(1964-1971)
İlkokul ikiyi bitirdiğim yaz Baruyr Eniştem Hayat Tarih Gazetesi’nin ciltlenmiş koleksiyonunu hediye etti. Günlük gazete şeklinde hazırlanmış dünya tarihi, 52 sayı, Yılmaz Öztuna yazarı yahut derleyicisi. İçine düştüm, aylarca çıkamadım. Manşetlerini ezberledim: Sezar’a Senato’da Suikast! Fransa’da İhtilal Ateşi Sönmüyor! Bir tarih ansiklopedisi yazmaya karar verdim.
Sanırım bir kişilik özelliği, obsesyon da denebilir, datamania mı desek acaba? Şimdi neysem sekiz yaşımda o. Büyük çaplı data toplayıp sistemleştirmeyi seviyorum. Eksik kalmasına tahammül edemiyorum, kalırsa sinirleniyorum, uykularım kaçıyor. Saatlerce, günlerce, aylarca o işe konsantre olabiliyorum.
Osmanlı padişahlarını, Selçuklu sultanlarını listelemekle başladım. Peşinden Asur kralları, Roma imparatorları, ABD başkanları, tarihleri ve lakaplarıyla. Tarihin sonsuz karmaşıklığı, yavaş yavaş, girdap gibi içine çekti. Ünlü besteciler. Ünlü savaşlar. Keşifler ve icatlar. Tarihte Türk devletleri. İlkokul bitinceye dek kareli, büyük boy beş altı defter doldurmuş olmalıyım. Sonra o defterler kim bilir ne oldu.
Üçe gittiğim sene Milliyet gazetesi Hammer’in Osmanlı Tarihi’ni vermeye başladı, anıtsal bir eser, her hafta bir fasikül. Babamın “Şuna bir bak, senin ansiklopediye yarayabilir” dediğini hatırlıyorum. Sonrası, televizyonun henüz Türkiye’ye gelmemiş olduğu bir çağda, dizi bekler gibi tefrika bekleme, Hammer günü koşa koşa okuldan eve gitme, sadrazam isimlerini tarayıp deftere ekleme, kapdan-ı deryaları kargacık burgacık kutulara sığdırma. Sadrazamlara ayırdığım sayfa dolup taşınca defteri temize çekme. Kemankeş Mustafa Paşa, Hezarpare Ahmet Paşa...
Beşi bitirdiğim yıl yine Baruyr Dayday’ın hediyesi, Petit Larousse Illustré, 1968 basımı. Kompakt boy bin altı yüz sayfa, ansiklopedinin hası. Fransızca bilmiyordum, ama teyzemlerin evinde çocuklarla Fransızca konuşulduğu için epey kulak dolgunluğum vardı. Elinin altında onca hazine varken insan çözmez mi? Çözdüm. Ansiklopedim çığırından çıkmaya başladı. Fransa başbakanları listesi: hazır listeden kopya değil, teker teker aramaca, arada boşluk kalınca karalar bağlamaca. Tüm papalar, adı soyadıyla beraber. Venedik dukaları. Toulouse kontları. Bohemya kralları...
Orta ikide Işık Lisesi’nin kütüphanesini keşfettim. Önce Vefik Paşa çevirisinden Molière külliyatı, peşinden Voltaire’in üç ciltik On Dördüncü Louis Asrı, MEB yayını, Nahid Sırrı Örik çevirisi. Bunu daha önce anlattım galiba. Asıl amaç ansiklopedime malzeme bulmaktı; ama keskin bir zekânın siyaset analizi ile ilk kez tanışmak da etkileyiciydi elbet. Ertesi yıl Albert Soboul’un yedi yüz sayfalık Fransız İhtilali Tarihi. Marksist perspektifini fark ettim mi, hatırlamıyorum. Tarihçi Sunay Hanım’a dönem ödevi olarak Fransız Devriminin kronolojisini yazdım, daktiloyla, aralıksız, marjsız, arkalı önlü 20 küsur sayfa, Necker’in azlinden Napoleon’un taç giymesine kadar, gün be gün. Devrim yıllarında Hıristiyan takvimi yerine benimsedikleri Cumhuriyet Takvimi vardır, bilir misiniz? Milat yerine 23 Eylül 1793’te cumhuriyetin ilanı Yıl I başlangıcı sayılır, doğa olaylarına göre adlandrılmış otuzar günlük 12 aya beş gün Cumhuriyet Bayramı eklenir. Kronolojiyi o takvime göre yazdım, Devrim Takvimi’nin resmen lağvedildiği 10 Nivôse Yıl XIV’e kadar getirdim.
Yine aynı yıl Azra Erhat ile A. Kadir çevirisinden Homeros’un iki destanı, Sander Yayınları. Rahmetli Necdet Sander dedemin ve galiba babamın tanıdığıydı, o önerdi ya da hediye etti diye kalmış aklımda. İlk kez hakiki edebiyatla tanıştığımı hissettim. Çocukluktan gençliğe geçiş anım belki de oydu. Ansiklopediyi bir süredir ihmal etmiştim, en son İlyada’daki kahramanların kataloğu için bir sayfa açtım. Telamon oğlu Aias ile Oileus oğlu Aias, Neleus oğlu Nestor...
(1971-1974)
Lisede daha çok edebiyat ve felsefeye yoğunlaştım. Sartre’ın L’être et le néant’ını Türkçeye çevirmeye çalışmak gibi absürt bir işe kalktım, bütün bir yazımı (1972) ona harcadım. Kutsal Kitap’ı King James çevirisinden okuduktan sonra, 17. yüzyıl İngilizcesi ile bir şeyler yazma sevdasına düştüm. 1974 baharında, Tom Davis’in Dünya Edebiyatı dersi için, James Joyce’un estetik anlayışı üzerine 110 sayfalık bir risale döktürdüm. Joyce yüzünden Katolik ilahiyatına, oradan skolastik felsefeye açıldım. 13. yüzyıl okulcularının sistemleştirici, sınıflandırıcı, ansiklopedik tarzını kendi eğilimlerime yakın buldum. Üniversitede felsefe okumaya karar verdim.
O yılların datamania zirvesi müzik defterimdi. Orta sondayken başladım sanırım, dört yıl kadar sürdürdüm. TRT-FM’in atası olan İTÜ radyosunda, ya da o yıllarda sıkı klasik çalan Romanya radyosu ikinci programında dinlediğim klasik müzik parçalarını, dakikasıyla beraber deftere yazdım. Tuhaf bir olgu, bir şeyi yazınca insanın aklından bir daha çıkmıyor. Yıllar sonra o defterlere baktığımda neyi nasıl ve nerede dinlediğimi hatırladım, melodiyi olmasa bile verdiği duyguyu aklımda canlandırabildim. Belki otuz yıldır duymamış olduğum bir parçanın iki üç mezürü kulağıma çalındığında, “hah, defterimin şu sayfası, sağda aşağıda, Hindemith, Mathis der Maler” diye hatırlayıp çevremdekileri hayret ve dehşete düşürdüğüm vakidir.
(1974-1979)
Yale’de o kadar odaklı çalışamadım. Çeşit çok fazlaydı, ilgi alanlarım dağınıktı. Daha doğrusu, Amerika’nın geleneksel college eğitimi sanırım öğrenciyi bir konuya yoğunlaşmaktansa saha genişletmeye, argüman geliştirip sunum yapmaya teşvik ediyor. Tasnif ve kataloglamayı tümden hor görüyor; olmadı, bilgisayara terk edebileceğine inanıyor. Oysa Ortaçağdan gelen eski Aristocu üniversite geleneğinin can damarıdır kategorileştirme, bir sahadaki tüm bilgileri mantıklı bir sistem içinde bir compendium’a ya da summa’ya toplama. 19. yy’da zirve yapan (ve 20. yy’da çöken) eski Alman akademik geleneğinin asıl gücü de oradadır. O yıllarda artan oranda Alman akademizmine yönelen merakım bundandı sanırım: yarım kalmış ansiklopedimi sürdürme özlemi.
Üniversitede ilk öğrendiğimiz, asli kaynaklara inmekti. Daha ilk hafta felsefe hocamız Ed Casey geldi, Efesli Heraklitos’tan günümüze ulaşan toplam iki buçuk sayfa metin kırıntısını derlemiş. Soru: Bu adamın felsefesi hakkında ne biliyoruz? Herhangi bir şey biliyor muyuz? O sorunun cevabını ikincil, üçüncül kaynaklarda bulamazsın. Ya hepsi karanlıkta ıslık çalıyorsa? Anlam olmayan yerde anlam bulmaya çalışıyorsa?
Victor Bers adlı şahane bir hocadan Classics gördük. Eski Atina ile Roma’yı avucunun içi gibi bilmeden Batı tarihçiliğinin anlaşılamayacağı kanısına orada vardım. Nefes aldırmadan paper yazdırdı. Misal: MÖ 5. yy sonlarında yazılmış “Atina Anayasası” adı verilen isimsiz broşürü al. Bunu kim yazmış olabilir? Siyasi duruşu ve amacı nedir? Misal: Bilinen Yunan trajedilerinin en eskisi olan Persler, MÖ 480’deki Pers Savaşını Pers şahının anası ile karısının son derece insani korkuları ve üzüntüleri üzerinden anlatır. Atina’nın zaferinden on on beş sene sonra resmi ve dini bir törende, kamu bütçesinden sergilenen böyle bir oynu Aiskhylos neden yazdı? Ne demek istiyor? Misal: Cicero sizce ilkesiz puşt avukatın teki midir? Sen Antonius olsan idam ettirir miydin? Bu sonuncusu beni epey etkilemiştir. Ölüm kalım mücadelesinin olduğu yerde ellerini temiz tutabilir misin – tutmalı mısın – sorusudur altta yatan.
İkinci sene Fred Donner’dan hem Arapça hem İslam Tarihi aldım. Rodinson’un Muhammed biyografisini, Hatti’nin Arap Tarihi’ni, Watt’ın Muhammed’iyle İslam Siyasi Düşüncesi’ni, von Grunebaum’un Medieval İslam’ını okuduk. Kuran’ı da Arberry’nin çevirisinden ilk o zaman okudum. Keşke felsefeyi filan bırakıp Şarkiyat okusam fikri kafamda filizlendi. O günden bu güne ara ara canlanan ama bir türlü boy atamayan bir filiz olarak kaldı. Bir iki sene sonra çevrenin zoruyla okuduğum Edward Said’in Orientalism’inden o yüzden nefret ettim. Şarkiyat literatürünü biraz olsun tanıyan biri o denli tribün goygoyculuğuna nasıl tahammül edebilir?
Profesör Deno Geannakoplos’la Ortodoks Kilisesi Tarihi gördüm. Hocanın uzmanlık alanı olduğundan dönemin yarısı Lyon ve Floransa Konsillerinde Katoliklerle Ortodoksları uzlaştırma müzakereleri ile geçti. Şarkiyatçılarla (Antik ve Hıristiyan) Batı tarihçileri arasındaki su geçirmez, kuş uçurmaz duvarın ilk o zaman farkına vardım. “Hocam Lyon Konsilinden beş sene sonra Batı Anadolu’da mantar gibi Türk beylikleri bitmesi tesadüf müdür?” diye sorduğumda boş boş yüzüme bakışını hatırlıyorum. Dönem ödevini Monofizit mezhebin doğuşu üzerine yazdım. Şimdi, tam kırk üç yıl sonra, oğlum Arsen Oxford’da aynı konunun ileri düzey detayları üzerinde çalışıyormuş. Hoşuma gitti.
Üçüncü sene uzunca bir süre Türkiye’de kaldım. Bütün Kemal Tahir’leri, Şevket Süreyya’ları, Doğan Avcıoğlu’ları, Yüzbaşı Selahattin’in Romanını, Nazım Hikmet’leri, o yıllar pek moda olan İsmail Cem’in Geri Kalmışlık Tarihi’ni baştan sona okudum. Anlattıkları öykü ilk bakışta makul görünür. Zamanla fark edersin ki orta yerinde görmek istemedikleri ya da göremedikleri dev bir kara delik vardır. Okula döndükten sonra o kara deliğin üstüne gittim. Ermeni soykırımına ilişkin literatürü devirdim. Yetinmeyip eski gazete arşivlerine daldım, 1910’ların başı ile 1930’lar arasında Batı basınında Türkiye ile ilgili çıkan ne varsa okudum. “Milli Mücadele” adı verilen hadisenin alelade türünden bir yağma kavgası olduğu kanısına vardım. O günden beri de o kanıyı değiştirmemi gerektirecek bir şey çıkmadı önüme.
Sonra Marx’ın Grundrisse’sini Türkçeye çevirme hırsına kapıldım. Aralıklarla üç senem o deli postekisini ayıklamakla geçti. O vesileyle epey ekonomi politik okudum, 1850’lerin güncel tarihi ile de tanışma gereği duydum. Crédit Mobilier skandalını bilmeden Marx’ın meşgul olduğu konuyu tam anlayamazsın, III. Napoleon devri siyasetini biraz bilmeden de Crédit Mobilier olayını kavrayamazsın. Aynı seneydi sanırım, Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin kurucu kadrolarından biri iken pişman olup anti-komünizmin baş gurularından biri haline gelen Wolfgang Leonhard, Sovyetler Birliği Komünist Partisi tarihi üstüne son derece popüler bir ders veriyordu. Ona dinleyici olarak girdim. Ufak ekibimizle birkaç kere yuh çekip ıslık da çaldık, ama sanırım kafamdaki bürokratik diktatörlük modeli onun anlattıklarından epey etkilenmiştir.
Asıl konum felsefeydi gerçi, ama tarih ve dil derslerinin yanında felsefe çoğu zaman ikinci planda kaldı. Aristoteles ile başladım, Descartes, Hume ve Kant ile devam ettim, Hegel’de karar kıldım.
Bizim kolejden Şeyla Benhabib’le Phänomenologie des Geistesüzerine (“Ruhun Görüntülerinin Bilimi” mi desek?) iki döneme yayılan sıkı bir seminer yaptık. Hegel kucaklayıcıdır, güneşin altındaki her şeyi kapsar. Felsefe tarihinde söylenmiş her söz Hegel’in sisteminde yer bulur. Falan doğru. Zıddı da doğru. Şimdi bunların ikisini de barındıracak sistemi bulalım! Bir bakıma felsefe tarihinin ansiklopedisidir; kendi deyimiyle “görünür gerçeklerin” bilimidir. Eklektizm değil, eklektos’u tutarlı kılacak bir mimarinin arayışı. Tam bana göre.
O zaman fark etmiş miydim bilmem, ama şimdi düşündüğümde beni Hegel’e cezbeden şey bu kapsayıcılığı olmalı. Kararsızlık? Maymun iştahlılık? Belki. Daha çok, her şeyi aynı anda ve bir arada kavrama hırsı.
(1979-1981)
Kafamdan sosyalizm hülyasını silmem 1979 sonu ile 1980 yazı arasıdır. ABD’deki başkanlık seçimleri hakkıda Birikim dergisine dehşetli uzun bir analiz yazdım. (Mayıs 80’de dergi temelli kapatıldığından yayımlanmadı, kaldı). O yazıyı yazarken aydım ki – ya da zaten bildiğimi kendime itiraf ettim ki – Marksist teorinin şablonlarıyla düşündüğün zaman gerçek dünyanın kavgalarından herhangi bir şey anlaman mümkün değildir. Sakallının evrensel modeli değil, siyasi ve toplumsal aktörlerin kendi kavramlarıdır esas olan. Kimin neyi neden yaptığını ancak öyle anlayabilirsin. Peki böyle yapınca eleştiriye pay kalır mı? Kalır. Aktörlerin söylemini onlardan daha iyi analiz edebilirsin. İç dinamiklerini, zayıf noktalarını, tutarsızlıklarını deşebilirsin. İnsan söyleminin vazgeçilmez unsurları olan yalanı ve riyayı teşhis edebilirsin.
İnsanın gözünden perdenin düştüğü anlar vardır. Öyle bir andı. ABD siyasetini anlamaya başladığımı hissettim. Yazdıkça açıldım, elli altmış sayfa yazdım galiba. Dergideki arkadaşlar tereddüde düştüler, “hani nerede sınıflar, nerede üretim ilişkileri” diye soran oldu. Dergi kapanmasaydı yazıyı basarlar mıydı? Emin değilim.
O dönemde kafamda netleşen fikir toplumsal yarılmalar fikriydi, o yılların moda tabiriyle cleavages. Bir toplumun nereden yarılacağı belli olmaz. Ekonomik sınıf elbette etkili olabilir, ama olmayabilir de. Bizansta Maviler ve Yeşiller, Floransa’da Guelflerle Ghibellinler, Uruguay’da Blancolarla Coloradolar bölünür, birbirlerini boğazlar, kırk sene uğraşsan Marksist teoriye ya da herhangi bir sosyolojik modele oturtamazsın. İki üç sene sonra doktora tezimi yazarken bu fikri teorileştirme hırsına kapıldım. Siyasi analizde sosyolojinin payını küçülten, buna karşılık toplumsal mitleri ve tarihi rastlantıları ön plana çıkaran bir bakış açısı tanımlamaya çalıştım. Sanırım gene benim ansiklopedinin devamıydı: tarihte insanlar neden birbiriyle kavga etmiş, hepsini say!
Yüzlerce sayfa teori kastım, kimseye derdimi anlatamadım. Sonunda sıkılıp vazgeçtim.
Yale ile Columbia arasında avare dolaştığım günlerde Gibbon’ı keşfettim. Kasvetli bir Brooklyn günü Decline and Fall’un ortalarından bir sayfayı aylakça açmamla çarpılmam bir oldu. Ne muhteşem bir ses, ne ezici bir akıl! 2700 sayfa bir nefeste okundu. Yetmedi bir daha okundu. Dersler çıkarıldı: Tarih somut insanların hırslarının, hatalarının, ahlaki ikilemlerinin öyküsüdür. Kavga etmeyi bilmiyorsan okumaya değer tarih yazamazsın. Kaynakların izin verdiği kadarını bilebilirsin, fazlasını bilemezsin.
Gibbon’ın indeksinde bin kadar insan adı geçiyor. Tarih bilgilerimin çuvalına, kartal gözlü bir derleyicinin süzgecinden geçmiş bin tane insan öyküsü eklendi.
Sonraki yıllarda okuduğum Gibbon’la kıyaslanabilecek çap ve derinlikte tek tarihçi İbnülemin Mahmud Kemal oldu. Son Sadrazamlar’ı da sanırım dört beş defa baştan sona okuyup hatmettim. Bambaşka bir kültürün ve başka bir kişilik yapısının ürünüdür, ama sergilediği insani hırs, hata ve ikilemlerin panoraması Gibbon’ınkinden aşağı kalmaz. “İki kitap okuyayım, tarih hakkında bilinmesi gereken her şeyi bileyim” diyen olursa aklıma gelecek ilk iki isim bunlardır.
(1981-1985)
Columbia’da tez alanım karşılaştırmalı siyasetti. Giovanni Sartori ile siyasi partiler teorisi okudum, siyasi partileri bir sosyolojik veri değil, çok oyunculu bir rekabet sistemi olarak okumayı öğrendim. Sam Finer’la modern darbeler ve askeri rejimler tipolojisi çalıştım. Amerikan dünya politikasının esaslarını, dört sene o gemiye kaptanlık etmiş olan Zbig Brzezinski’den dinledim; büyük kararların nasıl ve neden verildiğine dair biraz fikir edindim.
Dev bir sanayi olan comparative’in yanında siyaset teorisi bölümü, departmanın dış kenarında fakir ama gururlu bir prenslikti. Onların yanında da epey vakit geçirdim. Üç dört ay Quentin Skinner’ın The Foundations of Modern Political Thought’unu okuduk: 13. yy sivil hukukçularından başlayıp 16./17. yy’da Bodin ve Grotius ile taçlanan modern Devlet teorisinin müthiş detaylı bir panoraması. Sonra Christoph Besold adında, bir Allahın kulunun hatırlamadığı bir Tübingen profesörünün 1629 basımı Opus Politicum’u üstüne okkalı bir monografi yazdım. Alman İmparatorluğunun yamalı bohça yapısını modern egemenlik teorisiyle bağdaştırmak için debelenen, Ortaçağ üniversite geleneğinden bağını koparmamış irili ufaklı bir sürü Barok devir Alman risalecisiyle tanıştım. Yıllar sonra, 1990-92’lerde Almanya ile Orta Avrupa ülkeleri arasında mekik dokurken onları özlemle andım, mekânlarını arayıp ziyaret ettim. Pufendorf ile Carpzow’u çok sevdiğimden mi? Yok, reel dünyanın sıradanlığına battığım günlerde kütüphanelerde geçen eski günlerimi özlediğimden.
1981 yazını o zamanki eşimle beraber Kolombiya, Ekvador ve Peru’da geçirmiştik. Oradayken yerel gazeteleri gün gün okuyup siyasi olayları anlamaya çalıştım; yetmedi birkaç kitap okudum. Hiç tanımadığım bir sahada siyasi simgelerin nasıl anlamlandırıldığını, önemsiz görünen jestlerin iktidar dengelerine nasıl tercüme edildiğini izlemek bana müthiş haz verdi. Doktora tezimi Latin Amerika üzerine yazmaya karar verdim. Askeri dikta dönemlerinden çok partili düzene geçen ülkelerde partilerin rekabet stratejileri nasıl oluşur? Nasıl pozisyon alırlar? Neden alırlar?
Türkiye’de 12 Eylül sonrasının siyasi dengeleri o günlerde oluşmaktaydı. Türkiye’ye hiç değinmeden, Peru, Arjantin ve Brezilya’yı kıyaslamayı düşündüm. Yeniden Peru’ya gittim, bakanlar ve parti liderleri ile görüştüm; gazete arşivlerini taradım. Radikal “sol” iddialarla başlayan 1968-80 askeri rejiminin adım adım tıkanıp siyasi iflasla sonlanmasını anlamaya çalıştım. Bir bakıma Türk solu ile de hesaplaşma denemesiydi. Siyasi “realite” ne demektir? Hayaller realite kayasına çarpınca ne olur?
Yıllar sonra Şirince’deki otelimize Meksikalı ünlüce bir film yönetmeni geldi. Aslen Peruluymuş, Meksika’ya siyasi sürgün gitmiş. Hangi fraksiyon diye sordum. Bilmezsin dedi, PSR, Devrimci Sosyalist Parti. “Motosikletle saray basan General Leonidas vardı, onun takımı değil mi” diye sordum. Ağzı açık kalıverdi. O işi yapanlardan biri yakın arkadaşıymış, sonra çatışmada öldürülmüş. “Elin Türkiye’sinin dağ köyünde bununla karşılaşmayı beklemezdim” diye hayretini dile getirdi.
(1985-1994)
Tezi bitirmeden Türkiye’ye döndüm. Uzunca bir süre yazıya el değdirmedim. Okumaya devam ettim gerçi, ama detayını hatırlamıyorum. Elde somut bir proje olmayınca ne okudum, ne düşündüm, hatırlamak zor.
1988’de kendimi aniden gezi yazarı buluverdim. Bir arkadaşımın Amerikalı arkadaşı İstanbul hakkında derleme bir kitap işi almıştı; yardım etmek bana düştü. Başlangıçta planımız işi paylaşmaktı. İlber Ortaylı’sından Alev Alatlı’sına, Engin Ardıç’ına dek 80’lerde yıldızı parlayan bir düzine yazara yazı ısmarladık: ücret dolgun, takvim rahat. Sonuç fiyasko çıktı. Parasını ödeyip aldığımız on iki yazının yarısı doğru çöpe gitti, öbürlerini oturup yeni baştan yazmak zorunda kaldık. Öbür tarafta belli bir akademik disipline alışmışım. Buranın standartları ise çok farklı: bilgi kulaktan dolma, bilmediğini arayıp öğrenme disiplini sıfır, muhatabın bakış açısını görme kabiliyeti sıfır, düzgün paragraf kurma becerisi ilkokuldan hallice, sözünü tutma ya da tutamayınca özür dileme gibi alışkanlıklar daha duyulmamış.
Türkiye’nin “entel” zümresi hakkında öteden beri çok iyimser değildim. Insight Guide deneyimi, kalan saygı kırıntısının sonu oldu. Benliğimi esir alan aşağılama duygusunu bastırmayı – ya da gizlemeyi – bir daha hiç başaramadım. Sonraki kariyerimin şekillenmesinde bu olayın etkisi büyüktür. Memleketin ağır toplarını hor görürsen, hitap etmek isteyeceğin kitlenin niteliği değişir; memleketin kültür elitine değil, belki onların kötü alışkanlıklarına henüz bulaşmamış olduklarını umduğun gençlere konuşmayı hayal edersin. Memleketin egemen kültürüne dair söyleyeceğin sözün üslubu değişir. Memleketin egemen kültürünün sana karşı tavrı da, elbette, değişir.
Bir süre sadece yabancı yayınevlerine yazdım. Türkiye’ye ilişkin üç kitap ve birkaç ekip çalışması ardından, Kafkasya hakkında bir gezi rehberi yazma projesi peşinde bir yıla yakın koşuştum. 1990’da Atina, 1991’de Viyana ve Budapeşte, 92’de Prag rehberlerim çıktı. İki senem Habsburg monarşisinin hafif küf kokulu nostalji dünyasını tanımak ve yazmakla geçti.
İzmir’de aşırı sosyalleşmekle geçen bir kışın ardından, 1994 baharında Atatürk ve Cumhuriyetle ilgili bir fikir netleştirme egzersizine girmeye kendimi mecbur hissettim.
*
Devamını bir ara yazarım. Belki de yazmam.