddet nereye kadar, sonsuz sarmaldır, sen vurursan o da vurur, sonu gelmez. O yüzden hemen her ahlak hocası her zaman affediciliği över, rövanşizmi ayıplar. Doğru. Haklıdır. Karşındaki Devlet terörü bir milyon kişinin evini başına yıkmış olabilir, ama karşı terörle ne elde edebilirsin ki, kanı sonsuza dek sürdürmekten başka?
Peki elinde zulme karşı başka çare kalmamışsa ne yapacaksın? Akıl yolunu tüketmişsin, hukuk düşmanın elinde esir, iç dünyana çekilip kalender hayatı yaşamana da müsaade yok. O zaman “şiddete hayır” öğüdü ne anlama gelir? “Şiddete boyun eğ, zulme razı ol, çaresizliğini kabul et”ten öte bir içeriği var mıdır? Zulme suskunlukla cevap vermek, zulmü ödüllendirmek değil midir? Dünkü şiddete hak ettiği cevabı vermeyen – veremeyen – yarınki şiddeti teşvik etmiş olmaz mı?
Muhallebi çocukluğu sadece bir kişilik zaafı değildir, ahlaki bir tercihtir derken işte bunları kastediyoruz.
*
Bilmem belirtmeye gerek var mı, şiddete yatkın bir adam değilim. Ortaokuldan beri yumruklu kavgaya girdiğimi hatırlamıyorum, girsem de herhalde dayak yerdim. Isparta Er Eğitim Alayında talim atışları dışında silaha elim pek değmemiştir. Kendimi savunmaya yarayan başka yeteneklerim var şükür.
Lakin küçük burjuva yaşamının cenderesinden dışarı çıkıp dünyayı tanıdıkça çok net görüyorsun ki şiddet insan yaşamının kaçınılmaz unsurlarından biridir. Yalnız kaçınılmaz değildir, bazı koşullarda doğrudur, meşrudur, ahlaki zorunluluktur. Hatta bazen güzeldir.

“Iyy, falancaya şiddet uygulamış, lanet! lanet!” diye haykıran cüceler de sadece feci surette cahil değildir. Polis devletinin – bilinçli ya da bilinçsiz – ajanıdır.

Ahlaklı yaşamın sırları

$
0
0

Dünkü yazının amacı şiddeti savunmak mıydı? Değildi. Şiddet karşıtı argümanların iç çelişkilerine işaret etmekti sadece. Bundan “aa demek ki şiddet iyiymiş” sonucu çıkmaz. Ne çıkar? Mesela “farklı argüman bul öyle gel” sonucu çıkar. “Demek ki bazen iyiymiş, ölçütü daha iyi tanımla” sonucu çıkar. “Ya şöyle derlerse ne cevap veririz düşündün mü” sorusu çıkar. “O platform yetersiz, başka zemin bulmalıyız” önerisi çıkabilir.
Yazı başlıklarını çoğu kez gıdıklayıcı olsun, okuttursun diye atıyorum. İçerikte daha ağırbaşlıyım. Sadece sondan bir önceki paragrafta “Hatta bazen güzeldir” cümleciğini dayanamadım ekledim. Soyut anlamda şiddet övgüsü içeren tek ibare odur olsa olsa.
*
Ne diyor yazı? Bir kere, “ay şekerim şiddet çok kötö, hepimiz karşıyız” söyleminin özünde düzenden yana, var olan güç ilişkilerini kutsayıcı bir ideolojik söylem olduğunu söylüyor. Bazen mi, her zaman mı? Sınırı nedir? Bilmem, tartışırız.
İki, anti-şiddet söyleminin en temel çelişkisine işaret ediyor. Farzedin şiddete karşıyız. Dünyadaki şiddeti bertaraf edecek ya da azaltacak şiddete de karşı mıyız? Karşıysak demek ki şiddete karşı değilmişiz. Bu çelişkiyi anlamadan insanlık tarihindeki feci ve tüyler ürpertici olayların hiç birini anlayamazsınız. Karınca incitmekten ürken makul insanların vakti gelince nasıl canavara dönüştüğünü kavrayamazsınız. Kavrayamayınca da “şiddet mi, ayy nefreth ederim” söylemi kokteyl gevezeliğinden ileri gitmez. Bakın, dinleyin, o cümlenin içinde kıvrılmış yılan gibi yatıyor çelişki: ... nefreth ederim, tecavüzcüleri yağlı kazığa oturtalım, dilim dilim doğrayalım!
Yazı devam ediyor. İki soru daha soruyor. Varlığına yönelik saldırıya nasıl cevap vereceksin? Cevabı kolay gibi görünür ama tuzak sorudur. Çünkü varlığın hiçbir zaman bedeninle sınırlı değildir. Kolektif varlığına saldırı olursa ne cevap vereceksin? Sevdiklerine, canından aziz bildiklerine saldırı olursa ne cevap vereceksin? Onu bırak, hiç bilmediğin birine haksız ve alçakça bir saldırı olursa ne yapacaksın?
Son olarak, daha tereddütlü bir mesele. Olmuş bitmiş şiddetin karşılığı ne olmalı. Tabii ki akıl yolu varsa akılla gitmek en doğrusudur. Hukuk varsa hukukla gitmek çoğu zaman daha etkili ve ahlaken daha temizdir. Kısasa kısas kötüdür. Peki. Lakin kısasa kısası büsbütün lağvedebilir misin? Edersen, ahlaki duyarlığı körelmiş, zombileşmiş insanlar ve zulme direnme yeteneğini yitirmiş bir toplumdan başka elinde ne kalır?.
*
“Her ahlaki önermenin mantıki sonucuna götürüldüğünde çelişkiye düştüğünü, dolayısıyla tutarlı bir ahlaki sistem kurmanın imkansız olduğunu (19 yaşındayken) fark ettim” diye yazmıştım bir tarihte. Ciddi konulara değinen hemen her yazımın içinde bu fikir bir yerlerde mutlaka saklıdır. Halim-Selim’de de epey değindim.       
Her ahlaki arınma teşebbüsünün, her dini uyanış hareketinin kaçınılmaz akıbetidir. İyiliğin sırrını keşfettiğini sanırsın. Emin olursun. Eşini, dostunu, müritlerini inandırırsın. Dünyan ışıkla dolar: Cennetin anahtarları artık sendedir. Sonra birileri seni kıskanır, cemaatine çomak sokar. O zaman delirirsin. Hakikati her ne pahasına olursa olsun savunma sevdasına düşersin. Cemaatini korumak için icabında zora ve kumpasa başvurursun. Yetmezse soygun ve cinayet dahil her şeyi yaparsın. O uğurda yaptıklarını haklı ve meşru bulmaya başlarsın. Vicdanını yitirirsin. Hakikati bulduğunu zanneden insan kadar tehlikeli mahluk yoktur dünyada.
Örnek mi dediniz? Buyur Müslümanlık. Buyur Hıristiyanlık. Buyur komünizm. Buyur Fransız ihtilali. Küçült ölçeği, kendini düşün. Şirket kurup başarıya ulaşan arkadaşlarını düşün. Örgüte katılıp “temiz” yaşamaya ant içenleri düşün. Materyalizme sırtını dönüp hippi olmaya niyet edenleri düşün. Doğru yolu bulduğunu zanneden, o gün yoldan çıkmıştır.
*
Nedir peki önerdiğin çözüm hocam?
Yok basit bir cevabım. Belki de hiç yoktur bir cevap, düşüne düşüne sonunda oraya varacağım, dur bakalım. Şimdilik birkaç tutunabilecek birkaç dal görüyorum hala. Biri ironi kavramıdır. Yani neye inanıyorsan inan, ironiyi elden bırakmadıkça, yani kendini hafiften tiye almayı başarabildiğin müddetçe çok fazla yanılmazsın. Biri özgürlük kavramıdır. Aklın ve vicdanın özgürlüğünü maksimize etmeyi şiar edinirsen, tüm tuzaklardan olmasa da sıradan insanların düştüğü tuzakların çoğundan kendini daha iyi koruyabilirsin. Biri medeniyet kavramıdır, farkındaysanız son yıllarda artan oranda dilime dolanan bir kelime. Büyük siyasi olayları değerlendirirken “medeniyete faydası ne, zararı ne” diye sormak, sanılanın aksine, birçok soruya sağlıklı cevap vermeyi sağlayabilirmiş gibi geliyor bana. Kişilere ya da gruplara faydasını/zararını sormaktan daha verimli bir yol en azından.

Ama tabii büsbütün yanılıyor da olabilirim.

Bilme eylemine dair

$
0
0

Arapçada “bilmek” anlamını karşılayan iki fiilimiz var: ˁalima, masdarı ˁilm, ve ˁarafa, masdarı ˁirfān veya maˁrifat. Tanıdık kelimeler: ilim, irfan, marifet.
Klasik Arap dilcilerine göre bunların ilki beş duyuyla algıladığımız bilgiyi, ikincisi ise akıl ve kıyas yoluyla kavradığımız bilgiyi ifade ediyor. Yani ikincisinde bir eylem (irfan) ve bunun sonunda elde edilmiş bir ürün (marifet) var. Şahane bir sözlük olan Lane sözlüğü şöyle özetlemiş (tıklarsanız büyür).
El-Ragıb demiş ki, maˁrifat bir şeyi anlayarak ve sebep sonuç bağı kurarak bilmektir, bu nedenle ˁilm’den daha özel bir anlamı vardır. ˁİlm’in eksik olduğu halde akıl yoluyla bilgiye varırız. Mesela insanın Allahı “bilmesi” irfandır, oysa Allah alemi ilm yoluyla bilir. Kamus müellifi el-Basair (“Insights”) adlı eserinde demiş ki, irfan akılda eksik olan bir bilginin tamamlanmasını ve bir şeyin diğer şeylerle ilişkisinin kurulmasını ima eder. Sıhah ve Ubeyd’e göre ˁirfān ile aynı filin sekizinci türevi olan iˁtirāf eş anlamlıymış. (İtiraf burada sanırım İngilizce acknowledge ve recognize karşılığı oluyor.) Zıt anlamlısı inkār imiş. (İnkâr burada reddetmekten ziyade “tanımamak” anlamında.)  İlmin zıddı ise elbette cehl.
Ama Türkçede öyle değil şöyle diye itiraz etmeyin lütfen. Kelimeler kayar. Ama kaysalar bile kökenlerinin anısını bagaj gibi beraberinde taşırlar. Eski metinlerde, eski deyimlerde orijinal anlamın izini bulur şaşarsınız.
*
Latincede aynı ayrım mevcut. Hintavrupaca *gnō- kökünden (g)noscere beş duyu yoluyla bilmek. Türkçede bazen “tanımak” ya da “ayırt etmek, ayırdına varmak” fiilleriyle anlattığımız eylem. Eş anlamlı türevi cognoscere, fiil adı cognitiō, “aymak” diye mi çevirsek acaba. Scire aklı da işin içine katan daha soyut bir düzlemde bilmek, haberdar olmak, malumat sahibi olmak. Hep verilen kalıp örnek, kör bir insan şekilleri noscere edemez ama scire edebilir. Fiil adı scientia, Arapça/Türkçe doğru eşdeğeri irfan veya marifet olsa gerek. Fakat pratikte “ilim” karşılığı kullanılmış.
Türkçede “tanımak” dediğimiz fiille anlamı fazlaca benzeştiği için, "daha önce bilmezken şimdi bildim" fikrini vurgulamak için re+ pekiştirici edatıyla recognoscere tercih edilmiş. Fiil adı recognitiō, yani demin değindiğimiz anlamıyla itiraf.
Arkaik Latincede gnoscere kullanılmış, Klasik devirde g düşmüş, noscere yazımı standart olmuş. Sadece öne bir ünlü gelirse g sesi canlanmış. O yüzden i-gnorare“bilmemek”. Fiil köküne t ekleyerek yapılan perfekt sıfatları notus ve nota“bilme eyleminin sonucu, bilgi, malumat”. Nōbilis “tanınmış”, Türkçe tam karşılığı eşraf veya ayan olmalı, “ileri gelenler”. Notorius yine “tanınmış, meşhur” ama bu sefer kötü anlamda. Nihayet nōmen, aslı muhtemelen notamen, “isim”. Bir kişi veya nesne nesiyle bilinir? Adıyla. Bu son türev Latinceden çok önceki bir çağda, Hintavrupa anadilinde türemiş olmalı, çünkü kardeş dillerin hepsinde eşdeğeri var. Yunanca ónoma, Germence nāmo, Farsça nām ve saire.  
Türkçe ad da hayli komplike bir tarihi olan aymak“bilmek, ayırt etmek” fiilinin arkaik biçiminden türev olmalı sanırım.
Türkçede tanımak dediğimiz eylemi vurgulayan, yani “önce bilmezken şimdi ayırt ettim” hadisesini öne çıkaran fiil, re+ pekiştirici edatıyla re-cognoscere. Fiil adı recognitio. Hem “aa tanıdım” anlamında tanımak, hem demin değindiğimiz gibi “itiraf”, hakikati bilmezken akıllanıp kabul etme.
*
Üçüncü bir fiil var, evrimi ilginç. Latince sapere esasen “tatmak, koklamak”, İngilizcesi savor, “ımff, enfes” gibisinden. MÖ 2. yy’da cahil Romalılara Yunan şiirini ve felsefesini ilk tanıtan Baba Ennius, Yunanca sophós“bilge, arif” sözcüğünü Latinceye sapiens diye çevirmiş, sanırım “ağzının tadını bilen, connaisseur, ilim gurmesi” gibi bir şey kastetmiş. Bilinçli üretilmiş bir edebi deyim. Tutmuş. Özellikle Grek hayranı Scipio çevresinde ve Cicero’nun yazılarında pek popüler olmuş. MS ilk yüzyıllarda peyderpey halk kültürüne girmiş. Sapere fiili “alim olmak, derin malumat sahibi olmak” gibi bir ikinci anlam kazanmış.
Modern Roman dillerinde “haberdar olmak” için kullanılan fiil scire türevleri değil, sapere türevleri: Fransızca savoir, İspanyolca ve Portekizce saber, İtalyanca sapere. Scire fiili modern dillerde ölmüş, ancak science ve plebi-scitum gibi yüksek dile ait türevleri kullanılıyor. Noscere/cognoscere grubu ise halen son derece canlı: Fransızca connaître, İsp. conocer, Port. conheser, İt. conoscere“bilmek, tanımak, ayırt etmek”.
*
Hintavrupa anadiline ait *gnō- fiili İngilizcede knowşeklinde karşımıza çıkıyor. Bir gerilim romanı kadar heyecanlı olan macerasını OED’den okuyoruz:
[A Com. Teut. and Com. Aryan vb., now retained in Eng. alone of the Teut. languages: OE. (e)cnáwan, pa. tense (e)cnéow, pa. pple. (e)cnáwen = OHG. -cnâan, -chnâan, -cnâhan, ON. pres. ind. kná, pl. knegum, Gothic type *knáian, *kaiknô, *knáians, a redupl. vb. not found in existing remains. Outside Teut., = OSlav. zna-tĭ, Russ. zna-t to know; L. *gnō-, whence the inceptive (g)nōscĕre, perf. (g)nōvi, pa. pple. (g)nōt-us; Gr. *γνω-, whence redupl. and inceptive γι-γνώ-σκειν, 2 aor. ἔ-γνω-ν; Skr. jnā- know. Generally held to be from the same root (gen-, gon-, gn-) as can v., and ken. Already in early times the simple vb. had sustained various losses; in L. and Gr. the pres. stem survived only in derived forms; in Gothic the word is not recorded; in ON. the pres. inf. was obs.; in ON. and OHG. the orig. strong pa. tense and pa. pple. were lost; in OHG. and OE. the vb. was app. known only in composition, as in OE. ecnáwan, oncnáwan, tócnáwan. The first of these may be considered as the historical ancestor of ME. and mod. know, for although it came down in southern ME. as i-knowen, y-knowe, the prefix was regularly dropped in midl. and north., giving the simple stem form cnawen, knawe(n, knowe(n, which was well-established in all the main senses by 1200 (a single instance being known a 1100). The verb has since had a vigorous life, having also occupied with its meaning the original territory of the vb. wit, Ger. wissen, and that of can, so far as this meant to ‘know’. Hence Eng. know covers the ground of Ger. wissen, kennen, erkennen, and (in part) können, of Fr. connaître and savoir, of L. nōvisse, co-gnōscĕre, and scīre, of Gr. γιγνώσκειν and εἰδέναι (οἶδα). But in Sc. the verb ken has supplanted knaw, and come to be the sense-equivalent of ‘know’ in all its extent of signification. As ecnáwan came down as late as 1400 in form iknowenyknow, the pa. pple in i-, y-, in southern ME., may belong to either form.]
Signification. From the fact that know now covers the ground formerly occupied by several verbs, and still answers to two verbs in other Teutonic and Romanic languages, there is much difficulty in arranging its senses and uses satisfactorily. However, as the word is etymologically related to Gr. γιγνώσκειν, L. (g)nōscere and (g)nōvisse, F. connaître (< L. cognōscĕre) to ‘know by the senses’, Ger. können and kennen, Eng. can, ken, it appears proper to start with the uses which answer to these words, rather than with those which belonged to the archaic vb. to wit, Ger. wissen, and are expressed by L. scīre and F. savoir, to ‘know by the mind’.
Unutmayalım ki 19. yy’da, Hintavrupa araştırmalarının emekleme aşamasında yazılmış bir metin, o yüzden Teutonic, Aryan gibi modası geçmiş tabirler kullanıyor. Ezcümle, eski İskandinavca (ON) ve Eski Yüksek Almancada (OHG) eşdeğeri olan bir fiil, şimdi Germanik dillerden sadece İngilizcede canlı kalmış. Eski İngilizce orijinali ge+ önekli geknawan (= Lat. cogno-scere) iken yknowe> know biçimine evrilmiş. Aynı arkaik kökten gelen İngilizce ken = Almance kennen fiilinin alanını istila etmiş. Latince scire ve Fransızca savoir eşdeğeri olan to wit = Alm. wissen fiilini de ezip geçmiş. Böylece bilumum Avrupa dillerinde “bilmek” anlamını karşılayan iki temel fiil varken İngilizcede bir tane kalmış. Orijinal anlamı “ayırdına varmak, aymak” iken şimdi her türlü ilim ve irfanı kapsar hale gelmiş.
Kapsama alanı o kadar geniş olunca çeviride dikkatli olmak lazım. I knew them at first sight: burada “bildim” değil “tanıdım” demek oluyor. To know good from evil:“iyiyi kötüden ayırt etmek” doğru çeviri.
“Bilmek” anlamında ken fiili İngiliz ağızlarında marjinalleşmiştir, Amerika’da pek bilinmez. Ad olarak da ancak edebi dilde karşımıza çıkar: It’s beyond my ken = “bildiğim konu değil”. Ama aynı fiil can yazımıyla hepimizin malumu, Türkçe +ebilmek karşılığı yardımcı fiil. I can do it = “yapa-bilirim”. Almancası kennen ile eş kökenli können. Shakespeare zamanında know’dan daha yaygın bir fiil olan wit ise, fiil olarak ancak bir iki deyimde kalmış. To wit = “yani”.
*
Türkçe bilmek, dilin en eski katmanına ait temel fiillerden biri. 8. yy’a ait Orhon yazıtlarında fiil olarak defalarca geçiyor (bilmedükin üçün, bilmez erti, ança biliŋ). Ayrıca türevleri: bilge“bilgili, akıllı”, bilig“bilgi, hikmet”.
Bildirmek 11. yy Orta Asya Türkçesinden beri kayıtlı. Bilgi, bilgiç ve bilmece Türkiye Türkçesinde nispeten geç dönemde (17. yy ve sonrası) belirmiş türevler. Bilgin, bilim, bilinç, bilişim, bildiri, bildirim ve bildirge Cumhuriyet döneminde ortaya atılan yeniliklerden.
Belirmek fiiliyle – dolayısıyla onun türevleri olan belirli> belli ve bellemek sözcükleriyle – yapısal bir ilişkisi var mı, varsa nedir, çözemediğim konulardan biri.

Bilme eylemine dair - 2

$
0
0

Dünkü yazının devamı

Latince bir başka ilgili fiil informare. Forma yani “biçim” sözcüğünden türetilmiş. Asli anlamı “biçim vermek” veya “biçim almak”. Derivatif anlamlarından biri “bir şeye dair aklında bir fikir oluşturmak”. Lewis & Short to form an idea of a thing, to represent demiş. Fiil adı informatio, "conception, idea". Bir fikrin akılda temsili.
İngilizce to inform fiili için OED dokuz ayrı anlam vermiş, ama günümüzde egemen olanı açık ara “5. To impart knowledge of some particular fact or occurrence to (a person); to tell (one) of or acquaint (one) with something; to apprise.” Veya dönüşlü to inform oneself biçiminde “6. To gain knowledge, instruction, or information; to acquaint oneself with something; to get to know, to learn.Information neymiş? “2. The action of informing; communication of the knowledge or ‘news’ of some fact or occurrence; the action of telling or fact of being told of something.” ve “3. Knowledge communicated concerning some particular fact, subject, or event; that of which one is apprised or told; intelligence, news.” Dikkat ederseniz burada önce kafamızda bir fikir, idea oluşturuyoruz. Sonra bunu birine iletiyoruz, ya da biri bize iletiyor. Enformasyon olan bilgi kafamızın içinde ham bir algı olmaktan çıkmış, anlatılır ve iletilir bir şey olmuş, insanlar arasında gidip gelebiliyor.
Bu kavramın da Arapça karşılığı mevcut. Xabara, çeşitli anlamlarının yanısıra,“bilmek, özellikle bir şeyin içyüzünü bilmek”.  Masdarı xabar“bilgi”, özellikle sözel bir çerçeveye oturmuş, anlatı haline gelmiş, dolayısıyla çoğu zaman bir başkasından aktarılmış, ya da bir başkasına aktarılacak bilgi. Bildiğimiz haber. Lane’e göre “Information; a piece of information; a notification; intelligence; an announcement; news; tidings; a piece of news; an account; a narration, or narrative; a story.” 14. yy’da yaşayan Fayum’lu Ebül Abbas’ın ünlü Misbahu’l-Münir sözlüğü “what is related from another or others, and talked of” diye bilhassa şerh düşmüş.
Information technologies deyimini Türkçeye haber teknolojileri diye çevirebilir miydik? Çeviremezdik sanırım, çünkü haber sözcüğü modern devirde yazılı (ve sonra görsel) medya ile fazlaca özdeşleşti. “Ay haberin var mı kardeş” ve “gaipten haber almak” deyimlerindeki anlamı kenarda kaldı. Bilişim iyi mi? Orijinal. Information kavramının bir yönünü - ama sadece bir yönünü - iyi vurguluyor: bilmenin işteşlik hali, karşılıklı bilme-bildirme eylemi. Lakin “kafada temsil edilen bilgi, sözel çerçeveye konmuş bilgi” kısmını pek karşılamıyor. O bağlamda, mecbur, yorgun eşeğimiz bilgi’yi işe koşmaktan başka çaremiz yok. Give me some information = biraz bilgi veriniz. Tr. bilgi = Ar. ilim, irfan, haber = İng. knowledge, information.
*
Biraz da spekülatif alana adım atalım isterseniz. İlla doğru olmasa da zevklidir.
Xabara fiilinin farklı anlamları var dedik. Neymiş bunlar? “Toprağı sürerek yumuşatmak” ya da “su birikmesiyle toprak özlenmek.” Ayrıca “yemeğe yağ eklemek”. Ayrıca “dişi deve sütlenmek.” Kel alaka, belli değil. Ayrıca xabr ve uzun a ile xabār“suyun birikerek yumuşattığı toprak” ve “bir tür yumuşak meşin su tulumu”. Xubara“yağ ve et suyuyla yumuşatılmış ekmek yemeği, papara”.
Sözlükteki bir sonraki maddeye gözümüz takılıyor: xabaraخبر, ardından bir nokta farkıyla xabazaخبز. Sami dillerinde r ve z akraba seslerdir, birçok kelimede birbirine karışırlar. Türkçede de öyle değil mi? Semir-mek derken dilin ucunu bir milim arkaya çekin, semiz elde edersiniz. Gör-mek’ten göz, kudurmak’tan kuduz vs.
Xabaza ne demek? “Hamur yoğurmak, ekmek yapmak”. Xubz“(mayalanmamış) hamur topu, ekmek”. Xabbāz“hamurcu, ekmekçi”. Buradan bakarsak “yumuşak ve cıvık toprak” uyar. “Yağlı sulu ekmek bulamacı” uyar. “Yumuşak meşin tulum” uyar. Devenin az dolu memesinin kıvamı da uyar tahminimce. Ya peki haber uyar mı?
Aklımıza Latince forma ile eş anlamlı olan diğer bir sözcük, figura geliyor. Fiil kökü fingere: “eliyle şekil vermek”, “hamur yoğurmak”, “çömlekçi balçığı yoğurmak”. Eski zaman insanlarının yaptığı kilden figürleri düşünüyoruz. Ekmeğe benzemez değil. Ayrıca fiilin derivatif anlamları “To form by instruction, to instruct, teach, train; to form mentally or in speech, to represent in thought, to imagine, conceive, think, suppose”: kafasında canlandırmak, düşünmek, kavramak... İngilizce to figure out: “kavramak, kafada netleştirmek”. Asıl kök fig-, perfekt hali fixi, fixus, fiil adı figura.
Ham algıyı kafanda hamur gibi yoğuruyorsun, biçim veriyorsun. Haber oluyor, information oluyor. Anafikir bu sanırım.

Anadolu'da gezintiler: Muş Bulanık ilçesi

$
0
0

Index Anatolicus’u basılabilir hale getirmek için yoğun bir çalışma sürüyor. O vesileyle dikkatimi çeken yerleri not alıyorum. Birini paylaşayım. 
Muş’un Bulanık kazasının Yirminci yüzyıl başında 66 köyü görünüyor. Bunlardan otuzunun nüfusu tamamen veya çoğunlukla Ermeni. Ermeni köylerinin adları: Abri, Adgon, Akrag, Arıncik, Gebolan, Hamzaşêx, Harabeşehir, Hoşgeldi, Kakarlu/Kekeli, Karağul, Koğak, Kopo, Kuştiyan, Latar/Leter, Liz/Laz, Mescidlü, Mirbar, Mollakend, Odınçur, Pırkaşen, Piran, Piyonk, Plur, Rüstemgedük, Şêxveliyan, Şêxyakub, Şirvanşêx, Teğud, Yoncalu. Görüldüğü gibi köy adlarının on kadarı Ermenice (Abri, Akrag, Arınçig, Pırkaşen, Plur, Teğud...), diğerleri Kürtçe (Kuştiyan, Piran, Piyonk, Şêxveliyan...), hatta Türkçe (Hoşgeldi, Mescidlü, Mollakend, Yoncalu...).
İslami kurum ve kavramlara işaret eden adların çokluğu dikkatimizi çekiyor (Mescidlü, Hamzaşêx, Mollakend, Şêxveliyan, Şêxyakub, Şirvanşêx...). Önceden İslam köyü olup sonradan Ermenileşmiş olabilirler mi? İmkansız gibi. Tesadüf ettiğimiz bir örnek de o ihtimali bertaraf eder nitelikte. 1556 tarihli Hınıs kazası tahrir defterinde (sonradan Bulanık’a bağlanan) Mescidlü köyü “Zimmi Ermeni” karyesi olarak kayda geçmiş. Bundan çıkaracağımız en makul sonuç, Osmanlı’nın tahrir ettiği veya edebildiği alanlardaki köylere rastgele Türkçe isimler verilmiş olduğu. Bu nedenle Hınıs’ta – ve Bulanık’ın daha önce Hınıs’a bağlı olan kuzeybatı kesiminde – Türkçe adlar var, geri kalan kısmında yok.
Diğer 35 dolayında köyün tümü Kürt köyleri. Bunların bir-ikisi hariç tümünün adları Kürtçe veya Türkçe/Kürtçe, nüfusları genellikle az, konumları marjinal, dağlık ve çorak yerlerde. Hemen hepsinde yer adı kişi veya sülaleye işaret ediyor (Abdalbayezid, Alibonciyan, Hesengoran, Mamanlu, Mollamustafa, Muradibeğ, Şêxberat, Şirezler...). Bundan çıkaracağımız sonuç, Kürt yerleşimlerinin genellikle a) daha geç tarihte, b) yerleşik tarımsal alanın dış çeperlerinde, c) sülale veya cemaat yerleşmesi şeklinde ortaya çıktıkları. Bu tanımlara uymayan iki üç yer sayabiliyoruz (Xaçlu, Tırconk...). Bu yerlerde üç beş hane Ermeni nüfusun varlığı, daha önceki Ermeni nüfusun göçmüş veya Kürtleşmiş olabileceğini düşündürüyor.
19. yy’ın son çeyreğinde Osmanlı idaresi bölgeye “Türk” veya “Çerkes” sıfatıyla anılan bir miktar muhacir yerleştirmiş. Bunlar 1878’de Rus yönetimine giren yerlerden göçen Oset, Çerkes ve Karapapak’larla Kars-Ahıska Türkleri olsa gerek. Kevorkian-Pabuççiyan’ın verdiği sayılardan çıkarabildiğimize göre sayıları oldukça az. Hemen hepsi ellişer-yüzer kişilik gruplar halinde Ermeni köylerine iskan edilmiş. Sadece Simo köyü doğrudan Oset yerleşimi olarak görünüyor.
İlçenin bugünkü etnik kompozisyonuna baktığımız zaman ilginç birkaç nokta dikkatimizi çekiyor. Eski nüfusu kayda değer oranda Kürt içeren karışık Ermeni köyleri bugün yerli veya karışık Kürt nüfusa sahip (Abri, Kopo, Mollakend, Piyonk, Rüstemgedik, Harabeşehir). Saf veya safa yakın Ermeni köylerinin bugünkü sakinleri ya Erivan vilayetinden muhacir gelen Redkan Kürtleri (Akrak, Arınçik, Hamzaşêx, Hoşgeldi, Koğak, Piran ile kısmen Şêxveliyan, Şirvanşêx, Odınçur), ya Karapapaklar (Kekeli, Latar, Mescidlü, Mirbar, Pırkaşen, Plur, Şeyxyakup, Yoncalı), ya da kendilerine “Ahıska Türkü” unvanını yakıştıran Gürcistan muhaciri Türkler (Teğud, kısmen Şirvanşêx). Çerkes ve Osetler şehirlere göçüp yerlerini Kürt unsuruna bırakmışlar. Karapapak ve diğer Türklerin de demografik trendler karşısında uzun vadede nüfuslarını korumaları zor görünüyor.
Öyle görünüyor ki Cumhuriyet yönetiminin ilçedeki başlıca sonucu, bölgenin diğer illerinde olduğu gibi, yüzde yüze yaklaşan oranda bir Kürt ekseriyeti üretmek olacak.

Anadolu yer adları kaç çeşit? - I

$
0
0

“Asıl Anadolu” ya da eski deyimle “Rum diyarı” derken Küçük Asya yarımadasının Fırat’ın batısında kalan kısmını kastediyorum. Bu makale kapsamında isterseniz Sivas, Malatya, Maraş, Antep’i de dışarıda bırakalım. Giresun’dan başlayıp Tokat, Yozgat, Kayseri ve Adana-Osmaniye’yi içeren bir kavis çizin. Onun batısından söz edeceğiz. Trakya’yı da dahil edeceğiz.
Bu bölgede kayıt altına aldığımız yaklaşık 28.000 yer adının kabaca dört, Cumhuriyet dönemini de sayarsak beş katmandan oluştuğunu görüyoruz. Sanırım Türkiye’nin gerçek sosyal tarihi de bu dört veya beş tabaka üzerinden anlatılabilir.
Tabaka 1
Kasaba adlarının önemli bir bölümü Rum’dan kalmadır. Bölgedeki 52 il merkezinden 31’inin adı Bizans mirasıdır: Adana, Afyon, Amasya, Ankara, Antakya, Antalya, Balıkesir, Bartın, Bilecik, Bolu, Burdur, Bursa, Çankırı, Edirne, Giresun, Isparta, İstanbul, İzmir, İzmit, Kastamonu, Mersin, Kayseri, Konya, Kütahya, Manisa, Muğla, Niğde, Samsun, Tokat, Uşak(?). Diğer 21’i Türkçedir. Bu bölgede 20. yy’da değiştirilen iki il merkezi adı olan Larende ve Rodosto’yu da eklesek sonuç 33-19 olur.
İlçeleri ele alalım. Bölgede halen var olan 660 dolayında ilçenin 250 kadarı 1987’den sonra yaratılmış köy ve mahalle kökenli yerlerdir. Eski ve köklü kasabalara tekabül eden öbür 400 ilçeyi ele alırsak 160 kadarının adının Rumcadan miras olduğunu (Abana, Ağlasun, Amasra, Anamur, Avanos, Aybastı, Bafra, Banaz, Bandırma, Bergama, Biga, Bigadiç, Bodrum, Bolvadin, Bor, Bornova, Daday, Datça, Demre, Devrek, Dinar, Edremit, Eğridir, Enez, Erdek, Ereğli, Ermenek, Fatsa, Finike, Foça, Gebze, Gediz, Gelibolu, Gerede, Hayrabolu, Honaz, İnebolu, İskenderun, İznik, Keşan, Ladik, Lapseki, Malkara, Manyas, Marmaris, Menemen, Milas, Mudurnu, Niksar, Pozantı, Silifke, Simav, Tarsus, Tavas, Terme, Tire, Tosya, Ula, Urla, Ünye, Ürgüp, Zile...), bir 40 kadarının da 20. yy başlarına dek Rumcadan miras ada sahipken Cumhuriyetten sonra Türkçe isme kavuştuğunu görürüz (Adırnas, Andifli, Ayas, Ayasluk, Balyanbolu, Eksere, Eskere, Gümenes, Irla, İstanoz, İstefan, Kirmasti, Lefke, Makri, Mergüze, Mihaliç, Nif, Siristat, Sis, Üskübü, Yarangüme...). Rumca kaynaklı adını Cumhuriyet dönemine dek koruyan diğer 350 dolayında köyün birçoğunun eskiden kayda değer birer kasaba hatta kaza/nahiye merkezi iken sonradan sönen yerler olması dikkatimizi çeker (Adala, Ağras, Apolyont, Ayaş, Bavlı, Bellibol, Birgi, Borlu, Gelegre, Hoyran, Karsantı, Kerme, Mendehor, Ravlı, Serçin, Yarangüme, Yorandı...).
Özetle, bölgede en az 20. yy’a dek korunan Rumca yerleşim adları 600 dolayındadır. Bölgede Rumca ve Türkçeden başka dilde yer adı yoktur. Bir avuç Ermenice, Kürtçe, Çerkesçe, Slavca istisna varsa, bunlar resmi bir niteliği olmayan yerel lakaplardır. [NOT 1: Trabzon ve Rize’de kaydedebildiğim 500 dolayında Rumca yer adı incelenen bölgeye dahil değildir.] [Not 2: Rumca olduğunu belirttiğim adların bir bölümü, Ankara ve İzmir gibi, Yunan-öncesi dillerden aktarılmış olabilir. Ancak burada önemli olan Türkçeye Rumca kullanımdan gelmiş olmalarıdır.]
Saydığımız yerlerin hemen hepsi en az 15. yy’dan beri nüfus ağırlığı Müslüman/Türk olan yerlerdir. Yani “Rum köyleri/kasabaları” dediğimiz yerler değildir. Bazılarında son 500 yılda belki münferit bireyler dışında Rum nüfusun izine rastlanmaz. Hatta rahatlıkla diyebiliriz ki Anadolu’da bir yerin adı Rum kökenli ise o yerin (Cumhuriyetten hemen önceki) nüfusunun Rum olmaması baskın ihtimaldir. [NOT 3: Anadolu’da eskiden kalma Rum yerleşimleri Ege ve Marmara’nın deniz kıyıları, Kapadokya-Niğde, İnebolu sahili ve Trabzon-Rize’de yoğundur. Ege ve Marmara’nın iç kesimindeki çok sayıda Rum köyü 19. yy’da göçlerle kurulmuştur. Bu sonuncuların büyük çoğunluğunun adı Türkçedir; Rumca adları varsa genellikle resmi niteliği olmayan adlardır.]
Bu gözlemlerden çıkardığımız ilk sonuç şudur: Demek ki Türklerin, fethettikleri yerleşim birimlerine mutlaka Türkçe adlar vermek gibi bir tercihi yokmuş. Eskişehir, Bursa-Yenişehir, Aksaray, Alaşehir, Safranbolu, Taşköprü gibi birkaç yerde istisnaen Türkçe adlar tercih edilmiş; fakat çoğu yerde, hatta Selçuklu ile Osmanlı’nın dört başkentinde, Rumcadan devralınan ismi Türkçenin ses düzenine uydurup benimsemek yetmiş. Özellikle şehir ve kasaba adları gibi, uyduruk birtakım köylere oranla ideolojik müdahaleye daha cazip hedef oluşturan yerlerde Türkçeleştirmeye yönelik ciddi bir çaba görülmemiş olması dikkat çekicidir.
Türkler bu yerlerde bir süre Rum yönetimi altında yaşadıkları için Rumca isimlere “alışmış” olabilirler mi? Bu sorunun cevabı olumsuzdur, çünkü fetihten önce birtakım Türkler münferit olarak bu yerlerde yaşamış olsalar dahi, fetih sürecinde Türklerin hiçbir yere muhacir ya da mülteci olarak sığınmadıkları, her zaman siyasi erk sahibi olarak geldikleri bilinmektedir. Dolayısıyla yeni dönemin adlandırmasında siyasi inisyatif her zaman Türklerin elindedir. Çoğu örnekte bu inisyatif, eski adın korunması yönünde kullanılmıştır.
Vurgulayacağımız öbür husus, adı korunan yerlerin çoğunun “şehir” ve “kasaba” niteliğinde yerler olmasıdır. Köyler yok muydu, ya da terk edilmiş miydi? Bu mümkün değildir, çünkü öyle olsa kasabalar yaşayamazdı. Kaldı ki köyler faraza terk edilmiş bile olsa kaydı, tapusu mutlaka bir yerlerde vardır. Yeni maliklerin edindikleri yerin adını arayıp bulması işten değildir. Ve nihayet en önemlisi, Fırat’ın doğusunda kalan yerlerde ve Trabzon-Rize’de köylerin, hatta mezra, mahalle, yayla, mevki, pınar, kaya ve tarlaların yerli dildeki adı hemen her zaman korunmuşken batıda bunun yapılamamış olması için makul bir sebep gösterilemez.
Benim aklıma gelen en mantıklı açıklama, Osmanlı devletinde kasabaların (ve bazı irice köylerin) hukuki statüsünün alelade köylerden farklı olması, dolayısıyla iki vakada iki ayrı adlandırma stratejisinin izlenmiş olabilmesidir.
Acaba kasaba ve şehirler sivil hukuka tabi nispeten özgür (beledi) birimler iken, geri kalan yerlerin miri arazi olması aradaki farkın asıl nedeni olabilir mi?
(devam edecek)


Sonradan eklenen: Türkiye'de Yunanca kaynaklı adların dağılımı.

Anadolu yer adları kaç çeşit? - II

$
0
0

Dünkü yazıda “asıl Anadolu” adını verdiğimiz, Giresun’dan başlayıp Tokat, Yozgat, Kayseri ve Adana-Osmaniye’yi içeren kavisin batısında kalan bölgenin yer adlarından söz ettik. Bunların beş tarihi katmandan oluştuğunu belirttik. İlk katman Rumcadan kalma adlardı. İkinci katmanla devam ediyoruz.
Katman 2
Bölgede 20. yy başında var olan yerleşim adlarının yaklaşık üçte ikisi, Osmanlı devletinin 15. yy ortası ile 16. yy son çeyreği arasında derlediği tahrir defterlerinde kayıtlıdır. Bir başka deyimle, Index Anatolicus’ta Giresun-Sivas-Adana hattı batısında kayda geçirdiğimiz 30 bin civarında yer adının 18 bini aşkın kısmı en az 450 ila 550 yıllıktır. Gerçekte bölgeye ait tahrirlerde yer alan isim envanteri 40.000’e yaklaşır; fakat bunların büyük bir bölümü bugün kaybolmuş ya da (çalışmamıza almaya imkan bulamadığımız) mahalle ve mevki adları olarak korunmuştur. Bir bölümü 550 yıldan daha eski olabilir; ancak bunu bilemeyiz, çünkü Anadolu’nun 1450’ler öncesi köy envanterine ilişkin elde dişe gelir hiçbir kaynak yoktur.
Bu adların ezici çoğunluğu Türkçedir. Bursa, Edirne, İzmir gibi batı illerinde, Rumcadan miras olan kasaba adları dışında, eski köy adlarının yüzde 97-98’i bulan bir bölümü Türkçedir. Kastamonu, Karaman, Kayseri gibi Osmanlı’ya daha geç katılan yerlerde bu oran yüzde 80’lere kadar düşer. Fırat hattının doğusu ile Trabzon-Rize’de Türkçe oranı yüzde sıfır ila 25 mertebesindedir.
Bu verilerden, 15.-16. yüzyıllarda “asıl Anadolu” taşrasının yüzde yüze varan bir oranda Türklerle meskun olduğu sonucunu çıkarabilir miyiz?
Soruyu birkaç gözlemle cevaplandırmaya çalışalım.
Birinci gözlem. İlgi alanımıza girmeyen Hınıs kazasının 1556 tarihli tahririnde yazılı bin kadar köy ve mezranın 20 ila 30 tanesi hariç tümünün adı Türkçedir. Oysa bu tarihte Hınıs nüfüsunun ezici çoğunlukla Ermeni olduğunu bilmekteyiz. Diğer yandan, komşu Erzurum’un merkez ilçelerinde Türk nüfus oranı her zaman Hınıs’tan daha yüksek olduğu halde, 20. yüzyıldan eski olan Türkçe yer adları yüzde elliyi bulmaz. Demek ki adlandırma pratiğiyle yerel nüfus arasında doğrudan bir korelasyon yoktur, veya olmayabilmektedir.
İkinci gözlem. Tahrir edilmiş adların en belirgin özelliği olağanüstü yeknesaklığıdır. Onlarca vilayetin yüzlerce kazasında, benzer isimler sonsuz monotonlukla tekrarlanır: Akçaören, Akçaşar, Akyazı, Armudalanı, Balçıklı, Bayramlu, Beğyurdu, Beşdam, Boyalıca, Dereköy, Derince, Dikmen, Durali, Durgutlu, Elmacık, Eriklü, Fakıhlar, Göğcedere, Gölköy, Hacılar, Hisarköy, İlyaslu, İmamlu, Karaaliler, Karacaören, Kızılcakilise, Kızılhisar, Kozalanı, Kozlu, Kozluca, Kuruova, Sarıkaya, Şeyhhasan, Tepecik ve benzerleri... Doğal sayılacak bir durum değildir bu. Dilde en ufak bir bölgesel varyasyon, yerel gelenek veya lehçe izi görülmez. Bölgeye has adlandırma pratikleri yoktur. Dünyanın birçok yerinde – ve Türkiye’de 2. tabaka dışındaki yer adlarında – bir köyün adından yaklaşık olarak hangi bölgede olduğunu tahmin edebiliriz; tahrirlerde yer alan yerleşim birimlerinde bunu yapamayız.
Yine dünyanın her yerinde ve Türkiye’de 3. tabaka adlarda yaygın olan alaycı, iğneleyici ve aşağılayıcı yer adları (Çapulcular, Dönmeler, Bitlimuhacirler, Piçalioğulları gibi) yoktur. “Yabancı” etnik durum belirten yer adları (Kürtköyü, Çingenbayırı, Boşnaklı, Tatlar, Acembezirgan gibi) bulunmaz.
Dünyada tipik olan yer adları ya o yerin sakinlerinin kendilerine verdiği addır, dolayısıyla güçlü bir şekilde yerel lehçeyi ve geleneği yansıtır. Ya da çevre halkının onlara taktığı addır, hemen her zaman dışlayıcı ve aşağılayıcı bir boyut taşır. Burada her ikisi de olmadığına göre, üçüncü bir olasılığı düşünmek zorundayız.
Akla ABD ordusunda kullanılan Alpha, Bravo, Charlie gibi kod adları, ya da eski Sovyetler Birliğinde sonsuza dek tekrarlanan Oktyabr, Proletarskii, Moskva, Krasnaya Zvezda gibi kolektif çiftlik adları gelmektedir. Adeta tek bir elden, renksiz, kokusuz, kişiliksiz seri adlar üretilmiştir.
Üçüncü gözlem. Oğuzların 24 boyu olduğu rivayet edilen aşiret adları, tahrir köyleri envanterinin değişmez öğelerindendir. Avşar, Bayat, Bayındır, Beğdilli, Büğdüz, Çavundur/Çandır, Çepni, Dodurga, Eymür, Halkaavlı, İğdir, Kargın, Kayı, Kınık, Kızık, Yüregir isimleri, şaşmaz bir yeknesaklıkla her kazada karşımıza çıkar. Daha önceki bir yazımda belirttiğim üzere, bu adların harita üzerindeki dağılımı random dağılımdır. Herhangi bir ad herhangi bir bölgede yoğunlaşmaz, herhangi bir bölgede seyrelmez. Oysa gerçek dünyada hiçbir tanımlı insan grubu bu şekilde dağılmaz; belli bir veya birkaç noktada yoğunlaşıp uzağa doğru seyrelir.
Bundan çıkaracağımız en makul sonuç, bu isimlerin reel bir etnik kimliğe tekabül etmedikleri, belki keyfi olarak masa başında verilmiş isimler olabilecekleridir.
Dördüncü gözlem. Bazı tahrirlerde ayrıntılı nüfus bilgileri verilmiştir. Diğerlerinde ise yerleşim birimi başına sadece iki, üç, beş nefer Müslüman yönetici ve güvenlik görevlisi gösterilir.[1] Bu kişilerin yönettiği veya güvenliğini sağladığı ahalinin kimler olduğu belli değildir. Bunları Avrupa’daki serfler, ya da Amerikan kolonilerindeki cholo’lar veya zenci kölelere benzer koşullarda çalıştırılan tarım işçileri olarak düşünmek yanlış olmaz. Ne kadarı yerleşik cemaattir, ne kadarı işletmenin ihtiyaçlarına göre transfer edilebilen menkul nüfustur? Ne kadarı dönemin sonsuz savaşlarında elde edilmiş harp esiridir?[2]Çoğunun en azından nominal olarak Hıristiyan olduğunu varsaysak, bunun anlamı ve derecesi nedir? Bu konularda ne yazık ki fazla bilgimiz yok. Osmanlı’nın gerçek sosyal tarihi, keşfedilmemiş bir kıta olarak kalmaya devam ediyor.  
Sonuç olarak Osmanlı tahrirleri soyut bir coğrafya etüdü değildir, miri arazi envanteridir. Amacı vergi tahsilatını optimize etmektir. Derleyen kurum maliye defterdarlığıdır. Tüm üretim birimlerine, günümüzdeki vergi numarası gibi, standartlaştırılmış muhasebe isimleri vermiş olmaları makul görünüyor. Bu adlar resmi işlemlerde esas kabul edildiğinde yerli halkın bunlara alışıp ayak uydurması üç beş yıldan çok sürmemiş olsa gerekir.
(devam edecek)




[1]Cahiller tarafından yazılan günümüz Türkiye’sinin yerel tarihlerinde bu köyler üç beş nüfuslu Müslüman köyleri olarak değerlendirilir.
[2]Evliye Çelebi seyahatnamesinden edindiğimiz izlenim, 17. yy harplerinde her ordu mensubunun serbest piyasada satmak veya işçi, cariye, hizmetkar olarak kullanmak üzere evine birkaç esirle döndüğü yönündedir.

Anadolu yer adları kaç çeşit? - III

$
0
0

Türkiye’nin “Asıl Anadolu” adını verdiğimiz batı ve orta bölümleri ile kuzeyde Giresun’a, güneyde Adana-Osmaniye’ye ulaşan alanın yer adlarını analiz etmeye devam ediyoruz. Bugün üçüncü, yarın dördüncü tabakalar.
Tabaka 3
Bölgedeki 28.000 yer adından sekiz ila on bin kadarı[1] 15. ve 16. yy’lardaki Osmanlı tahrirlerinde yer almaz. Bu yerlerin bir kısmı belki tahrirlerde başka adla boy gösterip sonraki ad değişikliğini belgeleyemediğimiz yerlerdir; ancak böylelerinin ender olduğunu tahmin ediyorum. Diğerlerinin çoğu 17.-18. yy’larda ve en geç 19. yy’ın ilk çeyreğinde ortaya çıkmış yeni yerleşimler olmalıdır. Kuruluş öykülerini takip etmek olağanüstü zordur, çünkü Anadolu’da 1600’lerin başından 1830’lara dek süren anarşi çağına ait yazılı belge çok azdır –  arşivlerde eğer varsa ben haberdar değilim.
 Bu gruptakilerle ilgili gözlemlerimiz şöyle:
1. İnternette bulabildiğim sözlü anlatımlar (kuruluş mitleri) sıklıkla “350 yıl önce atalarımız filan yerden gelmiş” kalıbını tekrarlar. Bu anlatılar yukarıda çizdiğimiz tarihi çerçeveyi teyit edicidir; bu yerlerin çoğunun iç göç sonucu oluştuğu tezini destekler.
2. Sözlü anlatıların hemen hepsi, köyün “Türkmen yerleşimi” olduğu noktasında birleşir. Karakeçili, Kızılkeçili, Tacirli, İnallı, Çakallı, Eşmeli, Savcıllı, Honamlı, Şerefli, Hotamış, Horzum, Caber, Barak, Şam Bayadı, Boynuyoğun, Cabbarlı, Cerid, Elmalı, Tekeli, Mortına/Murtuna, Terikanlı/Delikanlı, Cihanbeğlü, Atmanlı/Etmanlu, Okçiyan, Ceceli, Tahtacı, Varsak, Sarıveliler, Kıbrısi... gibi aşiret ve cemaat adları anılır. Bu adların hemen hiç birinin 17. yy öncesinde bir geçmişi yoktur. Buna rağmen, bu toplulukların efsanevi “Oğuz boyları” ile akrabalığı (herhangi bir delil ve hatta mantıklı bir öykü ileri sürme gereği duymaksızın) vurgulanır.
Yer adları sıklıkla aşiret/cemaatin veya kurucu kişinin adıdır. Birçoğunda cemaat adı tipik İkinci Tabaka adına niteleyici olarak eklenir: ŞerefliKoçhisar, ÇepniKaradere, SancaklıBozköy gibi. (Şerefli, Çepni ve Sancaklı aşiret/cemaat adıdır.)
3. Göçlerin yönü hemen her zaman güneyden ve doğudan kuzeye ve batıya doğrudur. Anadolu’daki birçok göçer cemaatinin Musul, Halep, Şam, Diyarbakır, Maraş taraflarından “koptuğu” anlatılır. Birçok sözlü efsanede “Horasan” adı geçer; ancak Horasan sözcüğünün Fars dilinde sadece “doğu” (Orient) anlamına geldiği hususu gözden kaçırılır.
4. Dönemin idari yazışmaları içeren mühimme defterlerinde Kürd/Ekrad unsuru çarpıcı bir sıklıkta anılır. Fırat batısındaki Kürt yerleşimleri bu dönemde ortaya çıkmıştır. Cihanbeyli, Kulu, Haymana, Polatlı, Çorum, Mecitözü, Kırşehir-Çiçekdağı, Aksaray gibi belli başlı Kürt göçü odakları bunlar arasında sayılabilir. Yanısıra, beklenmedik yerlere dair şöyle bilgilere rastlanır: Yıl 1706, “Simav kazası karyelerine göçen on bin kadar Kürd ve Türkmen taifelerinin ahali hudutlarına, bahçelerine ziyanları dokunduğundan...” 1739: “Biga sancağında mütemekkin göçebe taifesinden Badıllı Ekradı kendi hallerinde olmayıp enva-ı şakavet ve habaseti irtikab ettiklerine dair...” 1772: “Lekvanik Kürd aşireti perakendesinden Rumeli'de Malkara ve Keşan vesair mahallerde bulunan Kehvanlı cemaati ve tevabii...” 1809: “Elbistan civarında kain Asandere nam mahalde iskan edilen Kılıçlı Kürd Aşireti şakavette bulunduklarından Rakka dahiline nakil ve iskanları.” “Bolvadin, Teke ve Hamid livalarında azeban ve yörükan-ı Ekrad mukataaları”, “Teke sancağındaki Kürtlerden Elmalı nahiyesinde kain Mortana/Murtuna Aşireti Yörükan Cemaati.” “Kütahya sancağı dahilindeki Siroz maa Tefen kazasına tabi Karamanlı, Bedirli ve diğer köylerde adam öldüren, ırza tecavüz eden ve mal yağma eden eşkiyadan Kürd Mehmed oğlu İsmail ve avanesi...” 1899: “Gemlik civarında Karacaali karyesinde sakin sabıkalı Kürd Abdurrahman ve arkadaşları Şeyho, Süleyman ve Hüseyin'in halka zarar vermelerine ve inzibatı yok etmelerine meydan verilmemesi.”[2]
Dönemin yazışmalarında “Kürd/Ekrad” kimliği ile “Türkmen/Etrak” kimliği sık sık birbirine karışır. Karakeçili/Şexbizinli, Badıllı/Beğdilli, Çakallı gibi bazı aşiretlerin ne kadar Kürt, ne kadar Türkmen, ya da Türkleşmiş Kürt ve Kürtleşmiş Türkmen oldukları meçhuldür. Buna karşılık eski kaynaklarda Kürd/Ekrad olarak anılan cemaatlerin birçoğu günümüzde “Türkmen” olduklarını şiddetli bir tutkuyla ileri sürerler.
5. Yine aynı dönemde Sivas kökenli büyük Alevi/Kızılbaş diasporası gerçekleşir. Çorum, Maraş, Kayseri ve Malatya’da çok sayıda Alevi köyü bu dönemde ortaya çıkar.
6. 17. yy’ın ilk on yılında Doğu’dan Batı Anadolu’ya büyük mülteci kitleleri şeklinde Ermeni göçü gerçekleşir. Kastamonu, Yozgat, Adapazarı, Bursa, Bilecik, İzmit ve Tekirdağ’daki yüze yakın Ermeni yerleşimi bu dönemde kurulur. Bu yerleşimlerin istisnasız hepsinin adı Türkçedir: Büyükbeğli, Cerrah, Yoğurdukara, Suluca, Belençal, Armağanşah>Armaş, Burunkışla, Karayakup, Melikşah, Eşme... Çoğunun, önceden Türkçe adı olan önemsiz yerlerde iskan ve/veya satın alma yoluyla kurulduğu anlaşılıyor.
Yalova ve Bursa-Orhangazi dağlarında göçebe yaşam süren Ermeni eşkiya “güruhları” probleminin 18. yy ortalarına dek giderilemediği belirtilir.
7. Batı Anadolu’da Çingân, Kıbtiyan, Zengen, Zenger, Çenger, Çengel, Çengiler, Sepetçiler gibi adlar taşıyan yerleşimlerin hemen hepsi Osmanlı tahrirleri çağından sonra beliren yerler arasındadır. Anamur-Silifke yöresinde halen “Türkmen” olmakla övünen yerlerin birçoğu eski Osmanlı kayıtlarında Kıbtiyan ya da Yörükân-ı Kıbtiyan, yani “Çingene göçerleri” adıyla boy gösterir.
8. Çağdaş Türk tarihçiliğinin tercih ettiği etnik tasniflerin gerçekte ne kadar etkili olduğu soru işaretidir. Arap, Mehmet ve Gavur sıfatlarını yan yana getiren şöyle bilgilere sık sık rastlanır – 1758 “Levend eşkıyasından Gavur Hacı ve Kör Mehmed ve İnce Arab namındaki şakiler 2700 kadar levend ile Erzurum tarafından kalkıp Sivas dahilinde Kangal ile Zara arasında Karaçayır denilen mahalde ikamet eyledikleri...”
9. Bu tabakada yer alan yerleşimlerin çoğu ilçe merkezinden ve ovalardan uzak, marjinal, çorak, tepelik yerlerdedir. Pek çoğu, kaba tabirle “köpek bağlasan durmaz” denilecek nitelikte yerlerdir. İnsanlar bu yerlere neden yerleşir? Belki devlet zoruyla iskan edilmiş ya da başka çareleri kalmadığı için konmuş olduklarını düşünmek gerekir. (Belki de hayvancılıkla geçinen toplulukların ihtiyacına uygun olduğu için böyledir, emin olamadım.)
Özetlersek, 17. ve 18. yy’larda Anadolu’da batıya ve kuzeye doğru büyük bir göç yaşanmıştır. Göçenler uzun süre yurtsuz kalmış, yerleşik tarım toplumlarının gözünde “eşkiya”, “çapulcu”, “dinsiz” ve hatta “çingene” imajı taşımışlardır. Nihayet bir yere yerleştiklerinde, kurdukları köylere ya bir cemaatin ya da şefin adı verilmiş, ya da Uğursuzlar, Delibozuklar, Harami, Çepni, Dönekler, Çirkinoba, Kötüköy, Yalınayak, Bednam gibi aşağılayıcı sıfatlar tercih edilmiştir.
Bu köylerin ne kadarı ve hangi anlamda “Türkmen” köyüdür?
Bir kere belirtmek gerekir ki Osmanlı idari terminolojisinde “Türkmen”, etnik olduğu kadar siyasi bir tanımlamadır. Eski Osmanlı arazisindeki göçebe topluluklara Yörük denir; buna karşılık Osmanlı’nın aşağılayıcı bir tonla “Türkmen emirlikleri” diye nitelendirdiği eski Akkoyunlu, Dulkadriye ve Memluk ülkelerinden gelen göçerlere topluca Türkmen adı verilir. Bu anlamda anadili Türkçe olmayan bazı topluluklar da, gelmiş oldukları yerler nedeniyle “Türkmen” olabilirler. Sık sık karşımıza çıkan “Türkmen Ekradı” deyimini, bu nedenle, “Türkmen illerinden gelen Kürtler” diye yorumlamak makuldür.
İkincisi, şiddetli asayişsizlik ve hukuki belirsizlik ortamında yaşama tutunmaya çalışan toplulukların, gerçek kökenleri ne veya neler olursa olsun, kendilerini “Türkmen” olarak tanıtmaları ve güçlü birtakım aşiret birliklerinin koruyucu ismine sığınmaları için yeterli motivasyon vardır. Birlikte hareket eden karışık bir grubun içinde Türkmen unsuru varsa, diğerlerinin de Türkmenlik iddia etmesi akılcı bir tutumdur. Her halükarda, devletin zararlı ve yasadışı saydığı bir hayatı sürdüren toplulukların kendi kimliklerine ilişkin beyanına güvenilmez. 17.-18. yy koşullarında devletin ya da herhangi birinin böyle beyanları tahkik edip doğru mu yanlış mı sınayacak imkanı olduğunu da sanmıyorum.
 “Türkmenlik” iddiasının pratik ve psikolojik gerekçeleri, aradan geçen üç yüz yıla rağmen, bugün de ortadan kalkmamış görünüyor. Çeşitli nedenlerle köklerine ilişkin kuşkular taşıyan, özellikle Kürt, Çingene, Ermeni, Kızılbaş, Abdal, Poşa gibi itibar bozucu nitelemelerden en çok çekinen topluluklar, günümüzde de “Türkmenlik” savını en büyük şevkle ileri süren gruplardır. “Oğuz Türklerinin Bozok kolunun Sarıulus dalının Kızık aşiretinden Sarıhocalar sülalesinin Cigenler kabilesi” gibi tumturaklı şecere beyanlarını, bu anlamda, kuşaktan kuşağa aktarılmış derin bir korkunun ifadesi olarak değerlendirmek yanlış olmaz.
Bu olgunun sosyometrik profili çıkarılabilir mi, nasıl çıkarılabilir? Acaba bir sonraki grupta inceleyeceğimiz Rumeli muhaciri köylerinin ağırlıkla CHP’ye oy vermesi gibi, burada değindiğimiz grupların da tipik bir siyasi davranış kalıbı var mıdır? Buyurun, o halde, doktora tezi konusu: “Anadolu’da 1600-öncesi tahrirlerde adı görülmeyen fakat 1850’den eski olan yerleşimlerde MHP oylarının dağılımı”.
Bahse girerim maden çıkar.





[1]Bu ve önceki bölümdeki sayıları şöyle hesapladım. Domaniç, Bafra, Beypazarı-Nallıhan, Hınıs, Gelibolu, Çemişgezek gibi on kadar ilçenin tahrir kayıtları ile 20. yy başına ait köy listelerini dikkatle karşılaştırdım. %54, %61, %64, %76 gibi kabaca üçte ikiye denk gelen süreklilik oranları buldum. Ortalama %64 rakamını tüm yer adları sayısıyla çarptım. Vakit bulursam daha hassas bir sayım yapmam gerekecek.  
[2]Index Anatolicus sitesinde Deyar_Heyran adlı kullanıcının eklediği bu nitelikte 600 dolayında idari yazışma örneği bulabilirsiniz.

Anadolu yer adları kaç çeşit? - IV

$
0
0

Dördüncü bölümde Rumeli ve Kafkasya muhaciri yerleşimlerini inceliyoruz. Buradaki konuları daha önce bir iki yazımda işlemiştim. Tekrara düşersem affola.
Tabaka 4
19. yy’ın son çeyreğinde imparatorluğun kaybedilen vilayetlerinden Anadolu’ya büyük bir mülteci akını yaşandı. 1877-78 savaşından hemen önce ve hemen sonra geldiği söylenen bir buçuk milyonu aşkın mülteciyi yerli nüfusa oranlarsak, bugünkü koşullarda sekiz ila on milyon dolayında Suriyeli gibi düşünmemiz gerekir.
İlk akın yanılmıyorsam 19. yy ortalarına doğru gelen Kırım Tatarları idi. 1864’ten sonra onları Rusya’dan kaçan Çerkesler ve diğer Kafkas halkları izledi. 1878 hezimetinden sonra batıdan Bulgaristan ve Dobruca Müslümanları ile bir miktar Boşnak, doğudan Batum-Artvin yöresinin Müslüman Gürcüleri ile Borçka Lazları ve “dil bilmez Gürcüler” diye adlandırılan Ahıska Türkleri Anadolu’ya akın etti. 1900’e doğru Rumca konuşan Girit Müslümanları, 1913 hezimetinden sonra ikinci dalga Bulgaristan ve Makedonya Türkleri ile Pomaklar geldi.
Önceki dönemin iç göçünden farklı olarak bu kez ortada, ağır aksak da olsa işleyen bir devlet mekanizması vardı. Gelenler bir süre mülteci kamplarında sefil koşullarda bekledikten sonra sistemli olarak ülkenin dört yanına iskan edildiler. Resmi politika göçmenleri genellikle kırk-elli hanelik gruplar halinde var olan yerleşimlere dağıtmaktı. Uygulamada yeni gelenler çoğu zaman yerleşik halkı kaçırıp veya marjinalleştirip köylere sahip çıktılar. Birçok yerde yerli mahallesi ile muhacir mahallesi ayrışıp iki ayrı yerleşim niteliğini kazandı. Genel kural olarak eski yerleşim zamanla sönerken muhacir yerleşimi gelişip cazibe merkezi haline gelmeyi başardı. 20. yy’da Türkiye’de büyüyüp belediye ve ilçe merkezi olan yerlerin kayda değer bir oranı 19. yy sonunda kurulmuş muhacir yerleşkeleridir.
Muhacir yerleşimlerin birçoğu ilk dönemde Çerkesköy, Pomakköy, Tatarlar, Muhacirler gibi jenerik adlarla anılır. İlk Aziziye’ler, tespit edebildiğim kadarıyla 1868 yılında belirir. 1881-82 gibi bir tarihten itibaren +iye takılı neo-Osmanlıca muhacir köyu/mahallesi isimleri salgını ülkeyi sarar. Halen büyük çoğunluğu Bursa, Kocaeli, Sakarya ve Düzce’de olmak üzere ülke çapında sayısı 900’ü bulan +iye takılı yer adlarının hemen hepsi, 1868 ile 1925 yılları arasında kurulmuş veya adı değiştirilmiş muhacir yerleşimidir.
[Cumhuriyetten sonra göç azalarak devam eder. 1924’te Yunanistan’dan gelen 350 bin dolayında Lozan mübadilinin büyük çoğunluğu 1915-22 sürecinde boşaltılan Rum ve Ermeni köylerine yerleştirilmiştir. Bu yerlerin çoğu, zaten Türkçe olan eski adını korumuş ya da Cumhuriyet ideolojisinin tipik vatanlı, şehitli, kahramanlı adlarından birini edinmiştir. 1951 Balkan göçü ve 1989 Bulgaristan sürgünüyle gelenler gnellikle büyük şehirlere yerleştirilir ve Anadolu toponimisinde bir iz bırakmadan erirler.]
Geç Osmanlı dönemi +iye’li yer adlarının en yaygın konusu hanedan adlarıdır: başta Aziziye, Hamidiye, Reşadiye; sonra ataları Mecidiye, Mahmudiye, Selimiye, Muradiye, Orhaniye; hanedan unvanları Osmaniye ve Sultaniye.[1] Bunları şehzade ve diğer hanedan mensuplarının adları (Burhaniye, Nazımiye, Yusufizzeddin, Ertuğrul) ile daha sonraki devrin siyasi erkan adları izler (Talatiye, Kemaliye, İsmetiye). Birçok yer adı imar eylemini vurgular (Mamuriye, Umraniye, İcadiye), padişah bağışıyla ilgili övgü ve şükran bildirir (Şükraniye, İhsaniye, Hayriye, İkramiye, Nimetiye, Şevketiye, Şefkatiye, Senaiye, Memduhiye, Kadriye, Rahmiye, Atiye, Adliye, İclaliye, Ulviye), veya umut ve dilekleri dile getirir (Feyziye, Refahiye, Tevfikiye, Mesudiye, Mesruriye, Saidiye, Maksudiye, Nüzhetiye, İkbaliye). 1913’ten sonra Fethiye’ler, Zaferiye’ler, Cihadiye’ler modadır. Araya geç Osmanlı döneminin altın varaklı mobilyalarını anımsatan Eserihamid’ler, İhsanıhamid’ler, Mamuretülaziz ve Mamuretülhamid’ler, Bahşayişihamid ve Hamidabad’lar, Umranıhamid ve Zaferihamid’ler serpiştirilir.
Genel kural olarak +iye takılı Osmanlıca yer adlarının tümü 19. yy sonu ile 20. yy başına ait muhacir yerleşimidir. İdeolojik içerikli ağdalı Osmanlıca adlarla birlikte bu zümreden toplam bin kadar yer sayabiliyorum. Eski adını koruyan, ya da Çerkes, Pomak, Boşnak gibi etiketler alanlarla beraber toplam sayı 1200 ila 1500 olsa gerekir.
Bilindiği gibi bunlardan Rumeli muhaciri olanlar büyük çoğunlukla CHP’ye, Kafkasya muhaciri olanlar ise CHP veya AKP’ye oy verirler. Neden diye sormayın, bilmiyorum.


Tükiye'de +iye takılı yer adlarının dağılımı. (İki düzeltme. Adana, Hatay, Urfa ve Mardin'deki noktaların çoğu hakiki Arapça yer adlarıdır, bu makalenin ilgi alanına girmez.  Trabzon, Rize ve Artvin'dekiler Rumca ve Gürcüceden devşirilmiş +iya'lardır. Gerisi hemen hemen tam olarak 1864-1913 muhacirlerinin demografik dağılımını yansıtır.)


[1]Aziziye’ler 1876’da bıçakla kesilmiş gibi kesilir. Hamidiye’lerin bir bölümü 1909’dan sonra Reşadiye veya Osmaniye/Sultaniye olarak değiştirilmiştir. Mecidiye ve Mahmudiye’ler son dört padişahın babası ile büyükbabasını onurlandırır.  

Çıkan dört bölümün özeti

$
0
0

I.
Türkler Anadolu’ya göçmedi, Anadolu’yu fethetti. İkisi farklı şeylerdir. Farkı ne diye sorarsanız Güney Amerika’daki İspanyolları düşünün. Onlar da göçmedi, ya da göçtüyse yüzde beş, yüzde on göçtü. Yerli halk üzerinde egemenlik kurdular. Yönetici bir zümre olarak geldiler. Sömürdüler. 11. yahut 13. yy’da birtakım göçebe “Oğuzların” güruhlar halinde gelip yerli halkın bıraktığı boşluklara iliştiğini, köyler kasabalar kurduğunu zannedenin tarihten haberi yoktur.
Ya da 17. ve 18. yüzyılların iç göçünü geçmişe projekte etmektedir.
II.
Osmanlı devleti, 1453’ten ve hatta 1410’dan itibaren son derece rasyonel, acımasız bir sömürü düzeni kurdu. Kasabalar (ve belki bazı imtiyazlı köyler) İslam hukukunun çizdiği çerçevede nispeten özgürdü. Özel mülkiyet, miras, denetimli serbest ticaret normdu. Kırsal alan ise neredeyse tümüyle kamulaştırıldı. Yerliler serf statüsüne indirgendi. Raiyet/reaya sözcüğünü “serf” olarak çevirmek doğrudur. Tıpkı Fransa serfleri, Prusya Leibeigne’leri ve Rus smerd’leri gibi, reaya toprağa zimmetliydi. Davar ve değirmenle beraber, miri mülkün üretim unsurlarından biriydi. Karın tokluğu karşılığında devlete (ve onun yerel temsilcilerine) artı değer üretmekle mükellefti. Konuştuğu dilimsi şey ve takip ettiği birtakım ilkel töreler, devletin (Müslüman) temsilcileri nazarında mutlak kayıtsızlık konusuydu. Not etmeye bile değer bulmadıkları anlaşılıyor. Hoşgörü? Bir bakıma.
Anadolu ve Trakya’da kasabaların İslam-öncesi adları büyük ölçüde korundu. Miri arazideki yerleşimlere ise, sistemli olarak, devletin resmi dilinde kod adları verildi. Fırat’ın batısındaki kırsal yerleşimlerin büyük bir çoğunluğu bu dönemde adlandırılmıştır. Bu meyanda verilen Avşar, Beğdili, Kınık, Kayı gibi sembolik Oğuz adlarının, tıpkı Elmalı’lar, Kızılcaören’ler ve Hacıahmet’ler gibi, yerel halkın kimliğiyle herhangi bir ilgisinin bulunmadığı anlaşılıyor.
III.
Osmanlı sistemi 1580-90’larda çöktü. Önce Celali isyanları ve paşa kavgaları ile başlayan çöküş, Orta ve Doğu Türkiye ile Suriye’de güvenliğin tamamen ortadan kalkması ve büyük halk kitlelerinin yurtlarını terk ederek göçebe ve mülteci olması sonucunu doğurdu. Göçebe gruplar ekonomik yaşamın nispeten canlı kaldığı Batı illerine yönelerek, bu bölgelerin de kısa zamanda çapulcu ve eşkiya yatağına dönmesine yol açtı. Kamu gelirleri radikal bir şekilde azaldı. Miri arazi yağmalandı; tıpkı Sovyet ülkelerinde 1989 sonrası gibi, mafyalaşan kamu görevlilerine peşkeş çekildi. Bir kısmı daha sonra üçüncü şahıslara veya mülteci gruplarına satıldı veya kiralandı. “Mustafabey Çiftliği” ya da “Hekimbaşı köyü” cinsinden yer adları genellikle bu sürece tanıklık eder.
Anadolu’daki yerleşimlerin yaklaşık üçte birinin bu kaotik süreçte iskan edildiği ve adlandırıldığını sanıyorum. Bu yerlerin hemen hepsi “Türkmen” veya “Yörük” olma iddiasındadır. Kanımca karışık veya belirsiz kökenden gelen çok sayıda mültecinin, kaotik koşullarda bu kimliklerden fayda umduğunu söylemek daha doğru olur.
Belirtelim ki Fırat’ın doğusundaki Kürt yayılması da aynı kaos yüzyıllarının eseridir. Ağrı, Hınıs, Bulanık, Bingöl, Van gibi yerlerde verimli arazideki Ermeni köylerinin dış çeperindeki Kürt köylerinin hemen hepsi bu dönemde ortaya çıkmış görünüyor.  
IV.
Devlet açısından bir felaket olan bu göçlere karşı ekonomik ve idari bir tedbir olarak Osmanlı devleti 18. yy’ın ikinci yarısında Anadolu’ya Rum (ve belki daha az Ermeni) iskan etme politikası gütmüştür. Bizim Şirince dahil olmak üzere Anadolu’daki Rum köylerinin pek çoğu bu dönemde ortaya çıkar. Bu hadisenin gerek Rum gerek Osmanlı söylemindeki ideolojik yansımaları, üzerinde çok az durulmuş ilginç konulardandır. Bir neo-Bizans mümkün müydü? 3. Selim devrinde bu sorunun, Rum, Rus, Ermeni ve hatta Müslim pek çoklarınca sorulduğu anlaşılıyor.
19. yy’ın ikinci yarısında gelen Tatar, Çerkes, Gürcü ve Rumelili göçleri, Rum ve Ermeni kolonizasyonuna oranla hem demografik açıdan daha bereketli, hem ideolojik açıdan daha risksiz bir alternatif sağlamıştır. Bu dönemde Devlet eliyle kurulan sayısız Aziziye’ler, Hamidiye’ler ve Reşadiye’ler, üç yüz yıllık bir kaos ve anarşi aralığından sora Anadolu’nun Devlet öncülüğünde yeniden medenileştirilmesinin simgeleridir.

Osmanlı köle sever

$
0
0

Her toplumda seçkinler aristokratlaşma eğilimi gösterir. Seçkin (yani elit) demek, yetenekle, beceriyle, şansla ya da zorbalıkla, çok insanın hayatını belirleyecek kararlar verme pozisyonuna gelmiş kişi demek – bakan, komutan, fikir ve moda önderi, para babası, mafya babası, halk kahramanı, alim ve saire. Bunlar mesela yalınayak köylüyken oraya gelmiş olabilir, ya da aileden servet ve itibara varis olabilir. Elit olmak için aristokrat olmak gerekmez. Mantıken gerekmez yani, uygulamada bazen gerekebilir.
Aristokratlaşmak demek seçkinlerin kendini kapalı bir zümre ya da sınıf olarak tanımlaması demek. Yani giriş bariyerlerini yükseltmek; “içeriden” olmayanlara kapıları kapatmak. Nasıl yapılır? Umumiyetle son derece sofistike, taklidi güç birtakım toplumsal normlar oluşturulur. Bunlar kırk yılda zor öğreneceğin şeylerdir; bilmeyene “hop birader damsız girilmez” denip kapılar kapatılır. Fiiliyatta bunun anlamı elit pozisyonların elit aile çocuklarına tahsis edilmesidir. Bir “seçkinler kültürü” yaratırsan, kaçınılmaz olarak “iyi aile çocukları” üretmiş olursun. Bir sonraki kuşakta elit pozisyonlara onların gelmesini eşyanın tabiatına uygun sayarsın.
Eski Avrupa’da yağma ve çapul yoluyla arazi edinmiş ya da parasıyla zengin olmuş insanların kont, lord, dük gibi unvanlarla altsoylarını güvenceye almaları tipik bir aristokratlaşma örneğidir. Eğitimi elit pozisyonları için başlıca norm haline getirdikten sonra Harvard’ın fiyatını uçuk seviyelere çıkarmak bir başka aristokratlaşma modelidir. “Haza İstanbul beyefendisi” sıfatına layık görülen kişileri övüp beğenmek tipik bir aristokratçılık vakasıdır.
İmdi, aristokratlığın fazlası zarardır. Bunu herkes bilir. Kapıları kapatınca dışarıdaki akıllı, hırslı, yetenekli insanların öne çıkmasını önlemiş olursun. Seçkin babanın evladı genellikle vasata meyleder. Mirasyediden hayır gelmez. Aristokrasinin katılaşması bu nedenle toplumlara durgunluk ve beyin ölümü getirir. Bir süre sonra kapı dışında birikenler patlar, şatoları yakıp sahiplerini boğazlarlar. Barbarlar kazanır.
Lakin bir miktar aristokrasi iyi bir şeydir. Demokrasi çağında, hele Türkiye gibi avamperverliğin ibadet sayıldığı toplumlarda bunu söyleyen dayak yer gerçi, ama gerçek budur. Birkaç sebeple öyledir.
Birincisi insan tabiatı. Onca hırs, kavga, emekle bir yerlere gelmişsin; evladına bir gelecek sağlayamayacak olduktan sonra neye yarar? Gücünün ve itibarının en azından bir kısmını özelleştiremiyorsan zaten motivasyon ortadan kalkar, sinik ve ilkesiz olursun. Günü kurtarmaktan başka derdin olmaz. İtibar, eğer kalıcıysa değer taşır. Ya da kalıcıysa daha fazla değer taşır diyelim.
İkincisi kültür. Yani sanat, zarafet, üslup, edep, gusto, öyle şeyler. Bunlar elit zümrenin kendini dışarıdakilerden korumak için tel tel ördüğü kozadır. Her çağda ve her diyarda öyledir. Medeniyet dediğin de bundan başka bir şey değil zaten. Bunlar olmasa geriye güç mücadelesinin kanlı ve yırtıcı dişlerinden başka şey kalmazdı.
Üçüncüsü ve en önemlisi özgürlük. Bakın bu konu mühim. Boşuna hayal kurmayın: bir miktar aristokrasi olmadan özgürlük olmaz. Kıçı açık insan özgür olamaz; mevzi kazanmak ve yerini korumak için her gün vahşi hayvanlarla boğuşmak zorunda olan insan da özgür olamaz. İnsan yaşamında aklın ve vicdanın özgürlüğünü ön plana çıkarabilmek için dayanacak bir yerin olması lazım; toplumsal konumundan ve itibarından az çok emin olman lazım. “Bugün güçlü olanın hoşuna gitmezsem mahvoldum, yalınayak geldim yalınayak giderim” diye düşünen insanın özgürlük gibi bir lüksü olamaz.
Eğer bir miktar aristokrasi yoksa toplumda sadece o gün güçlü olanın borusu öter. Dün ve önceki gün güçlü olanların evlatları hala oradaysa, “dur bakalım hemşo, o iş senin bildiğin gibi değil” deme ihtimali – belki, bazen – olabilir.
Demek ki neymiş? Aristokrasinin fazlası zarar, azı da zararmış.Ölçü lazımmış.
*
Osmanlı devletinin temel içgüdüsü her türlü aristokrasinin üremesini ve kök salmasını önlemektir. Sadece ulema sınıfında (yani medrese mezunu alim ve fakih zümresinde) ırsi bir aristokrasinin ortaya çıkmasına göz yummuş ya da yummak zorunda kalmıştır; fakat onların devlet yönetiminde etkili olmasına izin vermemiştir. Asıl yönetici olan askeriye sınıfında ve daha sonra güçlenen sivil kalemiyede her zaman toplumun en alt tabakalarından gelenler tercih ve teşvik edilmiştir. Paşaların büyük çoğunluğu, herhangi bir ailevi geçmişi olmayan türediler ve kariyer memurlarıdır; bir kısmı satılmış köledir, Hıristiyan reayadan devşirilmiş esirdir, ya da yabancı sığınmacıdır. Belli bir asgari eğitim düzeyi gerektiren sivil bürokrasinin 19. yy’da öne çıkmasıyla beraber şehirli alt-orta sınıflar biraz daha avantajlı konuma geçer. Ama o zaman bile devlet, hazır eğitimli adam almaktansa elemanlarını meslekte eğitme yolunu seçmiştir. Yıldırım Bayezid’den sonra padişahlar asla soylu aileden kız almamış, soyu sopu belirsiz cariyeleri tercih etmiştir. Neme lazım, saltanata rakip çıkar.
Cumhuriyet rejiminin bu kadim geleneği aynen sürdürdüğünü görüyoruz. İki kademeli 1913/1923 devriminin ana iddiası, son devir Osmanlı’nın “monşerleşmiş” elit kadrolarını tasfiye etmektir. (Ondan sonraki otuz yıl boyunca Paris, Nis, Viyana, Kahire ve Beyrut, düşkün Osmanlı zadeganıyla dolup taşar.) Tek parti döneminde yetişen nispeten iyi eğitimli ikinci kuşak kadrolar 1960 ihtilalinden sonra acımasızca biçilir. Hasbelkader devlet teşkilatında kalmış nitelikli kadroların tamamını 12 Eylül rejimi tasfiye eder. (Öyle ki, ülkenin açık farkla en iyi elit okulu olan Robert Kolej’den benimle aynı yıl mezun olan 190 kişiden sadece bir veya ikisi kamu sektöründe iş bulur.)
Bugün olup bitenler de aynı geleneğin devamıdır. 1980 sonrasında yurt dışında eğitim gören ya da yurt dışından esen rüzgarlardan etkilenen ikinci ya da üçüncü kuşak burjuva çocuklarının neredeyse tamamı kamudan ve yüksek eğitim kurumlarından atılmıştır. Gezi parkında birtakım çocukça protestolar yapmak ya da yurt dışına iltica etmekten başka seçenek bırakılmamıştır. Yerlerine, elit kökenli olmamak dışında ortak paydaları olmayan yeni kadrolar atanmıştır. Hiç merak etmeyin, otuz sene sonra onların da suyu kaynar.
Osmanlı köle sever. Eski zaman Avrupa’sı gibi perukalı soytarılara, kibarzadelere prim vermez. Osmanlı’nın simgesi, okuması yazması olmayan ama padişaha sadakati sayesinde müşir ve paşa rütbesi kazanıp imparatorluğun en güçlü adamlarından biri olan Yedi Sekiz Hasan Paşa’dır.
*
Niccolò Machiavelli tüm zamanların en parlak siyasi düşünürlerinden biridir. Titiz ve çalışkan bir tarihçidir. Devrimci Floransa cumhuriyetinde 14 yıl kadar üst düzey devlet görevlerinde bulunduktan sonra rejim değişikliğinde hapsedilmiş ve işkence görmüştür. 1513 yılında hapisten kurtulduktan hemen sonra yazdığı Hükümdar adlı eserinin 4. başlığında Fransa ile Türkiye’yi kıyaslar. Yüz yıldır girdiği her savaştan galibiyetle çıkan ve zaten uçsuz bucaksız olan imparatorluğunu iki katına çıkarmanın eşiğinde duran Osmanlı’nın, uzun vadede kaybetmeye mahkum olduğu kanısını dile getirir.
Şöyle: (Çeviriyle uğraşamayacağım, kusura bakmayın.)
“The principalities of which one has record are found to be governed in two different ways: either (1) by a prince, with a body of servants, who assist him to govern the kingdom as ministers by his favour and permission; or (2) by a prince and barons, who hold that rank by inheritance and not by appointment by the prince. Such barons have states and their own subjects, who recognize them as lords and have a natural loyalty to them. Those states that are governed by a prince and his servants respect their prince more, because in all the country there is no one who is recognized as having greater power than him. If they show respect to another, they do it as to a minister and official to whom they do not bear any particular loyalty.
The examples of these two governments in our time are the Turk and the King of France. The entire country of the Turk is governed by one lord, the others are his servants. He divides his kingdom into regions, and sends different administrators there. He shifts and changes them as he chooses. But the King of France is placed in the midst of an ancient body of lords, acknowledged by their own subjects and loved by them. They have their own rights, and the king cannot take these away except with some risk of rebellion. Therefore, there would be great difficulties in seizing the state of the Turk, but, once it is conquered, great ease in holding it. The causes of the difficulties in seizing the kingdom of the Turk are that the invader cannot be called in by the princes of the kingdom. Nor can he hope to be assisted in his designs by the rebellion of those whom the prince has around him. This arises from the reasons given above. His ministers, being all slaves and servants, cannot be easily bribed, and one can expect little advantage from them when they have been bribed, as they cannot carry the people with them. Hence, he who attacks the Turk must bear in mind that he will find him united, and he will have to rely more on his own strength than on the rebellion of others. But, once the Turk has been conquered in the field in such a way that he cannot replace his armies, there is nothing to fear but the family of this prince. Once they are killed, there remains no one to fear. The others have no credit with the people, and as the conqueror did not rely on them before his victory, so he ought not to fear them after it.
The contrary happens in kingdoms governed like that of France. One can easily enter there by gaining the cooperation of some baron of the kingdom for one always finds dissatisfied barons who desire a change. Such men, for the reasons given, can open the way into the state and make the victory easy. But if you wish to hold the kingdom afterwards, you meet with infinite difficulties, both from those who have assisted you and from those you have crushed. Nor is it enough for you to have destroyed the family of the prince, because the lords that remain make themselves the heads of fresh movements against you. Because you are unable either to satisfy or destroy them, that state is lost whenever time brings the opportunity.
Now if you will consider what was the nature of the government of Darius, you will find it similar to the kingdom of the Turk. Therefore it was only necessary for Alexander, first to conquer him in battle, and then to take the country from him. After the victory, Darius being killed, the state remained secure to Alexander for the above reasons. And if his successors had been united they would have enjoyed it securely and at their ease, for there were no rebellions raised in the kingdom except those they caused themselves.
But it is impossible to easily hold states constituted like that of France. Hence there were frequent rebellions against the Romans in Spain, France, and Greece, because of the many principalities there were in these states. As long as the memory of them lasted, the Romans always held an insecure possession. However, with the power and long continuance of the empire, the memory of them passed away, and the Romans then became secure possessors. And later when the states fought amongst themselves, each one was able to attach to himself his own parts of the country, according to the authority he had assumed there. The family of the former lord had been destroyed, and so none other than the Romans were acknowledged.
When these things are remembered no one will wonder at the ease with which Alexander held the Empire of Asia. And none will wonder at the difficulties which others have had to keep an acquisition, such as Pyrrhus and many more. This is not caused by the ability of the conqueror, but by the lack of uniformity in the subject state.”

Oğuzların 24 boyunu nereden biliyoruz?

$
0
0

Oğuz boylarına ilişkin eldeki en eski yazılı kayıt, Kaşgarlı Mahmud’un 1072 dolayında yazdığı Divan-i Lugati’t-Türk’te elyazmasının 40. sayfasında verilen 22 “şube” listesidir. Kaşgari bunların 22.cisi olan Çarukluğ’ların “sayıca az” olduğunu ve “damgalarının bilinmediğini” belirtir. Nitekim bu isme diğer kaynakların hiç birinde rastlanmaz. Öbür 21 isim aşağıda anacağımız kaynaklarda tekrarlanır.[1]
İkinci kaynak Reşidüddin Hemedani’nin 1310 yılı civarında yazılmış olan büyük ansiklopedik tarih külliyatı Camiü’t-Tevarih’te verilen 24 boy listesidir.[2]Sonraki iktibasların hepsinin ilk kaynağı bu eserdir, zira Kaşgari’nin eseri daha eski olmakla birlikte 20. yüzyıla dek hemen hiç bilinmemiş ve ilim dünyasınca tanınmamıştır. Reşidüddin’in eseri ise İslami kültür tarihinin en iddialı yayın projelerinden biridir; olağanüstü kalitede minyatürlerle bezenmiş çok sayıda nüshası Arapça ve Farsça olarak üretilip İslam dünyasının dört yanına dağıtılmıştır. Ancak hemen akabinde değişen siyasi koşullar nedeniyle bunlar toplatılıp imha edilmiş olduğundan, Reşidüddin’in verileri daha çok ondan aktaran üçüncü şahısların eserleri aracılığıyla duyulmuştur.
Reşidüddin’i biraz tanıyalım. Ünlü bir Yahudi hekimin oğludur. Otuz yaşından sonra İslam dinine geçip, art arda üç İlhanlı hükümdarının kudretli başveziri olmuştur. İktidarı dönemi, Türk ve İslam tarihinin kritik bir dönüm noktasına denk gelir. 1295’te İlhanlı hükümdarı Gazan Han Moğol atalarının dinini terk ederek İslam’ı benimser. Önceki dönemde çeşitli mevkilere gelmiş olan gayrimüslimler devlet görevlerinden tasfiye edilirler. Hemen akabinde, yaklaşık 230 yıldan beri hemen hiçbir yazılı kaydı bulunmayan Türk dili, Kütahya ve Konya’dan Tebriz’e, Semerkant’a, Hive’ye ve Kahire’ye uzanan coğrafyada, çok kısa sürede hayret edilecek kadar bol ve çeşitli yazılı literatür üretmeye başlar. Siyasi ve ideolojik bir çağ dönümünü temsil eden bu olaylar sırasında Moğol devletinin başında bulunan Reşidüddin’in oynadığı rol, varsa, nedir? Cevabını bilmiyorum. Literatürü epey taradığım halde bu konuda dişe gelir bir şey söyleyene rastlamadım.
Reşidüddin tarihi Türklerin atası olan Ölcey/Olcay Han’ı, tek tanrı dinini benimseyen Oğuz Han’ın babası Kara Han’la savaşmasını, dünyayı fethetmesini, devleti üç büyük oğlu Gün, Ay, Yıldız ile üç küçük oğlu Gök, Dağ, Deniz arasında paylaştırmasını, 24 Oğuz boyunun bu altı oğuldan türeyişini anlatır. Anlatı mitolojiktir; Tevrat’ın, Şehname’nin ve Hint destanlarının (ve mesela Ermeni müverrih Horenli Movses’in) tarzını andırır. Hükümdarlar bin yıl yaşar, keramet sahibi evliyalara danışır, dillere destan şölenler tertiplerler.
Mitolojilerin altında yatan siyasi/ideolojik mesajları yorumlama becerimiz, bugün mesela yüz yıl öncesinin tarihçiliğine oranla çok gelişmiş bulunuyor. Mesela Oğuz’un tek tanrı dinini seçip bu yüzden babasıyla kavga etmesi ile, Reşidüddin’in patronu olan Gazan Han’ın İslam’ı seçmesi arasındaki ilişki nedir? Neden Moğolca bir isim olan Ölcey/Olcay Türklerin atası olarak gösterilmiştir ve bunun, Gazan Han’ın oğlu ve halefi olan Ölceytü/Olcayto ile benzerliği tesadüf müdür? Nihayet Oğuzların 24 boyu ile İsrailoğullarının 12 boyu arasındaki aritmetik paralelliğin anlamı nedir? Dönemin Fars, Arap, Rum, Ermeni, Yahudi ve hatta Kürt tarih literatürünü biraz olsun tanıyanlar, bu soruların anlamlı sorular olduğunu bilir. Ne yazık ki Reşidüddin tarihi hakkında işin bu yönüne yoğunlaşan ciddi bir akademik çalışma bulamadım.
1316’dan sonra Reşidüddin’in Ölceytü’yü öldürtmekle suçlanıp idam edildiğini, anısının lanetlendiğini, cesedinin ise İslam mezarlığından çıkarılıp Yahudi mezarlığına gömüldüğünü belirtelim.
“24 Oğuz boyu” efsanesini Türkçede tanıtan asıl kaynak, Yazıcızade Ali adıyla tanınan müellifin II. Murat döneminde (1421-1451) kaleme aldığı Tevarih-i Al-i Selçuk adlı Türkçe eseridir.[3]Eser yazmasının 3a sayfasında Yazıcızade Camiü’t-Tevarih’e ismen atıfta bulunarak Reşidüddin’in verdiği efsanevi anlatımı aynen aktarır. Konuyu Türkiye’de popüler bilince taşıyan kilit halka, kendi çağında büyük yaygınlık kazanan bu eser olmalıdır. Yazıcızade’den önceki Türkçe tarihlerde ve mesela İbni Bibi’nin Arapça Selçuklular tarihinde, bildiğim kadarıyla, Oğuz boylarının adı anılmamıştır. Buna karşılık Yazıcızade’den sonraki kuşakta, Fatih Sultan Mehmet döneminde yazılan sayısız manzum ve mensur tarih anlatısında, en azından Kayı ile Kınık’ın adları rutin olarak anılır.
Konunun 1420-30’larda gündeme gelmesinin tesadüf olmadığını düşünüyorum. Ne yazık ki bu konuda sistemli bir araştırma yapmaya henüz vaktim ve iştahım olmadı. Ama Timur işgali ve Ankara yenilgisi ile büyük bir şok yaşayan Osmanlı’nın, hemen sonraki yıllarda “Oğuz-Türkmen” kökenlerini vurgulamaya başlamasında anlaşılmayacak bir yan olduğunu düşünmüyorum. Kendine – efsanevi de olsa – bir Oğuz şeceresi yakıştırması aynı ideolojik programın bir parçası olmuş olsa gerekir. Anadolu coğrafyasına tuz biber gibi serpilen Kınık’lı, Kayı’lı, Avşar’lı, Kargın’lı yer adları da tastamam aynı dönemin eseridir. Daha önce de belirttiğim gibi bu isimlerin Anadolu haritasındaki dağılımı, neredeyse bire bir olmak üzere, Osmanlı devletinin 1451 yılındaki egemenlik alanına denk gelir.
Son olarak, Oğuz boylarıyla ilgili en çok tanınan eser, 17. yy’da bugünkü Özbekistan’da Hive Hanı olan Ebülgazi Bahadır Han’ın Şecere-i Terakime adlı Farsça eseridir. Bu eser de Oğuzların 24 boyuna ilişkin bilgileri, yine isim vererek, Reşidüddin Tarihinden aktarır. 1726’da Fransızcaya ve daha sonra diğer Avrupa dillerine çevirilmiş, 1864’te Ahmet Vefik Paşa tarafından Türkçe çevirisi yayınlanmıştır. Dolayısıyla modern dillerde Oğuz boylarına ilişkin kayıtların hemen hepsi kaynak olarak bu eseri gösterirler. Oysa Ebülgazi’nin katkısı Reşidüddin’i iktibas etmekle sınırlıdır.
*
Bu isimli boylar herhangi bir tarihte gerçekten var mıydı? Mümkündür. Hatta muhtemeldir. 12 + 12 simetrisi hiç şüphesiz mitolojiktir. Ama sahada gerçekten var olan birtakım isimleri, biraz zorlamayla 24’e yuvarlamak zor bir iş olmasa gerek.
Bu boyların mahiyeti neydi? Muhtemelen dünyadaki benzerlerinin pek çoğu gibi siyasi nitelikte bir bölünmeydi. Oğuz beyleri, şu veya bu nedenle, şu veya bu tarihte birtakım şubelere ayrıldılar. Bunların uyrukları, bağımlıları, yancıları ve hatta köleleri bir müddet o şube isimleriyle anıldılar. Hatta belki o şubeler çoktan işlevini kaybettikten sonra da, eski zaman şubelerinin adını kullanarak güç ve itibar kazanmaya teşebbüs ettiler.
O boylar Türkiye’nin kolonizasyonunda bir rol oynadı mı? Sanmıyorum. 1420’lerden önce bilindiklerine, ya da siyasi organizasyonda bir rol oynadıklarına dair elimizde en ufak bir kanıt yok. Olanların tümü 1420 veya 1450 sonrasına aittir.
Peki ya Avşarlar?... Halen Türkiye’de “Avşar” kimliğini taşıyanların tümü bildiğim kadarıyla İran’da “Avşar” lakaplı Nadir Şah’ın takipçileri olup 1747’den sonra Osmanlı’ya iltica edenlerin soyudur. Aralarında Kürd’ü ve Türkmeni vardır. O tarihten önce Türkiye’de Avşarlık iddia eden kimse var mıydı? Bilmiyorum. Somut vaka bilen varsa haber versin.
Peki ama Dede Korkut?... Elimizdeki Dede Korkut destanı nüshalarında Dedenin Bayat boyundan olduğu yazılıdır. Ancak daha eski anlatılarda Korkut Ata tüm Oğuz öykülerinin ortak efsane motifi olarak görünür. Eldeki nüshaların ise muhtemelen 14. yüzyıla ait bir sözlü destanın, çok sonradan, belki 17. veya 18. yy’da uyarlanarak yazıya aktarılmış biçimi olduğunu unutmamak gerekir.


[1][21 boy Kınık, Kayı, Bayındır, Yıva, Salur, Avşar, Beğdili, Büğdüz, Bayat, Yazır, Eymür, Karaevli, Alkaevli, İğdir, Yüregir, Dodurga, Ulayund, Düger, Beçenek, Çavuldur ve Çepni'dir. Sonraki anlatılarda bunlara Kızık, Kargın ve Yaparlı eklenir.]
[2]Bkz. Faruk Sümer “Reşidüddin Oğuznamesi” http://dtcfdergisi.ankara.edu.tr/index.php/dtcf/article/view/4318. Reşidüddin Tarihinin Oğuz efsaneleriyle ilgili bölümünün 2016’da Tufan Gündüz tarafından yapılan Türkçe çevirisi mevcuttur. Batı yayıncılığı eserin daha çok sanat yönüyle ilgilenmiş görünüyor: Stella Blair’in 1995’te yayınladığı kısmi faksimile için Amazon’da 667 sterlin fiyat buldum. Batı dillerinde çevirisinin izine rastlamadım.
[3]https://media.turuz.com/Turkologi/Tarix/2011/282-Yazichizade_Alinin_Selcuqname_Adli_Eserinin_Edisyon_Kritiqi_(Girish-Metin-Dizin)_(Abdullah_Bakir)_(Istanbul-2008).pdf 

Oğuz boyları nasıl imal edildi - devam

$
0
0
Geçen günkü yazıya ek.
Anadolu Selçukluları tarihine ilişkin elimizdeki ana kaynak İbn Bibi’nin 1282’de yayınlanmış olan el-Evāmirü’l-ˁAlāiyye fi’l-umūri’l-ˁAlāiyyeadlı Farsça eseridir. İbn Bibi’nin aslen Nişapur’lu olan anası Alaaddin Keykubad zamanında Konya’da yıldızbilimci olarak üne kavuşmuştu; oğlunun “Hanım-oğlu” anlamına gelen künyesi bundan kaynaklanır. Eserin eleştirel edisyonu ile Almanca çevirisini W. H. Duda yayımlamış (Kopenhag 1959), 1990’da Mürsel Öztürk ve 2007’de M. Halil Yınanç’ın Türkçe çevirileri basılmıştır.
Osmanlı devrinin Selçuklulara ilişkin temel referans kaynağı olan Yazıcızade’nin Tevārih-i Āl-i Selcuk’undan önceki yazıda söz ettik. Bu eserin büyük kısmını oluşturan Anadolu Selçukluları bölümü, İbn Bibi’nin eserinin küçük bazı eklenti ve süslemelerle 15. yy Türkçesine çevirisinden ibarettir. 1423 yılı civarında yazılmış ve Osmanlı sultanı II. Murat’a ithaf edilmiştir. Latin alfabesine aktarılmış versiyonunu Abdullah Bakır 2008’de Marmara Üniversitesi’nde doktora tezi olarak hazırlamıştır.
Aşağıda sol kolonda İbn Bibi’nin M. Öztürk çevirisinden pasajlar, sağ kolonda Yazıcızade’nin 1423 tarihli Türkçe adaptasyonunu görüyoruz. Tarih anlatısının nasıl imal edildiğini görmek açısından örnekler öğreticidir.  



Fark edemeyenler için not edelim. Kayı, Bayat, Salur ve Bayındır, Türk ve Türkmen alpleri, Oğuz töresi, Kayı, Ertuğrul, Gündüz Alp ve Gök Alp orijinal metinde yoktur. 1423 çevirisine bunlar sistemli ve bilinçli olarak eklenmiştir.
Sanırım sadece bu örnekler dahi yapılan sahtekarlığın boyutlarını göstermek açısından yeterlidir. İşin ilginç tarafı, doktora sahibi A. Bakır – veya Marmara Üniv. Türkiyat Enstitüsünde onu yönlendirenler – tam da bu sahteciliği, Yazıcızade’nin “Türklük tarihi” açısından büyük değerine işaret etmek için kullanmışlardır. İbn Bibi Oğuz boylarından, Türklerden, Türkmenlerden söz etmemiş, buna karşılık Yazıcızade, muhtemelen daha yüksek bir “Türklük şuuruna” sahip olduğu için, bunları eklemek gereğini duymuştur.


Allahu ekber

$
0
0

Bizdeki kilise ayininin büyük kısmı kimsenin tek kelime anlamadığı bir dil olan antik Ermenicedir. Güzelliği de oradadır, büyü dinler gibi dinlersin. Ben severim. Kırk yılda bir düşer aklıma gerçi, ama kalıp deyimleri aklımda yer etmiştir. Üniversitedeyken heveslendim, bir iki dönem Eski Ermenice dersi aldım.
Süryani kardeşlerimizde de öyledir. Bir kısmının anadili Arapça, bir kısmınınki “Süryanice” adı verilen Turoyo lehçesidir. Ama kilise ayinleri bambaşka bir lisan olan eski Süryanicedir. Antakya ve Suriye Hıristiyanlarının büyük kısmı ise hiç Rumca bilmedikleri halde kilisede Rumca ayin yaparlar.
Latin dili halk arasında ölüp gittikten sonra Katolik kilisesi bin beş yüz sene o dilde ilahi söylemeye, İncil okumaya, vaaz vermeye devam etti. 1960’larda vazgeçtiler, ondan sonra Katolik kilisesi bir daha dikiş tutmadı. Bana sorarsanız resmen ölüyor. Büyüsü gitti.
Hindu kutsal metinleri ve onlara ilişkin tefsir ve ibadet literatürünün dili Sanskrit denilen ölmüş, hatta belki hiç yaşamamış dildir. Alim sınıfı dışında kimse o dili konuşmaz. Güney Hindistan’ın çeşitli diller konuşan halkları bununla da yetinmeyip eski Telugu (Karnatik) dilinde ilahi dinlerler; hatta ben de arasıra dinlerim. Güney Hindistan Hıristiyanlarının büyük bir bölümü, kel alaka faslından Süryanice ibadet ederler. Bombay Parsileri iki bin küsur yıl önce ölmüş bir dil olan Avesta dilinde ilahi söyler, bin yıl önce ölmüş bir başka dil olan Pehlevi dilinin bir çeşidiyle ayin sürdürürler.
Yahudiler iki bin beş yüz sene boyunca ölmüş bir dil olan İbrani dilinde yazılmış Tevrat’ı bir başka ölmüş dil olan Aramiceyle tefsir edip yorumladılar. Şükür şimdi İbranice gene canlandı da en azından İsraildekiler okuduklarını ilk elden az çok anlama şansına kavuştu.
Yenipazar Cezaevinde bir ara 10. ve 11. yy’da Uygur lehçesiyle yazılmış Türkçe Budist metinlerle uğraştım, “bin gözlü, bin elli âryâvalakiteşvara bodisatvanın ârjarâjâvavâdaka mahayan sutrası” diye süregiden cümlelere nakavt oldum. Yani Türklerin de din deyince esoterik dillere sarması yeni bir olgu değil.
Müslüman olsam şüphem yok ki ezanın Arapça söylenmesini isterdim. Sonuçta adamın biri sabahın köründe “uyan yoksa ölürsün, haydi yürü namaza” diye bağıracak, Türkçe bağırsa ne, bağırmasa ne? Daha iyi mi anlaşılacak, anlayınca daha mı iyi olacak?
Memleketteki en büyük insan hakları ihlali olan hoparlör işkencesi dururken böyle saçma konularla uğraşmak abesten öte bir şey. Hedef saptırma.

Sordular da şeyedeyim dedim. 
Viewing all 680 articles
Browse latest View live