Araplık, Hıristiyanlık
Türkiye’nin aksine Mısır’ın etnik yapılanması konusunda belirsizlik yok. MS 3cü 4cü yüzyıla ait inanılmaz berraklıktaki Fayum portrelerine baktığın zaman bugün sokakta gördüğün tipleri tanıyorsun. Ciddi bir Arap göçü hiç kaydedilmemiş. Birkaç göçebe aşiret gelmiş, onlar da kısa zamanda asimile edilip erimişler. Zaten kadimden beri tıklım tıklım bir yer olan Nil boyuna – yerlileri kılıçtan geçirmedikçe – yeni nüfus iskan edecek yer yok. Dolayısıyla ülkenin Araplaşması tamamen kültürel bir olay. Egemen kültür Arap olunca, yumuşak başlılığıyla ünlü Mısır halkı duruma ayak uydurmuş.
![]() |
Eş-şehîd el azîm Ebi Seyfeyn |
Bayağı da etkililer. Her mahalle ve her kasabada camilerle boy ölçüşen kiliseleri, faal manastırları var. Bakan ve emniyet müdürü çıkarıyorlar. Milli törenlerde cumhurbaşkanının sağ yanında yerleri var.
Türkiye’nin Türkleşme sürecinin Mısır’dan çok farklı olduğunu düşündürecek bir sebep göremiyorum. O halde “atalarımız falan yerden geldi” miti Mısır’da duyulmaz iken Türkiye’de niye revaç buluyor? 19. yy sonu ile 20. yy başında Türkler neden böyle bir anlatı üretip inanma ihtiyacı hissettiler? Mısırlı neden firavunlar çağındaki “atalarını” pekala ulusal mitolojiye dahil edebildi de Türklere Herodot desen bön bön yüzüne bakıyor?
Cevabı uzun konu, belki ayrı bir makaleyi hak eder. 19. yy başında Ermenicenin durumu Kıpticeden farksızdı diyelim, bir ufak fikir başlangıcı versin. Ermenilerin çoğunluğunun ana dili Türkçeydi; kalanınki de yarı Türkçe karışık melez bir dildi. Öyle kalsa, yahut zamanın erozyonuyla Ermeni dili Kıpticenin akıbetine uğrasa bugün Türkiye’de Hıristiyanların (Ermenilerin diyelim, Rumları ayrıca konuşuruz) durumu ne olurdu? Sayısı ne olurdu? Daha önemlisi: Müslim Türklere emsal olma, onlara siyasi ve sosyal alanda ufuk açma potansiyelleri nice olurdu?
Hep birlikte çok gurur duyduğumuz 19. yy’ın Ermeni kültür rönesansı acaba Türklerle Ermeniler arasına aşılmaz bir kibir duvarı örerek her ikisinin felaketine zemin hazırlamış mıdır?
Belalı konular bunlar. Uzak duralım, yoksa laf işitmek bir şey değil, Patreon’dan darbe yeriz :)
Turizm
Batmış. Bir ara büyük yatırım yapmışlar, uluslararası firmalara Nil kıyısına hayvan gibi oteller diktirmişler, dünya medyasını Ramses’lere boğmuşlar, çöplük mahallelerine moderenlik heveslisi yüzlerce pansiyon açtırmışlar. 1997’den sonra bir dizi ‘terorist’ saldırısı turizmin tadını kaçırmış. 2012-2013’te üstüste iki ihtilal belini bükmüş; corona işi bitirmiş. Kızıldeniz kıyısındaki resortlarda, ülkenin gerisinden ağır güvenlik duvarlarıyla ayrılmış bir tür theme park turizmi devam ediyor. (Rusya ve Doğu Avrupa’ya en yakın kışın denize girilecek yer oralar.) Geri kalan Mısır’da turist namına in cin top oynar. Piramitlerde yerliler haricinde bizden başka yirmi kişi ya var ya yoktu. Luksor’da yolunu kaybetmiş üç beş İtalyan, Mısırlı rehberini hayranlıkla süzen birkaç Kuzey Avrupalı tek kadın...
Değer mi gitmeye? Bana sorarsan sırf Kahire trafiğinin keyfi için değer. Tapınaklar sanırım dünyada görebileceklerinin en görkemlileri arasında başlara oynar (daha geliriz onlara). Nil’in yukarılarında, özellikle Aswan’da “buraları bir zamanlar büyülü güzel yerlermiş” duygusunu yer yer tadabileceğin bir iki köşe bucak kalmış. Gerisi akılalmaz bir çöp yığını, uçsuz bucaksız moloz deryası, sefil kırık apartmanlar, toz toprak, yıllar önce açılıp unutulmuş belediye çukurları, sonsuz avamlık.
Gençsen, ya da ruhun gençse ve dünyayı tanımanın şehvetine sahipsen keşfetmeye değer. Yoksa aman, aman!
Güvenlik
Turistin kendi arabasıyla ülkeyi gezmesi duyulmuş şey değil. Hele Asyut, Sohag, Kharga Vahası gibi sıfır turistik yerlerde hiç değil. Adım başı durdurdukları polis/asker noktalarında “no spik Arabik” duyunca akılları çıkıyor. Koşa koşa komutan geliyor, welkaam, welkam, weryufrom faslında İngilizcesini sergileyip elemanlara hava atıyor. Sanırım üçüncü ya da beşinci teftişten sonra vaka genelkurmay başkanına yahut bakana kadar yansıdı. Israrla koruma vermek istediler. Olmaz deyince vallahi billahi koruma istemeyiz diye kağıtlar imzalattılar. Her uğradığımız yerden sonraki noktaları uyarıp durumun vehametine dikkat çektiler. En sonunda dayanamadılar, bir noktada sırf bizim için görevlendirilmiş dört cemse dolusu ağır silahlı ve çelik yelekli askerle yolumuzu kesip önümüze sirenli polis arabası, arkamıza uçaksavar donanımlı bir panzer taktılar. Bir süre öyle gittikten sonra durdurup rica ettim, allahaşkına biraz hızlı gidin bayıyor bu diye. Emriniz baş üstüne deyip hızlandılar da Kahire’ye gece olmadan varabildik.
Gene söyleyeyim. O kadar güleryüzlü, saf ve şapşallar ki bir kere bile iyi niyetlerinden şüphe etmeyi düşünmedik. Yalnız vurucu timi seferber ettiklerinde bir an aklımızdan geçmedi değil, bunlar emri yanlış anlar, koruyacak yerde bizi kazara delik deşik ederler mi? Ederler. (“Komtanım bunlar terürist değil miydi, Mahmud bana öyle dedi.”) Hayat buralarda ucuz.
Benim hoşuma gitti o duygu. Sıfır risk, sonsuz hayat propagandasıyla kafamızın davul edildiği bir yılın sonunda, ara sıra insan yaşamının önemsizliğini hatırlamak iyi bir şey. Daha özgür oluyorsun. Yaşama daha ferah bakıyorsun.
Timsah
Kom-Ombo’da timsah tanrısının tapınağını gezdik. Mumyalanıp özel mezarlara gömülen kutsal timsahlarla kutsal timsahların kutsal yavrularını gördük. Bir zamanlar Nil nehrinde cirit atarmış timsahlar. 19. yy’a dek Aswan’da kayıkçılar timsah duası, timsah büyüsü, Timsah Dede türbesiyle yaşamışlar. Şimdi tabii hepsi tükenmiş, bir tane bile timsah kalmamış. Eskiden Nil boyunun diğer vazgeçilmezi olan su aygırları da sıfırlanmış. 200 yıl önce beş milyon olan Mısır nüfusu olmuş yüz yirmi milyon. O kalabalığa timsah mı dayanır?
Timsah bu arada Orta Kıpticeden dilimize geçen iki kelimeden biri. Diğeri vaha. Kıpticesi emsahimiş; ⲉⲙⲥⲁϩ böyle yazılıyor. Eril bir sözcük, dolayısıyla artikelli halinin p’emsah olması lazım iken neden Arapçaya dişil artikelle t’emsah diye geçtiğini açıklayamıyorlar.
Devamı var.