Quantcast
Channel: Sevan Nişanyan / En son yazıları
Viewing all 680 articles
Browse latest View live

Ama Sevan Bey, onlar törerist

$
0
0

Türkiye’nin en acımasız, en kanlı, en alçak terör örgütü şüphesiz TC adı verilen şer odağıdır. Milyonlarca masum sivilin ocağını söndürmüş, milyonlarcasını soyup soğana çevirip yurdundan kovmuştur. Yakın yıllarda bini aşkın köyü yakıp yok etmiş, halkını sefalet içinde sokağa dökmüştür. Koca kentleri tank ve uçaklarla yerle bir etmiş, çoluk çocuk ayırt etmeden binlerce silahsız insanı katletmiş, bir evin bodrumuna sığınmış aydın insanları lav silahıyla diri diri yakmıştır. Sırf bazı konularda farklı düşündüğü için, aralarında kendi Örgüt üyelerinin de bulunduğu yüz binlerce insanı zindanlarda çürütmüş, işkenceden geçirmiş, sokak köşelerinde öldürmüştür. Memleketin kültür ve vicdan sahibi insanlarını marjinalleştirmiş, en cahil, en zalim, en ahmak olanın her toplumsal düzeydeki iktidarını teşvik etmiştir. Elinde tuttuğu eğitim tekelini vatanmillet, şehit ve Viyana kapılarında çapulcu ecdadımız propagandası için kullanmış, mutlak cehaletle malul bir toplum üretmek için yüz yıl boyu insanüstü bir gayret sarf etmiştir. Bu terör örgütünü lanetliyoruz. Lanetlemeyene iyi gözle bakmıyoruz. Örgüte biat eden, onu öven, liderlerinin heykelini diken, gizlice veya alenen o örgütten emir ve talimat alan siyasi partilerin kapatılması ve yöneticilerinin yargılanması gerektiğine inanıyoruz. Üçü beşi asılsa ben şahsen sevinirim.
Zalime silahla karşı koymak tarihin her döneminde, her toplum ve her medeniyette meşru kabul edilir. Şiddete karşı şiddet meşrudur. Bu uğurda canını ortaya koyanlar, bazen tasvip edilmeseler de, her zaman saygıyla anılırlar. Daha önce yazdım: İnsanlık tarihinde meydanlara heykeli dikilen ilk sivil kişiler, devlet töreninin orta yerinde diktatöre suikast düzenleyen Harmodios ve Aristogeiton idi. Vakit geçip günün polemikleri unutulduğunda, Devleti elinde tutanların kahredici gücüne karşı kırık dökük silahıyla dağa çıkanlar daima kahraman olarak hatırlanacaktır. PKK’nin elbette hataları olmuştur, tartışılır. Ama Mandela’nın ANC’si hiç mi masum öldürmedi? Kuvayi Milliye çeteleri hiç mi köy yakmadı? TC’nin yüz yıldan beri dinmeyen katliamcı şiddetine göz yumup PKK’nin öldürdüğü birkaç sivili diline dolayanların dürüst olduğunu kimse söylemesin bana.
Liderinin heykeli elbette dikilecektir. Uzun vadede her zaman egemenin değil devrimcinin, güçlünün değil güçlüye kafa tutanın, Calut’un değil Davut’un heykeli dikilir. Çürümüş bir devleti yalanla, rüşvetle, zulümle, polis gücüyle, atalet gücüyle yirmi yıl ya da yüz yıl daha sürdürdü diye sonraki kuşakların hayırla andığı kaç kişi sayabilirsiniz tarihte?
HDP’nin “Türkiyelileşmesini” önerenleri asla tasvip etmedim. Üstü örtülü bir teslimiyet çağrısıdır. TC’nin sefil normlarına, söz düzeyinde dahi olsa, ayak uydurma davetidir. Tuzaktır. Varsın HDP “Kürt” kalsın, “yabancı” olsun. Türkiye koşullarında TC devletinin iğrenç söylemine boyun eğmeden de ayakta kalınabileceğini göstermek bu ülkeye yapılabilecek yeterince büyük bir hizmettir. Anlayan anlar; “Türkiyeliliğe” olmasa da Türkiye’ye ve Türkiye halkına sunduğu bu muhteşem ödülden ötürü HDP’ye teşekkür eder. Anlamayan da varsın nefretinde boğulsun.
HDP’nin “Kürtlüğünden” seçmenin bir bölüğü rahatsız diyorsun. Yüzde doksanı alelade ırkçı ahmaklıktır, tedavisi yok. Yüzde onunda diyelim ki bir haklılık payı olsun. Kürt dostlarımızın bazı kültürel eğilimleri – mesela aşiretçi dayanışma, ahlaki ve ailevi tutuculuk, öfkeye yatkınlık – kimilerini haklı olarak kaygılandırıyor olsun. [Başka yerleri bilmem, Ege bölgesinde lafını sakınmadan konuşan kime sorarsanız ilk duyacağınız şeyler bunlardır.] Peki, kabul...
Ama düşün: Türk siyasi tarihinde aşiret amigoluğundan, dar ufuklu kasaba yobazlığından son yılların HDP grubu kadar uzak bir zümre görüldü mü? Sırrı Süreyya gibi, Demirtaş gibi, Meral Danış Beştaş gibi, Pervin Buldan gibi, Osman Baydemir gibi, Garo Paylan gibi, Mithat Sancar ve Ertuğrul Kürkçü gibi, Figen Yüksekdağ gibi, Feleknas Uca, Leyla Zana gibi gibi dört dörtlük kişilik sahibi, cesur, esprili, “birey” olabilmiş, kelimenin gerçek anlamıyla “modern” olabilmiş şahsiyetleri öbür partilerin herhangi birinde – mostralık bir veya iki istisnayla – düşünebiliyor musun? Eskilerde, mesela AP veya ANAP’ta, yahut Atanızın meclisinde düşünebiliyor musun?
Demek ki mesele Kürt olmak veya olmamak değilmiş. TC ideolojisinin ve kurumlarının alçaklaştırıcı cenderesinden kurtulunca insanların ruhu ferahlıyormuş. Oturup beş dakika konuşunca “hah, işte insan gibi bir insan” diyeceğin insanlar kalabalığın içinden sıyrılıp öne çıkabiliyormuş. Siyasi kariyer, kasaba bezirganının en cahil ve en yüzsüzünün tekelinden kurtulabiliyormuş.
Düşün ki Kürtlerle onların dostlarından bu kadar kaliteli bir kadro çıkabiliyorsa, yarın öbür gün Türkler TC’nin ideolojik ve kurumsal kafesinden paçalarını kurtarıp HDP’ye eşdeğer bir parti kursalar neler olmaz.

Entel diye hor görme garibi, onun da bir kalbi var

$
0
0

Seyahat alışkanlığı bana babamdan sirayet etti. Daha ilkokuldayken “hadi gidiyoruz” deyip kendimizi Antakya’da, Konya’da, Kars’ta, Bafra’da, Amasra’da bulmuşluğumuz vardır. Sonra o iş bir tutkuya, daha sonra (gezi yazarlığı nedeniyle) bir tür mesleğe dönüştü. 81 vilayetin 81’inde, 890 küsur ilçenin galiba 750 kadarında, kırk bin köyün yarıdan fazlasında bulundum. Gittiğim yerde pasif bir seyirci olmadım. Köylü evlerine misafir oldum, oto sanayilerde geceledim, gözaltına alındığım karakollarda polisle can ciğer sohbeti yaptım, kaymakamlara misafir oldum, öğretmenevlerinde okey masasına dördüncü yazıldım. Şirince’de köy kurduğumu bilirsiniz; Van Gevaş’ta da kurmaya kalktım, aylarca o işin peşinden koştum. Şavşat’ta ve Urfa’da ve sayısız başka yerde otel danışmanlığı yaptım; Bursa ve Adana’da elektronik eşya bayiliği kuruluşuna yardım ettim; İzmir’de gece kulübü işlettim. Bakanlarla ve seri katillerle sohbet ettim. Ardeşen’de Laz yurtseverleriyle, Harran’da Arap aşiret erkânıyla aynı sofralarda bulundum. Bilen bilir, hepsinden bir şeyler öğrenmeye önem verdim.
36 yaşımdayken Anadolu’nun bir ücra dağ köyüne yerleştim. Yirmi küsur yıl orada yaşadım; maalesef artık ücra bir yer olmayışında emeğim vardır. 1986’da üç ay, 2001’da bir yıl, 2014’ten sonra üç buçuk yıl Türkiye’nin hapishaneleriyle tanışma fırsatını buldum. Bilmeyenin tahayyül edemeyeceği kültür ve kişilik düzeylerine sahip insanlarla soframı ve yatak odamı paylaştım.
Yani kalkıp da bana sen entelsin bu ülkeyi tanımıyorsun, bu halk şöyledir böyledir diye ders vermeye kalkmayın gözünüzü seveyim.
İyi kötü tanırım memleketi; tahminim hepinizin toplamından fazla tanırım. Ama ulusal kültürden yakınmak bana yeterli gelmediğinden, o kültürün sebepleri ve kurumsal altyapısı üzerinde de düşünmeye çalıştım. Belki yanılıyorum, ama asıl problemin yönetilenlerde değil yönetenlerde olduğu kanısına vardım. Çok cahil, temel ahlaki normlardan habersiz, kalbi nefret ve önyargıyla büzüşmüş bir zümredir. Resmi eğitim sistemi tamamiyle bu zümreyi üretmeye odaklanmıştır. Kendileri dışında kimseyi yönetime ortak etmemeye azimlidirler. Ülkede hepimizin az ya da çok algılayabildiği problemlerin kısaca TC adını verdiğimiz bu yönetim yapısından ve kadrosundan kaynaklandığını düşünüyorum.
Çok gençken “devrim” derdim. Sonra daha makul çözüm yolları üzerinde kafa patlattım; siyasi ittifakları, kurumsal değişimleri, ideolojik eleştirinin kümülatif etkilerini tartıştım; adımı yetmezamaevetçiye çıkardılar. Altmış senenin sonunda, sanırım bu ülkeyle uzun süre haşır neşir olan herkesin sonunda ulaştığı sinizm mertebesine ulaşıp “sikeceksin pezevenkleri, başka çare yok” diyorum. Bu sefer de vay şiddeti övüyor! diye millet ayaklanıyor.
Vallahi yaranamazsın.

Dil notu: Irk, soy

$
0
0

Arapça ˁırkعِرْق, birinci anlamı “damar, sinir”, mesela ˁırku’n-nesā“siyatik siniri”. Eski dillerde damar-sinir ayrımı yok. İkinci olarak bitki kökü, özellikle dallanıp budaklanan çeşidi. Kök boya elde edilen çeşitli köklere de ˁırk adı veriliyor, mesela zerdeçal (curcuma), kızıl boya kökü (rubia tinctoris) vs.. Mecazi anlamda “sülale, nesep, soy” için öteden beri kullanılmış. Mesela İslamöncesi şairlerden İmru’l-Kays “ırkım topraktır benim, tüm ecdadımı bilirim” gibi bir cümle sarfediyor.[1] Türkçe tam eşdeğeri sanırım soy olsa gerek.
Osmanlıca sözlüklerde 19. yy sonlarına dek sadece damar ve bitki kökü anlamları görülüyor. Ancak Şemseddin Sami Bey 1901’de basılan Kamus-ı Türki’de üçüncü anlam olarak “nesil, sülale, zürriyet, neseb”, dördüncü anlam olarak “cins, nev’i, şube” vermiş. Örnek: Nev’i beşerin ırk-ı ebyazı, ırk-ı asfarı [beyaz ırkı, sarı ırkı]. Fransızca race sözcüğünün modern anlamından direkt çeviri.
İtalyanca razzo (ilk 1300 civarı), Fransızca race (1480 dolayı), İngilizce race (16. yy sonları), kökeni belirsiz kelime. Orijinal anlamı “birinin soyundan gelenler, zürriyet, soy”. Mesela Joachim du Bellay: “Ou me guidez vous, Pucelles, Race du Pere des Dieux?” [ey tatlı kızlar, baba Zeus’un soyu].[2] Laurence Sterne: “The Bourbon is by no means a cruel race.” [Bourbon hanedanı zalim bir soy değildir]. 17. yy’da safkan İngiliz atlarının şeceresi ilgi konusu olunca, “at soyu” anlamında race yaygınlaşmış. “Belirli kalıtsal özelliklere sahip insan grubu” anlamı hem Fransızca hem İngilizce 18. yy’da yaygınlık kazanıyor: race de Pigmées (1733); la race Lappone et la race Tartare (1749).
“Bir ırkın üstünlüğünü savunma ya da başka ırklara düşmanca tavır alma” anlamında Fransızca racisme 1902’de, İngilizce racialism 1907’de dolaşıma girmiş. Türkçede ırkçı sıfatını Mülkiye dergisinin 1933 tarihli bir sayısında, ırkçılık adını yine 1933’te Cumhuriyet gazetesinin bir başyazısında buluyoruz. Daha önce ırkiyat var mıdır? Aramaya üşendim, ama tahmin et derseniz 1910-12 dolayında mutlaka belirmiş olmalı derim.
Avrupa’nın emperyal yayılımının belli bir aşamasının ürünü olan bir kavramdır. İlk aşamada Avrupalının Amerika’larda, Asya’da, Okyanusya’da keşfettiği yerlilere karşı taşıdığı üstünlük duygusunun ideolojik zemini din idi. Biz Hakikati biliyoruz, onlar cahil! 18. yy ortalarına doğru o zemin ciddi surette sarsıldı; Hıristiyan dininin evrensel hakikat iddiası, kolonileri bırak, anavatanda çöküntüye uğradı. Bunu izleyen birkaç kuşak, Avrupalının egzotik kültürlere karşı muazzam bir merak, hayranlık, ve hatta birçok örnekte saygı duyduğu çağdır. Montesquieu diyelim, Sir William Jones diyelim, Silvestre de Sacy diyelim, Abel Rémusat diyelim yetsin. 19. yy ortalarından itibaren rüzgâr gene ters döner. Din ayrımının artık önem taşımadığı bir çağda Biz ve Onlar’ı yeni bir temelde tanımlamak gerekir. Belki kolonilerde sayıları çok artan orta ve alt tabaka beyazları karışık evliliklerden koruma kaygısı da ırk teorilerinin oluşumunda rol oynar. Falan ırkın filan ırktan “üstün” veya “aşağı” olduğuna ilişkin bilimsel kisveli görüşler 1870’lerden itibaren dünyayı sarar, 1930’larda Hitler’le beraber absürt zirvesine ulaşır, 1945’te çöker. O günden bu yana ırkçı eğilimler büsbütün tasfiye edilmese de, açıkça dile getirilmeleri – Türkiye gibi bazı az gelişmiş ülkeler dışında – edep sınırları dışında sayılmaktadır.
İnsanın “kökünü” merak etmesi, ya da kimliğini “soyu” ile tanımlaması sanırım evrensel bir güdü. Her çağ ve her kültürde örneği vardır. Ama gözden ırak tutulmaması gereken gerçek şu ki, “soy” dediğiniz şey bir mittir. İnşa edilmiş gerçekliktir. Destandır. İçinden çıkılamayacak kadar karmaşık bir biyolojik gerçeği basit ve kısa bir öyküye sığdırarak kendini yüceltme çalışmasıdır. “Teknoloji gelişti, buyur, ecdadımın şeceresini çıkarıyor devlet” demeyin bana. Dört kuşak yeterince kafa karıştırıyor. Şimdi yirmi kuşağı hesaplamayı deneyin: 500 ila 600 yıl öncesinde 1.048.576 ata eder. Ya da Malazgirt’le çağdaş yaklaşık (mükerrerlerle beraber) 300 milyar ata. Kolaysa say.
Yahut kaç tanesi Horasan’dan geldi, hesapla.




[1]Le Diwan d’Amrolkais, ed. de Slane (Paris 1837), Arapça metin s. 33, çeviri s. 50. Arapça sereyثرى (“toprak”) sözcüğünün İbranice adam (Adem, “toprak”) sözcüğünün eşdeğeri olduğuna çevirmen işaret etmiş.  
[2] Ode IX. Œuvres poétiques III, ed. Chamard, 1983 [1912], s. 120.

Onlar kazandı

$
0
0

Mızık denemelerini bir yana bırakıp teslim edelim ki bileklerinin hakkıyla zafer kazandılar. Hile yapıldığına dair – bir iki marjinal vaka dışında – inandırıcı en ufak delil yok. AA’nın 180.000 sandık sonucunu iki saat içinde derleyip doğru olarak ilan etmesi ise, kim ne isterse desin, büyük başarıdır; organizasyon gösterisidir. Kolay mı yüz bin küsur farklı yerden gelen üç dört milyon datayı iki saatte hatasız sisteme girmek?
İlk 2014 cb seçimlerinde fark ettik,  AA önce yanıltıcı örneklem sonuçları gösterip sonra peyderpey reel sayıya yaklaşmayı seviyor. Şüphesiz bilinçli bir tercih bu, ama gerekçesi meçhul – çocukça bir avuntu mudur, kamu güvenliğiyle ilgili kaygılar mı vardır, başka bir şey mi? Kamuoyunun bir kısmında “manipülasyon” kuşkusu uyandıran en önemli veri bu. Oysa her sandık tutanağının cep telefonuyla görüntülenip sayısız defa paylaşıldığı bir sistemde bu yöntemle hile yapılamayacağı açık. En çok iki saat kandırırlar, o kadar. Niye iki saat kandırmayı seçiyorlar? Bilen varsa anlatsın lütfen.
“Torbalar ilçe seçim kurullarına ulaşmadan sonucu ilan ettiler” tezi cahilanedir: oylar seçim kurulunda değil sandık başında sayılır ve tutanağa bağlanır. Torbalar merkeze belgeleme ve arşiv için gider. “Filan kuruluş oyların dörtte birini girmeden AA sonucu açıklayıverdi” tezi ise, sadece filan kuruluşun yavaş olduğunu gösterir.
*
Gene kazandılar. Açık ve net kazandılar. Okumuş kesimin tüylerini diken diken eden bunca kepazeliğe rağmen, ülkenin uluslararası itibarını yerle bir eden yönetim üslubuna rağmen, oyları 2007’den beri milim düşmedi. Bu sefer vatan-millet-kan-şehit edebiyatına ağırlık verince MHP doğal olarak biraz güçlendi, ama onu da çatılarının altına alıp daha bir iki puan öne geçtiler. Buyur: 2007: 46,6. 2011: 49,8. 2014: 51,8. 2015: 49,5. 2017: 50,0. 2018: 52,5. İstikrar müthiş.
Muhalefet açısından sonuç rezalettir. Bunca uğraşmaya rağmen karşı tarafın duvarından bir tane tuğla koparmayı başaramadılar. Demek ki bu partilerle, bu kadrolarla, bu söylemlerle bu iş olmuyormuş. Olmayacağını anlamak için daha kaç defa denemek lazım? Kılıçdaroğlu dokuz defa denedi olmadı, bir dokuz defa da bunu deneyelim mi diyeceğiz?
Okumuş kesimin tüyleri ve ülkenin dış itibarı dedik. Demek ki ahalinin en az yarısı, tahminen epey daha fazlası, bunları umursamıyor, başka şeylere öncelik veriyor. Bundan ahalinin “aptal” olduğu sonucu çıkmaz. Gavuru sevmediği, kendini gavurun değer yargılarıyla bağlı hissetmediği, içte gavurun acentesi olan ya da öyle görünenden de katiyen hazzetmediği sonucu çıkar. Erdoğan bunu anlıyor, öbürü anlamıyor. “Aptal” olan kim?
Hele o öbürü, eli sopalı başöğretmen paşa marifetiyle kendi değerlerini empoze edebileceğine hala inanıyor ve bunca hezimete rağmen inanmaya devam ediyorsa?
*
Ben şahsen gavurum. Bizimkileri geç, daha batıdaki beter gavurların değerler sistemine gönülden bağlıyım. Bu saatten sonra değişmeye de niyetim yok. Geldiğimiz noktada Türkiye’de bana ve benim gibilere hayat alanı kaldığını sanmıyorum.
Türkiye halkı gavuru hiçbir zaman sevmedi, onunla ortak değerlere ve ortak bir insanlığa sahip olduğuna asla inanmadı. Gavuru düşman, hain, pis, ırz yoksunu, haçlı, misyoner olarak gördü. Bir dönem, belki mecburiyetten, ya da çaresizlikten, ya da sopa korkusundan, gavura ve temsilcilerine toplumsal hayatın belli alanlarında ayrıcalık tanımayı kabul etti. Şimdi özgüveni geldiğinden, artık etmiyor. Küba’yı da zaten Müslüman ecdadımız keşfetti. Gavur tersini söylese inanma, yalandır.
Bu felaketin sorumlusunu arıyorsan uzağa bakmana gerek yok, Laik Cumhuriyetimizin “Milli” Eğitim sistemine bak yeter. Yüz sene boyunca memleketi vatan millet sakarya, al bayrak, denize dökülen düşman, Ulubatlı Hasan, Viyana kapıları, Haçlılar, misyonerler, kahrolsun emperyalizm bokuyla beslesen sonucun başka nasıl olmasını bekliyordun ki?
*
O halde “Go West young man” mi?
Vallahi kafanızı karıştırmak gibi olmasın ama, itiraf edeyim, artık onu da gönül rahatlığıyla söyleyemiyorum. Batı, geleceğe ilişkin bana güven vermiyor. Batı Avrupa dehşet verici bir dejenerasyon sürecinde, iyileşeceğine dair belirti yok. Amerika’nın hali de iç açıcı görünmüyor. “Müsterih olun, Türkiye bu manyakların elinde elbette kayaya toslayacaktır” diye ümit beslemenin bu koşullarda anlamı var mı? Toslayacaksa Çin, Rusya, Hindistan, Macaristan, Endonezya, Myanmar ve diğer yüz tane ile birlikte toslayacaktır, öyle tosa kaya mı dayanır?
Vallahi bilmiyorum. En iyisi gene Ege adaları galiba. Ne Şarkın nefret dolu bağnazlığı, ne Garbın ideolojik saplantıları: binlerce yıllık bir görgüyle hayatı güzel yaşamaya çalışan mütevazı insanların diyarı. Hava da güzel. Daha ne?

Dağ Türkleri

$
0
0

Ulaşılmaz dağ ülkeleri bana hep çekici gelmiştir. Buyurun, bugün sizinle birkaç dağ gezelim. Ama önce mutlaka Google Earth kurmuş olmanız lazım, Google Maps yetmez. Layers kutusundan Terrain’i de işaretlemeniz lazım ki dağlar üç boyutlu görünsün, ne kadar tüyler ürpertici yerlerden söz ettiğimiz anlaşılsın.
Mesela Van’ın Çatak ilçesinden başlayalım. O korkunç boğazdan güneybatıya, sonra dirseği dönüp doğuya 27 km devam edince Konalga köyüne varıyoruz. Eski adı Mardents, Kürtçesi Mardenıs. Dikkat ederseniz eski Konalga köyü artık yok, yıkıntıları görünüyor, ancak 5 km kadar geride (batıda), haritada görmesi bile insanın ruhunu ezmeye yeten bir Yeni Türkiye kampüsü inşa etmişler. Oyalanmayıp devam ediyoruz; dilerseniz yeni Konalga köyünün fotoğrafları internette bulabilirsiniz. Xaçants (Haçanis) boğazını aşıp güneye döndüğümüzde, 2200 ila 2400 metre rakımda nispeten yeşil bir havzaya geliyoruz. Burada şimdi beşer onar haneden oluşan Dokuzdam (Urik) ve Sırmalı (Elekan) köyleri var; Osmanlı erkânı harbiye haritalarından uyarlanmış 1916 tarihli İngiliz askeri haritasında çok daha fazla görünüyor. Daha ötesi Norduz denilen bölge, resmiyette Gürpınar ilçesine bağlı Yalınca bucağı, dünyanın sonu. Burada da yirmiye yakın köy olması ama biri ikisi hariç hepsi boşaltılıp tahrip edilmiş. Mesela Topyıldız (Marvane), Kalkanlı (Demırkos), Dikbıyık (Koğan). Google gözünü sakınmamış.
Bilgi (Kakan) köyü
Çatak’e gelmişken, bir de ilçe merkezinden direkt doğu yönüne Şadax deresi boyunca çıkalım. İlk baştaki ürkütücü boğazı aştıktan sonra, azıcık yeşillik olan her yerde yerleşim izi olduğuna dikkat ediyoruz. İngiliz haritasına göre Aşgonts, Orgonis, Xosis, Tavis, Vergis, Şadut, Noravan ve daha birçoğu. Ham yol şimdiki Bilgi (Kakan) köyünde bitiyor. Oradan sonra dere yukarı 13,5 km yürüyünce, iki akarsuyun birleştiği tamamen ıssız küçük düzlükte hala oldukça sağlam duran Hokots Vank Ermeni manastırının harabesini göreceğiz. Birileri üşenmemiş, Google haritasına adını eklemiş.
Başkale tarafına geçip, Başkale-Hakkari karayolu üzerinde Kovalıpınar (Xecisor) köyünden batıya sapıyoruz. Buranın adı Şivelan vadisi, Türkçesi Karasu, Ermenicesi Xaçi tsor, yani “Haçdere”. 1910’lara ait Osmanlı erkânı harbiye haritası ile ondan tercüme 1916 tarihli İngiliz askeri haritasında vadide dört beş tane Ermenice, yirmiye yakın Kürtçe yer adı kayıtlı. (Buna karşılık kuzey paraleldeki vadinin on kadar köyünün çoğu Ermenice. Şimdiki Aşağıküme-Örenkale hattı.) 1902 tarihli Eprigyan Coğrafya Sözlüğü bu yöredeki Ermeni köylerinin “geçen asrın elim olaylarında tamamen tahrip edilip ortadan kalktığını”, buna rağmen her yerde kilise ve manastır harabeleri ile üç beş hane “Kürtleşmiş Ermenilerin” bulunduğunu anlatıyor. Söz ettiği 1840-41 olayları mı, 1878 olayları mı bilemedim.
Hakkari’ye 17 km kala kuzeybatıya, Akbulut (Guranis) - Kaymaklı (Şimunis) – Ördekli (Xardalanis) yoluna sapınca Berwari vadisine giriyoruz. Onun bittiği yerden 12 km’lik sıkı bir dağ yürüyüşüyle Aksu (Bili) köyüne, oradan da Geçitli (Liwin) vadisi boyunca güneye inebiliriz. Royal Geographical Society adına 1840’ta buraları gezen İngiliz W. F. Ainsworth’un bildirdiğine göre (Travels and Researches in Asia Minor, Mesopotamia, Chaldea, and Armenia: 1842) her iki vadi Nasturi Hıristiyan köyleriyle doluymuş. Buradaki Nasturiler reaya statüsünde imiş, yani vergi öderlermiş. Buna karşılık daha güneydeki Tiyari ve Txuma Nasturileri “bağımsız” aşiretmiş, her ne demek ise. Sanırım 1840’ta sayıları epey azalsa da Nasturiler 1915’e değin kalmış olmalı, çünkü 1916 tarihli İngiliz haritasında yörede çok sayıda kilise ve manastır canlı görünüyor.
Berwari-Liwin geçidinden güneye sapıp yine dört beş saatlik zorlu yürüyüşle ulaşabileceğiniz Konak (Kuçanis) köyünü de gözden kaçırmayın derim. 17. yy’dan 1915’e dek burası Nasturi patriklerinin makamı idi. 1993’te boşaltılıp yıkıldı; tarihi kilise ile iki üç evden başka ayakta bina kalmadı. 2005’te Ali Nesin’i de peşime takıp gittim, gördüm. Köyün üç yanındaki uçurumları dikkatle inceleyin: benim hayatta gördüğüm en muhteşem uçurumlar arasındadır. Bir halkın siyasi-manevi önderlik kurumu neden böyle bir yere kurulur diye düşünmeyi ihmal etmeyin.
Hakkari-Çukurca yolunun 11. kilometresindeki küçük yerleşimin adı Oğulderesi (Derava Tali). Buradan güneye çıkan görkemli vadi de Tal vadisi, resmi adı Oğul deresi. 1916 haritasında burada yedi tane Nasturi köyü (Badali, Bekurai, Bêgik, Mordişo, Azisa, Rabat, Mathwatha) ve en yukarıda Umra Melediş manastırını görüyoruz. Buradan Hani Gediği adı verilen 2600 küsur rakımlı dağ geçidini aşıp güneye, meşhur Txuma veya Txub vadisine geçebiliriz; yol yok tabii, yürüyerek. Haritamız bu vadide 12 adet Nasturi köyü göstermiş. Şimdi kala kala Çukurca’ya bağlı Cevizli (Guzereş) ve Kayalık (Zawitha) köyleri kalmış. O da kâğıt üzerinde, zira ikincisi yakın tarihte yerle bir edilmiş görünüyor.
Daha aşağısı, Gündeş (Minyaniş) köyünden Çığlı’ya (Aşitha) dek, Irak sınırı boyunca uzanan Tiyari vadisi. 1840-41’de Hakkari Beyi Nurullah Bey ile Cizre emiri Bedirhan Beyin ortaklaşa icra ettiği büyük Nasturi kıyımına sahne olan yerlerden biri. İsmet İnönü’nün dedesinin 1840 küsurda buradan Bitlis’e muhacir gittiğini bir yerde okumuştum, ama belge sorarsanız bulamam.
Hazır bu taraflardayken kısaca Yüksekova-Dağlıca (Oramar) ile Hakkari-Kırıkdağ’a (Gilezo) da bakmamazlık etmeyin. Yine 2005’ti yanılmıyorsam, Dağlıca’da şansımızı zorladık; Yeşiltaş’tan (İştazin) öteye geçmemize jandarma izin vermedi. Nitekim Dağlıca artık yokmuş, boşaltılıp imha edilmiş.
Kırıkdağ’ı bilmiyorum; Oramar vadisi 1915 öncesi ta Yüksekova eşiğindeki Serengil’e dek Nasturi yerleşimi idi. 1915’te sürüldüler, üç yıl İran’da, sonra İngiliz egemenliğindeki Irak’ta mülteci kamplarında kaldıktan sonra yurtlarına dönmeye teşebbüs ettiler. 1924’te TC hükümetinin düzenlediği askeri operasyonla püskürtüldüler. Bir Kürt aşireti olan Oramar’ların o meseleyle alakası nedir bilmiyorum. Aşiret ileri gelenlerinden Nejdet Buldan bir dönem Yüksekova Belediye Başkanıydı; sonra Paris’te sürgündeki Kürt Parlamentosunun yöneticiliğini yaptı. Kardeşi Savaş Buldan 1994’te İstanbul’da TC ajanları tarafından kaçırılıp öldürüldü. Eşi Pervin Hanımı biliyorsunuz.
Beytüşşebap kasabasından kuzeydoğuya çıkan vadiyi de izleyebiliriz. O vadide yaklaşık 2150 rakımdan sonra başlayan nispeten yeşil segmentin adı Faraşin. Şimdi sadece Yeşilöz ve Doğanyol görünüyor; ama 1960’lara dek Faraşin’de nüfusu kısmen Ermeni ve Süryani olan yirmiye yakın köy ve köycük varmış, yerlerinde şimdi yeller eser. Adlarını bulmak bile, bilfiil gidip ihtiyarlara sormadıkça imkansıza yakın. Beytüşşebap’a yolum iki kez düştü. İkisinde de niyetlendim, vakit bulamadım.
*
Benzeri yerler ibadullah. En güzellerinden biri Van Gölünün güneyinde, Hizan’la Gevaş arasında uzanan Kolludere (Gargar) vadisi. 2011’de Gevaş’a köy kurma hayalleri peşindeyken didik didik dolaştım. Yine Hizan’daki Sağınlı (Uçum) vadisi ile Bahçesaray’ın (Mogs > Müküs) kuş uçmaz kervan geçmez yerlerini 2010’da gezdik. Yazmıştım daha evvel, 1878 katliamlarına dek buraları silme Ermeni yerleşimi görünüyor, Bediüzzaman hazretlerinin meşhur Nurs (doğrusu Nors) köyü dahil olmak üzere. Yer adlarının neredeyse tümü düne dek Ermenice devam etmiş.
Mutki’den içeri batıya doğru devam edince, dar boğazı geçip ulaştığın diyarın adı Xuyt, resmi kayıtta Kavakbaşı bucağı. Bunu blogda yazmıştım; 1876 itibariyle kırk köyde nüfusun bütünü veya bütüne yakın bir bölümü Ermeni, fakat kaynaklarda “Kürt beyliği” olarak geçiyor.
Bir diğer “ah gidem” deyip henüz gidemediğim diyar Talvori vadisi. Diyarbakır’ın Kulp ilçesine gidin, Kulp vadisinin doğu paralelinde Yuvacık’tan (Heğin) Kayacık’a (İnnagyan > İnigân) doğru çıkın. Burası 19. yy sonlarına dek, onyıllar veya yüzyıllar boyunca isyancılıkla meşhur Ermenilerin yaşadığı bir dağ ülkesi. Ancak cumhuriyet döneminde tam anlamıyla temizlenebilmiş. Üst ucundan Muş tarafına bağlanan arka kapısını görüyorsunuz. Ötesi Cevizlidere (Geliguzan) vadisi, bir başka kayıp dünya. Bu taraftaki isimlerin çoğu Kürtçe, fakat en geç 1895’e dek köylerin çoğu Ermeni nüfuslu görünüyor.
*
Beynimizi kemirmesi gereken hep şu soru: İnsanoğlu böyle acayip yerlere neden yerleşir? Ne aramışlar bu dağlarda? Düzde rahat edememişler mi?
Daha dikkatli bakınca bir başka detay gözünüze çarpabilir. Saydığımız vadilerin çoğunda bir aşağı yahut “dış” kısım, bir de sarp boğazlardan geçerek ulaşılan içerinin içerisi kısım var. İlkinde köyler biraz daha irice, nüfus eskiden beri Kürt veya karışık. İç kısım 19. yy sonuna veya 20. yy’a dek gayrimüslim. Gavurlar dağ havasını mı severmiş? Yukarı halkı aşağıdakilere oranla daha mı inatçıymış, örf ve adetlerine daha uzun mu sadık kalmışlar?
Bu soruları sormanız zaten yeter, Türkiye tarihinin sırrını çözmeye başlarsınız. “Fetih” olgusu ete kemiğe bürünür.
“Kürt sorunu” denilen meseleyi de belki daha sağlıklı tahlil etme fırsatı bulursunuz. Yüzlerce yıllık bir soy kurutma operasyonunun bölge halkında bıraktığı psikolojik ve sosyolojik izleri düşünmeye başlarsınız.
1915’in de ancak buzdağının görünen ucu olduğunu idrak edersiniz. Oyun sonudur. Artıkları temizlemişler.

Dağda gezmelere devam: Şırnak, Gever

$
0
0

Güncel Ermenicede kavarգաւառ“taşra” anlamında kullanılır, ama aslı “memleket, ilçe, nahiye”. Ermenicenin ilk yazıya döküldüğü 5. yy’dan bu yana çok sık gördüğümüz bir kelime. Acaryan sözlüğü bir düzineden fazla türevini vermiş, գաւառական, գաւառապետ, վերնագաւառ, գաւառաբարբառ vs. Bir Kafkas dilinden, belki Urartucadan alıntı olduğunu düşünüyor. Gürcüce kvariგვარი“tür, soy, sülale” ve kvaropa“bir yerin yerlisi olmak” örneklerini anmış.
Doğu coğrafyasında sıkça karşılaştığımız bir terim. Mesela Hizan’ın hemen güneyinde, eski Hizan kasabasının kalıntıları ile Gayda’nın bulunduğu vadinin adı Kavar. Eski yazıda كاوار veya كوار yazılır, Gâvar veya Gevar diye de okunabilir. Van gölünün güneyinde, Por yarımadasının doğusundaki verimli ovacık da sanırım Kavar adıyla tanınmış olmalı, çünkü buradaki Vanik (Çataltaş) köyünün adı komşu diyardaki Kercigan Vanik’ten (Ulusoy) ayırt etmek için Kavar Vanik diye tanımlanıyor. Güncel telaffuzunu bulamadım, Gevervenk, hatta Geverünk gibi olabilir. Nitekim Hakkari’nin ilçesi olan Yüksekova’nın adı da eskiden Gâvar veya Gevar iken şimdi Gever diye geçiyor. Bu isim bölgenin, yani Yüksek Ova’nın adı. İlçe merkezi olan kasaba Dizê, yani “kale”.
Ayrıca Erzurum Hınıs’ta ve Bayburt merkezde Kavar/Gever adını taşıyan yerler var. Sanırım ikisi de bir tarihte oraların merkezi yerleşimi olmuş olmalı.
Şırnak Gever (Kuşkonar) ise herhangi bir şeyin merkezi olabilecek bir yere benzemiyor. Gabar dağının zirvesinin hemen altındaki bir kovukta, dünyadan kopuk bir köy; adresi 37°35’26’’ K 42°17’15’ D. Acaba adı Gabar’ın bir varyantı olabilir mi? Gabarկապար Ermenicede biliyorsunuz “kurşun” demek. Bir tarihte buralarda kurşun madeni mi vardı? İzini bulamadım. Eprigyan Sözlüğü, sf. 2.270, Ağtsınig (Bitlis) ile Vaspuragan (Van) sınırında olduğunu belirttiği bir Gabarahad dağındaki kurşun madenlerinden söz etmiş, ama Gabar dağına maalesef değinmemiş.
*
Köyde ilk dikkatimizi çeken şey, adeta Machu Picchu’yu ya da Cava’daki pirinç teraslarını andıran harikulade taraçalar. Etrafı biraz dolaşınca komşu köylerde de benzer teraslamalara rastlıyoruz: mesela şimdi terkedilmiş olan Görmeç (Biave) köyü, onun doğusundaki vadinin sonunda 37°35’10’’ K 42°10’01’ D konumundaki isimsiz köy harabesi, komşu Eruh ilçesinde artık var olmayan Dadaklı (Nit) ve Tünekpınar (Aval) köyleri, daha batıda sadece adı kalan Alkemer (Deyrşev). Kürt coğrafyasında görmeye alışık olduğumuz manzaralar değil bunlar; o yörede tipik olan mesela Gever’in aşağısındaki Güneyce (Banibotiyan) köyü gibi yığışımlardır. Taraçaları üşenmeyip kim yapmış, kaç yüz yıllıktır, bilgim yok.
Saydığımız köylerin hepsini (Güneyce hariç) kahraman Türk ordusu yakıp yıkmış. Taş üstüne taş komamış. Köylüleri darmadağın etmiş, Diyarbakır’ın, Adana’nın varoşlarında tiner koklamaya mahkum bırakmış. Onurunu çiğneyip korucu olmayı kabul eden köylerin kaderi de ötekilerden daha parlak değil. Mesela yine Eruh’ta, Dadaklı’nın az kuzeyindeki Dağdöşü (Serxete) köyüne bakın. Solda aşağıda harabe halinde eski köy; sağda TC devletinin standartlarına uygun, “modern” toplama kampı. Öyle bir yerde o koşullarda yaşamak mı daha büyük felaket sizce, tiner mi?
Terörist mi dediniz?
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin örnek soruşturması sayesinde Gever’de olanları biliyoruz. Korucu olmayı kabul etmeyen köyün üzerinde 26 Mart 1994’te helikopter uçar, işaret fişeği atar. Peşinden gelen iki uçak köyü bombalar. 25 sivil parçalanarak ölür. Şikayetçi olmak isteyen köylüler, TC görevlileri tarafından başlarına gelecek daha kötü şeylerle tehdit edilir. Apar topar köyden kaçarlar. Bir daha dönemezler, çünkü o günden beri orası yasak bölgedir. Aynı gün başka köyler de bombalanır. Şer örgütü, sonsuz bir yüzsüzlükle, yıllarca her şeyi inkâr eder. Suçu PKK'ye atmayı dener. O güne ait uçuş kayıtlarını sahteleriyle değiştirir. Kuşkonar köyünün adı haritalardan silinir. Gabar Dağının taraçaları, doğanın insafına terk edilir. [1]
Bombalamayı emreden Korgeneral Hasan Kundakçı daha sonra Doğu Perinçek’in partisinde siyasi kariyere adım atar.
*
Medeniyet dediğin, yüzyıllar boyunca adım adım birikerek oluşan bir şeydir. Türkiye’de neden birikmiyor, anlaşıldı mı?
TC Terör Örgütünü tasfiye etmeden nasıl birikmeye başlar, bir fikri olan var mı?

Anadolu'da Gezintiler: Karsantı

$
0
0

1046’da Bizanslılar Ani’nin son müstakil Ermeni kralı Gagik Pakraduni’yi esir alıp, maiyetiyle beraber Kayseri yakınındaki Tsamandos/Zamantı kalesinde ikamete mecbur ederler. Bu yer muhtemelen Pınarbaşı ilçesindeki Melikgazi kalesidir. Otuz küsur yıl orada bir çeşit beylik payesiyle oturan Gagik, Malazgirt’i izleyen karışık yıllarda birtakım arayışlara girince Bizans ajanlarınca öldürülür. Cinayet yeri olan Kizistra kalesi çeşitli kaynaklarda Kayseri Yeşilhisar’a yakın Zengibar kalesi olarak gösteriliyorsa da bence doğru yer Tomarza ilçesi olmalı. Tomarza kasabasının eski adı olan Göstere, belli ki Kizistra’dan bozma.
Kralın sadık adamlarından biri olduğu anlaşılan ve kendini Gagik’in “evladı” olarak tanıtan Ruben bu olay üzerine fikrini bozar. 1079’da keklik avı esnasında misafir edildiği Partsırpert[1] (“yüksekkale”) adlı kalenin Rum hakimini haince katledip isyan bayrağını çeker. “Sis’in (Kozan) kuzeyi” diye tarif edilen bu yerin neresi olduğu konusunda muhtelif görüşler ifade edilmiş. Ancak Sımpat Sparabed vekâyinamesinin[2] 1269 yılı olaylarında belirttiği üzere kalenin aşağısında Agner adlı köy var ise bence tartışacak mevzu yok, Adana Aladağ ilçesindeki Meydan Kalesi ile onun 12 km aşağısında Seyhan nehri kıyısındaki Eğner (Uluçınar) köyünden söz ediyoruz.[3]
1090 yılına doğru Ruben yaşlanınca kaleyi ve komutanlığı oğlu Kostantin’e devreder. Hayırlı evlat babasının mirasıyla yetinmeyip Vahga, yani bugünkü Feke kalesini de fetheder. Böylece 1375’e kadar sürecek olan Kilikya Ermeni krallığının temellerini atar. (Yahut “beyliğinin” diyelim kavga çıkmasın.)   
İstanbullu peder Ğevond Alişan’ın 1885 Venedik basımı SisvanՍիսուանadlı eserinde[4] Partsırpert yakınında KostıntnoԿոստնդնոյ adlı bir köyün bulunduğunu öğreniyoruz. Buna adını veren Kostantin işbu “kral atası” namıyla maruf Kostantin olabilir; kalenin hakimi iken 1221 yılında katoğikos (yani Ermeni kilisesinin başı) seçilen Partsırpertli I. Kostantin ԿոստանդինԲարձրբերդցի de olabilir, bilemedim. Her halükârda Aladağ ilçesinin eski adı olan – ve halen Aladağ’dan daha yaygın olarak kullanılan – Karsantı adının buradan geldiği kesin. Son hecede vugulu Kostıntno’nun Türkçede Kastandışeklini alması öngörülebilir bir gelişme. Aradaki /r/ nereden çıkmış ayrıca analiz etmek lazım.
Şimdiki adı Aladağ veya Karsantı olan kasaba, hatırlarsınız, iki üç yıl önce kız yurdunda çıkan yangınla meşhur olmuştu. Orijinal Karsantı orası değil mamafih. Karsantı bucak merkezi 1970’lerde eski adı Karaköy olan bu köye taşındı, daha sonra Aladağ ilçesi kurulunca ilçe merkezi de orası oldu. Asıl Karsantı (varsa) neresi bilmiyorum. Ama elimdeki basımı 1919’da yapılan İngiliz War Office haritasında fark ettim, Meydan kalesinden kuş uçuşu 16 km batıdaki şimdiki Büyüksofulu köyü Karsantı-oğlu olarak işaretlenmiş. Bunun hemen bitişiğindeki şimdiki Kıcak köyü de Gâvurköy adıyla boy göstermiş. Sanırım Ermeni yerleşimi olmalı.



[1] Ermenice partsrբարձր sözcüğünü telaffuz edebilir misiniz? Sanmam. İrani bir alıntıdır. Avestaca barzişta-, Farsça bâlâ ve Zazaca berz“yüksek” ile eş kökenlidir. Farsça bulend ve Kürtçe bilind“yüksek” nihai olarak Avestaca barzant- biçiminden gelirler. Orta Farsçadan alıntı Arapça berzah da aynı kökten olsa gerek.
[2] https://archive.org/stream/SmbatSparapetsChronicle/Chronicle_Smbat_Sparapet_djvu.txt
[3]İngiliz seyahat yazarlarının piri olan John Mandeville’in 1320’li yıllarda yaptığı yolculuğun anlatısının 16. bölümünde Pharsipee adıyla anılan yer de burası olmalıdır. Mandeville’e göre kalenin güzeller güzeli hanımının çakır doğanına yedi gün yedi gece gözünü kırpmadan bakacak yiğitlerin her türlü dileği yerine getirilir.
[4] Alişan’ın Sisvan’ı ile R. Hovhannisian ile S. Payaslian’ın ondan derledikleri Armenian Cilicia (2008) Şirince’deki kitaplarım arasında var, ama elimin altında olmadıklarından birincil kaynaklarını kontrol edemiyorum.

Bir kıraathane feylesofu

$
0
0
Muhsin Mete isimli kıraathane feylesofu Karar gazetesinde bana sataşmış. 

Kendisine e-mail ile cevap verdim:
Muhsin Bey,
Memleketin umumi hastalığı olan "bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma" hastalığından mustarip olduğunuz anlaşılıyor. Allah, varsa, acil şifa verir umarım.
Klasik Arapçam yeterli, Farsçam sathidir. Eski yazıyı (kekeleyerek de olsa) okurum. Ayrıca İbranice, Süryanice, klasik Moğolca ve Eski Türkçenin lehçelerine, işime yarayacağı ölçüde vakıfım. Tahminimce Uygurca Budist metinlerden ve erken tasavvuf edebiyatından başlayıp günümüze dek Türkçe metinleri benim kadar etraflıca ve hacimlice tetkik etmiş insan sayısı Türkiye'de elliyi bulmaz. Kıvançla belirteyim ki Etimoloji Sözlüğüm Fransa ve Almanya'daki üniversitelerde (yalnız Türkçe değil) Arap dili etimolojisi için de yardımcı kaynak olarak okutuluyor. Murat B. gibi cahil bir soytarıya laf yetiştirmeyi zül sayarım.
"İki Mustafa"dan kastim elbette Mustafa Kemal ile Muhammed Mustafa idi. Zahmet edip üç beş yazımı okusaydınız, bu iki muhteremi belanın başı saydığımı bilirdiniz. Hatta - eğer rasyonel düşünceden etkilenme alışkanlığınız varsa - sizi ikna dahi ederdim.
Yazılarımı okumak bir yana, o kadar hakaretamiz deyimlerle aşağıladığınız kısacık yazımı dahi üstünkörü okuduğunuz, ya da okuduğunuzu anlamamayı tercih ettiğiniz anlaşılıyor. Yoksa İngilizce konuşan kırk küsur ülkeye katılmaktan değil, bu ülkelerden geçici çalışma için öğretmen getirmekten söz ettiğimi fark ederdiniz.
"Askeri isyana teşvik'... "komün hayatı"... "dışkı dolu kavanoz"... "Türkiye düşmanlarına kucak açan", "beşinci kol" gibi ifadeleriniz için ise "edepsizce ve ahlaksızca" sıfatları sanırım aklıma gelenlerin en yumuşağı olur.
Diyeceksiniz ki ahlaklı Müslüman olur mu, onu da ayrıca tartışırız isterseniz.
Sevan Nişanyan

Langa (bostanı, hıyarı), İstanbul'da Vikingler

$
0
0

Langaİstanbul’da Yenikapı’nın batı bitişiğindeki semtin adı, şimdi Yenikapı Marmaray istasyonu hafriyatı ile arkasındaki sanayi sitesi ve kamyon cehenneminin olduğu yerler. Benim çocukluğumda da mezbelelikti, yol boyu oduncu-kömürcü barakaları vardı. Şimdi ölmüş olan Bayrampaşa/Lykos deresinin alüvyon yatağı imiş. Evliya Çelebi 17. yy’da buraların “mesiregâh-i ferahfezâ” olduğunu belirtiyor (YKY 1.237). Ondan kısa bir süre sonra yazan Yeremya Çelebi Kömürciyan Langa Bostanında yetişen hıyarların boyunu ve lezzetini övmüş. Bostanlar 20. yy ortalarına dek vardı, 1950’de istimlak edileceklerine dair haber buldum. Semt nüfusu aşağı yukarı o yıllara dek daha çok Rum ve Ermeniydi diye biliyorum. Langa Rum İlkokulu ve Surp Sarkis Ermeni kilisesi varmış.
Bizans devrinde semtin adı Vlanga yani Bλάγκα. İsim ne kadar geriye gider tespit edemedim, ama 1260’larda Mihail Paleologos’un Vlanga’ya Anadolulu Yahudileri iskân ettiği yazıyor. Tabakhaneleri varmış.  
Yunanca langádiλαγκάδι “boğaz, kanyon, vadi” ile ilişkilendirme denemeleri beyhude. Belli ki Bulgarca veya Rusça gibi bir Slav dilinden gelme bir isim. Her iki dilde vlagaвлáга “sulu, nemli, ıslak” [bkz. Vasmer, Moskova 1964, s. 1340, воло́га maddesi], /g/ sesine alerjik olan Rumcada /ng/ biçimini alması tipik. Yani Vlanga Bostanı = Sulu Bostan: mantıklı. Ama Slavca isim İstanbul’a ne zaman nasıl sızmış, araştırmak lazım. (Ona bakarsan Allah’ın Samos’unda Slavca Potokaki “derecik’cik” diye bir dere neden var, onu da bilmiyorum.)
Volga nehrinin adı da aynı Rusça kökten gelirmiş, bu vesileyle öğrenmiş olduk.
Yeremya Çelebi Vlanga կանաչ anlamına gelir demiş. “Yeşil” demek tabii, ama içinde tıpkı Türkçe yaş-ıl ve Farsça ter-e gibi “ıslaklık, nem, yaşlık” anlamı var mıdır bilemedim. 
*
Yıllar önce Freely’nin kitabında okuyup kanmıştım, meğer bir dönem yaygıncana bir görüşmüş, mesela Blöndal&Benedikz, The Varangians of Byzantium (Cambridge UP 1978) s. 182. Derler ki Bizans’ın meşhur Varang Muhafızlarının adından gelebilir, belki de kışlaları buradaydı. Bu doğru değil. Çünkü Varangların kışlası tereddütsüz Bukoleon Sarayı diye bilinen yapı idi, Sarayburnu’nun az ilerisinde, Ahırkapı Feneri’ni geçince Sahil Yolu kenarında harabelerini gördüğünüz yer. Langa’da kışla mışla belirtisi yok.
Varanglar Bizans’ın yeniçeri ocağı. Çoğu Rusya üzerinden gelen Norman (yani Viking) yiğitlerinden oluşmuş, kayser’e kişisel yeminle bağlı bir muhafız birliği. Böyle bir oluşuma ilk 911 tarihli Bizans-Moskof antlaşmasında rastlanıyor; ancak kalıcı bir kurum haline gelmeleri 950’lerden sonra. 1140’larda yazan Anna Komnena sarışın ve dehşetli uzun boylu olduklarını bildirmiş, Haraldr Sigurđarson gibi isimleri kayda geçmiş.
Varang adının kaynağı çok net değil. Ama İngilizcede Waring ve Mainwaring, Fransızcada Guarinşeklinde günümüze gelen soyadının bunlarla alakalı olması muhtemel. Bir Norman soyu veya aşireti, belki bir statü unvanı, 1066’da İngiltere’yi fethedenler arasında yer almışlar.

Kavanoz tahlilleri

$
0
0

On senedir dinmeyen kavanoz saplantısının gerçek nedenleri nedir sizce? “Kadına karşı şiddet” vs. diye saçmalamayın lütfen. İnsan ilişkilerinde şiddet her zaman vardır ve bazen ahlaken doğrudur. Bir nokta gelir, kötülük veya mantıksızlık veya edepsizlik karşısında gözün döner, elinde vazo varsa vazoyu, bok varsa boku atarsın. (Nitekim bugünkü Duvar’da bana karşı bir tirad kaleme alan pembe dizi senaristi hanımefendi de tabancasıyla “klimayı” delik deşik etme hayalleri kurmuş.)
Bir çaresizlik çığlığıdır. Hele diliyle, kalemiyle ve tavrıyla adam ezme sanatlarına yeterince vakıf olan birinin o noktaya gelmesi için neler olmuş olması gerekir, tahayyül etmeyi deneyin isterseniz. Hayır, ne kadına ne erkeğe karşı fiziksel şiddet kullanma alışkanlığım yok. Eşlerimle kırk yılda üç dört defa saç saça baş başa geldim belki, ama her seferinde dayak yiyen daha çok ben oldum.
Ayrıca biz Ermeniyiz, Müslüman değiliz. Ne ailemde ne yakın çevremde öyle bir şey ne görmüşüz ne duymuşuz.
O zaman neden bu dinmeyen kin? Bunca alçaklığın, hoyratlığın, kadın ve erkek cinayetinin, çocuk istismarının kol gezdiği bir ülkede neden “feminist” zümrenin bunca yıldır gözü dönmüş bir nefretle taşladıkları hedefte Nişanyan var? Neden mesela Emrah Serbes’in iki kişiyi katletmesini “belli koşullarda herkesin başına gelebilecek çok talihsiz bir olay” olarak niteleyen pembe dizi yazarı, konu Nişanyan olunca klimaları revolverle deşme fantezileri kuruyor? Neden Nişanyan deyince akıllarına otoriteye ve muhafazakarlığa karşı kırk yıl sürmüş bir mücadele gelmiyor, Türkçenin en güzel sözlüğü gelmiyor, bir kuşağı alternatif turizmle tanıştıran Küçük Oteller Kitabı gelmiyor, dünyanın en itibarlı matematik ödüllerinden biriyle taltif edilen Matematik Köyü gelmiyor, Türkiye’nin en güzel kütüphanesi olan Nişanyan Kütüphanesi gelmiyor, Tiyatro Medresesi gelmiyor, koca bir köyü ayağa kaldırması gelmiyor, saçma sapan bir ithamla üç buçuk yıl boşuna hapis yatması gelmiyor, döne dolaşa aynı kudurmuş nefret söylemi geliyor? Bunun rasyonel, akli, ahlaki bir açıklaması olmadığı belli. Altta başka bir insani saik olmalı. Sizce nedir?
 Var aklımda bir iki açıklama, ama hepsine girmeyelim şimdi, kavga çıkar. Asıl hadise apaçık ortada. Nişanyan’ın zayıf yerini bulmak istediler. Kırk küsur yıllık kariyerde bula bula 28 Haziran 2008’de karımla aramda geçen absürt bir kavgayı buldular, on senedir harman öküzü sabrıyla, döne döne o zayıf noktayı deşiyorlar. Konu akıl dışı, ama akıl dışılığın sorumlusu aslında bu arkadaşlar değil: ellerinde başka koz yok, oradan vurmaktan başka çare bulamıyorlar.
Sonuçta Türk kültürü bu, zayıf olanı zayıf yerinden vurmazsan nereden anlaşılacak oralı olduğun?
Sebep ne peki, vurmak için yanıp tutuşmaları neden? Cevabını ben size hiç kıvırtmadan söyleyeyim. İki sebep vardır. Birincisi (ve bence daha ufağı) etniktir. “Medeni” cilasıyla cilalanmış olan feminist tayfa elbette kaba Ermeni düşmanlığı yapmaz. Ama kafalarındaki şablonun Ermenisi özünde milleti hakime ideolojisinin Ermenisinden farklı değildir: mazlum, boynu bükük, gardaş, duduk, dolma, topik, güvercin tedirginliği, yırtık pabuç vs. O şablona isyan eden Ermeniyi havsalaları almaz, kara bir kabus gibi görüş sahalarından kovmaya çalışırlar. “Ermenilerin yüz karası” diye lanetledikleri şey, iyi düşünürseniz, İslam fıkhının zimmiler için tanımladığı çerçevenin dışına taşan Ermenidir. O halde, urun kahpeye!
İkinci ve daha önemli sebep sınıfsaldır. Hasbelkader gider Robert Kolej’de, Yale’de, Columbia’da okuyup, üstüne de krema niyetine Bach ile Latin şairlerini eklesen, çaresi yok, Ermenilikle mermenilikle kıyas kaldırmayacak bir ölçüde memleketin Ötekisi olursun; azınlığın beteri olursun; dilin dillerine, üslubun üsluplarına, zevkin zevklerine uymaz; yabancılaşırsın. Yabancı tavuğu da kümesteki tüm tavuklar gagalar, doğanın kanunu.
Kibirliymişim, ona takmışlar. Öyle olsun. Birazı haktır: sen de benim kadar iş yap sen de kabar. Birazı tarzdır, Ivy League alışkanlığı. Birazı da savunma mekanizmasıdır: Sabah akşam çeşit çeşit mahlukun havlamasıyla yaşıyorsan, mecbursun bir yerde onları hor görmeye. Hoşlarına gider, gitmez, kendi bilecekleri şey. Ama hık demek için her ağzımı açtığımda “vay, kibir” diye haykırıp kavanoza sarılmaları hakikaten kabak tadı verdi artık.
Ayrıca o kibir mi her neyse daha çok bir yazı üslubudur zannımca. Gelip bizzat sohbet edenlerin hepsi üçüncü dakikadan sonra “aaa, ayol ne şeker adammışsın sen, hem de mütevazı” diskurlarına o kadar sık giriyorlar ki benim bile inanasım geliyor, bir vakit sonra.

Dile ve dillere dair bir söyleşi

$
0
0

Sevan Nişanyan İle Söyleşi: Kelimeler, Mekanlar ve Ötesi


Bu söyleşide Sevan Nişanyan ve bir çift de ikiz var. Soruları biri psikolog birisi de siyaset bilimci olan ikizler sordu. Sevan Nişanyan ise her soruda kelimelere daha çok dokundu, değdi ve onları değerli kıldı. Kendisinin hem sözlük hem de Anadolu yer adları üzerine büyük bir külliyatı mevcut. Sevan Nişanyan onu takip edenlere ve söylediklerini hazmedebilenlere ışık saçıyor. Şimdi ise sorular eşliğinde bizlere yansıtacak aydınlığını.
Batuhan Saç : Birbiriyle akraba olan bir grup insan gördüğünüzde, örneğin bir düğünde, aile üyelerini aralarındaki fiziksel benzerliklerden tanıyabiliriz. Yani kısaca, ailenizin parçasını taşırsınız. Dilin nasıl işlediği konusundaki bu Wittgenstein metaforu hala geçerli mi? Yani sözcüklerin bir ailesi var mıdır?
Sevan Nişanyan: Sözcükler insanlar gibi, her biri tekil ve karmaşık bir tarihin ürünü. Geçmişinin izlerini içinde taşır. Beklenmedik çağrışımları vardır. Huyu, rengi, karakteri yüzyıllar içinde şekillenmiştir. Bunların farkında olmadan da dili pekala kullanabilirsin, sıkıntı yok. Ama sokakta yeni tanıdığın adamla konuşmak gibi olur, yüzeysel kalır. Huyunu, suyunu, geçmişini, dedikodusunu, arızalarını, hayallerini bildiğin biriyle kahve içmenin lezzeti olmaz.
B. Saç : Aziz Agustinus konuşmayı nasıl öğrendiğini anlatırken İtiraflar kitabında sözcükleri yalnızca pratik bir kullanıma indirger. Peki ya siz, "dilin işlevi nesneleri adlandırmaktır" gibi bir görüş karşısında nasıl bir tepki verirdiniz? Bu düşünce, dil kullanımının ilkel bir aşaması mıdır?
Leksikal birim, yani sözlük maddesi dersen işlevi elbette nesneleri – ve ilişkileri ve eylemleri ve deneyimleri ve duyguları – adlandırmaktır, ona ne şüphe. Ama sözcükler bundan ibaret değil ki? Bir kere kullanımda çekilip bükülürler. “Çekilip” ya da “kullanmadığımızda” ya da “ilerikinden” ya da “hımbıllaşmayalım” dediğin zaman hani nerede nesne? Dilde daha bundan öte dev bir kıta olan sentaks var, yani kelimeleri nasıl yan yana getirdiğimiz. Ondan öte stilistik var, yani bir insanın ifadesini diğer insanınkinden ayıran her şey. Pragmatik dedikleri koca saha var, yani dil davranışlarının bağlam ve eylem içinde anlam kazanması. Bunları hesaba kattığında, “nesneleri adlandırma” işlevinin çok küçük bir alan kapladığını görürsün.
B. Saç : Dil üzerine düşünürken her kelimenin bir anayurdu, doğal ortamı olduğunu düşünmek yol gösterici midir? Eğer kelimeler bir mekanla da ilişkiliyse, işgal edilebilir ya da "kendisinin olmayan" sahalara nüfuz edebilirler mi?
S. Nişanyan: Kelimelerin doğum yeri vardır tabii. Ya da doğum yeri demeyelim, eski yurdu diyelim, çünkü nihai doğum yerini tespit etmek çoğu zaman imkansız. Tabii ki kelimeler eskinin tüm unsurları gibi eski yurtlarının da izini taşırlar. Nikbin başka, optimist başka, iyimser başka. Bunu bir zenginlik olarak görmek lazım. Farklı rezonansları, farklı lezzetleri, farklı çağrışım alanları olan kelimelerin elimizin altında olması bir nimettir. Onlarsız yaşanır mı? Yaşanır elbette, ama biraz ot gibi yaşanır.
B. Saç : Sözlük çalışmanız ilk kez 2002'de Sözlerin Soyağacı adıyla okuruna sunulmuş. Ama 1995'ten bu yana çalışmalarınız sürüyor. Siz kendinizi bu alanda nerede görüyorsunuz? Bu sorunun yanına da şunu iliştirmiş olayım, Türkçe ve Türkiye'yle ilişkiniz arasında büyük bir uçurum var gibi gözüküyor, siz ne dersiniz?
S. Nişanyan: Koskoca Nişanyan Map var, namı diğer Index Anatolicus, Türkiye’nin beşeri anatomisi üzerinde bundan daha büyük tutkuyla yapılmış bir çalışma bilmiyorum son otuz ya da altmış yılda. Küçük Oteller Kitabı’nı, Şirince’yi, Matematik Köyü’nü saymıyorum bile. Sürgün olduğum ülkede hala Türkiye’de on binlerce kişilik bir kamuoyuna hitaben yazılar yazıyorum neredeyse her gün. Bunları yapan birinin “Türkiye” ile alakasının problemli olduğunu nasıl düşünürsün aklım almıyor. Absürt bir düşünce.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bir kepazelik olduğunu düşünüyorum. Baştan sona bir insanlık ayıbıdır. Türkiye’de pek çok kişinin beyni Devlete Tapma – Statolatri – diniyle deforme edilmiş olduğundan, devletlerine laf etmemi kendi ulusal kimliklerine hatta şahıslarına hakaret olarak algılıyorlar. Bir tür akıl hastalığıdır, sakınmanı tavsiye ederim.
B. Saç : 24 Ekim 2017'deki "Dillere dair bir not" yazınızda dilin aynı zamanda bir tür anlaşamama aracı olduğunu yazmışsınız. Yakın vakitte içeriği de kapağına yansıyan "Konuşmanın İmkansızlığı Üzerine Bir Diyalog" adlı bir kitap okudum. Durum bu kadar dramatik mi? Yoksa bu sadece konu üzerinde düşünürken bir hassasiyet ve bir tür edinilmesi gereken bir bilinç mi?
S. Nişanyan: Yok canım, öyle dramatik bir şey değildi dediğim. Babil Kulesi meselinden söz ettim. Allah insana dili anlaşsınlar diye değil, anlaşamasınlar diye verdi diyor kutsal kitap. Her dil bir cemaat oluşturur; dünyayı “biz” ve “ötekiler” olarak böler. Güzelliği de oradadır, lezzeti de oradadır; yani kötü bir şey gibi düşünme, insanoğlu “biz” olmaya bayılır. Sadece Türkçe, Lazca, İngilizce gibi kavim dillerinden de söz etmiyorum. Aksan gibi, jargon gibi, tonlama gibi, her toplumsal grubun benimsediği ayırt edici dil özellikleri de dilin bölücü ve ötekileştirici işlevine dahildir.
Dikkat edersen, her dil eyleminde bir tavır ve bir stil vardır. Ağzını her açtığında “bizi” tanımlamaya başlarsın. Uzaktan dinleyen üçüncü kişi, senin “kimlerden” olduğunu iki cümlede şıp diye anlar. Çünkü karşındakine bir şey anlatırken, bir yandan da olası non-muhatapları silmekle meşgulsün. O yüzden, mesela kimliğinden ya da toplumsal statüsünden emin olmadığın insanlarla konuşurken zorlanırsın. Kıvranırsın, ellerin terler.
Bu anlamda söyledim o şeyi. “İletişim yok” anlamında değil. İletişim zannettiğinden daha karmaşık bir olay, bir yandan sevişirken bir yandan dövüşüyorsun anlamında.
Emircan Saç : Dili kullanıyor olmak, onun tarihinin yükünü de hissetmek anlamına gelir mi? Bunu, gündelik yaşamda konuşulan ve anlamları üzerinde hiçbir hakimiyeti olmadığımız kelimeleri düşünerek de soruyorum.
S. Nişanyan: Hissetmezsin belki, ya da eğitiminle orantılı olarak çok belirsiz bir biçimde hissedersin. Ama tıpkı içinde yaşadığın coğrafya gibi, içinde dolandığın dilde de binlerce yıllık bir uygarlık tarihinin şekillendirdiği oluşumlar vardır. “Hele şükür” ya da “rahmetli hacı dayı” ve hatta “batsın bu dünya” dediğin zaman ne yaptığını tam anlamıyla analiz edebilmek için aslında bütün dünya tarihini baştan sona bilmek lazım.
“Bilmek lazım” fazla belki, bilmesen de olur, ama bilsen daha güzel anlarsın.
E. Saç : Birçok düşünür dil ve düşünce arasında bir bağ olduğunu savunur, bu bağlamda Hannah Arendt ise Eichmann davasını izlerken Eichmann'nın aslında dilini kullanamadığı ve klişelerden kurtulamadığını savunuyor. Siz bu çerçevede dil ve düşünce bağı hakkında ne düşünüyorsunuz?
S. Nişanyan: Tanımlı her grubun dili öbürüne “klişe”, “bayıcı”, “aptal” gelir. Eminim Eichmann da Arendt’in entel dilini feci derecede beyinsiz bulmuştur. Misal: “Iyy, şimdiki gençler iki yüz kelimeyle konuşuyor.” “Şekerim erkekler anlamaz, gel kız kıza muhabbet edelim.”
E. Saç: Elifin Öküzü kitabınızda, içinde Türkçe'yi 25 dil ile karşılaştırdığınızda, Türkçe'nin en çok paydaşa sahip olduğunu ifade ediyorsunuz, bu kadar çok paydaşı olan Türkçe bundan nasıl yararlanıyor veya yararlanabiliyor mu?
S. Nişanyan: Yirminci yüzyılda Türkçe bir inkâr ve reddi miras krizine girdi. Fakirleşme erdem sayıldı. Antika mobilyalar atılıp yerine formika masa alır gibi, bin yıllık köyler ve konaklar yıkılıp yerine apartman yapar gibi, dilde “modernleşme” ve tekdüzeleşme tercih edildi. Yirmi birinci yüzyıl bence daha umut verici bir şekilde başladı, daha zengin ve çok-katmanlı ifade biçimleri yazı hayatına egemen oldu. Devamı nasıl gelir göreceğiz.
E. Saç : Tanıl Bora Nasyonal Sosyalizmin Dili kitabından esinlenerek Zamanın Kelimeleri diye AKP iktidarındaki dillere pelesenk olan kelimeleri yorumlamıştır. Siz böyle iktidarların kendi jargonlarını yaratması hakkında ne düşünüyorsunuz?
S. Nişanyan: Her toplumsal oluşum kendi jargonunu yaratır. Gemici dili var, cezaevi dili var, Robert Kolej dili var, Şaban’ın Kahvesi dili var, AKP dili neden olmasın? Dil alışkanlıkları bir toplumsal grubun kendini “ötekinden” ayırmak için kullandığı sinyallerdir. Alışkanlıkları benimseyen “bizden”dir, bilmeyen yahut kullanmayı beceremeyen “yabancı”dır, kuşku veya soğuklukla karşılanır. İç halkaya alınmaz.
Alman Nasyonal Sosyalizminin, yahut Sovyet Komünizminin, yahut Türk Kemalizminin bu olguyu abartılı seviyelere taşıdığını görüyoruz. Aşırı stilize, adeta hermetik bir dil oluşturmuşlar. Demek ki neymiş? Adı geçenler aşırı derecede seçkinci, yani elitist oluşumlarmış. Her grup kendini ayırır, bunlar fazla ayırmışlar, toplum vasatından fazla uzaklaşmışlar. O kadar. Siyasi iktidar o grupla özdeş hale gelmişse, iktidardan pay almak o grubun kapalı kodlarına uyum sağlama şartına bağlanmış oluyor.
AKP “dilinin” henüz yukarıda andığımız gruplar ölçüsünde kapandığını söyleyemeyiz. Ama o yönde bir trend var ve zamanla daha beter hale gelmesi muhtemel görünüyor.
Emircan Saç - Siyaset Bilimci                                                            Batuhan Saç – Psikolog

Leelavati Prize Talk

$
0
0
Notes for the prize speech delivered August 8, 2018, at ICM (International Congress of Mathematics), on the awarding of the Leelavati Prize to Ali Nesin. 

The Mathematics Village was an act of improvisation.
Ali and I talked and dreamt about it for years, but the actual decision to go ahead was taken almost by accident.
We had no plan, no budget, and no permission. A rough idea was sketched on a few restaurant napkins. But even that was never applied in practice, because the ground turned out to be somewhat different than what we thought, and our ideas evolved in any case.
An amazing amount of discussion and debate went into every decision. Every morning a bunch of fresh decisions were made, then debated with fierce sophistication. Practical and aesthetic considerations were thrown around like deadly missiles.
No architectural plan ever incorporates so much thought, so much creativity, none ever takes so many factors into consideration.
There was no budget. We never knew how much we had to spend, so we never knew how many more buildings we could afford to build. We periodically made appeals to the public. We received thousands of small donations, then increasingly larger ones. In the month that we decided we needed a large library with auditorium, one of the top popular singers of Turkey [Sezen Aksu] visited the village, fell in love with it, and threw in a benefit concert whose proceeds covered the library and some more.
The improvisation shows. So does the intellectual effort and the aesthetic sensibility, the generosity of spirit, the mental seriousness that went into the village. People of all ages and backgrounds instantly fall in love with the MV. They feel immense joy the moment they arrive, an exhilaration, a feeling of coming home. It is a magical home. It is somewhere they could live and call it theirs. It is not intimidating. It is not “institutional”. It is not straining to demostrate power and wealth, as so many “modern” academic institutions do, and as for example this magnificent convention center we are in now obviously does. Yet it is nor saccharine; it is not a theme park or a Disneyland or a film set. There is an immense amount of free and educated and playful thought that has gone into it, and it is immediately sensed in every detail.
And that is an important lesson that we derived from our experience with MV. For education to succeed, it is not enough to teach well. You must have the student identify with her environment. Fall in love with it. Feel exhilarated by it. That opens the mind and changes mental attitudes like nothing else.  
*
It was an act of freedom, and by the same token it was an act of civil disobedience.
What we tried to create did not fit into any legal or institutional framework. We tried to explain our project to the local authorities, then the regional authorities, then the national authorities. It was beyond what they could comprehend. I wasn’t done before. It didn’t fit the definitions of the regulators. It required imagination, and, as you probably know, imagination to a bureaucrat is like wings to a whate. It doesn’t rise.
They watched us with amazement. Then they tried to block us. The construction was stopped, the site was sealed. We went on. They sent in troops. We persisted. Our workmen were arrested. We hired other workmen. They put up a police checkpoint on the road to our village to prevent the workmen from coming in. We responded by starting work at a different time each day. We set up hilltop sentries to warn us when the soldiers were coming. Eventually they slackened. We invited the local police chiefs and gendarmerie commander to our opening ceremony
The village still has no status. It has become probably the most successful educational enterprise in the whole country, a world-class phenomenon, admired by everyone at every end of the political and social spectrum. It may even be the only institution so universally admired now in a country riven by political strife. Recently the government has asked us to propose some sort of regulatory framework that would define and regularize the MV. They are effectively asking us to define this new type of institution so others could emulate it an set up similar things. One feels almost like the schools of Bologna or Paris in the Middle Ages, who stumbled into the idea of a University  almost by accident.
That of course puts us into a dilemma. What makes MV unique is the improvisation, the freedom, the civil disobedience. How can you institutionalize freedom? How can you set a legal framework for civil disobedience? How can you formalize improvisation?

Türkiye neden battı?

$
0
0

Brezilya taşrasında haldır haldır araba sürerken bir kasaba: Comendador Levy Gasparian. Durmadık, devam ettik, ama sonradan aklıma takıldı. Kimmiş acaba?
Gasparian kardeşler 1897’de Sao Paulo’da bir manifatura mağazası açmışlar. Şüphe yok, 1895’te Abdülhamit kıyımından kaçan on binlerden ikisi olmalı. Nereli olduklarını bulamadım; ama o dönemde gidenlerin çoğu gibi Adanalı, Kayserili, Sivaslı olsa şaşırmayız. Oğul Levy, aslı Levon olsa gerek, 1895’te doğmuş. Armen’le evlenmiş. Comendador (“kumandan”) unvanını nasıl edinmiş bilgi yok: ikinci kuşak Ermeni’nin askerlik kariyeri yapması pek duyulmuş şey değil.
Comendador Levy Gasparian
1950’lerin başında (demek ki elli yaşını aşmış iken), Rio de Janeiro eyaletinin Três Rios bölgesinde, evvelce birtakım bıçkı tesisleri bulunduğu için Serranias (“Bıçkılar”) adıyla anılan yere dokuma fabrikası kurmuş. Bununla yetinmemiş, belediyenin resmi sitesine göre “büyük bir vizyonla” yörede gayrımenkuller toplayıp çalışanları için evler, apartmanlar, okullar, sinema ve kültür merkezi inşa ettirmiş. 1400 kişi çalıştırmış. “Alçak gönüllü, insancıl, neşeli” bir adammış. Kapısı her zaman herkese açıkmış. Papyon kravat takarmış. Çalışanları için her vesileyle, “hatta vesile bile olmadan” churrasco (barbekü) partileri verirmiş. Bir keresinde Rio de Janeiro’nun meşhur samba okullarından Mangueira’yı partiye getirmiş; sanırım bu olay kasaba tarihinde bir efsane olarak anlatılıyor. Kurduğu Cotonificio Gasparian futbol takımı beş defa Três Rios bölge şampiyonu olmuş. Gençleri kamu hizmetine girmeye teşvik etmiş. Yetiştirdiklerinden biri şimdi filan yerin valisi, diğeri falan yerin belediye başkanı olmuş.
1972’de Rio’da vefat ettiğinde cenazesine kalabalıklar katılmış. Kurduğu yerleşim 1991’de belediye statüsüne kavuşunca oy birliğiyle Kumandanın adını vermişler.
*
İra ile taktık kafamıza, sülalesini izlemeye giriştik. Bir başka Levy Gasparian Face’te bulundu, torunu olmalı. Sao Paulo’da doğmuş, Lizbon’a taşınmış, DJ, işyerleri için müzik düzeni kuran firması var, “Brezilya müziğini ve yaşam tarzını” pazarlıyor. Çok modern, ekonomik sıkıntı tanımadığı belli, biraz playboy. Eşi İtalyan kökenli, galiba annesi de öyle. Sayfasında Ermenilikle ilgili bir iz yok, ama Gasparian soyadlı yirmi akrabası listede. Kardeşler, yeğenler, kuzenler, Kumandan Paşanın sülalesi.
Onları inceledik. Arkadaş listeleriyle beraber belki üç dört bin kişi, modern Brezilya elit kültürünün adeta aile fotoğrafı. Hepsi son derce şık ve güler yüzlü. Yayıncı, sanatçı, akademisyen, uluslararası ifade özgürlüğü konferansı yöneticisi, doğa aktivisti, modern mimari meraklısı, rallici, yönetici, ABD’de okul, Hollanda’da konser, vb. Olağanüstü kozmopolit; eşler Alman, Japon, İspanyol, Lübnan asıllı. Ama ilaç için listelerde tek zenci yok (oysa Brezilya nüfusunun neredeyse yarısı kara veya kara melezi). Tek bir tane kavgalı, polemikli, hakaretli paylaşım yok. Çoğu siyasete değinmemiş, ama değinenlerin hepsi Partido Novo yandaşı: ilerici, çağdaş, hafif sol tınılı liberal parti.
Toplam otuz Gasparian arasında Ermenice bildiğini belirten yok. “Ermeni” konularına ucundan dahi değinen yok. Kusursuz bir asimilasyon örneği sanırım. Buna karşılık Brezilya’nın ve dünyanın dört yanına dağılsalar da klan dayanışması tükenmemiş görünüyor; sık sık layklaşıp haberleşiyorlar.

Düşünüyoruz: Türkiye kültüründeki o çirkef damarın kışkırttığı tepki olmasa benim bugün Ermenilikle ne bağım kalmış olurdu? Kimin kalmış olurdu?
*

Arayınca bulunuyor. Harputluymuşlar, yani Elazığ. İki kardeş bir müddet Brezilya'ya çalışmaya gitmişler. 1894'te Harput'a dönmüşler. 1895'te Harput katliamlarından canlarını kurtarıp ailece Sao Paulo'ya taşınmışlar. https://tamarnajarian.wordpress.com/.../armenians-in-brazil/
Kumandanın kardeşi olan Gaspar Gasparian (1899-1966) dünyaca ünlü fotoğrafçı. Foto-kübizm akımının kurucusuymuş. Fotoğraf alanında 20. yy'ın sayılı öncülerinden diyorlar. http://gaspargasparian.com/fotos.html
Yeğen veya kuzen çocuğu olan Fernando Gasparian (1930-2006) demokrasi mücahidi, 20. yy ikinci yarısında Brezilya'nın en tanınmış yayıncısı, siyasetçi, parti kurucusu, kingmaker. 1960-70'lerde Brezilya, bir, dependency teoricileriyle, iki, liberation theology'cileriyle meşhurdu. İkisinin de baş yayıncısı Gasparian'mış. https://www.independent.co.uk/news/obituaries/fernando-gasparian-421600.html

Malazgirt, öncesi ve sonrası

$
0
0

Ermenice ManazgerdՄանազկերտ adı verilen kentin Manavaz adlı kişi tarafından kurulduğunu ve asıl adının Manavazgerd (“Manavaz kenti”) olduğunu, 5. (veya en geç 9.) yy’da yazan tarihçi Khorenli Movses bildirir. Yazara göre Manavaz, Ermeni devletinin kurucusu olan Hayk’ın üç oğlundan biridir. Muhtemelen modern tarihçilerin Menua veya Menuas olarak adlandırdığı Urartu kralı ile aynı kişidir. MÖ 810-785 yıllarında Van’da hüküm sürmüş, bir dizi fetihle Urartu devletini bölgesel bir güç haline getirmiştir. 1964’ten sonra Malazgirt yakınındaki Düzceli köyünde bulunan Urartu çiviyazısı ile yazılmış dört yazıt Menua’nın burada inşa ettirdiği su kanallarını anar, böylece Khorenli’nin geleneksel anlatısına çarpıcı bir arkeolojik delil ekler.
Aynı tarihçiye göre Manavazyan soyu kentte MS 4. yy’a dek hüküm sürmüştür. O sülalenin 333 yılında Ermeni kralı 2. Xosrov Kotak tarafından kanlı bir şekilde tasfiyesinden sonra Manazgerd beyliği Albianus adlı bir Romalı (ya da Romalı unvanı benimsemiş) zata tevdi edilir, Hristiyan dini bu kişi zamanında kurumlaşır.
İslam fethinden bir süre sonra şehir, asıl merkezi Ahlat’ta olan Armen-şahlar emirliğinin şubesi ve bazen rakibi olarak karşımıza çıkar.  860’lardan 964 yılına dek kentte Beni Süleym kabilesinden Beni Kays hanedanı hüküm sürer. Bizans imparatoru 7. Konstantin Porphyrogenetos’un çağdaş olayları anlatan siyasetnamesinden[1]çıkarabildiğimiz kadarıyla emir isimleri Ebülverd, Abdülhamid, Ebülesved, Abdürrahim, Ebulmuizz ve Ahmed’dir. Halkın o tarihte hangi dinde olduğuna dair bilgimiz yoktur. Egemen aile her ne kadar Arap şeceresi iddia etse de, o günün yaygın kültürel pratikleri bağlamında, bunun ne derece sahih olduğunu da bilemeyiz. 12. yy’a dek yerel Ermeni beylerinden birçoğunun Arapça isimler benimsediği, hatta bazılarının iki-üç kuşak içinde Arapça, Rumca, Ermenice ve Gürcüce isim taşıdığı bilinir.
964 yılında Bizans’ın o dönemde bölgedeki en güçlü müttefiki olan Tayk (yani Artvin-Yusufeli) beyi 2. David Kuropalates, Erzurum’un ardından, Rumların Manzikert adını verdiği Manazgerd’i de İslamlardan fetheder; bir müddet Bizans adına burada hüküm sürer. David aslen Ermeni olan Bagratuni hanedanındandır, fakat Ermeni kilisesini reddederek Rum Ortodoks mezhebine geçmiş ve Gürcü kimliğini benimsemiştir. Sonraki Gürcü kralları bu zatın yeğeninin soyundan gelir. 1000 yılında Bizanslılar aşırı güçlenen David’i bir suikastçi gönderip öldürürler. Vakanüvis Tovma Artsruni’nin ifadesine göre Bizans bu tarihte kentin yönetimini Van-Gevaş’ta hüküm süren Ermeni Artsruni hanedanına bahşeder; ancak bu hanedanın sözcüsü olan Tovma’nın verdiği bilgiye ne kadar güvenilebileceğimiz açık değildir. He halükârda 1064 ve 1071 yıllarında kentte bir Bizans garnizonunun bulunduğu anlaşılıyor.
Abbasi imparatorluğunun çözülmeye başladığı 10. yy başlarından itibaren bölgede hüküm süren aşırı derecede karmaşık siyasi dinamiklerin 1071’deki Türk fethini ne şekilde etkilediği meselesi, Batılı kaynaklarda bir ölçüde tartışılsa da, Türkiye’de henüz çok az üzerinde durulmuş konulardandır.
*
1071 zaferinden sonra Selçukluların Anadolu’de hemen bir yönetim kurmadıkları, hatta bu yönde bir teşebbüste bulunmadıkları bilinir. Buna karşılık Bizans egemenliği bir daha toparlanamayacak şekilde çökmüştür. Ortaya çıkan boşluktan ilk yararlananların yerel Ermeni beyleri olduğunu bilir miydiniz?
Aralarında en önemlisi Ermeni asilzadelerinin Varajnuni soyundan olduğu halde Rumca Philaretos (“erdemsever”) adını kullanan zattır. 1069’da Ahlat’ı Araplardan fetheden Bizans ordusunun kumandanıdır. 1071’de Malazgirt savaşına katılır, imparator Romanos öldürülünce bugünkü Palu olan Romanopolis’te imparatorluk ilan eder. Önce Antakya üzerine yürüyüp oraya boyun eğdirir. Sonra, şimdi Elazığ-Malatya sınırında Karakaya baraj gölüne batmış olan Muşar kalesine yerleşip, Malatya’dan Antakya ve Maraş’a uzanan sahada on beş yıl hüküm sürer. Sasun/Sason hakimi olup Muş Ovasını ele geçiren Muşeğ oğlu Tornik’i, Muş yöresinin İslam emirlerinden Emir Bekr ile işbirliği yapıp öldürtür. Ermeni beylerinden Vasak Pahlavuni’yi Antakya’ya yönetici tayin eder; fakat İstanbul suikastçi gönderip Vasak’ı öldürtünce 1076’da Apşun (Afşin) adlı yerde Bizans imparatorunun ordusunu hezimete uğratır. 1086’da Selçuklu sultanı Melikşah’a boyun eğerek Müslümanlığı kabul eder.
Bu esnada Andrion’da (Maraş-Andırın), Keysun’da (Besni-Çakırhöyük), Gerger’de çeşitli Ermeni beyleri hüküm sürmektedir. Daha evvel Bizans’ın Urfa valisi olan Ebulkaab oğlu Vasil 1077’de o kenti bu kez kendi namına fethedip beylik kurar. Vasil tanınmış bir Ermeni soyundandır, fakat baba adı Arapça (Ebülkaab = “Şişmanoğlu”), kendi adı Rumcadır. 1083’te Harran’ın Arap emirinin desteğiyle Selçuklu komutanı Husrev’i yenilgiye uğratır. Van’daki Artsruni hanedanının Ermeni beylerinden Xaçik Xuln oğlu Hasan oğlu Ebulğarib 1079 veya 80’de Tarsus’ta hükümdarlık kurar.
Bu bilgiler 1163 tarihli Urfalı Matteos Vekayinamesinin 2.60 ila 2.85 bölümlerinden. Scribd abonmanınız varsa İngilizcesi orada bulursunuz.
İran’daki Selçuklu sultanına az ya da çok itaat eden Türk komutanlarının Anadolu ve Suriye’de sistemli olarak egemenlik kurmaya başlamaları 1084 ila 1087 yılları gibi görünüyor. O arada yerel egemenliğe sahip olan Ermeni (ve Rum ve Arap) emirlerine ne oldu? Bir bölümü yenilmiş ve ölmüştür sanırım. Daha çoğu günün koşullarına ayak uydurmuş olmalı.




[1]Batı kaynaklarında De administrando imperii adıyla bilinen eserin orijinal adı Πρὸς τὸν ἴδιον υἱὸν Ρωμανόν (“Öz Evladı Romanos’a”) olarak geçer. Devlet yönetimine dair el kitabıdır.  

Türk ideali

$
0
0

"Güneş doğmadan siren sesleriyle uyandığınız gün virüsler için kıyamet vaktinin geldiği andır. Nökerler tüm nefretiyle kapılarınızı tekmeleyecek. Karınızı, kızınızı, oğlunuzu dipçik darbeleri ile etkisiz hale getirecek. Hepinizi esir alacaklar. Yaşlıları, sakatları ve zayıf olanlarınızı oracıkta gebertecekler. Sağlam olanlarınız ise imparatorluğa katkı sağlamak için köle olarak çalıştırılacak. Tüm mal varlığınıza el konulacak. Cesetlerinizden de enerji olarak faydalanacağız. Krematoryumlar cayır cayır yanacak. Yok olacaksınız, tarihten silineceksiniz. Türk topraklarında Türk’e kafa tutmanın diyetini ödeyeceksiniz. Cumhuriyet rejiminin rahatlığını bir daha asla göremeyeceksiniz. Bize mukavemet eden herkes postallarımızın altında inim inim inleyecek. Çünkü artık bu topraklarda Yunan töresi demokrasinin değil Yüce Tigir’in hükmü sonsuza dek sürecek. Tigir:Er Düşünce Sistemi yeni Türk ırkının biricik klavuzu olacak. Demokrasi yok! Merhamet yok! Barış yok! Çünkü Barış korkaklara göredir!"
Demiş Süleyman Çakır adını kullanan bir yiğit. İlk bakışta "ergen Neonazizmi" deyip geçiyoruz. Sonra düşünüyoruz: Cumhuriyet eğitiminin damıtılmış özüdür bu. İkircikli laflar ayıklandıktan sonra kalan temeldir. Türk ideali!
TSK mensupları kaç kuşaktan beri bu hayalle eğitildi. "Vatan mevzubahisse gerisi teferruattır" diyenler aslında bunu kastettiler. “Yeniden Milli Mücadele” diyenlerin nihai rüyası buydu.
Türkiye'nin Batı'yla ilişkisi her zaman sorunluydu. Kerhen taşınan bir yüktü. Sanırım 90'ların sonunda asker ve sivil çevrelerde "artık yeter, eylem zamanı" diyen zümre ağır basmaya başladı. Tasarladıkları şey alelade bir askeri darbe değildi. Temelli bir rejim değişikliği planladılar. 2007'ye doğru süreç hızlandı.
Kim bilebilirdi ki eylemlerini Erdoğan'a karşı değil, Erdoğan'la birlikte yürürlüğe koyacaklar!
Düşünürsen aslında mantıklı olan buydu. İslam, tasarladıkları düzenin rakibi değildi, doğal müttefikiydi. İslami söylemi kullanmadan kitleleri yanlarına alamazlardı. Türk milliyetçiliğinin soyut nefretini İslam'ın gavur düşmanlığıyla birleştirince ortaya çıkacak sinerjinin önünde hiçbir kuvvet duramazdı.
Muhtemelen de duramayacak.
Yeni iktidar planını 2010'dan sonra devreye soktular. 15 Temmuz 2016'da zafer kazandılar. İçte onlara direnebilecek hiçbir organize güç kalmadı. Geçmiş olsun.
Dışta nasıl ve nerede durdurulur diye düşünmek lazım.

Eğitim nasıl olmalı

$
0
0

Eğitimin ana konusu bence okuma yazma olmalı. İlk ve orta öğretimde kesin öyle, lisans eğitimi de çok farklı değil. Öğrenci farklı tarz ve konularda uzun metinler (kitaplar) okumayı, okuduğunu anlamayı, anladığını sözlü ve yazılı olarak ifade etmeyi, eleştirmeyi, karşı görüş oluşturmayı, edeple tartışmayı öğrenmeli. Başka da çok şey öğrenmesine gerek olduğunu sanmıyorum. Bu yeter. Mektep dediğin yer sonuçta kitabet sanatını öğrendiğin yerdir. Yazı kültürüyle beraber doğmuştur; muhtemel ki yazı kültürü ile beraber ölecektir.
Güneşin altındaki her konu okuma yazma dersine dahil edilebilir. Öğretmenin ve öğrencinin eğilimine göre, roman, şiir, tarih, güncel siyasi konular, Japon tiyatrosu, ceza kanunu, astronomi, köpek bakımı, çizgi roman, İtalya gezi rehberi, Kuran ve Hint ilahileri okunabilir. Fizik ve Kimya da tümüyle okuma dersine sokulabilir: içeriği hatmetmek değil bence önemli olan, böyle mevzular olduğunu bilmek ve okuduğunu anlama disiplinini kazanmaktır. Onu bir kere kazandıktan sonra, fiziği istediğin zaman öğrenirsin, kolay.
Her topluma ortak bir referans çerçevesi lazım. O yüzden mesela merkezi bir heyet (“bakanlık” diyelim) her yaş için tavsiye edilen bir okuma listesi yayınlayabilir. Listeden her yıl diyelim on tane seçip okutmak zorunlu olur, gerisine öğretmenle öğrenciler karar verir. Belli sayıda metni öğrencinin bireysel olarak seçmesi ve topluluğa sunum yapması teşvik edilir.
İkinci zorunlu ders İngilizce olmalı. Bu da özünde öbürü gibi okuma-yazma dersidir. Yerel dilin sınırlarını aşıp global bir perspektife ulaşmaya yarar. İngilizceyi ana dili İngilizce olan öğretmenlere verdirmenin önemine daha önce değinmiştim. Yerli hocayla İngilizce öğretme denemeleri, vakaların yüzde doksan dokuzunda maalesef fiyaskodur.
Matematiğin çok gerekli olduğunu sanmıyorum. Temel aritmetik ve geometri şüphesiz lazım, birinci derece denklemleri çözme becerisi de sanırım herkeste olmalı. Gerisi özel ilgi alanıdır. Formel tanım ve ispat disiplininin muazzam bir kazanım olduğunu inkar edecek değilim. Ama matematik gibi yüksek bir soyutlama düzeyinde o disiplini edinmeye eğilimi olanlar küçük bir azınlıktır; çoğunluk için o çaba hayatta hiçbir gerçek getirisi olmayan bir eziyet olarak kalır. Bale de güzel bir şey: biri formel düşünce disiplini ise öbürü bedensel hareket disiplini. Ama herkesi baleye mecbur etmeyi düşünmüyoruz. Matematik de onun gibi. İlgilisine okul dışı kurslar olabilir, Matematik Köyü gibi kurumlar olabilir, yeter.
*
“Okumanın çağı geçti hoca, herkesin elinde ayfon var” diyeceksiniz, kabul. Muhafazakar bir proje bu. Daha ziyade, Yirminci yüzyılda ne yapılmalıydı da yapılmadı sorusuna cevap.
 “Herkesin elinde ayfon varken okul kurumuna ne gerek var” diye de sorabilirsiniz, ona bakarsan. Bu da üstünde düşünmeye değer bir konu. Belki de ayfon çağında yapılması gereken, bilginin içeriğine dair her şeyi okul dışına – kurslara, online derslere, yaz okullarına – havale edip, okulu asli işlevi olan okuryazarlık işine geri döndürmek olmalı. Uzun metinler okuma ve anladığını derli toplu ifade edebilme disiplininin kalıcı bir değer olduğunu düşünüyorum. Yakın gelecekte piyasadan kalkacağına ihtimal vermem, ya da vermek istemem.
Belki anadilde ve İngilizce okuryazarlık dersinin yanında üçüncü zorunlu konu ayfon dersi olabilir: adına device literacy diyelim. İdeali o dersi de İngilizce vermektir. Tercihan yirmi beş yaşını geçmemiş ablalar ve abilerle kodlama yapılır, hacking öğrenilir, oyun oynanır, sosyal medya edebi tartışılır, dünya gezilir, online dating teknikleri öğrenilir, vs..
Hayal tabii. Milli Eğitim Bakanlığı var oldukça hiç biri olmaz. 

عربى و عثمانى حروفله سرگذشتم

$
0
0

Benim kuşağımın gençliğinde eski yazı öğrenmek, hele Arapçaya ilgi göstermek, havsalaya sığmayacak işlerdendi. Babalarımızın kuşağında – 1920’den sonra doğanlarda – eski yazı bilen kimse yoktu. Daha doğrusu belki Kuran kursu görenler vardı, ama onlar başka gezegende yaşayan tuhaf canlılardı, bizden rastlayan olmamıştı. Zaten 1928’den sonra kırk yılı aşkın bir süre devlet onaylı Kuran kursları haricinde eski yazı öğretmek kanunen yasaktı. Uygulanır mıydı bilmiyorum, ama kanunda açıkça yazılı hapis cezası vardı. DTCF’deki Arap ve Fars Edebiyatı kürsülerine de kaç öğrenci girebiliyordu Allah bilir.
1974’te üniversite öğrenimim için ABD’ye gittim. Latince biliyordum, Eski Yunancaya başladım, Beowulf’u aslından okuyabilmek için bir iki Eski Anglosaksonca grameri karıştırdım. O aşamada birden kafama dank etti, bunca şeye meraklı olup dedemin Türkçe makalelerini okuyamamanın absürtlüğü. O yılın Aralık başında iki hafta kapanıp eski yazı öğrendim. Hatta Osman Kavala’ya eski yazıyla kargacık burgacık bir mektup yazdım diye hatırlıyorum, hava atmak için.
Noelde birkaç arkadaş New York’ta buluştuk. Aa, ne görelim, liseden kankam Ahmet Karamustafa da eski yazı kursuna niyetlenmiş. Bizden bir yıl büyük olan Cemal Kafadar biliyormuş, onu teşvik etmiş. Sınıfın “temiz çocuğu” olan Hasan Kayalı tepki gösterdi, üçümüzü fena halde haşladı. Bu çağda böyle şeyler yanlışmış, gericilikmiş, Atatürk ülküsüne ihanetmiş, ancak yobazlar Osmanlıca öğrenirmiş... Kaderin cilvesi: adı geçenlerin ben haricindeki üçü de şimdi ABD’nin önde gelen üniversitelerinde Osmanlı tarihi profesörüdür. Hasan Jön Türkler devrinde Arap milliyetçiliği konusunda uzmanlaştı. Cemal Osmanlı dönemi alt tabaka kültürleri konusunda bir numaradır. Ahmet ne yapıyor bilmiyorum.
Eski yazıyı sökünce Arapçanın elzem olduğunu fark ettim. Sophomore yılımda (yani ikinci sınıfta) Fred Donner adlı şahane bir genç hocadan bir yıl Klasik Arapçaya Giriş aldım. Sağlam bir gramer temeli edindim. Fred şimdi Şikago Üniversitesinde profesör, İslam dininin orijinleri, ilk Arap fetihleri, Taberi Tarihi konularında dünyanın önde gelen isimlerinden biri. Sonraki yıl hocam dünyaca ünlü karşılaştırmalı Sami dilleri uzmanı, İbn Haldun mütercimi Franz Rosenthal idi. Doğruca Mukaddime metnini aslından okuyarak başladık. Ancak Rosenthal çok yaşlıydı ve feci Alman aksanlı İngilizcesini takip etmek ömür törpüsüydü. Yılbaşına doğru vefat etti. Yerine can dostum, İstanbullu, Robert Kolejli Dimitri Gutas geldi. Daha kolay diye Binbir Gece Masalları’na döndük. Ama iş tavsadı, sınıfta tek öğrenci ben kaldım. Sonuçta Arapçam fazla gelişemeden kaldı. Şimdi kelime hazinem ve teorik gramer bilgim iyidir, cümleleri bulmaca çözer gibi çözümleyebilirim. Ama bir metni baştan sona oturup oku desen okuyamam. Dimitri Yale’de Arap ve İslam Bilimleri profesörü olmuş. Ortaçağda Yunanca ile Arapça ilişkileri konusunda dünyada bir numara.
Farsça içimde ukdeydi. Ta o yıllarda üç beş tane Hafız ve Sadi beyti ezberleyip yerli yersiz kullandığım vakidir; Mevlana’nın naatını da (Itri’nin Neva Kâr’ı kisvesinde) ezbere bilirim. Nihayet 2004 veya 2005 olmalı, Sözlük çalışmasının ikinci raundunda oturup bir Farsça gramer kitabı okumayı akıl edebildim. Burhan-ı Katı, Steingass, Paul Horn’un Yeni Farsça Etimolojisi, daha sonra Bartholomae’nin Eski İranca Sözlüğü ile MacKenzie’nin Pehlevice Leksikonu günlük yaşamımın parçası haline geldiler; ister istemez büyükçe parçaları ezberimde yer etti. Farsça bildiğimi hala söyleyemem. Ama klasik Fars edebiyatından herhangi bir beyit verin, bir iki sözlüğe bakıp çözerim. Değme İranlının aklına gelmeyecek acayip kelimeleri bazen pırt diye hafızanın torbasından çıkardığım olur.
 *
1988 Nisan-Mayıs olmalı, bir iş için Hürriyet gazetesine yolum düştü. Beş on kişilik bir grupla muhabbet ederken eski yazı bir pusula çıkardılar. Okuyamamışlar. Verin bir bakayım dedim; kötü bir el yazısıydı, çözemedim. Muratçözer dediler. O vesileyle tanıştık. Özgüven fakirlerine özgü aşırı kibirden mustarip, kasıntı bir tip. Verin dedi, yalan yanlış da olsa okudu. Bilmediği konularda atıp tutması sinirime dokundu. Birkaç hatasını özenle düzelttim; hatta sırıtmış da olabilirim. (Kötü bir huy biliyorum, ama ne yapayım.)
Murat Bardakçı’nın bana karşı o zamandan beri dinmeyen nefretinin sebebi sanırım budur. Yüz yüze geldiğimizde hep yaltaklanır, alttan alır. Sırtımı dönersem vay halime!
El yazısı pek okuyamam, alışkanlığım yok. (Ali Nesin’i 1986’da askerdeyken eski yazı öğrenmeye ben teşvik etmiştim. Sonradan yıllarca babasının arşivleriyle uğraştı, el yazısını benden daha iyi çözer.) Ama matbaa yazısında sıkıntı çekmem. Kilometrelerce eski gazete arşivi taradım. 2002’de hapisteyken mahkumlara eski yazı dersi verdim. Bu seferki hapiste bir-iki kısa roman, bir de Tanin gazetesinin Türk basınında ilk kez 1909’da Anadolu’ya gönderdiği muhabirinin yazılarından derleme kitabı okudum. İtiraf edeyim, yavaş okuyorum. Yer yer ilkokul ikinci sınıf öğrencisi gibi heceliyorum. 44 yıl sonra hala öyle olması utanç verici, ama elden ne gelir?
İyisi mi yata kalka Atatürk’e dua edelim. Latin alfabesi gibisi yok. 

Cami sever misiniz

$
0
0

Beni cidden etkilemiş olan cami Delhi'deki Cuma Mescidi'dir (Red Mosque ya da Cihan-numâ da deniyor). Belki dışarıdaki hengameden sonra avluların sükuneti hoşuma gitti; belki her köşede toplaşmış sohbet eden kınalı sakallı mollalar sevimli geldi. Saatlerce aralarında oturdum, tek başına oturanları, kitap okuyanları, üçer beşer müzakere edenleri, ders gören çocukları izledim, birkaç sohbete bulaştım. Bir şehrin kamusal "oturma odası" fikri hoşuma gidiyor; bir tür "agora" da diyebilirsiniz. Orada antik kentin agorasını çok net algıladım. Yozlaşmış bir ideolojinin cenderesinde de olsa, işlevi güzel. Ve önemli.
Türkiye'de sanatsal açıdan en çarpıcı cami şüphesiz Divriği'deki Ulucami'dir. Çılgın bir eser. O dönemin İslam dekoratif sanatıyla ilgisi yok; bölgenin İslam-öncesi gelenekleriyle de pek ilgili görünmüyor. Hintli usta getirmiş olabilirler mi sorusu hep aklımdadır.
13.-14. yüzyılların Ulucami modeli bana klasik devir Osmanlı camilerinden daha etkileyici gelir. En görkemlisi sanırım Bursa Ulucamii ile Edirne'deki Eski Cami'dir. Ama Sivrihisar yahut Beyşehir Ulucamileri gibi, daha mütevazı ahşap kolonlu örneklerde (şimdi yere serdikleri iğrenç halılara rağmen) daha kucaklayıcı olan bir şey var sanki.
Gerçekten sevdiğin, burada olsam ara sıra uğrardım dediğin oldu mu diye soracak olursan, Doğu Karadeniz'deki ahşap camiler gelir aklıma. Sonradan vernikleyip rezil ettiler gerçi, ama Rize Şimşirli ile Güneyce'dekiler bildiklerimin en güzelidir. Samsun Tekkeköy ile Bekdemir köyünde varmış daha iyileri ama onları görmedim.
Klasik Osmanlı camileri pek açmıyor beni, Kütahya Seramik showroom havası alıyorum.

Canlanan dinler, ölen diller (Brezilya notları)

$
0
0

Protestanlığın önlenemez yükselişi
Brezilya’da gözümüze batanlardan biri: Katolik kilisesinin çöküşü. Bir zamanlar devletin ve milletin resmi diniyken şimdi kağıt üstünde %64’e düşmüş. Ama bu, resmen görünen tarafı. Gerçekte her kasabada, her mahallede, her köyde süpermarket açar gibi Protestan ibadethanesi açılmış. Çeşit çeşit gecekondu mezhepler, Assembleia de Deus, Congregação Cristã, Igreja Universal do Reino de Deus, Igreja do Evangelho Quadrangular (!), İsa ile Yeniden Doğuş Apostolikleri, Can Veren Pınar Apostolikleri, Mesih’in Gücü Apostolikleri, Halkların Işığı kilisesi, Seventh-Day Adventistler, Metodistler ve Serbest Metodistler, beş ayrı mezhebe bölünmüş Baptistler, Fundamentalist Presbiteryenlerle Muhafazakar Presbiteryenler, rakip gazoz markaları gibi, her köşeyi tutmuşlar. Vaaz saatinde kapılar açık, içeride iğne atsan yere düşmez, insanlar sokağa taşmış, coşku had safhada. Dükkanlarda, lokantalarda, otellerde, otobüs işletmelerinde Protestan propagandasının açık veya örtülü izleri. En şık mahallelerde Protestan sloganlarıyla bezeli yeni yapı okullar, imam hatip estetiğinde.
Buna karşılık Katolik kilisesinin üstüne sanki ölü toprağı serilmiş: dinle pek işi olmayanların dini. Düğün ve cenaze dini. Rio’daki Ulusal Katedral’e gittik, neo-emperyal bir Devlet tapınağı: içeride birkaç turist, demir parmaklıkla ayrılmış bir şapelde ilahi dinleyen birkaç yaşlı karı koca, papazla düğün pazarlığı yapan genç bir aile...
1970-80’lerdeki askeri diktatörlük zamanında Brezilya Katoliklerinin Liberation Theology hareketi meşhurdu. Her yerde fakirlerden ve ezilenlerden yana tavır almış, yer yer silahlı devrimi savunacak kadar radikalleşmişlerdi. Dom Helder Câmara gibi, fakirlerin azizi mertebesine ulaşmış bir öncü din adamı çıkarmışlardı. Şimdi o akımdan geriye ne kaldı bilmiyorum. Ama belli ki fakir halkın yüreğinde yer tutmayı başaramadılar. Umuttan başka sermayesi olmayan kesimler, umudu başka yerde aramaya yöneldiler.
Türkiye’deki cemaat ve tarikat salgınını ister istemez hatırlatıyor. Ayrı bir mezhep – hatta ayrı bir din – sayılabilirler mi? Sayılmalarında fayda var mıdır?

Brezilya yer adları
Rio’dan güneye yer adları: Itaguaí, Muriqui, Mangaratiba, Jacareí, Jaquecanga, Zungu, Itanema, Cunhambebe, Rio Mambucaba, Perequê, Tarituba, Taquari, Picinguaba, Ubatuba... Oğlumla düşündük: Uzun süre kızılderili kültürüyle iç içe yaşamış olmalılar, öbür türlü köy, kasaba, dere, tepe, ada, plaj vs. bunca adı yerli dilden nasıl alabilirler?
İçeri tarafa doğru girince, mesela Minas Gerais eyaletinde, bu sefer coğrafyaya ezici çoğunlukla Portekizce adlar hakim. Gayet sıradan, Karadere, Yeşiltepe, Aşağı Kızılca, Soğukpınar, Ak-altın... Hımm, diyoruz. Siyasi bir hadise olmalı. Ya da adlandırma dönemi farklı. Arada herhangi bir gözlemlenebilir etnik fark yok çünkü.
São Paulo eyaletinde Tabatinga adlı bir kasaba görüyoruz. Bir daha hımm, yıllar önce Brezilya’nın ta öteki ucunda, Kolombiya sınırında, Tabatinga adlı bir şehre uğramıştım. Yerli dili olsa bu kadar geniş bir alana yayılmış olamaz. Dört bin kilometreye kol atan yerli dili nerede görülmüş? Ancak emperyal diller o kadar uzar.
Google yetmeyince, ilk gördüğümüz kitabevine dalıp bir Brezilya tarihi kitabı ediniyoruz: Mary del Priore ve Renato Venancio, Uma Breve Historia do Brazil.İspanyolca ve Fransızca biliyorsan Portekizce kolay, acayip imlaya biraz alışınca Tavit’le beraber yüzde doksanını söküyoruz. Meğer neymiş? Beyaz adamın gelişinden sonra, 16. yüzyıldan 18. yüzyıl ortasına kadar, Güney Brezilya’da sahil yöresinin yerli dili olan Tupi dilini bütün Brezilya’nın ortak dili olarak benimsemişler. Cizvit rahipleri önayak olmuş, 1540’larda Tupi dilinin gramerini yazmışlar, İncil’i o dile çevirmişler, misyon okullarında o dili öğretmişler. Tupi’likle alakası olmayan Amazon ormanlarına ve kuzeyin bozkırlarına dek o dili yaymışlar. O devirde adlandırılan her coğrafi birime Tupice isim vermişler. Ta ki 1750’lerde Portekiz kolonyal yönetimi Cizvit tarikatını yasaklayıp, Portekizceyi tek ve yasal resmi dil ilan edinceye dek.
Başka bir kitabevine girip Tupice öğreten kitabınız var mı diye sorduk. Kız önce anlamadı, sonra hayatında böyle bir şey soran kimseye rastlamadığını söyledi. Üniversite kütüphanesine gidin belki orada bulursunuz diye akıl verdi.
Tabatinga da Tupi dilinde Akköy demekmiş.

Restoran analizleri

$
0
0
Adamızda 400 küsur taverna var, bir o kadar da kafe, bar ve saire. Taverna dediğim, bildiğiniz lokanta. İstisnasız hepsi, insana “olmaz bu kadar” dedirtecek kadar sevimli yerlerdir. Renkler, bahçe, saksı, tabela, çevre, neşe, içtenlik, özen, edep, temizlik, alçak gönüllülük vs.. Lezzetsiz olanına rastlamadım. Fiyatlar makul ve her yerde aynıdır, tıka basa yiyip içsen 20 euroyu aşmaz. Tek problem: hepsinin menüsü birbirinin tıpatıp eşidir. Bin sene önce biz iyi yaşamın sırrını çözdük diyorlar, yeni şeyler denemeye ne gerek var?
Ağustos ayında ada Türklerle dolup taştı. Gözlemledik. Grup lokantaya girer, düzgün güzel insanlar. Biri yüksek perdeden selam verir, yüzünde “ben kül yutmam ona göre” ifadesi. Oturulur. Olası şikayet konuları sırayla test edilir: neden bardak yok, kızartılmış ekmek isteriz, bu sandalye olmaz, ama çocuk yemeği... Mastor aldırmaz, gülümseyerek işini yapar. Üç beş defa masaya çağrılır: ara sıcak ne var, bir porsiyon daha alalım, hardal da, tabakları alır mısınız... Burada alışılmış usul değildir oysa, siparişler bir defadan verilir, sonra garson rahat bırakılır. O sayede tek kişi – çoğu zaman mekan sahibi ya da karısı – bir başına beş on masayı idare edebilir. Eleman sabırla ve güleryüzle cevap verir. Ortam peyderpey yumuşar. Herkes mutlu olur. Öpüşe koklaşa ayrılınır.
Serde Marksistlik var, ister istemez iz bırakmış, sınıfsal analize gireriz. Türkiye’de sınıf ayrımları keskindir, en keskin hissedildiği yerlerden biri (içkili) restoran kültürüdür. Müşteri, kapıdan girer girmez sınıfsal konumunun sinyallerini gönderir. Karşıki proleterdir. Hizmetkara özgü davranışları sergilemesi beklenir: sahte hürmet, içten pazarlık, acımasız çıkarcılık. Dolayısıyla gardını alman gerekir. O vurmadan sen vurmalısın, ya da gerekirse vuracağını belli etmelisin. Bu sandalye neden burada? Neden lüfer yok? Olur mu yaa, burası da bozuldu artık. Uşak yaltaklanır veya salağa yatarsa denge oluşur, ortam sakinleşir. Yoksa sınıf savaşı çıkar. Kaçınılmaz bir ritüeldir, edeple terbiyeyle ilgisi yok.
Anakarayı bilmiyorum, ama bu adada sınıf ayrımı hemen hemen yok. Göze batar zenginlik yok. Farkına varılabilecek fakirlik yok. Herkesin evi, alışkanlıkları, kültürü, çocuğunun eğitimi aşağı yukarı aynı. Öğlen yemek yediğin restoranın ustası akşam barda yan masana oturabilir, kızı senin dişçin çıkabilir. Dolayısıyla restoran adabı farklıdır. Dostunun evine yemeğe gitmiş gibi gidersin. İyi niyetine güvenirsin. İşini kolaylaştırmaya çalışırsın. Çoluk çocuğun hatrını sorarsın. Bir şey aksarsa gülüp şaka yaparsın, beraber çözüm yolu düşünürsün.
Türkiye’de iyi lokanta nerededir? Bir, esnaf lokantalarının çoğu iyidir. Çünkü mekan sahibi ve personeliyle müşteri akrabadır, aralarında sınıf farkı yoktur. İki, yeni tip entel dantel yerleri genellikle (en azından ilk açıldığında) güzeldir. Sebep aynı. Binde bir kaldı, meraklı bir akşamcının bizzat işletip servis ettiği meyhaneler güzeldir. Sebep aynı. Son zamanlarda pıtrak gibi artan Meliha Hanımın Ev Mantısı türü yerler de enfes oluyor. Sebep aynı. Alanla satan aynı ortamların insanı olunca aynı dili konuşuyorsun, sonuç güzel oluyor.
Düşün: Türkiye’de her mekanda garson sayısı arttıkça neden servis kalitesi düşer? Neden biri sandalyeni çekip öbürü arkanda kazık gibi dikilirken kalbine hınç dolar? Sınıf kavgasıdır. Memleketteki tüm problemlerin ana damarı. Yapısal mesele.
Bir ara hatırlatın da Kemalizmin sınıfsal analizini de yapayım size.


Viewing all 680 articles
Browse latest View live