HALİM – Dünyamız acılarla ve haksızlıklarla dolu. Eğer bir ilahi hakem yoksa bu acılar nasıl telafi edilecek, haksızlıklar nasıl dengelenecek? Adaletin nihai güvencesi olarak adil ve alim bir Allah’ı kabul etmezseniz adalete inancınızı koruyabilir misiniz? Ve adalete inancınız yoksa yaşadığınız hayatı anlamlandırabilir misiniz?
SELİM – Hımm.
HALİM – Buyurun?
SELİM – Önemli bir soru sordunuz, cevabı basit değil.
Hayat haksızlıklarla ve acılarla dolu, evet. Bir kısmı insan yaşamını neredeyse imkansız kılan şeyler. Masum çocuğunuz kanser olup ölür. Zorbalar galip gelir, sonra karşınıza geçip gülerler. Taksi üstünüze çamur sıçratır ve buna karşı hiçbir şey yapamazsınız. Hayat boyu çaba sarf edersiniz, ödülü ne? Ölüp gitmek ve unutulmak.
Tanrısal adalet öğretiniz diyor ki: Tasalanma, bu haksızlıkların hepsi tamir edilecek. Yukarıda biri var. Her şey kontrol altında. Hayat saçma bir tesadüfler dizisi değil. Çocuğun iyi olacak. Zalimler son gülenin kim olduğunu görecek. O taksi şoförü cezasını bulacak. İçin rahat etsin.
En yalın biçimiyle kurgulandığında bu teori bir dizi mantıki sonucu beraberinde getirir. İsterseniz corollary diyeyim daha şık olsun. Bir, “yukarıdaki” alimdir. Her şeyi (ya da en azından, düşünemeyeceğin kadar çok şeyi) bilir. Benim gibi bir aciz kulun derdini görmezlikten gelmez. İki, muktedirdir. Görmekle kalmaz, en küstah zorbayı alt edecek gücü vardır. Üç, insani anlamda adil ve müşfiktir. Tanrısal muhasebe bizim aklımızı bir ölçüde aşabilir, ama çok da fazla aşamaz. Getirdiği tazminatın bizim mütevazı adalet duygumuzu tatmin etmesi, insan psikolojisinin küçük ihtiyaçlarını karşılaması gerekir. Dört, bu dünyada adalet olmadığına göre, tanrısal yargı bir başka ve paralel dünyada tecelli etmelidir. Çocuğum gitti gider. İyi olacaksa, başka alemde iyi olacak.
Dikkat ederseniz, bu öğretinin temelinde aklı terk ediş vardır. Reel dünyanın kısıtlayıcı çerçevesi içinde düşünen insan bu sonuçlara asla varamaz. Akıl ve gözlem bilir ki ölen çocuk geri gelmeyecek. Bazı zorbalar gülmeye devam edecek. O taksiciyi asla yakalayamayacağız. Sağduyu ve eleştirel akıl çerçevesinde ileri sürülecek hiçbir kanıt, makul bir insanı bu gerçeklerin aksine ikna edemez. Tanrısal adalet ihtimaline inanmak için aklı paranteze almak gerekir. Kendini irrasyonel inancın – imanın – karanlık uçurumuna fırlatma cesaretini göstermek gerekir. Bungee jumping gibi bir şey olmalı sanırım. Tüm içgüdülerine aykırı olarak, aklın “dur!” diye haykırdığı yerde kendinizi boşluğa salıyorsunuz; bilmediğiniz, tanımadığınız birilerinin aldığı önlem sayesinde çakılmaktan son anda kurtulacağınıza güveniyorsunuz.
Özgürleştirici bir duygu olmalı. Bir tür çakma Süpermen deneyimi. O taksici görecek gününü! Zalimler için yaşasın cehennem!
HALİM – Onaylıyor musunuz, alay mı ediyorsunuz anlamadım.
SELİM – Her ikisi. İroni desek? Mesafeli bir onaylama? Empatik bir eleştiri?
HALİM – İman iradesini gerek peygamberlerimiz, gerek filozoflar ve sıradan insanlar, bir özgürleşme olarak tarif etmişler. Baş döndürücü bir duygu, bir coşkunluk, aşk, sarhoşluk, ferahlama, kurtuluş, bir aydınlanma anı anlatmışlar. Sizce büsbütün yanılıyor olabilirler mi?
SELİM – Haklısınız, gerek İsa, gerekse Muhammed, gayb alemine imanla gelen kurtuluş hissini gayet kuvvetli bir şekilde ifade ederler. Buddha, bodhi ağacı altında üç yıl tefekkür ettikten sonra benzeri bir aydınlanma anına ulaştığını söyler. Daha çoğaltabiliriz örnekleri. Aziz Pavlos mesela Şam yolunda ilahi ışığı gördüğünde atından düşüp yere kapaklanır. İtiraflar’da Augustinus imanı bulduğu anı hayatının dönüm noktası olarak anlatır. İncil mütercimi Aziz Hieronymus yani Jerome, İsa ile tanışınca engin klasik kültürünü bir yana bırakıp çölde inzivaya çekilir ve cahil halkın dilini benimser. Aziz Franciscus yani Francis, mirasyedi yaşamını terk edip dilenci ve derviş olmaya karar verir. Tertullianus credo quia absurdum diye özetler o deneyimi: “inandım, çünkü akıl dışı”. Bir özgürleşme ve zafer ilanıdır bu. “Yer çekimini aştım” demektir, “uçuyorum.”
HALİM – Ne güzel anlattınız. Demek ki Cenabı Hak, İslam dini ile şereflenmemiş olan bazı kullarının da kalbinde iman ateşinin yanmasına izin vermiş.
SELİM – Haddizatında daha çok onlara vermiş, ama geçelim.
İnsan yaşamına anlam ve değer katmak için belli ölçüde akıl zeminini – yani ihtimal ve çıkar hesabını – terk etmek gerek diyorsanız sizinle aynı fikirdeyim. Bir çeşit manevi halastır, yani kurtuluştur diyorsanız ona da katılırım. “Burada ve şimdi” olanı yok sayma iradesi olmadan insan yerinden kıpırdayamaz. Delil ve kanıt görmeden yürümeyen insan yürüyemez; yeni kıtalara yelken açamaz. Var olanın boğucu anlamsızlığından, avamın sıradanlığından bir adım öteye geçemez.
Ama var olanı aşmanın tek yolu birtakım hayali Süpermenlere teslim olmak değil ki? Tarih boyunca insanların çoğunluğu öyle düşünmüş diyorsunuz. O dediğiniz cahil çağlar ve bilgisiz insanlardır, çocukça bir antropomorfizmin ötesine geçememişler ve hala geçemiyorlar. Bir mana alemi arayınca illa ki gözü, kulağı, aklı, fikri, hatta sakalı, bıyığı olsun istiyorlar. İnancı bir masal yaratığına sığınmak olarak algılıyorlar. Soyutlama yeteneğinin gelişmemiş olması dışında makul bir açıklaması var mı bunun?
HALİM – Allahsız yaşam nasıl anlamlandırılabilir? Adil ve alim bir yargıç yoksa ölüm gerçeği nasıl aşılır, zulüm ve zorbalık nasıl telafi edilir?
SELİM - En basitiyle başlayalım isterseniz, siyasi ve felsefi ütopyaların her çeşidi şu dünyanın acımasız realitesine karşı bir isyan çığlığıdır. Ne diyorlar? “Ölsem de gam yemem, hatta çocuğum ölsün fark etmez, çünkü Japon ulusu zaferi kazanacak.” “Varsın bugün adalet olmasın, çünkü Sosyalist Devrim yakın.” “Acılar beni korkutmaz, çünkü Atalarımızın Töresi bize yol gösteriyor.” Ve benzerleri. Hepsinde akıl dışı bir aksiyomatik inançtır, inanç sahibine dünyayı aydınlatan ve yaşanabilir kılan.
Siyasi ütopyaları geçin, her türlü felsefi ve kültürel idealizmde aynı akıl dışı inanma iradesini bulursunuz. Yaşama anlam verdiği söylenen her şey, “Töre”, “Edep”, “Erdem”, “Kardeşlik”, “Özgürlük”, “Sanat”, “Güzellik” – hepsi maddi yaşamın acımasız gerçeğinden aklını ve ruhunu azat etme maceraları değil mi? Hatta size bir şey söyleyeyim, “Aydınlanmacı” adı verilen 18. yy rasyonalistlerinin yücelttiği Akıl da, tıpkı öbürleri gibi, akıl dışı bir inanç değil mi? Hepsinin amacı birdir: ölümün anlamsızlığını örtmek, zalimin gülüşünü dayanılır kılmak, üstümüze sıçrayan çamuru silmek. Hepsi maddi dünyanın herkesçe bilinen gerçeklerini ilga ve iptal etme iradesiyle çıkar yola. Hepsi bir şekilde ölümden sonra yaşam inancı içerir (“beni ileride anlayacaklar,” “yoldaşlar o günleri görecek,” “evlatlarım başı dik yürüsün”). Hepsinin kritik anlarında tıpkı deminki dini örneklerde değindiğimiz o aşk ve cezbe halini hissedersiniz. Çocuklar boşa ölmedi! Evrende adalet var! Çamur beni kirletmez! Yaşasın!
Evrende aklın ışımasına tanık olan Voltaire’in kapıldığı coşku, sizce Şam yolunda iman ışığını görüp attan düşen Pavlos’unkinden daha mı zayıftır?