Quantcast
Channel: Sevan Nişanyan / En son yazıları
Viewing all 680 articles
Browse latest View live

Nuh nereye kondu?

$
0
0
Ararat adı Yahudi Kutsal Kitabında dört kez geçiyor. En ünlüsü Yaratılış (Genesis) kitabı 8:4 – Tufan’dan sonra Nuh’un gemisi “yedinci ayın on yedinci günü Ararat dağlarına oturdu”. ‘Ararat dağı’ değil, gayet sarih ‘Ararat dağları’, hare Ararad הָרֵי אֲרָרָט , çoğul.
2 Krallar 19:37 ve onu aynen tekrarlayan Yeşaya 37:38’de Ararat’ın bir ülke olduğunu öğreniyoruz: Asur kralı Sanherib (ölümü MÖ 681) Musul yakınındaki Ninive’de “bir gün ilahı Nisrok'un tapınağında tapınırken, oğullarından Adrammelek'le Şareser, onu kılıçla öldürüp Ararat ülkesinekaçtılar.”
Yeremya 51:27’de Yeremya peygamberin tanrısı ulusları Babil’e karşı savaşa çağırırken “Ararat, Minni, Aşkenaz krallıklarını ona karşı toplayın; ona karşı bir komutan atayın; çekirge sürüsü kadar at gönderin üzerine” diyerek savaş kışkırtıcılığı yapıyor. Buradaki Aşkenaz genel olarak at yetiştiriciliğiyle tanınan bir kuzey kavminin adı: belki İskitler, ya da MÖ 714 ile MÖ 619 yılları arasında Anadolu’yu talan ettikten sonra Kayseri ile Malatya arasında bir yerlere yerleştikleri sanılan Kimmerler. Minni, Asurcası Mannai, Batı İran’da Urmiye Gölü civarındaki bir krallık. Jewish Encyclopedia “Ermeni” demiş ama açıklamaya gerek görmemiş. Ararat ise besbelli Asurluların Urartu diye adlandırdığı krallığın İbranicesi. Merkezi Van, Asur’un baş düşmanı, MÖ 612’de İran’daki Medlerle bir olup Asur devletine son vermiş, 27 yıl sonra bu kez Med’lere yenik düşmüş. Yeremya peygamber MÖ 626 ile 587 yılları arasında aktif olduğuna göre Allah’tan aldığı mesajlarda güncel dünya politikası da konuşulmuş görünüyor.
Mezopotamya düzlüğünden kuzeye doğru baktığımızda Ararat ülkesinin koca bir dağ kütlesi gibi görünmesi normal. Mezopotamya’yı sular bastığında ilk karaya çıkacağımız yerin “Ararat Dağları” – mesela o dağların en güneydeki uzantısı olan Cudi Dağı – olması da mantıklı görünüyor, eğer bu işlerde mantık aranıyorsa.
*
Aziz Eugenios, ya da Süryanice adıyla Mar Awgin, manastır geleneğini 4. yy başlarında Mısır’dan Mezopotamya’ya getiren kişi olarak anılır. Türbesi Nusaybin ile Cizre arasındaki Girmeli’nin sırtında kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdedir. Yıl 2000’di galiba, Müjde ile ziyaret edip, en az bin yıllık görünen bir kırık kiremidini almış, Şirince’deki evimizin duvarına eklemiştik.
Aziz Eugenios/Awgin menakıbnamesinden öğrendiğimize göre bu muhterem Qardû ilinin köylerini gezip putperest halkı iman yoluna getirirken, Nuh’un gemisinin bulunduğu dağın yakınında Sargûgâ adlı köye uğramış. Bu köy, Sanherib’in oğlu Şar-ussur’ın Ninive’den kaçıp geldiği yermiş. Burada (öldürdüğü) babası adına bir tapınak (türbe?) yaptırmış; soyundan gelenler halâ, yani yaklaşık bin yıl sonra, o tapınağı gözetmekte ve orada ibadet etmekteymiş. (Paul Bedjan ed., Acta martyrum et sanctorum, III.446, Paris 1896).
Sarguga’nın yeri belli değil ancak Qardû ülkesi (Bêth Qardû) belli: eskilerin Kurtoi veya Karduoi veya Gorduei diye adlandırdığı halkın diyarı, Ksenophon’da Karduxoiülkesi, Strabon’da Gorduênê: bugünkü Şırnak merkez ile Güçlükonak ve Eruh yöresi. “Nuh gemisinin bulunduğu dağ” derken, besbelli Şırnak’ın karşısında dev bir gemi gibi yükselen Cudi Dağı kastedilmiş.
O eşleştirmenin bildiğimiz en eski ifadesi, Yahudi Kutsal Kitabının halk dili olan Aramice meal ve tefsirleri olan Targum’lardır. Yonathan b. Uzziel Targum’u Milattan hemen önceki yıllara aittir. Yeşaya 37:38 tefsirinde Sanherib’in oğullarının kaçtığı ülkeyi “Qardu ülkesi” olarak tefsir eder. (books.google.gr/books?id=_boCAAAAQAAJ, sf 126). MS 1. yy’ın ikinci yarısında kaleme alındığı kabul edilen Onkelos Targum’unda Tevrat’taki “Ararat Dağları” ifadesi Aramice “Qardu Dağı” olarak yorumlanır (targum.info/onk/Gen6_11.htm). Daha geç tarihe ait Targum Yeruşalmi’de dağın adı Qardon Dağı (tûre d’qardôn), ülkenin adı ise Qardania olarak geçer. (targum.info/pj/pjgen6-11.htm, yazım hatalı, doğrusu Qardania).
Targum’larla aynı dönemin eseri olan Pşitta, Yahudi Kutsal Kitabının bir başka Arami lehçesi olan Urfa Süryanicesine çevirisidir. Orada da Ararat sözcüğünün geçtiği dört pasajın her biri “Qardon dağları” ve “Qardon ülkesi” olarak tercüme edilir (www.peshitta.org/. Ör. Genesis 8:4, ilk satır İbranice hare Ararat, ikinci satır Aramice ture Qardon; İngilizcesi mountains of Ararat).
MS 1. yy’da Yahudi inanç ve törelerini Greko-Romen dünyasına tanıtmaya girişen tarihçi Josephus kafamızı biraz karıştırır. MS 95 tarihli Antiquitates Iudaicae’nin 1. cilt 3. bölüm 5-6 paragraflarına göre Nuh’un gemisi “Ermeni ülkesinde” (κατὰ τὴν Ἀρμενίαν) Korduene’liler Dağının (πρὸς τῷ ὄρει τῶν Κορδυαίων) zirvesine konmuştur. (http://sacred-texts.com/jud/josephus/ant-1.htm) Geminin kalıntıları hala mevcut olup insanlar bundan topladıkları zift parçalarını muska olarak taşırlar. Ermeniler Nuh’un toprağa ilk ayak bastığı yere İçevan (“iniş yeri, menzil”) adını verir ve geminin kalıntılarını ziyaretçilere gösterirler.
“Ermenistan’daki Kürt Dağı” ilk bakışta çelişki gibi görünse de yoruma müsaittir. Antik terminolojide Armenia ülkesi Urartu krallığı ile eşdeğerdi; güney sınırı Şırnak ve Hakkari’yi de içerirdi. Kordu ülkesi (sık sık isyan edip başına buyruk gitse de) bunun bir vilayetiydi. Dolayısıyla “Armenia ülkesinde Korduenelilerin Dağı” pekala Şırnak’taki Cudi Dağı olabilir.
Sıra Kutsal Kitap’ın 382-384 yıllarına yapılan standart Latince çevirisine gelince bir adım daha ileri gideriz. Günümüze dek Katolik kilisesinin tanrı kelamı kabul ettiği bu metinde, Ararat sözcüğü Armenia olarak  çevrilmiştir. Buyurun: Genesis 8:4 “requievitque arca mense septimo vicesima septima die mensis super montes Armeniae.” 2 Krallar 19:37 ve İsaiah 37:38 Sanherib’in oğulları “fugeruntque in terram Armeniorum.” Sadece Yeremya 51:27’de Ararat krallığı Ararat olarak kalır.
Nuh’un gemisi tufandan sonra kaldığı yerden kuzeye doğru adım adım yol almaktadır...
*
Küçük bir parantez açalım. Kuran’ın Hûd suresi 25-46’da aktardığı Nuh tufanı versiyonuna göre geminin karaya oturduğu yer el-cûdî’dir (الجودى). Kuran metni Targum’lardaki ve Pşitta’daki anlatıyı oldukça yakın bir şekilde (fakat kısaltarak ve araya mutat tehdit ve hakaret cümlelerini ekleyerek) tekrarlar. Dolayısıyla el-Cûdî adlı yerin bir şekilde Targum metinlerindeki Qardû veya Josephus’un Yunancasındaki Gordu- adıyla ilgili olduğunu düşünebiliriz. Aramice ve Yunanca /g/ sesinin, bu sesi tanımayan Arap dilinde daima /c/ şeklini aldığını, yine Arapçada bulunmayan /o/ sesinin daima /u/ olarak telaffuz edildiğini biliyoruz. Demek ki Arapça bir anlamı olmayan Cûdî, bu dillerdeki Godî sözcüğüne tekabül eder veya en azından edebilir.
Aradaki /r/ harfinin kaybını açıklayamıyoruz. Kuran yazarı  bizim haberdar olmadığımız bilgi kaynaklarına mı sahiptir? Yoksa ismi yanlış duymuş veya editör hatasına mı kurban gitmiştir? Bu soruları sormakla yetinelim.  
*
Ağrı Dağının Ermenice öz adı Ararat değildir, Masis’tir. Tamlayan hali Maseats olur, yani “Masis Dağı” değil Maseats LerՄասեացլեռ denir. Büyük olasılıkla Eski Farsça “en büyük” anlamına gelen masişt- sözcüğünden uyarlanmıştır. Meis adasından tanıdığımız Yunanca megisti, majestelerinden tanıdığımız Latince maiestas ve eski Anglosaksonca maest-‘ten gelen İngilizce most ile kökteştir. Tabandan zirveye net yükseklik açısından Batı Asya’nın ve hatta sanırım bütün Asya’nın en yüksek dağına yakışır bir isimdir.
Eski Ermeni vakanüvislerinden Pavsdos Puzant (4. yy), Ğazar Parpetsi ve Movses Xorenatsi (5. yy veya sonra), ve anonim Aşxarhatsuyts yazarı (7. yy)  dağdan sadece Masis adıyla söz ederler; dağda bulunan Akori veya Ağori kentini anarlar. Fakat bu dağla ilgili olarak Nuh tufanı efsanesine değinmezler. 13. yy sonuna dek diğer tarihçilerde herhangi bir bağlamda bu dağdan söz edene rastlamadım. Buna karşılık Pavsdos’ta daha da ilginç bir detay buluruz. Bu tarihçinin muhtemelen bir Süryani kaynağından aktardığı Nusaybin’li Aziz Yakup menkıbesine göre, ol nurlu kişi Pers ülkesinde bulunan Nusaybin kentinden[1]çıkıp “Ermeni ülkesinin sınırlarında, Korduk diyarındaki Sararat Dağına” gelir. Burada Allah’a dua ederek Nuh’un gemisinin yerini kendisine göstermesi için yalvarır. Çok kurak olan dağda susuzluktan ölmek üzereyken Allah’ın inayetiyle yerden bir pınar çıkar. Allahın meleği uykusunda Yakup’a seslenerek aradığı yerin burası olduğunu, daha ileri gitmemesi gerektiğini bildirir. Uyandığında orada insan eliyle kesilmiş birtakım tahtalar bulur, geminin kalıntıları olduğunu anlar. Bu müthiş mucize üzerine yöre halkı Yakup’un Allah tarafından seçilmiş biri olduğuna inanır, coşkuyla ona biat eder, pınarın çıktığı yeri kutsal sayar, onun bulduğu tahtayı Allah’ın inayetinin büyük bir simgesi sayarak saklar.
Aynı öyküyü hemen hemen aynı kelimelerle 12. yy’da Urfalı Mateos Vekayinamesine zeyl yazan Rahip Grigor tekrarlayacak, ancak Sararat yerine Araratadını kullanacaktır. Tahminimce Pavsdos’un eklediği S harfi bir müstensih hatası olsa gerekir.
Öyle anlaşılıyor ki en azından 12. yy’a dek Ermeni tarihçileri, Süryani komşularına uyarak, Tevrat’ta adı geçen “Ararat” dağının Kürt diyarındaki Cudi dağı olduğu inancını korumuşlardır.
*
Ararat adı ve Nuh efsanesi ilk ne zaman kesin olarak Ağrı Dağına taşındı?
Ortaçağ-sonrası Ermeni tarihçilerini yeterince tanımadığım için bu soruya tatmin edici bir cevap veremiyorum. O yüzden Batılı kaynaklarda standart olan bilgilerle yetineceğim. Yaygın görüşe göre öykünün o versiyonunu ilk kez anlatan kişi 1253 yılında Fransa kralı adına Moğol Hanına elçi giden Willem de Rubruquis’tir. Ancak Rubruquis bilfiil Ağrı Dağı yöresine gitmemiş, İstanbul’daki Ermenilerden duyduklarını aktarmıştır. Anlattığı öykü az önce gördüğümüz Nusaybinli Aziz Yakup öyküsüdür. Dağın adı “Masis veya Ararat” olarak verilmiş, Aras nehrinin bu dağın eteklerinden aktığı bildirilmiştir. Nuh’un adım attığı yerin adı bu kez İçevan değil ‘Naksua’dır. Yani Nax-içevan: “ilk inişyeri, ilk menzil”. (archive.org/details/journeyofwilliam00ruys/sf. 269-271.)
Sanırım Nahçivan’ın ilk kez ne zaman bu isimle adlandırıldığını bulsak, Ararat dağının Ağrı’ya taşınma tarihinin üst limitini de bulmuş oluruz.




[1]Ermenilerin Mtsbin adıyla andığı Nsîbîn kenti 363 yılından İslam istilasına dek İran (Sasani) imparatorluğunun batıdaki uç kentiydi. Düz ovada bulunan Nusaybin ve Cizre kentleri İran’a ait olan Gzirta (Cizre) diyarında bulunurken, Şırnak’ın (387 veya 451 yılında Sasani devletince yutulacak olan) Ermenistan krallığına ait sayıldığı anlaşılıyor. Dağın “kurak” olması, Ağrı Dağı’ndan söz edilmediğinin belirtisidir. 

Nişanyan Sözlük'ten son haberler

$
0
0
 20 küsur yıldan beri hayatımın değişmeyen ekseni sözlüğüm. Birkaç kez aylar süren hummalı çalışma dönemleri oldu. Sonuncusu 2017 Kasımında bitti, 2018 Nisan-Temmuzunda da yeni basım için çok sıkı bir tashih sürecinden geçtik, 600’ü aşkın aşkın yazım hatası ve binlerce stil tutarsızlığı düzelttik. Kitap 24 Temmuz’da benden çıktı. O günden beri sözlük işi rölantide.
Rölantide derken şöyle. Saplantı olmuş artık, bir şey okurken ya da konuşurken ya da gece uyurken bir kelime aklıma takılır; “ne demişiz biz buna” deyip sözlüğü açar bakarım. Bir şey aklıma yatmaz kaynakları yeniden didiklerim, yahut virgül hatası bulurum, yahut o Latince kelimenin çevirisi içime sinmez düzeltirim. Yer Adları sözlüğüne çalışırken umulmadık bir detay yakalarım, mesela ‘Ahibaba’ tipi adlarla ‘Ağababa’ tipi adların tarih boyunca eşdeğer sayıldığını fark ederim. Yahut elime yeni bir kaynak düşer, onu tararım. Örneğin cezaevindeyken matbu nüshadan satır satır okuyup alıntıladığım Garibname’nin searchable pdf’i gelir, gözümden kaçmış yirmi tane yeni metin örneğini üçer beşer tuş darbesiyle yakalarım. 
Siteden her gün ortalama yarım düzine kullanıcı mesajı geliyor. Bir kısmı ilginçtir. Gözümden kaçmış olasılıkları deşerler, falan niye yok diye kafa tutarlar, yeni kelimeler önerirler, en azından neyin yanlış anlaşılabildiğine dair beni uyarırlar. Zeus onlardan razı olsun, beş altı da kıdemli düzeltmenim var. Biri hayranlık veren bir özenle literatürü tarayıp etimoloji hatalarıma dikkatimi çeker, dil tarihinin umulmadık inceliklerini – mesela “inatçı” anlamında muannit ile “hain” anlamında muhanet’in ayrı sözcükler olduğunu, ya da feylesof’un Arapçadan ama filozof’un Fransızcadan geldiğini – hatırlatır. Hayli genç olduğunu düşündüğüm bir başkası yeni dilde yaygınlık kazanan sözcükleri – mesela Asya döğüş sanatlarında kullanılan nunçaku, buzdolaplarına yapıştırılan magnet, kamu ulaşım araçlarında biletinizi kontrol eden validatör – fark etmemi sağlar. Biri eski gazete ve dergi koleksiyonlarını tarayıp alafranga kelimelerin ilk tespit tarihini birer yıl birer yıl hesabıyla gerilere götürür. Haftada bir iki onların notlarını toplayıp sözlüklerime dalmak ya da gazete arşivlerinde metin örneği avcılığına çıkmak zorundayım.
Sonuç aşağıda. Kitabı basım için yayınevine teslim ettiğim 24 Temmuz 2018’den bu yana tam 466 maddede değişiklik yapmışım. Listede hepsinin tarihini ve ilk 200 kadarının kısa özetini görüyorsunuz. Gerisine üşendim. Nişanyan Sözlük baskısı elinizdeyse alın web sitesiyle karşılaştırın, yaptığım işi kolayca bulursunuz. Mutfağımız o kadar şeffaf.
1 Ağustosta hafta bir gol bir, Brezilya taşrasını oğlumla turlarken Tupi dili hakkında bilgilenme sevdasına düşmüşüm. Minas Gerais eyaletinde bir otel odasından siteye girip jaguar’ı düzeltmişim. Tupice’den dilimize gelen 9 sözcükten biri. 
Yapılanların çoğu basit tashihler, ya da sözcük tanımlarını daha net ve anlaşılır kılmak için yapılan düzeltmeler. Birçok maddede ya daha eski örnekler bulduğum için, ya da sözcüğün eski ve yeni çeşitli anlamlarının farkını vurgulamak istediğim için, yeni metin alıntıları eklemişim. Bazılarında sözcüğün tarihi anlamını örneklerken güncel anlamı ihmal ettiğimi fark etmişim. Yedi ayda sözlüğe 36 yeni madde katılmış. Onları listede yeşile boyadım.
Kırmızı işaretlediklerim ciddi sayılabilecek etimolojik analiz tashihleridir, hepsi 22 tane. Beş altı tanesi cidden ciddi. Türkçe üstsözcüğünün yüz- fiiliyle alakası yok, yüz adının bir türevi. Eskisi birle olan Türkçe bile sözcüğünü evvelce yaptığım gibi bir+le olarak analiz etmek abes. Arapça sınıf sözcüğünün Yunanca synaphéile ilgisi yok, ta Elifin Öküzü günlerinden kalma bir hata, nasıl bunca zaman gözüme ilişmemiş hayret. Öğrenmekfiili, Talat Tekin’in vurguladığı üzere öğür adından geliyor, Eski Türkçe “akıllanmak” anlamına gelen öglenmek’le ilgisi yok. Alaysözcüğünü Latince ala’dan türetenlere yıllarca kuşkuyla baktım, çünkü ala’nın Bizans Rumcasına 10. yy’da (dolayısıyla belki Türkçeden) girmiş olduğunu sanıyordum; 1. yy’a ait kapı gibi örnekleri okuyunca süngüm düştü. Osmanlıca dağî’nin Türkçe dağla ilgisi yok, Arapça tuğyan’ın bir türevi. Süpürgenin yoldaşı olan faraş kürek kemiğinin Arapçası, “döşek seren” anlamında farrâştan türemiş değil (Ahmet Vefik Paşa da o hataya düşmüş oysa ki).
Farsçadan alıntı olan nar sözcüğünün daha derin etimolojisi yoktu. Hititçe ve Hurrice adlarını görünce onları da ekleme gereği duydum. Aynı şekilde, tüm klasik kaynaklarda hiç inandırıcı olmayan Farsça sûr-nây (“düğün neyi”) etimolojisi verilen zurna’nın eski Anadolu ve Ortadoğu dillerindeki bariz paralellerini belirttim.
Hırçın ve malafat sözcüklerine etimoloji vermemiştim. İkisi de tatmin ediçi şekilde çözüldü sanırım. Hırçın’ın Ermenice olduğunu Dankoff ve Tietze belirtmişler, ben yoğurdu üfleyerek yemiştim. Eski metin örneklerini görünce haklı olduklarına kanaat getirdim. En çok hoşuma gideni ise pembe. Türkçede 18. yy’a dek sadece “pamuk” anlamına gelen bu sözcük nasıl renk adı oldu? Bunun cevabını bilen veya söyleyen kimseye rastlamamıştım bugüne dek. Ta ki ‘toz pembe’ deyimine metin örneği arayıncaya kadar.
Zaman aralığını biraz daha açsak son bir yılda sözlüğe eklenen maddeler şunlar:
aikido, alabalık, amq, apokrif, apukurya, arjante, aspir, balayı, cosplay, çıvgar, çorla-, daği, dingil1, eboş, efzun, elalem, elaman, elcevap, evamir, eyyorla-, filozof, genelev, halile, harçlık, havşa, iktisa, kalistenik, katavasya, kent2, kentsoylu, kirebolu, kokoroz1, korakor, krinolin, kur2, lahuri, magnet, mamaliga, mel mel, meremet, mığrı, muhanet, muteriz, nunçaku, ormantik,  oro+, öz2, pena, playboy, plevra, politeizm, port+, portbebe, prekarite, pürtük, random, sabuniye, soyka1, soyka2, şıllık2, tekel, tırrek, tik3, triyaj, Türkilizce, usturmaça, üroloji, üstenci, validatör, yanardağ, yoyo

Madde
Tarih
Yapılan işlem
şuh
3.3
Fa tanım iyileştirildi
şaka
3.3
Fa şuxi ile anlam karışması ihtimaline değinildi
efkâr
3.3
Fa efgar ile ilişkisi olmadığı belirtildi.
soyka2
3.2
“ala karga” eklendi
soyka1
3.2
“ölü giysisi” eklendi
nar1
3.2
Hititçe/Hurrice kaynak ihtimali eklendi
zurna
3.2
Farsça klasik sûr-nây açıklaması kaldırıldı; Luwice ve EYun muhtemel paraleller gösterildi
kaburga
3.2
Moğolca tanım ve imla düzeltildi
faraş
3.2
yanlış etimoloji düzeltildi. Ar farrâş değil feraş “kürek kemiği”
sınıf
3.2
yanlış etimoloji düzeltildi. Arapça sözün Yunanca synaphê ile ilgisi yok.
tasnif
3.2
Aşık Paşa metin örneği eklendi
sınır
3.1
Aşık Paşa metin örneği eklendi. 18. yy “sınırlamak” ve “sınırdaş” örn. eklendi
arifane
3.1
alternatif yazımlar eklendi
pilaki
3.1
Yun imla ve tanımlar düzeltildi
pembe
3.1
pamuk sözcüğüyle ilgisi çözümlendi, “toz pembe” deyimi açıklandı
çorba
2.28
Ar şurb ile ilgisi olmadığı vurgulandı; Tr bulamaç ile ilgisi gösterildi.
hemşire
2.28
Fa ve Osm tanımlar netleştirildi.
efendi
2.28
EYun ve OYun tanımları netleştirildi, kaynak eklendi
çorap
2.28
“çorap örmek” ve “çorap söküğü” metin örn. eklendi
şapka
2.28
Arapça şabaka ile irtibatına ? eklendi
poğaça
2.28
Türkçe boğça ile ilgili olmadığı vurgulandı; Latince 1. yy kaynağı belirtildi
cam
2.26
“cam göbeği” metin örn. eklendi
vişne
2.26
Slavca etimoloji açıklandı; viskoz ve ökse otu ile kökteşlik eklendi
viskoz
2.26
HAvr kök düzeltildi, vişne bağı eklendi
ökse
2.26
HAvr kök düzeltildi, vişne bağı eklendi
darbımesel
2.25
Ar tanım düzeltildi
darp
2.25
yazım hatası düzeltildi
bilezik
2.25
Nottaki kesin ifade yumuşatıldı
yüz1
2.25
ETü tanım düzeltildi, 17. yy deyim örnekleri eklendi
yüz-
2.25
ETü tanım düzeltildi, not sadeleştirildi
üst
2.25
T. Tekin makalesi doğrultusunda ETü etimoloji elden geçirildi, tanımlar netleştirildi, not eklendi
üzere
2.25
T. Tekin makalesi doğrultusunda açıklama notu düzeltildi
yoğurt
2.25
Açıklamaya T. Tekin’in yorumunu reddeden cümle eklendi.
kapı
2.25
nokta eklendi, farklı ETü yazımlar vurgulandı
ağabey
2.25
-
ihvan
2.25
Arapça tanımdan bir kelime silindi
ahi
2.25
Açıklayıcı not ayrıntılandı. axı yazımı düzeltildi.
ağa
2.25
Arapça ax ve axı ile ilişkisi önerildi.
adaş
2.25
T. Tekin makalesi doğrultusunda ETü adaş ile özdeş olmadığı vurgulandı.
eşek
2.25
Açıklayıcı not sadeleştirildi, cümle eklendi.
topuk
2.25
T. Tekin makalesi doğrultusunda top sözcüğüyle ilişkisi netleştirildi, açıklama sadeleştirildi.
topak
2.25
Açıklama notu gereksiz görülerek silindi.
budak
2.25
Açıklama notu yumuşatıldı, ifade düzeltildi. ETü tanımda köşeli parantezler kaldırıldı.
açık
2.25
“açık ara”, “açık kalp ameliyatı” metin örn. eklendi
açıkla-
2.25
18. yy metin örn. eklendi
insan
2.25
Arapça tanımdan “bir” sözü silindi
öğren-
2.25
kökü ETü öğür adından getirildi, literatür belirtildi
dalak
2.25
T. Tekin ve M. Erdal tezleri açıklamada tartışıldı; etym değişmedi, ? işareti eklendi.
malafat
2.25
İtal. etym eklendi (boştu), Devellioğlu metin ör. eklendi.
melul
2.25
Ar vezin açıklandı
altruizm
2.25
1924 metin örneği eklendi
keko
2.22
“salak” anlamında kek buraya eklendi
kek2
2.22
madde iptal edildi, içeriği keko’ya eklendi
cheesecake
2.22
kek maddesine yönlendirildi
kiş
2.22
kek maddesine yönlendirildi
kek1
2.22
kek1 idi, kek oldu
zeytin
2.22
yazım hatası düzeltildi
aydın
2.21
etym analize ? eklendi, açıklamaya bir cümle eklendi.
azmak
2.21
tanım iyileştirildi
bile
2.21
ETü birle biçiminin analizindeki döngüsel mantık düzeltildi; bağlaç, edat ve zarf kullanımları netleştirildi; 14. yy örnekleri eklendi.
ile
2.21
edat ve başlaç tanımları eklendi, Aşık Paşadan ikinci örnek eklendi
bileş-
2.21
“bileşen” metin örneği eklendi; açıklama notu zenginleştirildi.
bilek
2.21
Etü etimoloji düzeltildi, açıklama notu eklendi
bele-
2.21
ETü fiilin iki ayrı anlamı vurgulandı
moloz
2.19
Evliya Ç metin örn. eklendi
genel
2.16
soru işareti eklendi
genelev
2.16
madde eklendi, ilk metin örneği eklendi
onur
2.13
virgül kesildi
kur2
2.12
kur1 “ders” ve kur2 “yaltaklanma” ayrıldı. İkincisinin hatalı Fr. etimolojisi düzeltildi. kort maddesine yönlendirildi.
kort
2.12
İng ve EFr tanımlar toparlandı
kur1
2.12
numara eklendi
parkur
2.12
kur1’e yönlendirildi
kurye
2.12
kur1’e yönlendirildi
kurs1
2.12
kur1’e yönlendirildi
kurander
2.12
kur1’e yönlendirildi
korsan
2.12
kur1’e yönlendirildi
koridor
2.12
kur1’e yönlendirildi
konkur
2.12
kur1’e yönlendirildi
diskur
2.12
kur1’e yönlendirildi
pikap
2.11
“kamyonet” anlamının kaynağı açıklandı; “plak çalar” anlamının tanımı düzeltildi
çalpara
2.11
“bir tür yengeç” anlamı eklendi, metin örneği bulundu. “bir tür tencere” anlamı açıklamaya eklendi.
mercan
2.10
Aramca alıntı yerine eşkökenli işareti kondu
potasyum
2.10
Ş. Sami Kamusul Alam’dan örnek eklendi
tundra
2.10
Ş. Sami Kamusul Alam’dan örnek eklendi
ren geyiği
2.10
Ş. Sami Kamusul Alam’dan örnek eklendi
çeçe sineği
2.10
Ş. Sami Kamusul Alam’dan örnek eklendi
manyok
2.10
Ş. Sami Kamusul Alam’dan örnek eklendi
şist
2.10
Ş. Sami Kamusul Alam’dan örnek eklendi
fosfat
2.10
Ş. Sami Kamusul Alam’dan örnek eklendi
merinos
2.10
Ş. Sami Kamusul Alam’dan örnek eklendi
bazalt
2.10
Ş. Sami Kamusul Alam’dan örnek eklendi
gravyer
2.10
Ş. Sami Kamusul Alam’dan örnek eklendi
ruble
2.10
Ş. Sami Kamusul Alam’dan örnek eklendi
filozof
2.09
feylesof’un varyantı değil Fransızcadan ayrı alıntı olduğu belirtildi, metin örneği bulundu
feylesof
2.09
filozof ayrıldı
felsefe
2.09
filozof yerine feylesof maddesine yönlendirildi
cepken
2.09
açıklayıcı not eklendi, literatür tartışıldı.
mantık
2.09
ilm-i mantık anlamında kullanımı örneklendi
el+
2.09
Arapça el artikelli sözcüklerin sunumu düzenlendi
elaman
2.09
Arapça el artikelli sözcüklerin sunumu düzenlendi
aman
2.09
Arapça el artikelli sözcüklerin sunumu düzenlendi
elalem
2.09
madde ve açıklama eklendi
elcevap
2.09
Arapça el artikelli sözcüklerin sunumu düzenlendi
matrah
2.08
semantik evrim netleştirildi ve açıklandı
televole
2.07
tele+ yerine televizyon maddesine yönlendirildi
pulsar
2.05
Lat pulsare ve pellere ilişkisi netleştirildi
sakin
2.05
“hareketsiz”, “mukim” ve “dingin” anlamları ayrıştırıldı, metin örnekleri bulundu
unsur
2.05
Aşık Paşa metin örneği eklendi
tazip
2.05
Aşık Paşa metin örneği eklendi
dun
2.05
Aşık Paşa metin örneği eklendi
batın1
2.05
içeriksiz Aşık Paşa referansı silindi
yek
2.05
içeriksiz Aşık Paşa referansı silindi
ah2
2.05
“lanet” anlamında Aşık Paşa referansı silindi
nisa
2.05
Aşık Paşa referansı silindi
Yahudi
2.05
Aşık Paşa metin örn. eklendi
safha
2.05
Aşık Paşa metin örneği eklendi
misil
2.05
Aşık Paşa metin örneği eklendi
otlak
2.05
metin ör. yazım düzeltildi
kusur
2.05
Aşık P yanlış metin örneği silindi
harp1
2.05
Aşık Paşa metin örn. eklendi
idrak
2.05
Aşık Paşa metin örn. eklendi
iptila
2.05
Aşık Paşa metin örn. eklendi
sükût
2.05
Aşık Paşa metin örn. eklendi
zülfikar
2.05
Aşık Paşa metin örn. eklendi
zabıt
2.05
Aşık Paşa metin örn. eklendi
vecd
2.05
Aşık Paşa metin örn. eklendi
tekrar
2.05
Aşık Paşa metin örn. eklendi , Ar gramer düzeltildi
silsile
2.05
Aşık Paşa metin örn. eklendi
sikke
2.05
Aşık Paşa metin örn. eklendi
ah u zar
2.05
Aşık Paşa metin örn. eklendi
yakın
2.05
ETü tanım sadeleştirildi, Aşık Paşa metin örn. eklendi
yakış-
2.05
ETü tanım düzeltildi
per+
2.05
HAvr tanım sadeleştirildi
pare
2.05
zampara ve kulampara referansları silindi
kulampara
2.05
Farsça bileşen pâra değil bâra “düşkün, tutkun”
zampara
2.05
Farsça bileşen pâra değil bâra “düşkün, tutkun”
sıkıntı
2.02
“meyve suyu” ve “tasa” anlamları netleştirildi, ayrı metin örn. eklendi
daği
2.02
Türkçe dağ değil Ar tuğyan ile ilgili olduğu açıklandı
tuğyan
2.02
Arapça tağâ fiil tanımı düzeltildi
yanardağ
2.02
madde eklendi, LO metin örneği verildi
bisturi
2.02
Farsça etimoloji terk edildi, İt ve Fr kaynaklar gösterildi
alay
2.02
Lat ala ile bağlantısı gösterildi
evren
1.27
Lehçe-i Osmani metin örneği eklendi
muhanet
1.27
muannit’ten ayrı madde açıldı, etimoloji ve metin örnekleri verildi
muannit
1.27
tanım düzeltildi, muhanetle ilgili örnekler ayrıldı
semaver
1.27
Lehçe-i Osmani metin örneği eklendi
elastik
1.27
Lehçe-i Osmani metin örneği eklendi
çizelge
1.27
ek analizi değiştirildi, +AlgA ekine ilişkin açıklama notu eklendi
tokat
1.23
Burhan-ı Katı metin örneği eklendi
portakal
1.23
III Ahmet mektubundan metin eklendi, açıklama notu tashih edildi
harç
1.23
“duvarcı karışımı” ve “üretim ögesi” anlamları için metin ör. eklendi
düz-
1.23
“cinsel ilişki” anlamı için 19. yy metin örneği verildi
+gâh
1.20
+gâh’lı birkaç bileşik ad eklendi
çöp1
1.19
etimoloji analizine ara basamak eklendi
turp
1.19
yapılmış bir düzeltme iptal edildi
alp
1.19
yapılmış bir düzeltme iptal edildi
al-
1.19
tanım sadeleştirildi
azgın
1.19
Aşık Paşa metin örn. eklendi
vurgun
1.19
Lehçe-i Osmani metin örneği eklendi
baskın
1.19
Lehçe-i Osmani metin örneği eklendi
coş-
1.19
coşkun eklendi, Meninski’den ‘coşkun’ metin örneği eklendi.
playboy
1.18
playboy eklendi, metin örneği bulundu
ruj
1.18
1929 metin örn. eklendi
dize
1.17
1948 metin örn. eklendi
moket
1.17
1929 metin örn. eklendi, Fr tanım sadeleştirildi
magnet
1.17
magnet (“buzdolabı süsü”) eklendi
mıknatıs
1.17
EYun imla düzeltildi
konsantre
1.17
“yoğunlaştırılmış gıda” ve “zihni yoğunlaştırmak” anlamları ayrıldı, iki metin ör eklendi
halile
1.17
halile eklendi, etimoloji ve metin ör. eklendi
karakter
1.17
EYun xarasso tanımı düzeltildi
herek
1.17
EYun xarasso tanımı düzeltildi
bol
1.16
bol kese, bol kepçe eklendi
ivedi
1.10
ad ve sıfat kullanımı netleştirildi
pat2
1.09
Gövsa sözlüğünden ‘kasımpatı’ örneği verildi
validatör
1.09
madde eklendi “mekanik bilet okuyucu”, etimoloji ve metin ör. eklendi
rapid
1.09
“rafting sporunda çağlayan” ve “bir tür kalem” anlamları örneklendi
tape
1.09
1929’dan itibaren anlam evrimi gösterildi
şaryo
1.09
1929 metin örn. eklendi
araşit
1.09
1929 metin örn. eklendi
trahom
1.09
1929 metin örn. eklendi
anır-
1.06
etym. sunum standartlaştırıldı
böğür-
1.06
etym. sunum standartlaştırıldı
öz2
1.01
“sulak yer” eklendi
öz
1.01
açıklamada öz2 anlamı ayrıştırıldı
sonda
1.01
Fr tanım netleştirildi
sondaj
1.01
Fr tanım deniz ve kara için ayrıştırıldı
amorti
1.01
1929 metin örn. eklendi
+Türkilizce
12.30
eklendi
tecziye
12.28
1918 metin örn. eklendi, açıklama notu yazıldı
pansuman
12.28
1929 metin örn. eklendi
avans
12.28
1929 metin örn. eklendi
pastörize
12.22
1929 metin örn. eklendi
takı
12.19
Derleme S. “geline takılan armağan” metin ör. eklendi
yekin-
12.19
etym denemesi eklendi
hırçın
12.12
Zenker metin ör. verildi, Dankoff’a uyarak Erm etimoloji verildi
töz
12.12
Xuastuanift çevirisi düzeltildi
tüzük
11.27
Çağatayca metin örneği eklendi
sik-
11.26
Yunanca siktirizo fiili nota eklendi
salep
11.25
tanım sadeleştirildi
okul
11.23
açıklama notu yumuşatıldı
efzun
11.22
madde eklendi, etim ve metin ör eklendi
kelepir
11.22
tanım eklendi
hazır
11.12
metin örneklerinde türev ve deyimler başa yazıldı
mir
11.12
tanım düzeltildi, Codex C çevirisi düzeltildi
nunçaku
11.12
madde ve etimoloji eklendi
seyyare
11.08
planet maddesine gönderi marke edildi
teessüf
11.08

bahşiş
11.08

müdahale
11.08

istihfaf
11.08

lacivert
11.08

mübaşir
11.08

uhuvvet
11.08

müsellah
11.08

çuha
11.08

hizmet
11.08

mükâleme
11.08

hercümerç
11.08

istiklal
11.08

cumhuriyet
11.07

yankesici
11.07

meyan2
11.07

yamçı
11.07

dingil1
11.06
onomatope ile “tekerlek aksı” ayrı maddeye taşındı
dingil2
11.06

küfeki
11.06

natura
11.06

tedirgin
11.06

pırtık
11.06

pürtük
11.06
pırtık’tan ayrıldı
evamir
11.06

tangır
11.06

dank
11.06

dangıl
11.06

dangalak
11.06

mihver
11.06

dene-
11.06

denk1
11.06

denk2
11.06

kılavuz
11.06

ampir
11.06

pena
11.06

üftade
11.06

pterodaktil
11.06

helikopter
11.06

semptom
11.06

iktisa
11.06

sahan
11.06

fetret
11.06

dikiz
11.06

inkılap
11.06

mustarip
11.06

tıynet
11.06

döşe-
11.06

hadım
11.06

hademe
11.06

taaddi
11.06

köy
11.06

kabarcık
11.06

kervan
11.06

nişan
11.06

rubai
11.06

neşter
11.06

dehri
11.06

teskin
11.06

küstah
11.06

mil1
11.06

müsavi
11.06

tasdik
11.06

mücavir
11.06

harçlık
11.06

mukataa
11.06

izhar
11.06

vesvese
11.06

müsait
11.06

cerahat
11.06

silah
11.06

küçük
11.06

hor1
11.06

vesaire
11.06

taalluk
11.06

perestiş
11.06

müstağni
11.06

feraset
11.06

mülazım
11.06

şölen
11.05

sinek
11.05

âciz
11.05

şerir
11.05

temettü
11.05

mukarrer
11.05

server
11.05

oturak
11.05

çapul
11.05

bertaraf
11.05

giysi
11.05

rüşt
11.05

tedricen
11.05

emmi
11.05

illet
11.04

eyyorla-
11.04

bidayet
11.04

boy
11.04

şen
11.04

zürriyet
11.04

laçin
11.04

doğan
11.04

sinagog
11.01

kisve
10.27

meri
10.27

triyaj
10.27

ala
10.26

dinamit
10.25

filoloji
10.25

antropoloji
10.25

tırkaz
10.23

güderi
10.23

drom(o)+
10.23

yobaz
10.23

küfür
10.17

kâfir
10.17

rebap
10.10

termik
10.08

blister
10.08

havari
10.08

havil
10.08

havşa
10.08

zabit
10.08

üstenci
10.08

akın
10.08

ürün
10.08

bil-
10.03

der-
10.03

kaleidoskop
09.19

kalimera
09.19

kalistenik
09.19

kaligrafi
09.19

allem kallem
09.19

nevrasteni
09.19

ekstre
09.19

samsa
09.19

sala
09.19

hemşeri
09.19

diyaspora
09.19

ambülans
09.19

çağanoz
09.19

mamut
09.19

tik3
09.19

ahlat
09.19

işlem
09.19

cosplay
09.19

dejavü
09.19

ye-
09.19

üroloji
09.19

aşağı
09.19

balık
09.19

alabalık
09.19

oba
09.16

öbek
09.16

ayin
09.16

güllabi
09.16

balyoz2
09.14

pus3
09.12

petunya
09.11

ananas
09.11

mel mel
09.11

nom(o)+
09.11
+nomi ekli sözcüklerin referansındaki hata düzeltildi
ekonomi
09.11
+nomi ekli sözcüklerin referansındaki hata düzeltildi
+nomi
09.11
+nomi ekli sözcüklerin referansındaki hata düzeltildi
anomi
09.11
+nomi ekli sözcüklerin referansındaki hata düzeltildi
astronomi
09.11
+nomi ekli sözcüklerin referansındaki hata düzeltildi
otonomi
09.11
+nomi ekli sözcüklerin referansındaki hata düzeltildi
taksonomi
09.11
+nomi ekli sözcüklerin referansındaki hata düzeltildi
antinomi
09.11
+nomi ekli sözcüklerin referansındaki hata düzeltildi
gastronomi
09.11
+nomi ekli sözcüklerin referansındaki hata düzeltildi
ergonomi
09.11
+nomi ekli sözcüklerin referansındaki hata düzeltildi
aristokrasi
09.11

monarşi
09.11

demokrasi
09.11

eboş
09.07
eboş eklendi
muteriz
09.07

itiraz
09.07

yöneylem
09.07

yatar
09.07

küt3 böreği
09.07

kent2
09.07

rüşeym
09.07

+amq
09.06

huruf
09.06

tekel
09.04

eyle-
09.04

et-
09.04

kimse
09.04

er-
09.04

ergen
09.04

taban
09.04

deve
09.04

mavra
09.04

nonoş
09.04

şabalak
09.04

sap
09.04

aynasız
09.04

kalantor
09.04

mantar
09.04

cart
09.04

şiddet
09.04

milliyet
08.29

paydos
08.29

harikulade
08.29

beynelmilel
08.29

uyuş-
08.29

piyango
08.29

makaron
08.29

makarna
08.29

iskorbüt
08.29

gelir
08.29

gazete
08.29

çizgi
08.29

kupez
08.29

gözenek
08.29

gözetle-
08.29

mantı
08.29

pusula
08.27

kaldırım
08.27

arzuhal
08.26

arkadaş
08.26

muhabere
08.24

iklim
08.24

tarife
08.24

roza
08.24

protesto
08.24

patent
08.24

kalem
08.24

gündelik
08.24

avize
08.24

arife
08.20

mihrap
08.20

palas pandıras
08.20
İsp etimoloji verildi
kurban
08.20

tencere
08.20

öğrenci
08.20

saraka
08.20

zoka
08.20

kül2
08.20

abaza
08.20
yeni metin örneği verildi; Çingenece etimoloji terk edildi, Abaza ulus adı önerildi
yarak
08.20

şifre
08.20

ehemmiyet
08.20

puşt
08.20

antlaş-
08.20

aksisada
08.19

sayın
08.19

sinod
08.19

künefe
08.19

hoşbeş
08.19

ayol
08.15

saygı
08.15

ayal
08.15

ekser1
08.13

ekalliyet
08.13

kamyon
08.11

şimendifer
08.11

id
08.11

pedagog
08.11

otomat
08.11

jaguar
08.01



Diller nasıl doğdu

$
0
0
Afrika’da yaşayan, fare avlayıp meşe palamudu yiyerek geçinen bir Homo erectus kabilesine bir gün tuhaf bir yavru doğdu. Büyüdükçe tuhaflığı arttı. Çok gevezeydi; herkesin bildiği sesli sinyalleri durmadan tekrarlaması tuhaf ve çoğu zaman sinir bozucuydu. Bir tür glossolalia olduğunu düşündüler. Orada aslan var: warf. Orada aslan var diyor: warf warf. Orada aslan var diyor dedim: warf warf wırf. Orada aslan var diyor dediğimi duymadınız mı: warf warf wırf hımm. Orada aslan var diyorlar dedim duymuyor hıyarlar: warf warf wırf hımm mhımm.
Sakattı, o belli. Kabile yaşlıları öldürülmesine ya da uygun bir yere terk edilmesine karar verdi. Ama sevenleri buna izin vermedi, “o bizim kıymetlimiz, yüce ruhlar onu böyle yaratmış, ne yapalım” deyip onu korudular. Alıştıkça fark edildi ki aslında hiç de öyle geri zekalı değildir, kendine göre acayip bir mantığı ve pratik becerileri vardır. Bir süre sonra onun tanrılar tarafından seçilmiş biri olduğuna kanaat getirdiler. En iyilerinden dört dişi almasına müsaade ettiler.
Adamımız – adına Adem diyelim – milyarda bir görülen bir genetik bozukluktan mustaripti. Hz. Naim peygamberin (Chomsky) recursive grammar adını vereceği beyin deformasyonuna uğramıştı. Her dil eylemini başka bir dil eyleminin alt-kümesi haline getiriyor, böylece sonsuza dek uzanabilen karmaşık mesajlar üretebiliyordu. Çok sinir bozucu, ama tanrılar böyle uygun görmüş, ne yaparsın?
Dört eşinden kırk dört yavrusu oldu. Mendel yasaları uyarınca bunlardan yirmi ikisi babalarının bozukluğunu aynen tevarüs ettiler. İki kuşak sonra kabilede huzur muzur kalmadı, gevezelik tahammül edilmez boyutlara ulaştı. Komşu kabileler bunlardan yaka silkmekte, onlara kız vermemeye ve onlardan kız almamaya yemin etmekteydi.
“Çok konuşanlar” soyu bu ailevi özelliğin avantajlarını keşfetmekte gecikmedi.  Kendi aralarında iyi anlaşıyorlar, karmaşık mesajlar yardımıyla eylemlerini öbürlerinden daha iyi koordine edebiliyorlardı. Ayrıca tanrılar tarafından seçilmiş olduklarını biliyor, diğerleri üzerinde bu sayede psikolojik üstünlük kurabiliyorlardı. Adem babaya madem dört eş verildi, biz de isterük deyip bunu bir aile ayrıcalığı haline getirmeyi başardılar. Az zamanda sayıları arttı. Mendel yasalarını el yordamıyla öğrenmişlerdi, o yüzden kendilerinden olmayan kızlarla evlenmeyi yasaklayıp, doğacak yavruların %50 değil %75 veya daha yüksek oranda sakat doğmasını sağladılar. Bir süre sonra bununla da yetinmediler, gevezelik hastalığıyla malul doğmayan yavruları tanrılara kurban etmeye yahut başka kabilelere evlatlık vermeye başladılar.

Gerisi tarih. Kısa zamanda bütün Afrika kıtası car car konuşan Homo kabileleriyle dolup taştı. Kendilerini pek beğendikleri için Homo erectus adını hor gördüler, Homo sapiens diye afili bir ad takındılar. “Kıro” saydıkları erectus’larla cinsel münasebeti yasakladılar; o yasağa rağmen iş tutanlardan doğan yavruları köle yaptılar ya da eski tip erectus’lara sattılar. Afrika onlara dar geldi. Bundan 400 bin sene önce Tarık bin Ziyad’ın atalarından biri önderliğinde Cebelitarık boğazını aşıp İspanya’ya, 180 bin sene önce de Sina Çölünü aşıp Ortadoğu’nun bereketli ormanlarına yol aldılar.
*
NOT: Arasıra sohbetlerine katıldığım bir Face grubunda şöyle bir şey paylaşmıştım: Bu yazı ondan doğdu.
“İnsan dilini diğer mahlukların iletişim araçlarından ayıran özellik recursion dedikleri hadisedir. Türkçe "özyineleme"öneriliyor, arzu ederseniz.
İnsan dili grameri, her bir dil eyleminin bir başka dil eyleminin alt-kümesi (nesnesi diyelim) olmasına izin verir. Dolayısıyla sonsuz sayıda dil eylemi üretebilir. Bu özellik hiçbir başka mahlukta yok.
"Orada aslan var" mesajını verebilen pek çok hayvan var. "Orada aslan var diyorlar" diyebilen yok. "Orada aslan var diyenler kim" sorusunu sorabilen ve dolayısıyla "orada aslan var diyenler" yerine mesela "nöbetçi" kavramını ikame edebilen hiç yok.
Recursive grammar (özyineleyişsel dilbilik?) yeteneği genetik bir özellik. İnsanda var şempanzede yok. Belli DNA serileri hasar görünce yitirilebiliyor. Dolayısıyla YA cenabı hakkın müdahalesiyle YA DA tek bir defada gerçekleşmiş olması gereken bir mutasyonla açıklanabiliyor. Başka makul açıklama duymadım.
Sorunuz şu: recursive grammar üreten yaratış eylemi VEYA mutasyon, homo sapiens'e mi mahsustur, sapiens ve neanderthalensis'in ortak atasına mı mahsustur.
Bildiğim kadarıyla henüz cevabı tatmin edici şekilde verilememiş bir soru. Epey literatür var, kesin sonuç yok.”

Türkçemiz çok zengin mirim

$
0
0
"Türkçemiz çok zengin, bak o dalganız tam otuz tane adı var" teorisini kendi keşfetti sanan yüz bin  milyonuncu kişiye yanıt.

. Başka bir dili tanımayan herkese kendi dili "çok zengin" gelir. Birtakım Türkçe deyimler ve incelikler saymakla bir şey kanıtlamış olmuyorsunuz. Başka dillerde benzer inceliklerin OLMADIĞINI inandırıcı bir şekilde gösterirseniz ne ala. Yoksa çocukça böbürlenme yeteneğinizden başka şey sergilemiş olmazsınız.
2. Yazı dilinden beslenmeyen konuşma dili tüm kültürlerde yaklaşık eşit kelime hazinesine sahiptir. Deyimler, çift anlamlılar, nüanslar, espriler ve argolar açısından -- böyle şeyler eğer ölçülebiliyorsa -- eşit ölçüde zengindir. İnsan ruhu ve aklı toplumdan topluma değişmiyor. Şiiri tanımayan toplum da yok.
3. Bir dil zengin derken kastedilen şey konuşma dili değil YAZI DİLİDİR. Ayrı bir mahluktur. Yazı dili, farklı toplumsal zümrelerde, farklı dönemlerde, farklı şehirlerde, farklı meslek ve sanat gruplarında, farklı iktidar düzeylerinde konuşulan dillerin bir potada toplanmasını sağlar. Bazı yazı dilleri konuşma dilinden bir santim ötedir. Bazı yazı dilleri ise yüzlerce yıldan beri çok zengin ve çeşitli kaynaklardan beslenmiştir.
4. Yazı dilinin zenginliği, o dilde üretilmiş olan yazı hacmiyle orantılıdır. Her yazı, farklı dil ve üslup özelliklerine, farklı kelime hazinelerine, farklı düşünce ve ifade düzlemlerine sahip aktörlerin toplumsal diyaloğa bir şeyler katmasını sağlar. Ne kadar yazı, o kadar dil malzemesi.
5. Kelime hazinesinin artması, o dilde ifade edilebilecek anlam nüanslarının da artmasını ve çeşitlenmesini sağlar. Çünkü dil, eş anlamlılara tahammül etmez. Eş anlamlı görünen sözcükler arasına dahi, kısa sürede mutlaka nüans ayrımları sokar. Ne kadar çok kelime, o kadar çok anlam.
6. İngilizce, dünya tarihinde en çok yazı üretmiş olan dildir. Kelime hazinesi de bununla orantılı olarak, çok yüksektir. Kesin bir sayım kolay olmasa da, eşit ölçütler uygulamak şartıyla, İngilizcenin AKTİF (yani son iki kuşakta yazı dilinde belli sıklıkta kullanılan) kelime hazinesi Türkçenin üç ila beş katıdır denebilir sanıyorum.

Medeniyet ve uygurluk

$
0
0
‘Medeniyet’ nedir, ‘uygarlık’tan farkı nedir diye soran bir arkadaşa cevap.
Her ikisi Fr. civilisation tercümesidir. Osmanlı/Türk modernleşmesinin temel kavramları arasındadır.
Fr. civiliser fiili 1568'den itibaren görülür; İngilizce to civilize, Fransızcadan çeviri olduğu vurgulanarak, 1601. Amerika ve Okyanusya'da keşfedilen “vahşileri” anlamlandırmak için yaratılmış bir kavramdır. Sauvage zıddıdır, “Yerleşik yaşam kurumlarına sahip olma” diye çevirilebilir. Latince civis“şehir” demektir, ama urbs, yani binalar yığını anlamında şehir değil, kendini yöneten bir insan topluluğu anlamında şehir, yani şehir devleti. Bu anlamda tam olarak Arapça medînet (“şehir”) kavramını karşılar.
Fr. civilisation ilk kez 1757'de duyulur; 1760’ta Voltaire ile Rousseau’nun Rusya hakkında giriştikleri polemikte kullanılır; 1767’de Mirabeau, 1770’te Diderot bu kavramı entelektüel aleme mal ederler. İskoçyalı Adam Ferguson 1767’de çıkan Essay on the History of Civil Society’de civilisation yerine civil society deyimini tercih eder. Avrupa’nın kendini tarihi perspektif içinde algılama sürecinde kilit bir aşamadır. Hint ve Çin de sauvage değil, yerleşik yaşam kurumlarına sahip yerler. Onlar da civilisé. Ama bizimkinden ayrı birer civilisation.
Bugün bize sıradan gelen kavramlar. Ne kadar radikal bir kopuşu temsil ettiklerini anlamak kolay değil. Eskiden “biz” ile “ötekileri” ayırt eden kavram dindi. İlk kez din dışı bir kavramla ve görünürde “tarafsız” bir dille tarihi evrimi tanımlamak mümkün oldu. [İbn Haldun ta 14. yy’da o adımı atmış mıydı? Belki. Tarihte her adımın, aranırsa, öncülleri bulunur.]
*
Arapça medenî “şehirli” demek. Ama bildiğim kadarıyla sadece tek bağlamda, “Medine şehrine ait” anlamında kullanılır. Kuran’ın bazı sureleri Medenî surelerdir. Kusursuz bir sözlük olan Meninski sözlüğü 1680 tarihinde medenîiçin sadece Medinensis karşılığını vermiş, yani “Medine’li”.
Civilisation karşılığı Osmanlıca önce temeddün, hemen ardından medeniyyet’tir. Yoğun bir düşünsel/siyasi kaynaşma dönemi olan 1830’larda dile girmiş olmalı. İlk kaynağı, aynı yıllarda Mısır’da bir zihniyet devrimine önderlik eden ve o meyanda Arapçaya sayısız modern kavram kazandıran Rıfat el-Tahtavi olabilir mi? Bilmiyorum. Bulabildiğim en erken örnek 1840 yılına ait, “Beyoğlu’nda kaim Odeon nam teatroda opera ve komedi tabir olunur bazı sanayi icra olunmak üzere” “el-haletü hazihi Dersaadetde bulunan Fransızlı teatrocu Mösyö Filol” adına yazılan bir arzuhal. Fransızın teşebbüsünün “menafiˁ-i terbiye ve medeniyyeti müstelzim bir madde” olduğu ifade buyurulmuş.
Satır arasını gözden kaçırmayalım: belli bir (yabancı) kültürün gösteri sanatı burada genel anlamda “şehirlileşmenin”, yahut yontulup ehlileşmenin aracı olarak gösterilmekte.
*
Uygurlar 8. yy’ın sonunda ilk Türk devletini yıktıktan sonra İpek Yolu’nun doğu ucunda hayli incelikli, şehirli, durmuş oturmuş bir medeniyete kavuşan bir Türk kavmi. İzlerini 1910’lardan beşlayarak Grünwedel, Albert von Le Coq, Sven Hedin keşfettiler; onların Asya’dan getirdiği elyazmalarını W. Bang ve A. von Gabain ve diğerleri neşrettiler. Bu buluşlar, tam o sırada Türk milliyetçiliğine İslam ve Osmanlı dışı bir referans arayışında olan genç Türkiye Cumhuriyeti’nde coşkuyla karşılandı. Yunan’ın Atina’sı, Arap’ın Mekke’si varsa, buyur, Türk’ün de Uygur’u var!
Uygur etnoniminin kökeni hakkında bilgim yok, kimsenin de olduğunu sanmıyorum. 1935’in “Öztürkçe” denemeleri babında uygaşmak (“tefavuk etmek, rast gelmek”) diye bir fiil yaratılmış ve sanırım Uygur adıyla kökteş olduğu ileri sürülmüş. Ancak bu mümkün görünmüyor, çünkü uymak fiili Eski Asya Türkçesinde mevcut değil, 13. yy’dan sonra belirmiş bir fiil. Olsa da uymak değil udmakolurdu.
“Medeniyet” anlamında uygurluk sözcüğüne ilk olarak Dil Devrimi hareketinin aniden hız kazandığı 1934 yılı sonlarında, Cumhuriyet Gazetesinde Yunus Nadi’nin 22 Kasım tarihli başyazısında rastlıyoruz. “Böylelikle ulusun (milletin) eksik işleri yokluktan varlığa geçirilerek onun uygurluğu (medeniyeti) bütünlüğe götürülmüş olacaktır.” Parantezler orijinal metinde var. 29 Kasımda yine: “Güzel san’atler, en ileri yaratık (mahlûk) olan adam oğullarının uygurluğu (medeniyeti) için başka türlüsü düşünülemez bir yol ise musiki bunların en büyüğü ve en özlüsüdür.” 24 Aralıkta yine. 30 Ocak 1935’te Sacid Ülkü’nün Yunus Nadi’ye adanmış şiiri: “Batının uygurluğu yiyor kendi kendini/Etlerini koparan çılgın bir güzel gibi.”
Yeni Türkçe’nin el kitabı olarak 1935’te yayımlanan Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzu’nda bu sözcüğe yer verilmemiş. Sanırım Yunus Nadi çevresinin önerisi yüksek makamda kabul görmemiş olmalı. Cumhuriyet gazetesinde 1942’ye dek ısrarla uygurluk kullanılmış. Örneğin 5 Ocak 1939’da Ağaoğlu Ahmet’in çok tuhaf, üstü kapalı Atatürk yergisi: “her yana adamlık götürdün, uygurluk saçtın, bahtiyarlık verdin. Fakat...”
Uygar ve uygarlık yazımlarına en erken 1942 tarihli Felsefe ve Dilbilgisi Terimleri Sözlüğü’nde rastlıyoruz. Ses değişiminin gerekçesi nedir bilmiyorum. Görüş ayrımı en geç 1936’da belirmiş olmalı, çünkü o tarihte çıkan soyadı kanunu uyarınca soyadı alanlar arasında İsmail Hakkı Uygar adlı bir ressam göze çarpıyor. 1942’den sonra uygur ve uygurluk tarihe karışmış. 

Ezan terörüne dair

$
0
0
Dini törelere ve çeşitli toplulukların “kutsal” saydığı kültürel davranışlara meraklı olduğumu bilirsiniz. Sadece “merak” değil, ciddi bir duygulanım da var içinde. Birkaç yazımı okuyan bilir.
Töresel davranışların duyurulması, ya da göz önünde yapılması beni rahatsız etmiyor. Hindistan’ı bilir misiniz? Günün belli saatlerinde tapınaklardan koro halinde ilahi sesi yükselir. Hint kentlerinin kaosu içinde, uzaktan, belli belirsiz o sesi duymak bana iyi gelmişti. 2004’te Jaisalmer’de benden daha radikal kişilerle uzun uzun bunu tartışmıştık diye hatırlıyorum. Şimdi oturduğum yerde de pazar günleri bazı kiliselerde çok düşük sesle ayini dışa veriyorlar. Yel estikçe o sesin kulağa çalınması güzel bir şey. Dünyada her şey günlük hayatın adiliğinden ibaret değil duygusu verir insana.
İslama karşı önyargılı mıyım? Biraz sanırım evet. 60 sene, unut onu 1400 sene, İslam’ın hoyrat ve tehditkar söylemine maruz kalırsan sempatin aşınıyor biraz. Ama yine de Hindistan’da, Etiyopya’da, Sri Lanka’da çarşı yerinde kulağıma çalınan – unplugged, hoparlörsüz – ezan pekala sevindirir beni. Çölde gözlerini yumup türkü söyleyen bir adamın sesi. Tanıdık bir ses. Güzel.
Mesele hoparlördür. Hoparlör devreye girdiği anda yapılan şey “ibadet” değildir artık. Töre de değildir, gelenek de değildir. Meydan okumadır. “Kamu alanı benim malımdır” diyor, “hiçbir şey yapamazsın, burada söz hakkın yok.” Kaçınılmaz bir mantıkla gitgide volümü yükseltiyor. Kamu alanını işgal edersen insanlar evlerine (ya da köylerine) kaçarlar. İç kalelere çekilirler. O direnci kırmak için saldırının dozunu artırman gerekir. Evlerin kapılarından, pencerelerinden içeri sızman gerekir. En ücra köye en yüksek ses düzenini kurman gerekir. İnsanlara kaçacak yer bırakmaman gerekir.

Saldırıdır. Savaştır. Bertaraf edilmesi lazım.  

Kafa nasıl yenir?

$
0
0
Aralığın yirmilerinde Yer Adları’nın bibliyografyasını çıkarmaya giriştim. Üç beş günde yaparım diye düşündüm. Tam üç ay sürdü. Üç ayın bazı günlerinde on beş saat masadan kalkmadığım vakidir. Toplam net nesai 400 saat olmuş mudur? Olmuştur sanırım.
Toplam 561 parça kaynakça çıktı, bazıları yüz küsur paftalı harita, 10-15 ciltlik seri vs. Direkt alıntı yapmadıklarımı saymadım. Bir tek alıntı yaptıklarımın çoğunu da yeniden arayıp bulmaya üşendim. İlk zamanlarda (2010-2011) kaynakça konusunda özensiz gitmişim. O kayıtların kaynağını (sekiz yıl sonra, yeniden) buluncaya kadar akla karayı seçtim. Bazılarını bulamadım. Bulamadıklarımı başka kaynaklardan belgelemek için uğraştım. “Filan köyün adı 15. yy’dan önceki hangi kaynakta anılmış acaba” diye aramak nasıl bir karın ağrısıdır, bilir misiniz?
Güvenilir olmayan ikincil kaynaklardan (özellikle internet geyiklerinden) derlediğim bilgilere kaynak göstermedim. Mümkün mertebe bunları tasfiye ettim. Bulabildiklerimde güvenilir (birincil) kaynağa indim, yoksa “böyle diyorlar da Allah bilir” anlamına gelen bir işaretle yetindim.
Özellikle Türk fethi öncesine ait isimlerde ikincil kaynaklara güvenmemeyi öğrendim. 1322 adet Yunanca, 394 adet Ermenice, 44 adet Süryanice fetih-öncesi yer adını üşenmeyip teker teker asli kaynaklardan çek ettim. Neyse ki copyright-öncesi çağlara ait metinleri internette bulmak kolay. Yakın tarihli kaynaklara başvurmam gerektikçe intellectual property yasalarını çıkaranlara da, Brill ile OUP’e de salladığım küfürleri burada söylemesem daha iyi.
İşin özeti şu. “Falan yerin eski adı şuymuş” bana artık bir şey ifade etmiyor. 1. Hangi tarihte öyleymiş? 2. Ne malum? “Dedelerimiz öyle diyor” ancak delil başlangıcıdır. Sağlam kaynak görmeden inanmam. Çaresiz kalırsam onu da aktarırım gerçi, ama rivayettir diye belirtirim.
Taradığım kaynaklar eski ve yeni yazı Türkçe, İngilizce, Fransızca, Almanca, Latince, eski ve yeni Yunanca, eski ve yeni Ermenice, hatta Bulgarca (bir adet 1913 basımı Trakya haritası) ve Arapça (İbn Xurdazbih’in hiçbir modern dile çevirisini bulamadım, mecburen de Goeje’nin 1883 basımı Arapça neşrini kullandım). Erkanı Harbiye Reisliği ile Milli Müdafaa Vekaletinin 1909-1926 arası çıkan 1:200.000 paftalarının doksan tane kadarını bulabildim (hepsi 110 küsur tanedir), tümünü didik didik taradım, yazım hatalarına kadar not ettim.
Bu yelpazede bir işi yapabilecek başka kim var dünyada bilmiyorum. Hele Samos’un dağındaki Pagondas köyünde oturup yapacak çok kişi çıkmaz herhalde. Ekip çalışması olsa tabii daha iyi olurdu. 2011-12’de TESEV’e önerdim, bir Osmanlı tahrircisi, bir Bizantolog, bir Hititolog filan olsa, bir iki üniversiteliye tez konusu verilse desteklemez misiniz dedim. Olmadı. Ekip işinde pek becerikli değilim sanırım.

Dün o iş bitti. Biraz dışarı çıkıp hava almam lazım.

Çanakkale Harbi, meleksiz ve evliyasız

$
0
0
Çanakkale operasyonu, o tarihte Deniz Bakanı (First Lord of the Admiralty) olan Winston Churchill’in projesidir. Başta Savaş Bakanı Lord Kitchener olmak üzere hükümette bir kesimin şiddetli muhalefetine rağmen savunmuş ve kabul ettirmiştir. 18 Martta deniz yoluyla girme teşebbüsünün akamete uğraması ile 25 Nisandaki kara çıkarması arasındaki ölümcül gecikmenin sorumlusu Kitchener’in ve Kara Kuvvetlerinin ayak sürümesidir derler.
Birinci amaç Osmanlı’yı hızlıca savaş dışı bırakarak a) Mısır’da İngilizlerin ve b) Kafkas cephesinde Rusların bağlamak zorunda olduğu askeri gücü serbest bırakmaktır. İkinci amaç, Boğazlar ve Karadeniz yoluyla Rusya’ya askeri malzeme sevkedip, Doğu cephesinde Almanlar karşısında tekleyen Rus saldırısını canlandırmak ve böylece – savaşın asıl belirleyici sahnesi olan – Batı cephesinde müttefiklerin elini güçlendirmektir.
Churchill’in bütün projeleri gibi, a) parlak fikirdir, b) gerçek dünyanın parlak fikirlere geçit vermeyen bataklığında boğulmuş ve anlamsız bir kan banyosundan başka sonuç vermemiştir.
18 Martta boğazı geçebilselerdi ne olurdu?
1.    Türkiye birkaç günde safdışı kalırdı. Gelibolu’da, Sina ve Filistin cephesinde, Irak cephesinde yüz binlerce genç insan telef olmaz, ülkede ekonomi ve medeniyet namına ne varsa yerle bir olmaz, 1916-17-18-19-20-21-22’nin açlık ve sefaleti çekilmezdi. Ülke insanı için hayırlı olurdu.
2.    Dünya Savaşı çok daha hızlı biterdi. Rus cephesi 1914’teki canlılığını korusa büyük olasılıkla Almanya Verdun saldırısına cüret edemez, en geç 1916’da Somme muharebesinde son gücünü tüketmiş olurdu. İnsanlık için hayırlı olurdu.
3.    Rusya yenilmez ve Rus ihtilali olmazdı. Lenin emigre Rusça öğretmeni olarak Zürich’te kalır, Stalin belki Tiflis’te ufak çaplı mafya işleriyle uğraşırdı. Rus halkı için hayırlı olurdu.
4.    Ermeni soykırımına fırsat bulamazlardı. Türkiye için hayırlı olurdu. Bugüne dek etkisini aşamadığı kültürel, ekonomik ve ahlaki çölleşmeyi yaşamazdı. Ya da daha az yaşardı.
5.    Ülke İngiliz sömürgesi olmazdı, merak etmeyin; ya da 1923 veya 1945’ten sonra ne kadar olduysa o kadar olurdu. Öyle bir niyet yoktu; olsa da zaten ne Fransa, ne Rusya öyle şeye izin verirdi. Muhtemelen el birliğiyle memlekette hassas dengeler, etki alanları, hukuki güvenceler, azınlık kotaları vb. üzerine kurulu karma karışık bir düzen kurmaya kalkarlar, yüzlerine gözlerine bulaştırıp çekilirlerdi. Sonraki yüz sene onların bıraktığı kördüğümü çözmeye çalışmakla geçerdi. Bkz. Lübnan, Kıbrıs, İsrail, Yugoslavya, vs.
6.    Arabistan giderdi. Gideceği daha 1913’te belliydi. Türk yönetici sınıfları pekala memnun olurlardı. Suriye ve Irak dahil, zaten gözden çıkarmışlardı. Belki Musul kalırdı. Belki Halep bile kalırdı. İzmir gider miydi? Sanmıyorum. 1919’da İzmir’in işgali Ege’de Rumlara yönelik etnik temizliğin önlemi ya da misillemesidir. Ermeni örneği ve aynı şeyin Rumlara yapılması ihtimali olmasa İzmir’in Yunana verilmesini savunacak tek bir İngiliz veya Fransız bilmiyorum.
7.    Mustafa Kemal Paşa’ya ne olurdu? “Anafartalar kahramanı” cilasıyla yükselme şansı bulmazdı. Savaş öncesinden özenle hazırladığı ve 1918’de bir süre uygulama alanına koyduğu İngiliz dostu politikaya mı yönelirdi? Cemal Paşa gibi Fransızcı mı olurdu? İttihatçı kadrolar temizlenirken zayi mi olurdu? O denli parlak ve mütehakkim bir kişilik kolay kolay sahne dışı kalmazdı diye düşünüyorum. Harpten sonraki “Milli Mutabakat” hükümetinin güçlü bir üyesi olmasa, en geç 1920’lerdeki iç savaşın şeflerinden biri olurdu tahminimce.

Tuba ağacının sırları

$
0
0
İngilizce beatitudes denir. Matta İncili 5.3’ten başlayan sekiz cümle, İsa’nın öğretisinin belki en veciz özetidir: “Ne mutlu ruhta yoksul olanlara, çünkü göklerin krallığı onlarındır. Ne mutlu acı çekenlere, çünkü teselli edilecekler. Ne mutlu alçak gönüllülere, çünkü yeryüzü onların mirası olacak. Ne mutlu hakka acıkıp susayanlara, çünkü doyurulacaklar. Ne mutlu merhamet edenlere, çünkü rahmet görecekler. Ne mutlu hak uğruna zulüm görenlere, çünkü göklerin krallığı onlarındır....”
Latincesi “beati pauperes... beati mites... beati qui lugent...”. Beatitudes oradan geliyor. İngilizcesi “blessed are...”. Luther’in Almancası “Selig sind...” Brahms’ın Ein deutsches Requiem’i ikinci beatitude ile başlar, ne kadar tüyler ürpertici bir giriştir: Selig sind, die da Leid tragen; denn sie sollen getröstet werden. https://www.youtube.com/watch?v=AOoWUIyBn0Y
*
Kutsal Kitap’ın 2. veya 3. yy’da yapılmış Süryanice çevirisinde sekiz kez tekrarlanan ifade ûbâyhun. Süryanice bilmesem de ilk mısrayı kolayca anlıyorum, biraz zorlarsanız siz de anlarsınız bence:
ܛܘܒܝܗܘܢ ܠܡܣܟܢܐ ܒܪܘܚ ܕܕܝܠܗܘܢ ܗܝ ܡܠܟܘܬܐ ܕܫܡܝܐ  
sağdan sola: ṭûbayhûn l’meskîneh b’rûḥ d’dîlhûn hî malkûtha d’şamâyâ.
Meali, kabataslak: tûbâ-hum li-mesâkîni bi-rûh, fe-lihum melekûtü’l-semâwâti.
Tûbâ’yı geçen gün gördük, “iyilik, nimet, blessing”. Mesâkîn bildiğimiz miskin’in çoğulu, eski Babil ve Asur dilinden beri daima “fakir, yoksul” anlamında. Rûh bildiğimiz ruh, İbranice Tevrat’ın ilk cümlesinde geçer. Arapçada eşkökenli olabilir, ama alıntı olması daha güçlü olasılık. Melekût“krallık”, Kuran’da dört kez bu anlamda geçer. Bariz bir İbranice/Süryanice alıntı, çünkü +ût eki bu dillerde çoğul ve soyut adlar yapımında kullanılan standart ek,  Arapçada bir anlamı yok. Şemâyâşema’nın çoğulu; İbranice/Süryanice ş Arapçada daima s olur.
*
Kuran’da ûbâ sadece bir kez Ra’d suresi 29’da geçiyor. “İnanan ve salih amel edenlere ûbâ ve güzel bir merci (dönüş yeri? varış yeri?) vardır.”
Türkçe standart Kuran meallerinde sözcük “iyilik, mutluluk, kutluluk, hoş bir müjde” ya da ünlem olarak “ne mutlu!” diye yorumlanmış. Sadece Elmalılı mealinin özgün versiyonu çeviriye teşebbüs etmemiş, “tubâ onların, istikbal güzelliği onların” diyerek konuyu açık bırakmış.
14. yy alimlerinden İbn Kesir’in tüm tefsirlerin anası sayılan eserinden öğrendiğimize göre (bkz. www.qtafsir.com/index.php?option=com_content&task=view&id=2297&Itemid=68) muteber sayılan Arapça tefsirlerde de hakim görüşler böyleymiş. Lakin sözcük peygamber zamanında belki anlaşılamadığı için, ya da başka bir sebeple peygambere sormuşlar. Ahmed b. Hanbel’in Müsned’de aktardığı hadise göre peygamber de cevaben demiş ki: “ṭûbâ beni görüp inanana, ṭûbâ sümme ṭûbâ sümme ṭûbâ beni görmeden inanana.” Burada tuba bir ünlem. Peygamberin sözünde sanırım Yuhanna İncil’i 20:29’a referans var. İsa, havari Tomas’a sitem eder: “Beni gördüğün için inandın, ne mutlu beni görmeden inananlara”. Süryanicesine bakıyoruz, evet, orada da ûbâyhûn geçiyor.
Başka biri yine peygambere “ṭûbâ nedir” diye sormuş. Bu kez el-Buhari ve İmam Muslim’in birçok ayrı kaynaktan aktardığı hadise göre peygamber “cennette bir ağaçtır, eni yüz yıldır, cennet ehlinin kıyafetleri onun kabuğundan yapılır” şeklinde bir açıklama yapmış. “Eni yüz yıl” ifadesine yine bir dizi hadisle açıklık getirilmiş, hızlı bir atla ağacın gölgesinde yüz yıl dörtnala koşulsa sonu gelmeyeceği anlaşılmış. Ayrıntılı bilgiyi İbn Kesir’in yukarıda verdiğim linkinde bulabilirsiniz.
Ek olarak Lane sözlüğünden öğreniyoruz ki, Kamus el-Muhit sözlüğünün Muncid müellifi el-Kura’dan aktardığına göre “Arap dilinde bu yapıda başka sözcük” yokmuş, veya sadece bir tane varmış. Muhammed b. el-Tayyib el Fasi’nin Kamus haşiyesinde sözcüğün özel ad olduğu, bu nedenle el- edatı almadığı savunulmuş. Diğer rivayetlere göre tûbâ Hint lisanında, veya Habeş lisanında “cennet” demekmiş...  
*
Benim çıkardığım sonuç şöyle.
Muhammed, Mekke’de veya başka bir yerde Hıristiyan-Süryani ayin dilinden kulağına çalınan bu sözcüğün anlamını muhtemelen bilmiyordu. Israrla sorulduğunda kendi fantezi dünyası çerçevesinde bir öyküyle açıklamaya çalıştı. Sonraki dönemde Süryaniceye vakıf olan tefsir erbabı Ra’d 29’un anlamını doğru olarak yorumladılar. Sonra 1400 yıl boyunca İslam dilcileri bu tuhaflığı tevil etmek için olanca zeka ve ilmlerini harcayıp bir safsata abidesi inşa etiler.
Başkası başka türlü yorumlayabilir elbet.

Evliya Çelebi'nin Rum'ları

$
0
0
Evliya Çelebi'yi daha önce de okumuştum elbette. YKY'den çıkan 4000 küsur sayfalık düzgün edisyonunu 2014'te Yenipazar Cezaevinde iken daha dikkatli okudum. Bir şey lazım oldukça halâ bakarım. Rum ne demek diye sorulunca gene baktım.
1. Rûm her şeyden evvel Ebülfeth zamanına dek Kostantiniyye’de hüküm süren devletin adıdır. Kayser-i Rûm, tekfur-i Rûm, hükemâ-i Rûm, müverrihan-i Rûm anılırlar.
2. Kostantiniyye merkezli Ortodoks kilisesine mensup olanlar kefere-i Rûm, taife-i Rûm, millet-i Rûm’dur. Mel’un ve menhus olurlar, fakat mahbûbları pek latiftir. Lisan-ı Yunaniyan üzere kelam ederler. Sadece bu anlamda Evliya çoğu zaman Urum sözcüğünü kullanır. Aşağılayıcı bir sıfattır.
3. Rûm diyarıİslam kültürel geleneğindeki üç merkezi ülkeden biridir. ‘Rûm ve Areb ve Acem’ kalıp deyimi genellikle “bütün dünya” anlamında kullanılır. Bazen evrenselliği iyice vurgulamak için bunlara Hind ve hatta Freng eklenir. Sınırları net tanımlanmasa da kabaca Fırat’ın batısındaki Anadolu Rûm’dur. Mesela Adana, Antep yakınındaki Rumkale Rûm’dur, ama Urfa ve Diyarbekir değildir.
a. Tuna’ya kadar Balkanlar da doğal olarak Rûm’dur. Mesela Orhan Gazi zamanında gemilerle ‘Rûm tarafına’ geçilip feth olunmuştur. Fakat Rûm deyimi genellikle Anadolu için kullanılır, Balkanlar için Rûm Eli tercih edilir.
b. Özellikle İran ve Mısır bağlamında Evliya kendi ülkesinden Rûm adıyla söz etmeyi tercih eder. Tebriz’de Osmanlının gücüne dair latife ederken, ya da Mısır’da bir sohbette Rûm halkının Mısır ketenine muhtac olmadığını bildirirken kullandığı sözcük Rûm’dur. (Buna karşılık Mısır mercimeği Rûm mercimeğinden leziz ve pişkindir.)
c. Osmanlı sanatında spesifik olarak Arap ve Acem sanatından farklı olan unsurlar tarz-ı Rûm olarak adlandırılır. Ebülfeth tarz-ı Rûm bir cami-i latif (Fatih Camii) inşa eder; Evliya Mısır'dayken tarz-ı Rûm üzre makam-ı segâhdan bir taksim icra eder. Sultan Süleyman Mekke-i mükerreme’de kavaid-i Rûm tertibi üzre dört mezhebe medreseler bina eder.
4. Marmara Denizi’nin adı her zaman Bahr-i Rûm’dur. Anadolu'dan gelen İstanbul yolcusu Bahr-i Rûm sahiline kavuşunca sevinir.
5. Sivas vilayetinin adı da eyalet-i Rûm’dur. Anadoli ve Karaman’dan sonra Osmanlı’nın Asya yakasındaki üçüncü vilayetidir. Tokat ve Amasya Rûm vilayetine dahildir. Sıvas şehri şehr-i Rûm adıyla anılır.
6. Sadr-ı Rûm ve kadı-asker-i Rûm ulema silsilesinde birer mertebedir.
Rûm sıfatı birkaç kalıp deyimde sıklıkla kullanılır.
a. Yesevî tarikinden gelen dervişler ve bilhassa Hacı Bekdaş-ı Velî’yi takip edenler Rûm erenleridir. Her zaman Rûm’a inerler, ya da konarlar.
b. Hamzaname adı verilen popüler destanları işleyen ve okuyanlar meddahân-i Rûm’dur. Altmış cild olan Hamzaname’yi tesdis edip üç yüz altmış altı cild  telif etmişlerdir. Rûm nakkaşları dahi İslamın şan ve şöhret ve şevketi içün Hazreti Hamza’nın gazavat ve cenklerini tasvir ederler. Dolayısıyla ne zaman meddah hikayesi gibi abartılı bir cenk ve gaza olayı anlatılacak olursa mutlaka Rûm sıfatı akla gelir.
c. Osmanlı ordusunun gulgule-i Rûmve velvele-i Rûm ve tantana-i Rûm’u meşhurdur; sadaları arş-i a’lâya peyveste olur. Dar-i saadetde de sık sık gulgule-i Rûm işitilir.

Aloe, sarı sabır

$
0
0
Aloe vera (“hakiki aloe”) yakın devirde Batı dillerinden Türkçe kullanıma giren bir bitki adı. Yapraklarından çıkan acı öz kozmetikte ve geleneksel tıpta kullanılan bir kaktüstür. Türkçe eski adı sarı sabır.
Aloe adı Eski Yunan tıbbından Latinceye ve oradan belli başlı Batı dillerine aktarılmış. Yunanca aloêἀλόη iki ayrı anlamda geçiyor. İlki bildiğimiz aloe, tıbbi farmakolojinin babası sayılan Adana Anavarza’lı Dioskorides De Materia Medica 3.22’de tanımlamış, fasih şekli aloam’dır fakat “barbarlar” aloe der diye belirtmiş, ayrıca τραγόκερως “keçiboynuzu” adı da verilir demiş, ki yapraklarının şekline bakınca mantıklı. Plutarkhos Evliliğe Dair Öğütler’de evlilikte kavga gürültünün aloe gibi acı değil şarap gibi tatlı olması gerektiğini belirtmiş.
İkinci anlamı, güzel kokulu tahtası eski çağlardan beri parfümeride kullanılan bir ağaç. Bu anlamda ksylaloê (“ağaç aloe”) de denirmiş. İngilizcesi aloe wood, yani aquilaria. Tevrat’ın MÖ 2. yy’da yapılan Yunanca çevirisinde ve İncil’de birkaç kez geçiyor. Mesela Yuhanna 19.39’a göre İsa’nın cesedi 35 kilo myrrh (Türkçesi mürr-i safi) ve aloe ile belenerek gömülmüş. Bu anlamda sözcük İbranice ve Aramice çoğulu ahaloth veya aloth tekil hali ahala olan ağacın karşılığı. Nitekim Mikah 4.15’te Yunanca metin İbranice çoğul aloth ἀλώθbiçimini kullanmış. Arapçası al-ûdالود . Türkçede Arapçadan alınmış öd ağacı kullanılır. Safra anlamında Türkçe ödle ilgisi yok, ayrı kelime.
Sarı sabır’daki sabır Arapça kalın s ile sabrصبر, aloe vera’nın Arapçası. “Zorluklara göğüs germek” anlamındaki sabr ile eş sesli, ama anlam ve köken bağı var mı emin değilim. Zaman makinesinde geri gidersek Süryanice ṣabrāܨܒܪܐ aynı şey, eski Asur dilinde ṣibāru“1. sivri bir alet, 2. ilaç olarak kullanılan bir bitki”. Altı noktalı yazdığım s bizim bildiğimiz ş değil, kalın s anlamında.
Modern İsrail İbranicesinde ṣabra“kaktüs” anlamında kullanılıyor. İsrail’in bağımsızlığından önce orada doğan İsraillilere de “kaktüs” anlamında ṣabra deniyor.


Evliya Çelebi'nin Türkleri

$
0
0
1.
Evliya Çelebi’nin ceddi Türk’tür. Bundan gurur duyar ve her vesileyle vurgulamaktan yorulmaz. “Türk-i Türkân, pir-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi Hazretleri” soyundan geldiğini sadece birinci ciltte yaklaşık otuz beş defa anımsatır. Yesevî’nin doksan bin ereni “tac ve hırka ve kılıc kuşanıp” Horasan’dan Rûm diyarını fethe gelmişlerdir.
2.
Konuştuğu ve yazdığı dil Türkçedir. Evliya “Türkçe” ve “lisan-ı Türkî” deyimlerini eşit sıklıkta kullanır, sadece bir veya iki yerde “Türkîce” der. Osmanlı’nın dili Türkçedir. Fasih ve beliğ “Türkçe” bilenler övülür, kefere diyarında “Türkçe” bilen tercüman bulunur, “Türkçe bilmez” Abaza ve Gürcü Osmanlı paşaları inceden tiye alınır, Tokat Ermenilerinin “Türkçe” lehçesi taklit edilir.
Lisan-i Türkî esasen “Lisan-ı Tatar’dır”. Fakat Kırım ve Besarabya Tatarlarının tuhaf lehçesi Evliya’yı eğlendirir. Onlarla temaslarını anlatırken muzipçe onların dilini ve deyimlerini taklit eder.
Kelâm-ı ekâbirde “el-Arabî fesâhatün ve'l-Acemî zarâfetün ve't-Türkî kabâhatün ve sâ’irü'l-lisân galîzatün [Arapça açık ve kusursuz, Farsça zarif, Türkçe çirkin, diğer diller ilkel] ” demişlerdir. Evliya bu vecizeyi onay makamında sık sık anar, ama hemen ardından Türkçeyi de fasih ve zarif söyleyenler olduğunu belirtmeyi ihmal etmez. Hatta “turrehât-ı kalenderi ile mülemma bir lisân-ı mühmelât” olan lisân-ı Ekrâd'da dahi “fesâhat ü belâğat üzre tekellüm eder” kimesneler bulunur.
3.
Türk, her şeyden önce bir devlettir. Osmanlı devleti Türk’tür. Osmanlı padişahı, ordusu, paşaları, elçileri, hisarı, kalyonu “Türk” olarak nitelendirilirler. Kostantiniyye Türk’ün eline geçmiştir. Rus Kazakları Türk’ü kırar. Macar kralı Türk’ten kurtulmayı umar. Cümle melainler müttefik ve müttehid olup Türk’e karşu sefer ederler. Enteresan olan şu ki, bu anlamda “Türk” özellikle Evliya’nın Rumeli yolculuklarında yoğunluk kazanır. Kabaca taradığım iki yüzü aşkın örneğin tamamına yakını Evliya’nın Rumeli ve Girit serhadlerini anlattığı beş ila onuncu kitaplarda (ve İstanbul tarihine değindiği birinci kitapta) yer alır. Hemen her örnekte kâfir düşmanla çatışma veya açık/kapalı bir polemik sözkonusudur.
Tebriz veya Kahire’de adı “Rum” olan devlet, Budin ya da Kandiya tarafından bakıldığında “Türk” adını almaktadır.
4.
Türk, ayrıca, belli dil özellikleri ve davranış kalıpları gösteren bir toplumsal zümredir. Genel kabule göre düşük itibarlı bir toplum tabakası oluşturur, ancak Evliya onlara (mesela Sadullah Efendi veya Gelibolulu Mustafa Ali gibi klasik Osmanlı tarihçilerinin aksine) belli bir sempatiyle bakar; olumsuz genel hükümleri mutlaka olumlu ifadelerle dengeler.
Anadolu’da Türklerin yoğun olduğu yerler daima “Türkistan”dır. Misal:
Tosya: Gerçi Türkistan şehirlerindendir amma a’yan u uleması çokdur ... Gerçi halkı Türkdür amma gayetül gaye garib-dostlardır [yabancıyı son derece gözetirler].
Kemah: Gerçi Erzene'r-rûm hâkinde Türkistân şehridir, ammâ garîb-dost, sulehâ-yı ümmetden halûk ve selim âdemleri vardır.
Dörtdivan ve Yığılca: Gerçi Türkistandır amma a’yan ü eşrafı ve tüccarı çokdur.
Ladik: Gerçi Türkistân şehirlerindendir ammâ fârisü'l-hayl sipâhîleri ve erbâb-ı ma'ârif yârânlan çokdur.
Tokat: Gerçi Türkistan şehirlerindendir ammâ yine erbâb-ı ma‘ârifi ve nükte-şinâs çelebileri ve ulemâ ve sulehâ ye meşâyihi ve kuzâtı ve yârândan ehl-i dil, garîbü'd-diyâr âdemleri ve salâh-ı hâl ile ma‘rûf mü’min ve muvahhid kimesneleri vardır.
Beypazarı: Etrâk şehirlerinden olmağıla ekseriyyâ halkı Oğuz tâ’ifesidir. Ya’nî Türk kavmi demenin hüsn-i ta’bîridir.
Kütahya: Gerçi Anatolı'da Türkistân vilâyetdir, ammâ ulemâsı ve fuzalâsı ve şu'arâsı gâyet çokdur.
Tavas: Gerçi Türkistan şehridir ammâ hayli zarif ü pür-ma‘rifet fasihü'l-lisân ve beligu'l-beyân sözün dinler me’âl ve hâl anlar çelebileri vardır.
Manisa: Gerçi Etrâk diyârıdır ammâ taht-ı kadîm ve şehr-i azîm olmağile halkı gâyet söz anlar mîr-i kelâm erbâb-ı ma'ârif şu'arâlan çokdur.
Niksar: Reng-i rûyları humret üzre olup [yüz renkleri kızılca olan] zinde Türk âdemleri olur. Garîbü'd-diyâra gâyet ri'âyet eder halûk âdemleri vardır.
Türklerin ve özellikle genç Türk erkeklerinin fiziksel nitelikleri, mahbubperestliğini her vesileyle vurgulayan (buna karşılık kadınlardan istisnasız her zaman istihzayla söz eden) yazarın ilgisini çeker. Çankırı halkı “gâyet zinde ve mücessem ve şecî‘ Türk tâ’ifesidir.” Datça Türkleri “Gerçi mel’ûn kavimdir, ammâ gâyet bahâdır ve pehlivân ve tüvânâ kavimdir.”
Türkistan yerlerde seyahat Evliya’yı ürkütür; kazasız belasız geçiş için dua eder, kasabaya varınca Allah’a şükreder. Mesela İnegöl yöresi “Türkistân olmağile refikler alup ... mütevekkilen alellâh deyüp sarp çengelistân ve hıyâbân” yollara düşer. Ancak “refik olan Etrâkler ... yol emînlikdir, varın sıhhat ile” deyüp sıvışırlar. Bir süre sonra eşkiya basar, canını zor kurtarır.
Uludağ civarında “cümle Etrâk kavmi sâkinlerdir. Gâfil gitmemek gerek, zîrâ eşkıyâsı bir şikâr alup” vs.
Elmalu’da “Türkmân yatağı mahûf [korkulu] yollar” güzer edilir. Erdemli tarafı “cümle harâmî” Türkmân köyleridir. İnsanlar “Türkmân aşkıyâsı havfinden [korkusundan] metin hânlar” inşa etmiştir. Payas yöresi “cümle râyihası hûn-ı insân şemm olunur [insan kanı kokusu duyulur] bir vatan-ı aşkıyâ-yı Türkrnân-ı bî-îmândır”.
Seyahatnamenin sonraki bölümlerinde Etrake ve Türkmâna yönelik olumsuz ifadelerin dozu gitgide artar. Evliya Çelebi anlaşılan yaşlandıkça Türklere olan sempatisi yıpranmıştır.
Afyon Sinanpaşa yöresine Sıçanlu ovası denir, “Zîrâ halkı sıçan gibi muzır kavm-i Etrâk'dir.”
Afyonkarahisar’da “lisân-ı Etrâk-i nâ-kabil-i nâ-pâk [yetersiz ve kirli Türklerin dili]” konuşulur. Yolcular Yonmataş demekle ma’rûf bir yalçın kaya dibinde yetmiş seksen evli bir Etrâk-i bî-idrâk [kavrayışsız Türk] köyünde müsâfir” olur.
Benzer ifadeler tarihi olayların anlatımına da yansır. Mesela I. Selim’in karındaşı Korkud “korkusundan Etrâk-ı haşerâtdan niçe bin aşkıyâyı başına cem’ eyleyüp” isyan eder. Sultân Murâd-ı Sâni Manisa’yı Sarhanoğulları elinden “niçe bin renc ü anâ ile Türk eşirrâlarını kıra kıra feth etmişdir.” Yıldırım Bayezid Han “yetmiş sancak yeri Türk aşkıyasından ve kefere a’dasından feth” eder.
Seyahatname’nin ilk bölümlerinde şecaat ve bahadırlıkları yere göğe sığmayan Türklerin kredisi ilerleyen bölümlerde gitgide düşmüş görünür.
Sonunda Evliya 60 yaşında Hac farizasını ifa ettikten sonra Rum diyarına dönmeyip Mısır’a yerleşmeye karar verir. Mısır’a ilişkin 500 küsur sayfalık Onuncu Kitap’ta “Türk” ve “Etrak” adları hemen hiç geçmez. Ancak yer yer “fasih ve beliğ” Türkçe bilen kişilere rastladığında yazarımız sevindiğini belli eder.
*
Bu tavırlarda çelişki yoktur diyemeyiz. Ancak, modern milliyetçiliğin dar ufkuna sığdırmaya çalışmadıkça anlaşılamayacak bir şey göremiyorum.


İstanbul-toto

$
0
0
Politik tahminlerin tutup tutmamasından ziyade akılcı, tutarlı, berrak ve özgün bir akılyürütmeye dayanmasıdır bana ilginç gelen. Söylenen şeyde mantık var mı? Alışılmadık faktörleri, ilginç emsalleri hesaba katıyor mu? Sonunda tutar veya tutmaz. Tutsa daha iyi tabii. Ama tutmasa da değerlidir, bakış açılarını zenginleştirir, üzerinde durulmamış potansiyellere ışık tutar, farklı çıkış yolları düşündürür. Siyasete yaramasa da aklı geliştirir. Bugün olmasa yarın belki işe yarayabilir.
Eğer siyasi eylemin içindeysen daha temkinli olman gerekir. Uçuk ihtimallerle vakit kaybedemezsin. Yanılırsan yenileceğini bilirsin. Bütün senaryoları düşünmek yerine en güncel ve en risksiz olana yoğunlaşırsın. Öyle bir derdin yoksa daha cesur olma lüksüne sahipsin. Milletin hesaba katmadığı faktörleri düşünmek sana daha ilginç gelir. Avamın göz ardı ettiği ihtimalleri hesaplamaktan zevk alırsın. Tahminlerin tutmasa ne gam? Üç beş kiş “ben söylemiştim” deyip sevinir, o kadar. Sevinsin garipler.
Vasatın tahminleri genellikle daha doğru çıkar. Çünkü eylemi yapanlar onlardır. Dünyayı akıl yönetmez, temelsiz varsayımlar ve sorgulanmamış duygular yönetir. Sokaktaki bin kişiye sorsan yarını daha doğru kestirirsin. Ama sokaktaki bin kişinin fikirlerini allayıp pullayıp tekrarlamanın ne tadı var ki? Her gün kabak yiyeceğine ara sıra havyar dene. Belki sayende üç beş kişinin ufku genişler, yeni tadlara özlem duymayı öğrenirler.
*
Haziran 2013’te “Her başbakan istifayı tadacaktır” yazısını yazdım. Alışılmış demokratik teamüller çerçevesinde bence doğru bir analizdi. Siyasi parti mantığının işlediği sistemlerdeher lider on yılda yıpranır. O denli yalnızlaşan, tüm önemli politikaları başarısızlığa uğrayan, Gezi krizini o denli kötü yöneten bir lider, kendi partisinin bekası ve siyasi sistemin sağlığı için feda edilir. Gerekçe ve yöntem, istenirse beş dakikada bulunur. “Seçimle gelen ancak seçimle gider” diye bir kural da dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Nixon seçimle mi gitti? Thatcher seçimle mi gitti? De Gaulle seçimle mi gitti?
Ocak-Mart 2014’ün kasetler savaşında Erdoğan’ın gidici olduğundan emindim. Demokratik rejimleri bırak bir kenara, az çok kurumsal düzeni olan herhangi bir rejimde o denli kahredici darbeler yiyen bir lider ayakta kalamaz. Basireti varsa kendi çekilir; yoksa yoldaşları ve yandaşları çekilmesine yardımcı olurlar.
Torbalı Cezaevinde çok kişiyle bahse girdim. Şükür paldır küldür Şakran’a gönderdiler de ekonomik yıkımdan kaçabildim.
*
Tahminim tutmadı. Neden?
Çünkü “alışılmış demokratik teamüller” varsayımı yanlıştı. Çünkü “siyasi parti mantığı” işlemedi. En önemlisi, ortada bir ölüm kalım meselesi vardı ve ölüm kalım kavgasında Erdoğan’ın gözünü bu denli karartacağını, gerekirse şeytanla uzlaşmaktan, kan dökmekten, ülkeyi ve partisini yıkıma sürüklemekten çekinmeyeceğini kestiremedim.
Dönüm noktası sanırım 26 Aralık 2013’tür.[1] O gün – veya hemen öncesinde – köprüler atılmış, dönüşü olmayan yola girilmiştir. Rübikon aşılmıştır.[2]Ya herru ya merru!
O yola girmiş birinin, senin benim gibi insanların mantığıyla çıkar ve akıl hesabı yapacağını düşünmek yanlış olur. O yolun sonu ölümdür. Ölmeden kaç düşmanımı safdışı ederim hesabı yapabilirsin ancak.
Yalnız bir adam tüm dünyaya meydan okuyarak o adımı nasıl atabildi? Yarının tarihçilerini – ve belki dram yazarlarını – ilgilendirecek konu budur.
Benim aklıma ancak iki, ya da iki buçuk cevap geliyor.
Birinci cevap, siyasi dehadır. “Deha” tam da bu demektir: Makul insanların başka çıkış yolu yok dediği yerde çıkış yolu görebilme yeteneği. Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi dehasının farkına ben 2014 başlarında vardım. Gözüm korktu. Ve itiraf edeyim, hayran oldum.
İkinci cevap hesapta olmayan güçlerdir. Tek başına Erdoğan’ın dehasının 2013-14 krizini atlatmaya yeteceğine ihtimal vermiyorum. Devletin silahlı güçlerini kontrol edenler o tarihte yenilginin eşiğine gelmiş (veya getirilmiş) olan Erdoğan’ın arkasında durmaya karar verdiler. Kim olduklarını anlamak için 28 Aralık 2013 tarihli gazetelerin manşetlerine göz atmanız yeter.
Üçüncü bir faktör de rol oynamış olabilir.  AKP kadroları yolsuzluğa o derece batmıştır ki, 2013 krizinde bir siyasi parti gibi değil bir suç ve çıkar örgütü mantığıyla davranmışlardır; Erdoğan giderse kendi paçasını kurtaramayaklarından korkmuşlardır. AKP “ağır toplarının” mücadeleye devam yerine 2014’ten itibaren usulca sahneden çekilip Erdoğan’ı tek başına bırakmaları bunu düşündürür.
Bu da bir faktördür, evet. “Reis sen eskidin, git biraz dinlen” diyecek yerde uzamaları Erdoğan’ın elini güçlendirmiştir. Ancak deha ve devlet desteği olmadan işe yarar mıydı, hiç sanmam. Türk devleti hanım hanımcık bir devlet değil; 1960’ta Demokrat Parti’ye yaptıklarını 2014’te AKP kadrolarına yapmaktan kaçınacaklarını düşünmek için bir sebep yok. Yüz milletvekili asıp beş yüz parti kodamanını zindana atmak Türk Devleti için ne ki? Bilemedin yarım günlük operasyon.
*
Usta senin tahminin tutmuyor diyorlar. 2013’te Erdoğan gidici demiştin gitmedi, şimdi İstanbul’u vermez diyorsun gene bilemedin.
Mümkündür. Geleceği okuma şansım  yok. Neden fikrimi değiştirdiğimi anlatmaya çalışıyorum, hepsi bu. Sadece “gözüm korktu” desem belki o da yeterli olur. Köprüleri bu denli yakmış biri geri adım atamaz, hep ileri gitmeye mecburdur. Siyasi dehasında bir eksilme belirtisi yok. Arkasındaki Devlet desteğinin çekildiğine ya da yakında çekileceğine dair bir belirti de yok. Maça girse maçı alır. Ve maça girmeye eli mecbur.
İstanbul’u vermeyecek. Ceketime bahse girerim.





[1]25 Aralık’ta polis Erdoğan’ın en yakınlarını ve nihai olarak kendisini hedef alan geniş çaplı bir yolsuzluk operasyonu başlattı. İstifa eden bakan Bayraktar, yolsuzluk tezgahının başında Erdoğan’ın olduğunu beyan etti. 26 Aralık’ta soruşturmayı yürüten savcılar ve emniyet amirleri, yasanın açık hükümlerine aykırı olarak görevden alındı. 27 Aralıkta Ergenekon ve Balyoz davalarında kesinleşmiş mahkeme kararlarının yeniden ele alınacağı ilan edildi.
[2]Rahmetli Sezar MÖ 49’da Rubicon ırmağını ordularıyla aşarak Roma Cumhuriyetine savaş ilan etti. O günden sonra ancak ölebilir, ya da ölünceye dek diktatör olabilirdi.

100 numara

$
0
0
Yüz (100) sayı adı bazı Hintavrupa dillerinde şöyle:
Eski İrlandaca kêt, Galce ve Bretonca kant, Cornwall dilinde kans
Latince kentum, İtalyanca çento, İspanyolca sien, Portekizce sem, Fransızca saŋ
Eski Gotça hund, Eski Yüksek Almanca hundrat, İngilizce hundred
Yunanca hekaton
Litvanca şimtas, Letonca simts
Eski Slavca sıto, Rusça sto, Sırpça sto
Sanskrit śatam, Avesta satım, Farsça sâd
Toharca känt
Bu sözcüklerin hepsinin aynı kökenden evrildiğini biliyoruz. Ortak Hintavrupa kaynağı *kmtom şeklinde kurgulanıyor. Daha kökünün *dkmtom olduğu ve *dekm (“on”) sayı sıfatından kurallı türeyişle “onuncu şey” anlamına geldiği açık.
Her bir dildeki evrim rotası net olarak izlenebiliyor. Ses değişim kuralları ayrıntılı olarak tanımlı ve yüzlerce örnekte yeknesak olarak karşımıza çıkıyor.
Misal. Latince ince sesliden önce kelen /k/ sesi İtalyancada DAİMA /ç/, İspanyolca, Portekizce ve Fransızcada DAİMA /s/ halini alır. Latince +um nötr eki İtalyancada /o/ halini alır, diğerlerinde yutulur. Fransızca sonseste /t/ yutulur. Fransızca sonseste /n/ art-damaksıl /ŋ/ değerini kazanır ve bitişik /e/ sesinin arka ünlüye dönüşmesine yol açar. İspanyolca sonseste /n/ Portekizcede daima /m/ olur.
Hintavrupa ortak dilinde önsesteki /k/ Germencede önce /x/, sonra /h/ sesine evrilmiştir. Hintavrupa ortak dilinde ünlü değerine sahip /m̥/ çoğu dilde /e/ fakat Germen dillerinde /u/ olur. Sonsesteki ötümsüz ünsüz (/t/) Germen dillerinde ötümlüleşir (/d/ olur). Almanca rat “saymak” demektir, hundrat “yüz-sayım” anlamına gelir.
Hintavrupa ortak dilindeki /k/ Hint dillerinde /s/ ile /ş/ arası bir ses olan /ś/, İran dillerinde ise /s/ değerini kazanır. Hintavrupa /e/ sesi Hint-İran anadilinde /a/ sesine dönüşmür. Eski İranca yapım ve çekim eklerinin çoğu modern Farsçada düşer, sonsesteki ötümsüz ünlüler ötümlüleşir.
Bu kurallar matematiksel kesinliktedir. İki dilde "aynı" görünen kelimeler eğer ses dönüşüm kurallarına aykırı ise, o kelimelerin ortak kökenli OLMADIĞINA hükmedilir. Mesela Galce kant ile Fransızca veya Farsça kant varsa, eşkökenli OLAMAZLAR.  
Bu kurallar kafadan atılmış şeyler değildir. Bunlar ve benzerleri, binlerce araştırmacının, iki yüz yıl boyunca geceli gündüzlü eşekler gibi çalışarak, tartışarak, birbirlerinin hatasını bularak oluşturdukları bilgilerdir. Emek ürünüdür.
Emek faslını es geçerek “Türkçe aga Sümerce gugu’ya benziyor, gaa” yöntemiyle etimoloji yapılacağını sananlar hezeyan içindedir.
Daha beteri, emeğe saygıları yoktur. Biraz da olsa ahlaki bir sorundur.
   

Yanlış Cumhuriyet'e dair eski bir mektup

$
0
0
Eski dosyaları karıştırırken karşıma çıkan bir mektup. 
1999 yılında yazmışım. Genellikle sol kitaplar basan bir yayınevi, sonradan Yanlış Cumhuriyet adını alan kitabımla ilgilenmiş. Ben başıma gelecekleri bildiğim için, "bakın bu kitap sizin fikriyatınıza pek uymaz, peşin söyleyim, vakit kaybetmeyelim" diye anlatmışım. Nitekim aynen öyle oldu, bir süre kıvrandıktan sonra basmaktan vazgeçtiler. Ben de pek hevesli değildim bastırmaya. Kitap ancak 2008'de gün yüzü gördü.
*
Sevgili ...,
Atatürk kitabı 4 yıl önce kaldığı yerde duruyor. O günden bu yana hemen hemen hiç el değmedi. Bir bakıma daha iyi oldu. Kendimi turistik kitaplara verdim. Hapis hapis gezeceğime, otel otel dolaşıyorum.
Mektubun üzerine, üç-dört yıl aradan sonra ilk kez kitabı çıkarıp baştan okudum. Şu kanıya — bir kez daha — vardım ki, eğer yayınlanırsa ve eğer sessizlik denizine düşmeyip ilk baştan biraz sesi duyulabilirse, Türkiye'de son on yılın en önemli kitabı olmaya adaydır. Konuların hepsi güncelliğini korumaktadır. Memlekette düşünen hemen herkesin el yordamıyla çözmeye çalıştığı konulara, incelemeye dayalı, kendi içinde tutarlı, taze ve provokatif cevaplar vermektedir. Lanetleyeni seveninden çok olacaktır. Ama görüşlerine değer verdiğim insanlar kitabı beğenecektir.
Üstelik — yanılmıyorsam — okuması keyifli bir kitap. Akıcılığı iyi; fazla akademik değil; arada iyi espriler var.
Yayına hazır hale gelmesi için sanıyorum bir-bir buçuk aylık işi var. Ekleyecek, çıkaracak fazla şey yok. Ancak,
1. Önsöz veya sonsözü bir kez daha toparlayıp, muhtemel eleştirilere karşı biraz daha net tavır almak gerekecek.
2. Bazı alıntı ve polemikler güncelleştirilecek.
3. Yer yer biraz ifade yumuşatılacak.
 4. Dipnotları daha sistemli elden geçirilecek.
Kitabı tekrar okuyup değerlendirecek olursanız, eleştiri/düzeltilerin bu noktalara yönlendirilmesinin daha yararlı olacağına inanıyorum. İçeriğe ilişkin itirazlarla gereksiz zaman kaybetmemek için şu noktaların peşinen altını çizeyim:
1. Sosyalizm
Bu kitap sosyalizme yandaş olmayan bir bakış açısından yazılmıştır. İlk sayfadan başlayarak, Lenin-Hitler-MK arasındaki özdeşlikler vurgulanmıştır. "Üretici güçler", "işçı sınıfı" vb kavramlarına rağbet edilmemiştir. Siyasi olaylarla ekonomik sistem arasında kayda değer bir yapısal ilişki bulunmadığı fikri birkaç yerde ifade edilmiştir. Kollektivist ve devletçi düşünce tarzları çeşitli vesilelerle yerilmiştir.
2. Emperyalizm
"Emperyalizm" kelimesi kitapta, birtakım Avrupa ülkelerinin 19. yüzyılda uyguladığı yayılma politikasının adı olarak serbestçe — herhangi bir değer yargısı içermeksizin — kullanılmıştır. Emperyalizm lehine veya aleyhine, ima yollu dahi olsa, görüş bildirilmemiştir.
Ancak,
1. Ülkelerin illa o ülke soyundan olan kişilerce yönetilmesi gerektiği fikri sorgulanmış,
2. Batılı devletlerin Osmanlı'ya bakışının öncelikle ekonomik sömürüye yönelik olmadığı rakamlarla gösterilmiş,
3. "Sömürgeci batı", "tek dişi kalmış canavar" vb söyleminin cumhuriyet düşüncesinde hangi amaçlara hizmet ettiği üzerinde durulmuş,
4. Kapitülasyon adı verilen imtiyazların, zamanla dejenere olsa da, esas itibariyle bireyi devlete karşı koruyan düzenlemeler olduğu savunulmuş,
5. Düyun-u Umumiye idaresinin ve NATO üyeliğinin Türkiye için bazı açılardan hayırlı olduğu ifade edilmiştir.
3. Saltanat ve hilafet
Kitapta saltanat ve hilafet savunulmamıştır.
Ancak,
1. Saltanat ve hilafet ile modern, özgürlükçü hukuk rejimi arasında zorunlu bir karşıtlık olmadığı gösterilmiş,
2. Türkiye'e saltanat ve hilafetin kaldırılmasının demokrat-özgürlükçü bir görüşten kaynaklanmadığı, aksine kişisel diktatörlük hırsının bir adımı olarak değerlendirilmesi gerektiği savunulmuştur.
4. Sèvres
Kitapta Sèvres antlaşması savunulmamıştır.
Sadece,
1. Sèvres antlaşmasının uygulanma şansının zaten olmadığı ve imzacı devletlerin de bunu bildiği belirtilmiş;
2. Sèvres antlaşmasını hazırlayan düşünce ve etkenler daha objektif bir biçimde analiz edilmeye çalışılmıştır.

Türkiye'de Kemalizm adı verilen siyasi tavır, ulusçuluktan, "anti-emperyalizm" adı altında Batı karşıtlığından, devletçilikten, anti-monarşizm anlamında cumhuriyetçilikten, dine antipati anlamında "laiklikten" ayrı düşünülemez. Sosyalizm fikrine angaje birinin bu kavramların tümünü ciddi bir şekilde sorgulayabilmesine ihtimal vermiyorum. Bu anlamda, sosyalistler Kemalizmi kolay kolay eleştiremezler dedim. Ve diyorum.
Ya da sosyalizm kavramı ben duymayalı o kadar esnedi ki haberim yok...
*
Kitabın rejim/devlet/demokrasi konularına ilişkin teorik yaklaşımını özetleyen bölüm, 18 ve 19. sorulardır. Özellikle 18'in yabana atılacak bir makale olduğunu sanmıyorum. Oradaki temalara kitabın çeşitli yerlerinde tekrar tekrar yer verilmiştir. Örneğin  3. soru, 18'in başka telden tekrarıdır.
*
Kemalizm meselesini "modernite" bağlamında tartışmayı önermişsin. Yeterince tartıştığımı sanıyorum, daha fazlası gereksiz bence. Askeriyenin ve devlet teşkilatının reorganize edilmesi anlamında "modernleşme" Türkiye'ye uluslararası durumun empoze ettiği bir mecburiyettir; fazlaca bir seçme şansı olmadan gereği yapılmıştır. Osmanlı'nın son devri ile cumhuriyetin ilk dönemi arasında bu konuda sorunların niteliği ve çözümlerin çerçevesi açısından büyük bir fark yok.
Türkiye'de asıl sorun Batılılaşmadır. Bu da, tıpkı Türklerin bir vakitler İslam uygarlığını asimile etmesi yahut Cermenlerin Hıristiyan-Roma uygarlığını kabul etmesi gibi bir kültürler çatışması olayıdır. Amerika'ya, Fransa'ya özgü kavramlarla bu meselenin anlaşılabileceğini sanmıyorum. Konuya ilişkin ilginç fikirler belki Japonya'da veya Hindistan'da çıkmıştır. Onlardan da benim haberim yok. 


A Note on the Armenian Genocide

$
0
0
I published this article in Turkish at the 100th anniversary of the Armenian Genocide in 2015. Please note that it was intended for a Turkish audience, and contains details that are more immediately relevant to the Turkish debate. I translate it into English  to convey an idea of what we have been talking about in Turkey -- or did, until the country slid into utter madness in the past few years.
1.
The idea of ​​ethnic cleansing, and a faction advocating it, appear to have been influential in the Ottoman state apparatus from the 1880s or ‘90s on. The Armenian massacres of 1895 cannot be put to the personal caprice of Sultan Abdülhamid II[1] alone. The Adana massacres of 1909 were obviously organized from the center and controlled by the provincial governor and the security apparatus.
The idea of ​​ethnic cleansing found support among the “Young Turk” cadres of the Committee of Union and Progress[2] from 1909; it became dominant toward 1913. The decision to enter the war in 1914 seems in part motivated by the idea that the war would be a good opportunity to carry out this great “national project”.
The logic is clear and comprehensible. The Ottoman state is collapsing. Greece, Serbia, Bulgaria and Albania have been detached from the empire on ethnic grounds. The creation of an Armenia is proposed on similar grounds. [The Armenian population of the six “Armenian” provinces is hardly 25%; but it would be a relatively simple matter to increase that density or shift it geographically to create majorities.]
The ethnic cleansing of European Turks in the Balkan War of 1912-13 marked the thinking of the UP leadership. The possibility of a similar purge in Anatolia dominated Turkish minds. If Salonica can be lost, why not Izmir or even Istanbul?[3]
Ethnic cleansing came to be regarded as an effective measure to eliminate this risk.
2.
The method of the purge was ambiguous until about mid-1915. Possibly it was not thought through, or perhaps there was no agreement.
Pogrom was the classic method in Turkey and elsewhere. The community to be purged is intimidated with state terror, driven into panic with selective massacres, and forced to emigrate. The residue is assimilated as far as possible. This method was applied successfully by Russia against the Caucasian Muslims in the 1860s and against the Balkan Turks in 1913.[4] In the Ottoman Empire the pogroms of 1895 caused Armenians to emigrate to the Balkan countries, Russia, Iran and the United States in large numbers, suggesting the same recipe could work again. In 1913 and 1914, hundreds of thousands of Greeks were forced to migrate to Greece from western Anatolia in pretty much the same way.
The World War eliminated this option. Pushing the Armenians out to Russia would only result in creating an enemy concentration on the border. Indeed, the 1828 pogroms of the northeastern provinces of Kars, Bayezid and Erzurum had led to the creation of a troublesome Armenian neighbor in Yerevan.
The idea of letting the Armenians migrate en masse to the US was seriously discussed in the summer of 1915. The US ambassador Morgenthau, who devotes some space to this issue in his diaries,[5] reports that Enver Pasha[6] was positive about this idea but was adamant on two points: that whole families should be accepted as immigrants and migrants should relinquish their Ottoman passports. Clearly, the concern was that they should not come back after the war.
Another option was to spread Armenians within the Ottoman territory so as to reduce their concentration. This seems to have been the dominant mode of thought in the first half of 1915. However, if the war ended in defeat, internal exiles would certainly attempt to return to their homes and there would be an intractable problem of compensations.
The decision to drive the Armenians to the Syrian desert seems to have turned into a definitive policy in August 1915. This was the result of an impasse. It was undoubtedly foreseen that most of the displaced would die. It was also known that Syria might be lost at the end of the war. Therefore the main objective should be to prevent the emergence of a strong (and naturally hostile) Armenian concentration on the southern border. [The 1918-1921 Cilician crisis should be evaluated in this context.[7] It is not so much the French occupation that was painful, but the French policy of resettling Armenian refugees in the provinces of Adana, Antep and Maraş.]
I believe it would be more accurate to pinpoint the transition from ethnic cleansing into genocide around August 30th, 1915, rather than April 24th.
3.
The presence of the Armenian revolutionary movement played an important role in this process. There were more than one secret and armed revolutionary organizations. [The Socialist Khinchag Party was more active at first; after about 1905, the Armenian Revolutionary Federation, came to the forefront.] Both Abdülhamid and the UP governments display an almost paranoid fear of these organizations.
Morgenthau's diaries are enlightening. On the evening of April 24, Talat Pasha, the interior minister and a member of the all-powerful UP triumvirate, tells the ambassador about his serious fear of an Armenian coup. When the Morgenthau expresses his doubt, he replies that they (the UP Committee) overthrew Abdülhamid with only 50 people, the Armenians are more numerous and better organized. The mass arrests of March-April, which marked the first stage of the deportations, aimed to crush the revolutionary organization. All suspected members and sympathizers of the organization, i.e. nearly all leaders of the Armenian community were arrested, and most were murdered without further ado. [The number arrested seems to be about 250 in Istanbul and 50 in Erzurum, so the total should be somewhat over 500.]
Let us admit that revolution is risky business in a country that is struggling for survival. Revolutionary romanticism and ignorance of the realities of power balance undoubtedly paved the way for the Armenians’ disaster. In fairness, however, one should recognize that armed conspiracy was essentially the product of a defensive reflex. Did Armenians have any other choice in a country which witnessed the events of 1895 and 1909? Where the state embarks on ethnic purge and massacre, how should its victims behave?
4.
The theory of “mutual massacre”[8] is dishonest. There are only two significant documented cases where the Armenians actually massacred Muslim civilians, viz., the Bitlis-Hizan massacres under the Russian occupation in 1916, and the terrible bloodshed along the Erzurum-Sarıkamış-Kağızman front during the retreat of the forces of the Temporary Government of Western Armenia during January-March 1918. These must rather be seen as chaotic acts of retribution against the earlier devastation of the civilian Armenian population.
I am not aware of any substantiated case of Armenians having either carried out or planned a massacre of the Muslim population prior to 1915. It would defy logic. One side had an army, the police, the law and the state at its disposal; numerically it was overwhelmingly superior; it was heir to a thousand-year tradition of arms and war. The other side was nowhere more populous than 25%; its arms were smuggled, its organization illegal; in case of retaliation it was incapable of defending its shop or house. Who would start a massacre against such odds?
This said, one must also admit that, if the Armenians did not massacre in the past, it does not follow that they would not do it if the conditions were to be ripe after the war. The Greeks did it. Bulgarians did it. Why not the Armenians? If the Armenians stayed and Turks lost the war, how many Turks would remain today in the cities of Erzurum or Van? How many Turks remain now in Yerevan, once a city of 70-percent Turkish (Azeri) population?[9]
5.
A large-scale social movement activates the dynamics that already exist in society and adapts to them. You can make your own rules if you work with fifty people. With fifty thousand, you must submit to the will of majority.
Islamic culture has a strong vein that counts as lawful to assault the life, property and sexual integrity of the Infidel. That vein swells especially in times of war and confusion. This factor came to the fore after April-May 1915. No matter what the original intentions of the government, a spirit of gaza– religious war – and conquest seems to have taken over the country from this date onwards. It is very doubtful that the train of events could be stopped even if the government wanted to give up for whatever reason after the mid-summer of 1915.
6.
The economic dimension of the genocide cannot be ignored.
In the second year of the war, the Ottoman state and the UP regime were bankrupt. The total budgeted revenue of the state had been 33 million pounds sterling in 1913 and 36 million in 1914. No reliable figures are available for 1915 and after, but it can be assumed that public revenues fell to zero. There was no possibility of borrowing in the open market, although a loan of 110 million pounds was received from Germany. Just to compare, Britain had a defense budget of £2.4 billion and Germany one of £1.6 billion in the last year of the war.[10]
Between 1913 and 1923, about a quarter of the country's population was deported or destroyed. Being the more economically active segment of the society, we can assume that they owned more than a quarter of the national wealth. This means that rather more than a quarter, perhaps one third of the national wealth changed hands in the process. Even if some of the abandoned assets went to waste, that would still be a gigantic transfer of wealth.
The question of Armenian properties dominates administrative correspondence after May 1915. Most of the immovable property was taken over by UP party organs or parceled out to loyalists; the rest was plundered by local entrepreneurs who took more or less active part in the deportations. The latter can be seen as a sort of hush-payment. It helped quell any social discontent that could arise from war conditions, and it created large body of war profiteers connected to the UP regime (and its successor) with ties of profit and complicity. [Let us note that the economic hardships the Second World War were nothing compared to the First, yet they caused far greater resentment against the government. Why? Why did the Turkish people who turned against the regime in the second war, fail to show the same spirit of rebellion in the first?]
7.
Nothing can be understood of the events of 1915-1923 without taking into account the issues of retribution and compensation. In case the war ended in defeat, the surviving Armenians (and possibly the fugitive Greeks) would come back to ask for their lost homes, daughters, lands and bank accounts. Even if the war ended in victory, a reckoning might be inevitable. For this reason, it was not enough to deport. It was necessary to destroy the deported and annihilate the records.
The transformation of the “Secret Organization” (Teşkilat-ı Mahsusa) of the UP into the national defense movement (Kuva-i Milliye)[11] in 1919-1920 was a direct response to the expectation that the victors of the World War would impose a peace treaty stipulating the return, or at least the compensation, of the deported Greeks and Armenians. This was a deadly threat to those who held de facto power in the countryside after the war. It was the main agenda at the national congresses of Erzurum and Sivas.[12] The pressing issue was not some British police force of thirty, or a French garrison of 200 occupying the city of Urfa. Nor was it the penniless Republic of Armenia, squeezed between Russia and Turkey with a ragtag army. The issue was the Armenians and Greeks deported from Anatolia. The so-called War of National Independence was waged against them.
8.
Almost all the founding fathers of the Turkish Republic were people who profited from the deportations. The overwhelming majority of the members of the first, second and third National Assemblies,[13] all the fabled businessmen who landed sudden wealth at the time, all except one or two ministers of Atatürk’s cabinets, and the founder of the Republic himself belong to that class. They acquired house, mansion, farm, hotel, trading house, factory, servant, concubine and “adopted child” during or immediately after the war.
The defensive attitude of the Turkish Republic toward an atrocity that technically occurred before the Republic cannot be understood independently of this fact. The class of people who held political, administrative and economic power in Turkey in the period from 1920 to at least 1980 owed its position to this event. Admitting the genocide is tantamount to the self-denial of the Turkish elite.
9.
The genocide controversy is not a matter of history in the abstract. Bloody and reprehensible episodes are found in the history of every nation. And the pain of people who were killed a hundred years ago cannot by itself fire the conscience of the living, no matter how hard you push.
The real issue, unconfessed, lies elsewhere. We all know that the deniers of genocide are not engaged in a debate of facts, but one of rights and ethics. What they are in effect saying is that they were right to do what they did, and as a consequence, they would be right to do the same again if the circumstances arise. This is what galls people of conscience around the world.
Open defenders of slaughter are rarely heard these days, except for a radical minority. However, the idea that non-Muslim minorities represent a threat to the “Turkish” state, and therefore that ethnic cleansing was necessary and right, is a view that Turkish national and official discourse takes as axiomatic. It is the unchanging foundation of the national doctrine of the Republic of Turkey. We have seen how the logic of ethnic cleansing escalated step by step toward genocide. There is no reason to hope that the logic of 1914 will not function in the same way today if similar conditions occur.
Genocide is the inescapable consequence of the Turkish national doctrine.
10.
Others, too, are guilty of pogrom and genocide. Remember the American natives. Remember Cromwell’s Irish massacres. Remember Algeria. What is the difference?
There is one big difference. Except for marginal minorities, no one defends those other ones today. They are seen as tragic and horrible events, either to denounce, to analyze or to forget. There is hardly an example in the civilized world today of Turkey’s continuing passionate defense of genocide under the guise of denial.
This is what horrifies people of conscience and intellectual integrity around the world.
It is not a matter of what happened a hundred years ago. It is what might happen today, and what it says about a people that find it in their conscience to make it happen.





[1]Abdülhamid ruled 1876 to 1909. He is said to have ordered the widespread masscre and looting of Armenians in 1895.
[2]The revolutionary committee that ruled Turkey from 1909 to 1918. The genocide of 1915 was perpetrated by its leadership.
[3]Salonica, now Thessaloniki, was the second largest city of the empire, and a predominantly Muslim town. İstanbul and İzmir were the first and third.
[4]As many as 1,5 million Muslim refugees came to Turkey in consequence of these two purges. They were instrumental in carrying out the genocide of 1915.
[5]United States Diplomacy On The Bosphorus: The Diaries Of Ambassador Morgenthau 1913-1916, ed. Ara Sarafian (Taderon P. 2004).
[6]Enver and Talat were the leading figures of the UP regime. Discredited after the Republic, they are considered national heroes today.
[7]France occupied the region of Cilicia, in southern Turkey near Syria, and proceeded to settle Armenian refugees there between 1919 and 1921.
[8]A very common argument among Turkish genocide-deniers.
[9]Zero, replaced by descendants of Armenian immigrants from Turkey and Iran.
[10]All figures from the Statesman’s Handbook, a UK semi-official publication, for the years 1914 and 1919.
[11]The former was an operational unit of the UP, the latter a nucleus of the national resistance. The former is now viewed with distaste while the latter is a part of the national saga, amd pointing out to the continuity is a shock to Turkish national sensibilities.
[12]Held in 1920, the two congresses were the founding steps of the Turkish Republic.
[13]Of 1920-23, 1923-27 and 1927-31.

Şaman

$
0
0
Modern dillerde şaman sözcüğüne ilk kez Rus elçisi Everard Isbrand’ın 1693-95’teki Çin seferi vesilesiyle rastlıyoruz. Yolculuğa katılan Alman araştırmacı Adam Brand’ın anlatısına göre elçilik heyeti Sibirya’da Yenisey nehrini geçtikten sonra savaşçı bir kavim olan Tunguzlarla tanışır. Tunguz kabilelerinde şaman adı verilen bir “büyücü yahut rahip” bulunur, demirden hayvan figürleriyle süslenmiş bir kıyafet giyer, davulla ağır bir hava vurmaya başladığında hazır bulunanlar dehşetli ağıt ve çığlıklarla ona eşlik ederler. 1698 basımı İngilizce çevirinin (A Journal of an Embassy from Muscovy to China by Land) sf. 50 ve devamını okuyalım:

Elçinin kendi notları yirmi yıl sonra Hollandalı Cornelius van Brujn’ün Asya seyahatnamesinin ekinde yayınlanacaktır (Voyage de Corneille le Brun par la Muscovie, en Perse, et aux Indes Orientales, Paris 1718). Brujn belli ki Isbrand’dan öğrendiği ‘şaman’ sözcüğünü benimser; Ural Dağlarının kuzeyinde yaşayan Samoyed’lerin rahiplerini ‘şaman’ olarak adlandırır. Samoyed dilinde bu sözcük var mıdır? Yazar bu konuda bilgi vermez, ben de bulamadım. Görünen o ki, Tunguzcadan devşirilen kelime joker olmuştur.
Kavram ilgi çeker, çünkü Avrupa, yüzyıllardan sonra ilk kez, Avrasya kıtasında, beyaz veya beyazımsı ırklar arasında, “pagan” dini pratiklerle karşılaşmaktadır. Amerika, Afrika ve Okyanusya’nın “ilkelleri” tanıdıktır. Ama burada, Avrupa’nın yanında? Kolomb’dan bu yana iki yüz yılda oluşturulmuş ırk teorilerini baştan düşündürecek bir keşif!
J. Eberhard Fischer’in Sibirya Tarihi (Sibirische Geschichte von der Entdekkung Sibiriens bis auf die Eroberung dieses Lands durch die russische Waffen, St. Petersburg 1768) konuya geniş yer verir. Şaman töresi Sibirya ve çevresinde yaygındır, Budist olan Moğolların ve ata dinini sürdüren akrabaları Kalmukların da şamanları vardır. İngiliz William Tooke, 1780 basımı üç ciltlik View of the Russian Empire’ında ‘şamanizm’ terimini ortaya atar. 1804’te Benjamin Constant, genel anlamda “ilkel” kabile dinlerini tanımlamak için bu terimi kullanır. Fakat ‘şamanizm’ esas olarak Rus imparatorluğunun önceleri ‘Tatar’, sonra ‘Turani’ adı verilen kavimlerine özgü bir kategoridir.
Avrupalılar için düne dek Kara Afrika kadar yabancı ve esrarlı olan o kıta, adım adım aydınlanır. 1850’de Finlandiyalı Alexander Castren‘Altay Dilleri’ kavramını ortaya atar (De affixis personalibus linguarum altaicarum Dissertatio, Helsingfors 1850). Dört yıl sonra Oxford hocalarından Max Müller‘Turan Dilleri’ deyimini tercih ederek modern Türkolojinin temellerini atar (The classification of the Turanian languages, London 1854). Turani kavimlerin kültürel karakteristikleri arasında ‘şamanizm’ vardır. Anthropological Review’nun 1865 sayılarında, ‘Tatar’ ırklarının kendi öz töreleri olan şamanizmi bırakıp komşu kültürlerin dinini nasıl benimsediği tartışılır.
Kavram kıta sınırlarını aşar. 1870’te çıkan Alaska and its Resources adlı kitabında William Dall, Eskimolar ve diğer Alaska yerlilerinin dini pratiklerini ‘şamanizm’ olarak tanımlar. O tarihte Alaska henüz Sibirya sayıldığı için bunda yadırganacak bir şey yoktur. Ancak kısa zamanda tüm Kuzey Amerika yerlilerinin Alaskalılara benzer dini gelenekleri olduğu fark edilir. Amerikan yerlileri acaba ‘Turani’ bir ırk mıdır?
1875’te Archibald Sayce antik Akad’ların dininin “tıpkı bugünkü Samoyedler ve Sibirya kavimleri gibi” şamanizm olduğuna karar verir. Aynı Sayce 50 küsur yıl sonra I. Türk Tarih Kongresinde Hititlerin ‘Turani bir kavim’ olduğu tezini ortaya atarak vatanperver Türk tarihçilerinin takdirini kazanacaktır.
*
Şaman kavramının gerçek kaynaklarına ilk işaret eden büyük şarkiyatçı Friedrich Neumann olabilir mi? Çinceden çevirdiği Budist keşişlerin ilmihaline Neumann Cathechism of the Shamans (Londra 1831) adını verir. En geç 1848’de, Amerikalı Samuel W. Williams sözcüğün kaynağını tereddüde yer bırakmayacak şekilde açıklar. Williams’ın The Middle Kingdom’u (New York 1848) Çin tarihine ve kültürüne ilişkin Batıda o güne dek yayınlanmış en kapsamlı eserdir. Yazara göre şaman sözcüğü Moğolcadır. Moğolların – ve onlardan öğrenen Tibet’in – benimsediği Budizm ekolünde manastır keşişlerine şaman adı verilir. Dalay Lama’nın yolundan giden Budistler şamandır. Sözcüğün aslı Eski Hintçe śramaná“zahit, dünya nimetlerini terkeden kişi” demektir; Budist ve Jainist dervişlerin unvanıdır. Bir Hint dini olan Budizm Moğollara (ve onlardan önce Uygur Türklerine) Orta Asyalı Soğdlar vasıtasıyla ulaşmış, Budizmin muazzam dini literatürü Soğdca üzerinden bu dillere tercüme edilmiştir. Nitekim Soğdca şaman “Budist keşişi” demektir. Onlarca Soğdca dini metinde Hintçe śramaná श्रमण  karşılığı olarak kullanılır.
Bediüzzaman Ğarib’in Soğdca sözlüğüne bakıp teyit ediyoruz:
Demek ki şamanlık geleneği olmasa da şaman adı, kabile kültürünün değil, zengin bir yazı geleneğine sahip bir üst kültür dininin ürünüdür. Tunguzlar ismi Moğollardan öğrenmiştir. Her yerde ve her çağda olduğu gibi, dini kavramlar “üstün” sayılan bir yabancı kültürden ithal edilmiştir.
*
Soğdlarla Moğollar arasında bir yerde, Moğollardan önce Budist olan Uygur Türkleri şaman sözcüğünü kullanmış olabilirler mi? Kuvvetle olası görünüyor. Ancak eldeki Eski Uygurca metinlerin hiç birinde şaman bulamadım. Karahanlı ve Çağatay metinlerinde yok, Eski Kıpçakçada da yok, demek ki Türkçede böyle bir kelime yok. En erken Antuan Tıngır ve Krikor Sinapyan’ın 1892 tarihli Fransızca-Türkçe Istılahat Lugati’nde Fransızcadan çeviri olarak bulabildim.
“Chamanisme: Mezheb-i şamaniye, akvam-ı şamaniyenin mezhebi.”
Şemseddin Sami Bey’in 1905 tarihli Resimli Lugat-i Fransevi’sinde keza:

Tahmin ediyorum 1892’den hemen önceki yıllarda gündeme gelmiş olacak. Belki Necip Asım Bey’in Harbiye Mektebinde heyecan doğuran konferanslarında duyulmuştur. Ondan önce, Mustafa Celaleddin Paşa’nın 1869’da İstanbul’da Fransızca yayımladığı Les Turcs anciens et modernes’inde şamanizm geçer mi? Arayıp teyit etmek zor olmasa gerek; ne yazık ki kitabın online kopyasını bulamadım.
Türkiye’de Orta Asya Türklüğüne yönelik ilginin dönüm noktası, Fransız kültür tarihçisi Léon Cahun’ün 1896’da çıkan Introduction Générale à l'Histoire de l'Asie kitabıdır. Necip Asım’ın 1899’da çıkan çevirisi bir kuşağı derinden etkilemiş, Ziya Gökalp eski Türk tarihine ilişkin fikirlerini buradan devşirmiş, Atatürk okuyup notlar almıştır. Şamanizm konusunda ne demiş diye merak edip indirdim. Ummadığım kadar makul, dengeli, zihin açıcı bir eserle karşılaştım. Şaman sözcüğünü bir kez, o da başkasına atfen kullanmış; eski Türk dini kültürüne ilişkin akıllı şeyler söylemiş. Buyurun burada: https://archive.org/details/introductionlhi01cahugoog/
Cahun okumaya dalınca bu makale de böyle yarım kaldı. Kıssadan hisse? Bu seferlik olmasın.
    *
Daha sonra eklenen
Peki kıssadan hisse ekleyelim.
1. “İlkel”i yakalamak zannettiğinden zordur. En “ilkel” görünen toplumun dahi senin ve benim kadar tarihi vardır. Amazon'un cangılındaki çıplak kabilenin konuştuğu dil Portekizli Cizvitlerden öğrendikleri dil çıkarsa sakın şaşırma.
2. Orta Asya Türklüğüne dair bildiğin ve bildiğini zannettiğin her şey – şaman, Altay, Hun, Turan, ırk, Orhun, kızılderililer – Avrupalıların eseridir. Avrupa kültürünün kendine has perspektifi, ihtiyaçları, önyargıları ile renklenmiştir. Hiçbir bilgi, bilginin oluşma sürecinden bağımsız düşünülemez.
3. Bilgi, kozmopolit iklimlerde ürer. Danimarkalı adam Rus çarının elçisi olmuş. Hollandalı adam Fransızca yazmış. Alman adam Petersburg’da Rus tarihi yayınlamış. Finli adam Altay dillerini keşfetmiş. Alman adam Oxford’da hoca olmuş. Amerikalı misyoner Çin tarihini dünyaya öğretmiş. İki Ermeni Türkçenin terimler sözcüğünü yazmış. Polonyalı Borzecki Mustafa Celaleddin olup Fransızca kitap yazmış, Türklere Türkçülük öğretmiş. Fransalı Yahudi Ziya Gökalp’le Atatük’e Türk tarihi öğretmiş.
"Yerli ve milli"den bir halt olmaz.

Nasıl tarih öğrendim

$
0
0
(1964-1971)
İlkokul ikiyi bitirdiğim yaz Baruyr Eniştem Hayat Tarih Gazetesi’nin ciltlenmiş koleksiyonunu hediye etti. Günlük gazete şeklinde hazırlanmış dünya tarihi, 52 sayı, Yılmaz Öztuna yazarı yahut derleyicisi. İçine düştüm, aylarca çıkamadım. Manşetlerini ezberledim: Sezar’a Senato’da Suikast! Fransa’da İhtilal Ateşi Sönmüyor! Bir tarih ansiklopedisi yazmaya karar verdim.
Sanırım bir kişilik özelliği, obsesyon da denebilir, datamania mı desek acaba? Şimdi neysem sekiz yaşımda o. Büyük çaplı data toplayıp sistemleştirmeyi seviyorum. Eksik kalmasına tahammül edemiyorum, kalırsa sinirleniyorum, uykularım kaçıyor. Saatlerce, günlerce, aylarca o işe konsantre olabiliyorum.
Osmanlı padişahlarını, Selçuklu sultanlarını listelemekle başladım. Peşinden Asur kralları, Roma imparatorları, ABD başkanları, tarihleri ve lakaplarıyla. Tarihin sonsuz karmaşıklığı, yavaş yavaş, girdap gibi içine çekti. Ünlü besteciler. Ünlü savaşlar. Keşifler ve icatlar. Tarihte Türk devletleri. İlkokul bitinceye dek kareli, büyük boy beş altı defter doldurmuş olmalıyım. Sonra o defterler kim bilir ne oldu.
Üçe gittiğim sene Milliyet gazetesi Hammer’in Osmanlı Tarihi’ni vermeye başladı, anıtsal bir eser, her hafta bir fasikül. Babamın “Şuna bir bak, senin ansiklopediye yarayabilir” dediğini hatırlıyorum. Sonrası, televizyonun henüz Türkiye’ye gelmemiş olduğu bir çağda, dizi bekler gibi tefrika bekleme, Hammer günü koşa koşa okuldan eve gitme, sadrazam isimlerini tarayıp deftere ekleme, kapdan-ı deryaları kargacık burgacık kutulara sığdırma. Sadrazamlara ayırdığım sayfa dolup taşınca defteri temize çekme. Kemankeş Mustafa Paşa, Hezarpare Ahmet Paşa...
Beşi bitirdiğim yıl yine Baruyr Dayday’ın hediyesi, Petit Larousse Illustré, 1968 basımı. Kompakt boy bin altı yüz sayfa, ansiklopedinin hası. Fransızca bilmiyordum, ama teyzemlerin evinde çocuklarla Fransızca konuşulduğu için epey kulak dolgunluğum vardı. Elinin altında onca hazine varken insan çözmez mi? Çözdüm. Ansiklopedim çığırından çıkmaya başladı. Fransa başbakanları listesi: hazır listeden kopya değil, teker teker aramaca, arada boşluk kalınca karalar bağlamaca. Tüm papalar, adı soyadıyla beraber. Venedik dukaları. Toulouse kontları. Bohemya kralları...
Orta ikide Işık Lisesi’nin kütüphanesini keşfettim. Önce Vefik Paşa çevirisinden Molière külliyatı, peşinden Voltaire’in üç ciltik On Dördüncü Louis Asrı, MEB yayını, Nahid Sırrı Örik çevirisi. Bunu daha önce anlattım galiba. Asıl amaç ansiklopedime malzeme bulmaktı; ama keskin bir zekânın siyaset analizi ile ilk kez tanışmak da etkileyiciydi elbet. Ertesi yıl Albert Soboul’un yedi yüz sayfalık Fransız İhtilali Tarihi. Marksist perspektifini fark ettim mi, hatırlamıyorum. Tarihçi Sunay Hanım’a dönem ödevi olarak Fransız Devriminin kronolojisini yazdım, daktiloyla, aralıksız, marjsız, arkalı önlü 20 küsur sayfa, Necker’in azlinden Napoleon’un taç giymesine kadar, gün be gün. Devrim yıllarında Hıristiyan takvimi yerine benimsedikleri Cumhuriyet Takvimi vardır, bilir misiniz? Milat yerine 23 Eylül 1793’te cumhuriyetin ilanı Yıl I başlangıcı sayılır, doğa olaylarına göre adlandrılmış otuzar günlük 12 aya beş gün Cumhuriyet Bayramı eklenir. Kronolojiyi o takvime göre yazdım, Devrim Takvimi’nin resmen lağvedildiği 10 Nivôse Yıl XIV’e kadar getirdim.
Yine aynı yıl Azra Erhat ile A. Kadir çevirisinden Homeros’un iki destanı, Sander Yayınları. Rahmetli Necdet Sander dedemin ve galiba babamın tanıdığıydı, o önerdi ya da hediye etti diye kalmış aklımda. İlk kez hakiki edebiyatla tanıştığımı hissettim. Çocukluktan gençliğe geçiş anım belki de oydu. Ansiklopediyi bir süredir ihmal etmiştim, en son İlyada’daki kahramanların kataloğu için bir sayfa açtım. Telamon oğlu Aias ile Oileus oğlu Aias, Neleus oğlu Nestor...
(1971-1974)
Lisede daha çok edebiyat ve felsefeye yoğunlaştım. Sartre’ın L’être et le néant’ını Türkçeye çevirmeye çalışmak gibi absürt bir işe kalktım, bütün bir yazımı (1972) ona harcadım. Kutsal Kitap’ı King James çevirisinden okuduktan sonra, 17. yüzyıl İngilizcesi ile bir şeyler yazma sevdasına düştüm. 1974 baharında, Tom Davis’in Dünya Edebiyatı dersi için, James Joyce’un estetik anlayışı üzerine 110 sayfalık bir risale döktürdüm. Joyce yüzünden Katolik ilahiyatına, oradan skolastik felsefeye açıldım. 13. yüzyıl okulcularının sistemleştirici, sınıflandırıcı, ansiklopedik tarzını kendi eğilimlerime yakın buldum. Üniversitede felsefe okumaya karar verdim.
O yılların datamania zirvesi müzik defterimdi. Orta sondayken başladım sanırım, dört yıl kadar sürdürdüm. TRT-FM’in atası olan İTÜ radyosunda, ya da o yıllarda sıkı klasik çalan Romanya radyosu ikinci programında dinlediğim klasik müzik parçalarını, dakikasıyla beraber deftere yazdım. Tuhaf bir olgu, bir şeyi yazınca insanın aklından bir daha çıkmıyor. Yıllar sonra o defterlere baktığımda neyi nasıl ve nerede dinlediğimi hatırladım, melodiyi olmasa bile verdiği duyguyu aklımda canlandırabildim. Belki otuz yıldır duymamış olduğum bir parçanın iki üç mezürü kulağıma çalındığında, “hah, defterimin şu sayfası, sağda aşağıda, Hindemith, Mathis der Maler” diye hatırlayıp çevremdekileri hayret ve dehşete düşürdüğüm vakidir.
(1974-1979)
Yale’de o kadar odaklı çalışamadım. Çeşit çok fazlaydı, ilgi alanlarım dağınıktı. Daha doğrusu, Amerika’nın geleneksel college eğitimi sanırım öğrenciyi bir konuya yoğunlaşmaktansa saha genişletmeye, argüman geliştirip sunum yapmaya teşvik ediyor. Tasnif ve kataloglamayı tümden hor görüyor; olmadı, bilgisayara terk edebileceğine inanıyor. Oysa Ortaçağdan gelen eski Aristocu üniversite geleneğinin can damarıdır kategorileştirme, bir sahadaki tüm bilgileri mantıklı bir sistem içinde bir compendium’a ya da summa’ya toplama. 19. yy’da zirve yapan (ve 20. yy’da çöken) eski Alman akademik geleneğinin asıl gücü de oradadır. O yıllarda artan oranda Alman akademizmine yönelen merakım bundandı sanırım: yarım kalmış ansiklopedimi sürdürme özlemi.
Üniversitede ilk öğrendiğimiz, asli kaynaklara inmekti. Daha ilk hafta felsefe hocamız Ed Casey geldi, Efesli Heraklitos’tan günümüze ulaşan toplam iki buçuk sayfa metin kırıntısını derlemiş. Soru: Bu adamın felsefesi hakkında ne biliyoruz? Herhangi bir şey biliyor muyuz? O sorunun cevabını ikincil, üçüncül kaynaklarda bulamazsın. Ya hepsi karanlıkta ıslık çalıyorsa? Anlam olmayan yerde anlam bulmaya çalışıyorsa?
Victor Bers adlı şahane bir hocadan Classics gördük. Eski Atina ile Roma’yı avucunun içi gibi bilmeden Batı tarihçiliğinin anlaşılamayacağı kanısına orada vardım. Nefes aldırmadan paper yazdırdı. Misal: MÖ 5. yy sonlarında yazılmış “Atina Anayasası” adı verilen isimsiz broşürü al. Bunu kim yazmış olabilir? Siyasi duruşu ve amacı nedir? Misal: Bilinen Yunan trajedilerinin en eskisi olan Persler, MÖ 480’deki Pers Savaşını Pers şahının anası ile karısının son derece insani korkuları ve üzüntüleri üzerinden anlatır. Atina’nın zaferinden on on beş sene sonra resmi ve dini bir törende, kamu bütçesinden sergilenen böyle bir oynu Aiskhylos neden yazdı? Ne demek istiyor? Misal: Cicero sizce ilkesiz puşt avukatın teki midir? Sen Antonius olsan idam ettirir miydin? Bu sonuncusu beni epey etkilemiştir. Ölüm kalım mücadelesinin olduğu yerde ellerini temiz tutabilir misin – tutmalı mısın – sorusudur altta yatan.
İkinci sene Fred Donner’dan hem Arapça hem İslam Tarihi aldım. Rodinson’un Muhammed biyografisini, Hatti’nin Arap Tarihi’ni, Watt’ın Muhammed’iyle İslam Siyasi Düşüncesi’ni, von Grunebaum’un Medieval İslam’ını okuduk. Kuran’ı da Arberry’nin çevirisinden ilk o zaman okudum. Keşke felsefeyi filan bırakıp Şarkiyat okusam fikri kafamda filizlendi. O günden bu güne ara ara canlanan ama bir türlü boy atamayan bir filiz olarak kaldı. Bir iki sene sonra çevrenin zoruyla okuduğum Edward Said’in Orientalism’inden o yüzden nefret ettim. Şarkiyat literatürünü biraz olsun tanıyan biri o denli tribün goygoyculuğuna nasıl tahammül edebilir?
Profesör Deno Geannakoplos’la Ortodoks Kilisesi Tarihi gördüm. Hocanın uzmanlık alanı olduğundan dönemin yarısı Lyon ve Floransa Konsillerinde Katoliklerle Ortodoksları uzlaştırma müzakereleri ile geçti. Şarkiyatçılarla (Antik ve Hıristiyan) Batı tarihçileri arasındaki su geçirmez, kuş uçurmaz duvarın ilk o zaman farkına vardım. “Hocam Lyon Konsilinden beş sene sonra Batı Anadolu’da mantar gibi Türk beylikleri bitmesi tesadüf müdür?” diye sorduğumda boş boş yüzüme bakışını hatırlıyorum. Dönem ödevini Monofizit mezhebin doğuşu üzerine yazdım. Şimdi, tam kırk üç yıl sonra, oğlum Arsen Oxford’da aynı konunun ileri düzey detayları üzerinde çalışıyormuş. Hoşuma gitti.
Üçüncü sene uzunca bir süre Türkiye’de kaldım. Bütün Kemal Tahir’leri, Şevket Süreyya’ları, Doğan Avcıoğlu’ları, Yüzbaşı Selahattin’in Romanını, Nazım Hikmet’leri, o yıllar pek moda olan İsmail Cem’in Geri Kalmışlık Tarihi’ni baştan sona okudum. Anlattıkları öykü ilk bakışta makul görünür. Zamanla fark edersin ki orta yerinde görmek istemedikleri ya da göremedikleri dev bir kara delik vardır. Okula döndükten sonra o kara deliğin üstüne gittim. Ermeni soykırımına ilişkin literatürü devirdim. Yetinmeyip eski gazete arşivlerine daldım, 1910’ların başı ile 1930’lar arasında Batı basınında Türkiye ile ilgili çıkan ne varsa okudum. “Milli Mücadele” adı verilen hadisenin alelade türünden bir yağma kavgası olduğu kanısına vardım. O günden beri de o kanıyı değiştirmemi gerektirecek bir şey çıkmadı önüme.
Sonra Marx’ın Grundrisse’sini Türkçeye çevirme hırsına kapıldım. Aralıklarla üç senem o deli postekisini ayıklamakla geçti. O vesileyle epey ekonomi politik okudum, 1850’lerin güncel tarihi ile de tanışma gereği duydum. Crédit Mobilier skandalını bilmeden Marx’ın meşgul olduğu konuyu tam anlayamazsın, III. Napoleon devri siyasetini biraz bilmeden de Crédit Mobilier olayını kavrayamazsın. Aynı seneydi sanırım, Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin kurucu kadrolarından biri iken pişman olup anti-komünizmin baş gurularından biri haline gelen Wolfgang Leonhard, Sovyetler Birliği Komünist Partisi tarihi üstüne son derece popüler bir ders veriyordu. Ona dinleyici olarak girdim. Ufak ekibimizle birkaç kere yuh çekip ıslık da çaldık, ama sanırım kafamdaki bürokratik diktatörlük modeli onun anlattıklarından epey etkilenmiştir.
Asıl konum felsefeydi gerçi, ama tarih ve dil derslerinin yanında felsefe çoğu zaman ikinci planda kaldı. Aristoteles ile başladım, Descartes, Hume ve Kant ile devam ettim, Hegel’de karar kıldım.
Bizim kolejden Şeyla Benhabib’le Phänomenologie des Geistesüzerine (“Ruhun Görüntülerinin Bilimi” mi desek?) iki döneme yayılan sıkı bir seminer yaptık. Hegel kucaklayıcıdır, güneşin altındaki her şeyi kapsar. Felsefe tarihinde söylenmiş her söz Hegel’in sisteminde yer bulur. Falan doğru. Zıddı da doğru. Şimdi bunların ikisini de barındıracak sistemi bulalım! Bir bakıma felsefe tarihinin ansiklopedisidir; kendi deyimiyle “görünür gerçeklerin” bilimidir. Eklektizm değil, eklektos’u tutarlı kılacak bir mimarinin arayışı. Tam bana göre.
O zaman fark etmiş miydim bilmem, ama şimdi düşündüğümde beni Hegel’e cezbeden şey bu kapsayıcılığı olmalı. Kararsızlık? Maymun iştahlılık? Belki. Daha çok, her şeyi aynı anda ve bir arada kavrama hırsı.
(1979-1981)
Kafamdan sosyalizm hülyasını silmem 1979 sonu ile 1980 yazı arasıdır. ABD’deki başkanlık seçimleri hakkıda Birikim dergisine dehşetli uzun bir analiz yazdım. (Mayıs 80’de dergi temelli kapatıldığından yayımlanmadı, kaldı). O yazıyı yazarken aydım ki – ya da zaten bildiğimi kendime itiraf ettim ki – Marksist teorinin şablonlarıyla düşündüğün zaman gerçek dünyanın kavgalarından herhangi bir şey anlaman mümkün değildir. Sakallının evrensel modeli değil, siyasi ve toplumsal aktörlerin kendi kavramlarıdır esas olan. Kimin neyi neden yaptığını ancak öyle anlayabilirsin. Peki böyle yapınca eleştiriye pay kalır mı? Kalır. Aktörlerin söylemini onlardan daha iyi analiz edebilirsin. İç dinamiklerini, zayıf noktalarını, tutarsızlıklarını deşebilirsin. İnsan söyleminin vazgeçilmez unsurları olan yalanı ve riyayı teşhis edebilirsin.
İnsanın gözünden perdenin düştüğü anlar vardır. Öyle bir andı. ABD siyasetini anlamaya başladığımı hissettim. Yazdıkça açıldım, elli altmış sayfa yazdım galiba. Dergideki arkadaşlar tereddüde düştüler, “hani nerede sınıflar, nerede üretim ilişkileri” diye soran oldu. Dergi kapanmasaydı yazıyı basarlar mıydı? Emin değilim.
O dönemde kafamda netleşen fikir toplumsal yarılmalar fikriydi, o yılların moda tabiriyle cleavages. Bir toplumun nereden yarılacağı belli olmaz. Ekonomik sınıf elbette etkili olabilir, ama olmayabilir de. Bizansta Maviler ve Yeşiller, Floransa’da Guelflerle Ghibellinler, Uruguay’da Blancolarla Coloradolar bölünür, birbirlerini boğazlar, kırk sene uğraşsan Marksist teoriye ya da herhangi bir sosyolojik modele oturtamazsın. İki üç sene sonra doktora tezimi yazarken bu fikri teorileştirme hırsına kapıldım. Siyasi analizde sosyolojinin payını küçülten, buna karşılık toplumsal mitleri ve tarihi rastlantıları ön plana çıkaran bir bakış açısı tanımlamaya çalıştım. Sanırım gene benim ansiklopedinin devamıydı: tarihte insanlar neden birbiriyle kavga etmiş, hepsini say!
Yüzlerce sayfa teori kastım, kimseye derdimi anlatamadım. Sonunda sıkılıp vazgeçtim.

Yale ile Columbia arasında avare dolaştığım günlerde Gibbon’ı keşfettim. Kasvetli bir Brooklyn günü Decline and Fall’un ortalarından bir sayfayı aylakça açmamla çarpılmam bir oldu. Ne muhteşem bir ses, ne ezici bir akıl! 2700 sayfa bir nefeste okundu. Yetmedi bir daha okundu. Dersler çıkarıldı: Tarih somut insanların hırslarının, hatalarının, ahlaki ikilemlerinin öyküsüdür. Kavga etmeyi bilmiyorsan okumaya değer tarih yazamazsın. Kaynakların izin verdiği kadarını bilebilirsin, fazlasını bilemezsin.
Gibbon’ın indeksinde bin kadar insan adı geçiyor. Tarih bilgilerimin çuvalına, kartal gözlü bir derleyicinin süzgecinden geçmiş bin tane insan öyküsü eklendi.
Sonraki yıllarda okuduğum Gibbon’la kıyaslanabilecek çap ve derinlikte tek tarihçi İbnülemin Mahmud Kemal oldu. Son Sadrazamlar’ı da sanırım dört beş defa baştan sona okuyup hatmettim. Bambaşka bir kültürün ve başka bir kişilik yapısının ürünüdür, ama sergilediği insani hırs, hata ve ikilemlerin panoraması Gibbon’ınkinden aşağı kalmaz. “İki kitap okuyayım, tarih hakkında bilinmesi gereken her şeyi bileyim” diyen olursa aklıma gelecek ilk iki isim bunlardır.
(1981-1985)
Columbia’da tez alanım karşılaştırmalı siyasetti. Giovanni Sartori ile siyasi partiler teorisi okudum, siyasi partileri bir sosyolojik veri değil, çok oyunculu bir rekabet sistemi olarak okumayı öğrendim. Sam Finer’la modern darbeler ve askeri rejimler tipolojisi çalıştım. Amerikan dünya politikasının esaslarını, dört sene o gemiye kaptanlık etmiş olan Zbig Brzezinski’den dinledim; büyük kararların nasıl ve neden verildiğine dair biraz fikir edindim.
Dev bir sanayi olan comparative’in yanında siyaset teorisi bölümü, departmanın dış kenarında fakir ama gururlu bir prenslikti. Onların yanında da epey vakit geçirdim. Üç dört ay Quentin Skinner’ın The Foundations of Modern Political Thought’unu okuduk: 13. yy sivil hukukçularından başlayıp 16./17. yy’da Bodin ve Grotius ile taçlanan modern Devlet teorisinin müthiş detaylı bir panoraması. Sonra Christoph Besold adında, bir Allahın kulunun hatırlamadığı bir Tübingen profesörünün 1629 basımı Opus Politicum’u üstüne okkalı bir monografi yazdım. Alman İmparatorluğunun yamalı bohça yapısını modern egemenlik teorisiyle bağdaştırmak için debelenen, Ortaçağ üniversite geleneğinden bağını koparmamış irili ufaklı bir sürü Barok devir Alman risalecisiyle tanıştım. Yıllar sonra, 1990-92’lerde Almanya ile Orta Avrupa ülkeleri arasında mekik dokurken onları özlemle andım, mekânlarını arayıp ziyaret ettim. Pufendorf ile Carpzow’u çok sevdiğimden mi? Yok, reel dünyanın sıradanlığına battığım günlerde kütüphanelerde geçen eski günlerimi özlediğimden.
1981 yazını o zamanki eşimle beraber Kolombiya, Ekvador ve Peru’da geçirmiştik. Oradayken yerel gazeteleri gün gün okuyup siyasi olayları anlamaya çalıştım; yetmedi birkaç kitap okudum. Hiç tanımadığım bir sahada siyasi simgelerin nasıl anlamlandırıldığını, önemsiz görünen jestlerin iktidar dengelerine nasıl tercüme edildiğini izlemek bana müthiş haz verdi. Doktora tezimi Latin Amerika üzerine yazmaya karar verdim. Askeri dikta dönemlerinden çok partili düzene geçen ülkelerde partilerin rekabet stratejileri nasıl oluşur? Nasıl pozisyon alırlar? Neden alırlar?
Türkiye’de 12 Eylül sonrasının siyasi dengeleri o günlerde oluşmaktaydı. Türkiye’ye hiç değinmeden, Peru, Arjantin ve Brezilya’yı kıyaslamayı düşündüm. Yeniden Peru’ya gittim, bakanlar ve parti liderleri ile görüştüm; gazete arşivlerini taradım. Radikal “sol” iddialarla başlayan 1968-80 askeri rejiminin adım adım tıkanıp siyasi iflasla sonlanmasını anlamaya çalıştım. Bir bakıma Türk solu ile de hesaplaşma denemesiydi. Siyasi “realite” ne demektir? Hayaller realite kayasına çarpınca ne olur?
Yıllar sonra Şirince’deki otelimize Meksikalı ünlüce bir film yönetmeni geldi. Aslen Peruluymuş, Meksika’ya siyasi sürgün gitmiş. Hangi fraksiyon diye sordum. Bilmezsin dedi, PSR, Devrimci Sosyalist Parti. “Motosikletle saray basan General Leonidas vardı, onun takımı değil mi” diye sordum. Ağzı açık kalıverdi. O işi yapanlardan biri yakın arkadaşıymış, sonra çatışmada öldürülmüş. “Elin Türkiye’sinin dağ köyünde bununla karşılaşmayı beklemezdim” diye hayretini dile getirdi.
(1985-1994)
Tezi bitirmeden Türkiye’ye döndüm. Uzunca bir süre yazıya el değdirmedim. Okumaya devam ettim gerçi, ama detayını hatırlamıyorum. Elde somut bir proje olmayınca ne okudum, ne düşündüm, hatırlamak zor.
1988’de kendimi aniden gezi yazarı buluverdim. Bir arkadaşımın Amerikalı arkadaşı İstanbul hakkında derleme bir kitap işi almıştı; yardım etmek bana düştü. Başlangıçta planımız işi paylaşmaktı. İlber Ortaylı’sından Alev Alatlı’sına, Engin Ardıç’ına dek 80’lerde yıldızı parlayan bir düzine yazara yazı ısmarladık: ücret dolgun, takvim rahat. Sonuç fiyasko çıktı. Parasını ödeyip aldığımız on iki yazının yarısı doğru çöpe gitti, öbürlerini oturup yeni baştan yazmak zorunda kaldık. Öbür tarafta belli bir akademik disipline alışmışım. Buranın standartları ise çok farklı: bilgi kulaktan dolma, bilmediğini arayıp öğrenme disiplini sıfır, muhatabın bakış açısını görme kabiliyeti sıfır, düzgün paragraf kurma becerisi ilkokuldan hallice, sözünü tutma ya da tutamayınca özür dileme gibi alışkanlıklar daha duyulmamış.
Türkiye’nin “entel” zümresi hakkında öteden beri çok iyimser değildim. Insight Guide deneyimi, kalan saygı kırıntısının sonu oldu. Benliğimi esir alan aşağılama duygusunu bastırmayı – ya da gizlemeyi – bir daha hiç başaramadım. Sonraki kariyerimin şekillenmesinde bu olayın etkisi büyüktür. Memleketin ağır toplarını hor görürsen, hitap etmek isteyeceğin kitlenin niteliği değişir; memleketin kültür elitine değil, belki onların kötü alışkanlıklarına henüz bulaşmamış olduklarını umduğun gençlere konuşmayı hayal edersin. Memleketin egemen kültürüne dair söyleyeceğin sözün üslubu değişir. Memleketin egemen kültürünün sana karşı tavrı da, elbette, değişir.
Bir süre sadece yabancı yayınevlerine yazdım. Türkiye’ye ilişkin üç kitap ve birkaç ekip çalışması ardından, Kafkasya hakkında bir gezi rehberi yazma projesi peşinde bir yıla yakın koşuştum. 1990’da Atina, 1991’de Viyana ve Budapeşte, 92’de Prag rehberlerim çıktı. İki senem Habsburg monarşisinin hafif küf kokulu nostalji dünyasını tanımak ve yazmakla geçti.
İzmir’de aşırı sosyalleşmekle geçen bir kışın ardından, 1994 baharında Atatürk ve Cumhuriyetle ilgili bir fikir netleştirme egzersizine girmeye kendimi mecbur hissettim.
*
Devamını bir ara yazarım. Belki de yazmam.


Türkiye Türkçesi

$
0
0
Türkçede “Türkçe kökenli” sayılan kelimeleri dört kronolojik grupta mütalaa edebiliriz.
ETü: Orta Asya Türkçesinden miras olanlar. Yani 1070’li yıllara dek yazılı kaydı bulunanlar.
OTü: Türkiye Türkçesinin ilk yazılı eserlerinin verildiği y. 1300 yılını izleyen yüz yılda belirenler. Hemen hepsi aynı zamanda Kıpçakçaya, büyük bölümü aynı zamanda Harezm ve Çağatay Türkçesine ait olan bu kümeyi “Orta Türkçe” olarak adlandırıyorum.
TTü: 1400 ile 1924 yılları arasında Türkiye Türkçesinde belirenler. Bu sözcüklerden hemen hiç birinin diğer Türk dillerinde eşdeğeri yoktur. Yaklaşık 1400-1420 yıllarından itibaren Türkiye Türkçesi, diğer Türkçelerden bağımsız bir gelişme çizgisine girmiş görünmektedir.
YTü: 1932-1983 yılları arasında “Dil Devrimi” bünyesinde üretilenler.
Nişanyan Sözlük’te birinci grupta 1417, ikinci grupta 521, üçüncüde 725, dördüncüde 609 sözcüğe yer verilmiştir. Etimolojiyle ilgilenen bir sözlükte problemsiz türevlere, bariz bileşiklere ve deyimlere yer verilmediği için, istenirse bu sayılara daha başkaları da eklenebilir. Ancak oranların çok değişeceğini sanmıyorum.
Aşağıda üçüncü gruptaki 725 sözcüğü görüyorsunuz. Eklektik, hatta tutarsız bir listedir. A) ETü ve OTü köklerden türetilmiş yeni sözcükler ve en az bir öğesi ETü/OTü olan bileşikler, B) yansıma sesler, ünlemler ve ikilemeler, C) kaynağı belirsiz veya kuşkulu olup başka bir dille irtibatı kurulamayan sözcükler gösterilmiştir. Kırk elli kadarı 20. yy’ın ilk çeyreğinde Anadolu ağızlarından yazı diline devşirilmiş sözcüklerdir. Gerisinin Osmanlı döneminde İstanbul dilinde türemiş ya da benimsenmiş sözcükler olduğu varsayılabilir.
abart-, abaza, abuk sabuk, abur cubur, açıkla-, açmaz, adamcıl, adaş, ağıt, ahududu, akıntı, alavere dalavere, alaz, albeni, allak bullak, andavallı, apış, apış-, argın, arkadaş, askı, asma, aşk et-, atak1, atıştır-, atkı, aval aval, ayla, azal-, azmak, babacan, babalık, babayani, bakım, bakraç, bangır, bar3, barış, basamak, baskı, basma, başbuğ, başlangıç, başlık, batak, bay-, bazlama, be/bre, benimse-, bıcır, bılkım, bıngıldak, bilgiç, bilmece, binek, biricik, birleş-, bitirim, bitkin, bodur, bozgun, böbrek, böcek, bölge, börtü böcek, bulgu, buluntu, buram buram, burcu burcu, burçin, burgacık, burgaç, burgu, büklüm, cadaloz, cavlak, cay-, cayır, cılk, cıvı-, cıvıl, cız, cızbız, cızlam, cibre, cicim, cicoz, cik, cozut-, cumbul, cumburlop, cup, curcuna, cümbür cemaat, çakıl, çakırkeyif, çakma, çakşır, çançan, çapa, çapraş-, çavlan, çekçek, çeki, çekin-, çekmece, çel-, çelenk, çelim, çent-, çete, çetele, çetin, çetrefil, çığ, çığlık, çıkar, çıkı, çılbır1, çılgın, çıngar, çıplak, çırçır2, çırmık, çıt, çıtır, çiti, çizgi, çiziktir-, çizme, çoluk çocuk, çomar, çopur, çökelek, çökertme, çömez, çüş, dağlıç, daha, dalkavuk, dalya2, dalyarak, damla, dan, dangalak, dangıl, darmadağın, dayanık(lı), deh, delişmen, dene-, denizanası, dereotu, derle-, devin-, dır, dibek, didik, dipçik, dişbudak, dişlek, doğrul-, dokunak(lı), dolandır-, dolaş-, dolayı, dolgun, dolma, dolmuş, domal-, donanım, dondurma, döngel, dönüm, duba, duvak, duygu, dümbük, dürtü, dürüm, düşkün, düşünce, düttürü, düzmece, ebegümeci, eciş bücüş, edin-, efil efil, eğlence, eğrelti, ekser2, ekşimik, elâ, eldiven, elebaşı, emekli, emektar, engel, engin, enikonu, entari, epeyi, ergin, erim, evcimen, evelek, ezgi, fanfinfon, faş2, fellik fellik, fes, festekiz, fıkır, fıldır, fır, fırıldak, fıs, fıskiye, fış, fışkır-, fingirde-, fink at-, fiske, fiskos, fos, fosur, gacır, gaga, geçim, geçin-, gelberi, gele, gelecek, gelir, geliş-, gevele-, geven, gezgin, gezinti, gıcır, gıdak, gıdık, gık, gır, gırgır, gırla, gırtlak, gider, gidişat, gitgide, gocun-, goygoy, göçebe, gölet, görenek, görgü, görkem, götlek, götürü, gözde, göze, gözenek, gözleme, gözlük, guguk, gulgule, gurk, güdük, gündelik, güney, güneyik, gürgen, güvez, habire, haldır, ham halat, haminne, hamut, hap2, hapaz, hapşu, har2, hatıl, hav1, hav2, havlu, havut, haydi, hayhay, haylaz, hayta, heyamola, hık, hım, hımbıl, hırpala-, hırt, hış, hışır, hin1, homur, hop/hoppala, hoppa, hor2, horozbina, hoşt, hödük, ıkın-, ılgıt ılgıt, ılıca, ılıman, içerle-, içerlek, içkin, imece, isot, işgüzar, izci, kabara, kaçamak, kahvaltı, kakır, kalcı, kaldırım, kalıntı, kalkın-, kama, kanıksa-, kapalı, kaparoz, kapatma, kaplıca, karağı, karavana, kargın, karık, kasnak, kaşıkçıl, katakulli, katla-, katmer, kavlağan, kavlak, kavşak, kaydırak, kaykıl-, kaynak, kaypak, kaytan, kekeme, kelepir, keleş, kem küm, kepenk, keser, kesim, kesinti, keskin, kesmik, kıkır, kıkırdak, kılıbık, kımıl1, kıpır, kıraç, kıranta, kırbaç, kırçıl, kırıt-, kırt, kıs kıs, kış2, kıtık, kıtır, kıtlama, kirkit, kocaman, kokla-, kokoz, kolla-, kolluk, kopça, korkuluk, kotan, kovan, koyak, kozalak, köken, kökez, köle, kösemen, kubat, kumsal, kurdeşen, kurnaz, kurum2, kuruntu, kuşane, kuşku, kuytu, küçümen, kürtün, lak lak, lakırdı, langır, langırt, lap, lapa, lazut, lenduha, lığ, lık, lokum, lolo, lop1, loş, lüp, malafat, malak, manav, mangiz, mankafa, mantı, marsık, martaval, maslak, mavna, melez, mışıl, mıymıntı, mız, mızık, minder, miralay, musluk, mutlu, nasıl, nobran, obruk, oklava, okunaklı, olağan, ora, orostopollu, ovuştur-, oyala-, öbek, öcü, ödlek, öteki, özdek, özen, özle-, paçoz, paldır küldür, parıl, parpulla-, pasaklı, paspas, pat2, patla-, patlangıç, peh peh, peki, pekiş-, pepe, pırıl, pırtık, pısırık, pıt, pinti, pisi1, pişti, pohpoh, ponpon, pos bıyık, pörsü-, puhu, püskü, rap1, saçma, sağanak, sağla-, sağlam, sağlıcak, sakağı, saklambaç, salak, saldır-, salgın, salta, sapık, sapır, sargı, sarkıntı, sarman, sarmaşık, sarpun, sarsak, savsakla-, saya, saygı, sayı, seki2, sepele-, sepi, serdengeçti, seren, sergen, sevimli, sezgi, sıcak, sığla, sıkılgan, sıkıntı, sırıl sıklam, sırıt-, sırtar-, sıva, sıvazla-, sıvış-, siftin-, silme, sinsi, sis, sivril-, soluk1, soluk2, soymuk, sölpü-, söve, sözcük, sulak, suna, sundurma, sunturlu, sus-, suvat, süklüm püklüm, sümsük, sünepe, sürek, sürfe, sürgü, sürgün, sürükle-, sürüm, sürünceme, süs, sütlaç, süzgeç, şabalak, şak, şakı-, şaklaban, şallak, şamar, şaplak, şapşal, şarkı, şaşkaloz, şayak, şık3, şıp, şıpıdık, şır, şırfıntı, şimşek, şişko, şişman, tabanvay, tafra, tak2, takatuka, takım, tangır, tantun, tapşın, taraz, tartakla-, tasımla-, tasla-, taslak, tatar (postacı), tatarcık, tavan, tavla-, tavşancıl, tebelleş, tedirgin, tefeci, tefek, teker, tekerle-, tekin, tekme, telkâri, terelelli, tıka-, tıkaç, tıkız, tıksır-, tın, tın-, tıp2, tıpa, tırak, tırkaz, tırlat-, tırmala-, tırtık, tırtıl, tıs, tiksin-, tir tir, tokat, tombul, topaç, topak, toparla-, topla-, toplu, toptan, topyekûn, toraman, tos, tosbağa, toz2, tökezle-, trink, tutamak, tutarık, tutum, tül, tüm, tümsek, türedi, türkü, uçarı, uçuk1, uçurtma, uğraş, uğul, ulan, usturup, utangaç, uydur-, uygun, uzlaş-, ücra, üfle-, üfür-, ürün, üstele-, üstesinden gel-, üveyik, üvez2, vakvak, varagele, vıcık, vır, vire, vurgun, yadırga-, yağdanlık, yakala-, yalaka, yalama, yalçın, yalpa, yamak, yamalak, yamrı yumru, yankesici, yanpiri, yapıncak, yaşıt, yatalak, yaygara, yayvan, yazma, yekin-, yeldirme, yelloz, yerleş-, yestehle-, yetkin, yılankavi, yırtmaç, yobaz, yokla-, yolsuzluk, yonga, yordam, yorum, yosma, yudum, yumurcak, yusufçuk, yutkun-, yuvalama, yuvarla-, yüksün-, yüzgeç, zağar, zamkinos, zangır, zar2, zebella, zevzek, zeybek, zıbar-, zıbık, zıp, zıpır, zır, zırt, zırtapoz, zirzop, zonk, züğürt, züppe (725)
Liste Türkiye Türkçesinin “lezzeti” hakkında bence çok net bir fikir verir. Sevimli, esprili, teklifsiz bir dildir. 1930 sonrasının Yeni Türkçesinden farklı bir lezzettir.
Cadaloz... ahududu... alavere dalavere... habire... akrep ve yelkovan... buram buram... cızbız köfte... kıkırdak... lakırdı... pohpohlamak... yumurcak... kılıbık... görgü... çakırkeyif... BirçeşitTürkçe bunlar. Kamutay, özdekçilik, görüngübilim, çevresel, imleç, eşcinsel, kentsoylu, betimleyici, bunlar da diğer çeşit.
Çakıştıkları noktalar illa ki vardır. Ama tarzın nasıl değiştiğini – ve ne kadar daraldığını – görüyorsunuz değil mi?  

Türkçe yazı fonetik mi?

$
0
0
>Batı dillerinden alınan kelimelerin Türkçe fonetik imlaya göre yazılması muhtemelen eski yazıdan kalma bir alışkanlıktı. Türkçeye Arapça ve Farsçadan alınmış olan sözcükler, Türkçe telaffuzu ne olursa olsun orijinal dildeki imlaya göre yazılırken, Arap alfabesi kullanmayan Rumca, İtalyanca, Fransızca vb. dillerden alınan sözcüklerin fonetik olarak Arap alfabesine çevirilmesi teknik bir zorunluluk idi. Latin alfabesine geçildikten sonra da, teknik zorunluluk ortadan kalktığı halde, Batı dillerinden alınan kelimelerin fonetik tercümesi elli yıla yakın bir süreyle norm olmaya devam etti. 20. yy’da Fransızcadan alınan üç bini aşkın sözcüğün tamamı Türkçeleştirilmiş yazımla benimsendi. Aynı şekilde İngilizceden alınanlar da tramvay (tramway), caz (jazz), dretnot (dreadnought), futbol (football), ofsayt (offside), nakavt (knockout), blucin (blue jeans), seksapel (sex-appeal) gibi Türkçe imlaya adapte edildi.
İngilizce alıntılarda bu kuralın, 1980 ile 1985 arasına isabet eden bir tarihte, sessizce tersine döndüğünü görüyoruz. Bu tarihten sonra Türkçe kullanıma giren İngilizce kökenli kelimelerde genel kural, İngilizce imlanın korunmasıdır. Email, fast-food, network, off-road, piercing, wireless, delete, save, workshop ve benzerleri normdur. İmeyl, festfut, netvörk, ofrot, pirsink, vayrles, dilit, seyv, vörkşop… kullanılmaz, veya kullanılırsa “yanlış” olarak algılanır.
Kabul gören yazım, sözcüğün ne zaman Türkçe genel kullanıma nüfuz ettiğine ilişkin iyi bir göstergedir. Bir kamyon çeşidi olan treyler 1950’lerden beri kullanımdadır; “film fragmanı” anlamına gelen trailer Türk basınında ilk kez 1995’te görülmüştür. Aynı İngilizce sözcük Türkçeye 20. yy başlarında futbol terimi aut, 1980’li yılların ikinci yarısında moda terimi out olarak girmiştir. Türkçede 1930’lardan beri kullanılan kovboy v ile, 1980’lerde yaygınlaşan western w ile yazılır; Türkçe metinde cowboy yazımı yadırgandığı gibi, vestern yazımı da yadırganır.
İngilizce imla ile yazılan sözcüklerin diğerlerinden daha az “Türkçe” saymak için tutarlı herhangi bir neden gösterilemez. Maç (match) ya da mayın (mine) “Türkçe” sayılarak sözlüklerde yer alırken, Türkçe metinlerde onlarla yaklaşık eşit sıklıkta kullanılan email veya web sözcüklerinin “yabancı” sayılması için makul bir neden yoktur. “Top auta gitti” cümlesindeki aut Türkçe sözlüklerde yer alırken “dar yakalar bu sene out” cümlesindeki out’un dışarıda bırakılması herhangi bir tutarlı gerekçeyle savunulamaz.
Viewing all 680 articles
Browse latest View live