Politik tahminlerin tutup tutmamasından ziyade akılcı, tutarlı, berrak ve özgün bir akılyürütmeye dayanmasıdır bana ilginç gelen. Söylenen şeyde mantık var mı? Alışılmadık faktörleri, ilginç emsalleri hesaba katıyor mu? Sonunda tutar veya tutmaz. Tutsa daha iyi tabii. Ama tutmasa da değerlidir, bakış açılarını zenginleştirir, üzerinde durulmamış potansiyellere ışık tutar, farklı çıkış yolları düşündürür. Siyasete yaramasa da aklı geliştirir. Bugün olmasa yarın belki işe yarayabilir.
Eğer siyasi eylemin içindeysen daha temkinli olman gerekir. Uçuk ihtimallerle vakit kaybedemezsin. Yanılırsan yenileceğini bilirsin. Bütün senaryoları düşünmek yerine en güncel ve en risksiz olana yoğunlaşırsın. Öyle bir derdin yoksa daha cesur olma lüksüne sahipsin. Milletin hesaba katmadığı faktörleri düşünmek sana daha ilginç gelir. Avamın göz ardı ettiği ihtimalleri hesaplamaktan zevk alırsın. Tahminlerin tutmasa ne gam? Üç beş kiş “ben söylemiştim” deyip sevinir, o kadar. Sevinsin garipler.
Vasatın tahminleri genellikle daha doğru çıkar. Çünkü eylemi yapanlar onlardır. Dünyayı akıl yönetmez, temelsiz varsayımlar ve sorgulanmamış duygular yönetir. Sokaktaki bin kişiye sorsan yarını daha doğru kestirirsin. Ama sokaktaki bin kişinin fikirlerini allayıp pullayıp tekrarlamanın ne tadı var ki? Her gün kabak yiyeceğine ara sıra havyar dene. Belki sayende üç beş kişinin ufku genişler, yeni tadlara özlem duymayı öğrenirler.
*
Haziran 2013’te “Her başbakan istifayı tadacaktır” yazısını yazdım. Alışılmış demokratik teamüller çerçevesinde bence doğru bir analizdi. Siyasi parti mantığının işlediği sistemlerdeher lider on yılda yıpranır. O denli yalnızlaşan, tüm önemli politikaları başarısızlığa uğrayan, Gezi krizini o denli kötü yöneten bir lider, kendi partisinin bekası ve siyasi sistemin sağlığı için feda edilir. Gerekçe ve yöntem, istenirse beş dakikada bulunur. “Seçimle gelen ancak seçimle gider” diye bir kural da dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Nixon seçimle mi gitti? Thatcher seçimle mi gitti? De Gaulle seçimle mi gitti?
Ocak-Mart 2014’ün kasetler savaşında Erdoğan’ın gidici olduğundan emindim. Demokratik rejimleri bırak bir kenara, az çok kurumsal düzeni olan herhangi bir rejimde o denli kahredici darbeler yiyen bir lider ayakta kalamaz. Basireti varsa kendi çekilir; yoksa yoldaşları ve yandaşları çekilmesine yardımcı olurlar.
Torbalı Cezaevinde çok kişiyle bahse girdim. Şükür paldır küldür Şakran’a gönderdiler de ekonomik yıkımdan kaçabildim.
*
Tahminim tutmadı. Neden?
Çünkü “alışılmış demokratik teamüller” varsayımı yanlıştı. Çünkü “siyasi parti mantığı” işlemedi. En önemlisi, ortada bir ölüm kalım meselesi vardı ve ölüm kalım kavgasında Erdoğan’ın gözünü bu denli karartacağını, gerekirse şeytanla uzlaşmaktan, kan dökmekten, ülkeyi ve partisini yıkıma sürüklemekten çekinmeyeceğini kestiremedim.
Dönüm noktası sanırım 26 Aralık 2013’tür.[1] O gün – veya hemen öncesinde – köprüler atılmış, dönüşü olmayan yola girilmiştir. Rübikon aşılmıştır.[2]Ya herru ya merru!
O yola girmiş birinin, senin benim gibi insanların mantığıyla çıkar ve akıl hesabı yapacağını düşünmek yanlış olur. O yolun sonu ölümdür. Ölmeden kaç düşmanımı safdışı ederim hesabı yapabilirsin ancak.
Yalnız bir adam tüm dünyaya meydan okuyarak o adımı nasıl atabildi? Yarının tarihçilerini – ve belki dram yazarlarını – ilgilendirecek konu budur.
Benim aklıma ancak iki, ya da iki buçuk cevap geliyor.
Birinci cevap, siyasi dehadır. “Deha” tam da bu demektir: Makul insanların başka çıkış yolu yok dediği yerde çıkış yolu görebilme yeteneği. Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi dehasının farkına ben 2014 başlarında vardım. Gözüm korktu. Ve itiraf edeyim, hayran oldum.
İkinci cevap hesapta olmayan güçlerdir. Tek başına Erdoğan’ın dehasının 2013-14 krizini atlatmaya yeteceğine ihtimal vermiyorum. Devletin silahlı güçlerini kontrol edenler o tarihte yenilginin eşiğine gelmiş (veya getirilmiş) olan Erdoğan’ın arkasında durmaya karar verdiler. Kim olduklarını anlamak için 28 Aralık 2013 tarihli gazetelerin manşetlerine göz atmanız yeter.
Üçüncü bir faktör de rol oynamış olabilir. AKP kadroları yolsuzluğa o derece batmıştır ki, 2013 krizinde bir siyasi parti gibi değil bir suç ve çıkar örgütü mantığıyla davranmışlardır; Erdoğan giderse kendi paçasını kurtaramayaklarından korkmuşlardır. AKP “ağır toplarının” mücadeleye devam yerine 2014’ten itibaren usulca sahneden çekilip Erdoğan’ı tek başına bırakmaları bunu düşündürür.
Bu da bir faktördür, evet. “Reis sen eskidin, git biraz dinlen” diyecek yerde uzamaları Erdoğan’ın elini güçlendirmiştir. Ancak deha ve devlet desteği olmadan işe yarar mıydı, hiç sanmam. Türk devleti hanım hanımcık bir devlet değil; 1960’ta Demokrat Parti’ye yaptıklarını 2014’te AKP kadrolarına yapmaktan kaçınacaklarını düşünmek için bir sebep yok. Yüz milletvekili asıp beş yüz parti kodamanını zindana atmak Türk Devleti için ne ki? Bilemedin yarım günlük operasyon.
*
Usta senin tahminin tutmuyor diyorlar. 2013’te Erdoğan gidici demiştin gitmedi, şimdi İstanbul’u vermez diyorsun gene bilemedin.
Mümkündür. Geleceği okuma şansım yok. Neden fikrimi değiştirdiğimi anlatmaya çalışıyorum, hepsi bu. Sadece “gözüm korktu” desem belki o da yeterli olur. Köprüleri bu denli yakmış biri geri adım atamaz, hep ileri gitmeye mecburdur. Siyasi dehasında bir eksilme belirtisi yok. Arkasındaki Devlet desteğinin çekildiğine ya da yakında çekileceğine dair bir belirti de yok. Maça girse maçı alır. Ve maça girmeye eli mecbur.
İstanbul’u vermeyecek. Ceketime bahse girerim.
[1]25 Aralık’ta polis Erdoğan’ın en yakınlarını ve nihai olarak kendisini hedef alan geniş çaplı bir yolsuzluk operasyonu başlattı. İstifa eden bakan Bayraktar, yolsuzluk tezgahının başında Erdoğan’ın olduğunu beyan etti. 26 Aralık’ta soruşturmayı yürüten savcılar ve emniyet amirleri, yasanın açık hükümlerine aykırı olarak görevden alındı. 27 Aralıkta Ergenekon ve Balyoz davalarında kesinleşmiş mahkeme kararlarının yeniden ele alınacağı ilan edildi.
[2]Rahmetli Sezar MÖ 49’da Rubicon ırmağını ordularıyla aşarak Roma Cumhuriyetine savaş ilan etti. O günden sonra ancak ölebilir, ya da ölünceye dek diktatör olabilirdi.